Yeni Üyelik
11.
Bölüm

7.Bölüm: Nane

@balsa

 

“Günlerce konuşmaz,

 

Yazmaz,

 

Aramaz,

 

Sormaz;

 

Sonra gelir bir ‘merhaba’ der,

 

Yine o kazanır."

 

 

-CEMAL SÜREYA-

 

 

 

🗝️🕯️

 

 

 

NANE KOKUSU:

 

Dalgın bir yudum sonrası

 

gelen saf ferahlığı yansıtır.

 

Keşke’nin iyi ki’ye

 

dönüştüğü koku.

 

“Otobise binunce heman beni arayacasun tamam mi?”

Peki babaanne.

“İnunce da arayacasun tamam mi?”

Peki babaanne.

“Bak ayem (hava) bozar isa heman üstine habu kalun hirkayi giyecesun tamam mi?”

Peki babaanne.

“Telefo-“ derken artık ben böldüm.

“Ayyy! Tamam babaanne, tamam. TA-MAM. Anladım. Hem de çok iyi anladım. Kapıdan çıktığım ve orada odama yerleştiğim âna kadar telefonu hiç kapatmasak nasıl olur?”

Ve hemen götümüze değneği yedik.

Evet. Yedik.

“Ne yapıyorsun babaanne ya...” diyerek melul gözlerimle bakışımı attım. Akşamdan beri aynı şeyleri kırık plak gibi söyleyip durmuştu. Ne yapabilirdim? Cenaze evinden kadınları uğurlayan Recep İvedik’e dönmüştüm.

Nihayetinde o gün gelmişti.

Yani Amasya’ya gideceğim gün.

3 günlük sürecek bu kutlama ve misafirlik şeysi için minik bir valiz hazırlamıştım. Yani bence gayet minikti. Beş pijama takımı, on takım günlük kıyafet, ikisi topuklu ikisi sandalet ikisi de spor olmak üzere altı çift ayakkabı, makyaj çantam, iç çamaşırlarım, takı kutum, iki tane romantik roman ve baş ucumdan eksik etmediğim koku kitabım, çoraplarım bilmem neyim işte hepsi vardı. Ve benim aklımda hâlâ ‘Acaba bir şey unuttum mu?’ adlı şarkı dönüyordu.

Her şey eksiksiz olmalıydı. Her an her şey olabilirmişçesine hazırlık yapardım ben. Her ihtimali düşünmem gerekiyordu.

Son kez odamı bir turladım. Minik bir yastık bile almıştım.

Ve en önemli detaysa...

Özel bir jet ile gidecektik!

Albay Asil Tuna dedikleri kişi bizim İbrahim Komutan ile çok çok çok samimi dostlarmış. Birlikte okumuş, birlikte büyümüşler. O yüzden kendi özel jeti ile gelmemizi teklif etmiş. Çünkü onun özel jeti de Trabzon’daymış. Onun özel jetiyse neden buradaydı hâlâ anlam verememiştim ama çok da sorgulamadım.

 

‘Elimde valizim İstanbuuul

Ben evlenirem kalamam duul

İş, güç, kariyer, cazibe yahşi

Türk yiğidini bul evlen yahşi’

 

İçimdeki o müzikle birlikte kapıdan çıktım. Arabam valizimi yerleştirdim. Ve sanki Fizan’a gidiyormuşum gibi o veda bakışıyla karşılaştım ninemin.

Aynı zamanda neden Fizan? Fizan neresi de oraya gitmek kalıp hâlini almış dilimizde diye düşünüyordum ki hatırladım. Günlük hayatta hep böyle şeylerin meraklarıyla araştırma yaptığım için beynimin bir köşesinde dururdu bunların anlamları. Ve sonra da unuturdum zaten.

Fizan o zamanlar Osmanlı’nın başkenti konumundaki İstanbul’a en uzak toprak parçasıymış. Ve Sahra çölünün de ortasında ıssızlık, yaşam zorluğunu da simgeleyen bir yer olduğu için ‘Senin için Fizan’a bile giderim.’ deyim şekli doğmuş.

İşin özü, ben de babaannem için şu an Fizan’a gidiyor gibiydim.

“Babaanne bana sakın ağlayacağını söyleme.”

“Ne ağlayacağum,” derken avuç içleri ile yanağını silmişti oysaki. Ama ben kıyamazdım kiii...

Yanına gidip kocaman sarıldım, kocaman öptüm, kocaman kokladım onu. Ondan öylesine ayrı kalmıştım ki... Artık işe giderken bile vicdan azabı çekiyor, özlemden geberiyordum.

Onun o toprak kokusunu çektim. Ellerinden öptüm.

“Babaannemm, canııım, her şeyim benim. Seni çok seviyorumm. Sadece 3 gün yokum. Bak, 3 gün. Sonra yine seninleyim. Kendine çok dikkat et tamam mı? Ben seni arayacağım merak etme.”

“Haber etmayi unitma. De hayde bakayim. Yabiştin kaldin bağa. Allah’a emanet olasun. Hayirli yolculuklar.” derken hem gülüyor hem de ağlamadığını söyleyip ağlıyordu.

Ve işte artık yolcu oldum. Arabaya atlayıp iş yerime doğru yola çıktım. Ve aramam gereken kişiyi arayıp telefonu camdaki sabitleyiciye koydum.

“Efendim Bade,” dedi Sevde Ablam.

“Abla ben şimdi evden çıktım. Arabayı benim iş yerinin yanındaki askeriyeye park edeceğim, haberin olsun. Anahtarı da içeride Efe Ergin diye bir komutan var. Ona bırakıyorum, alırsın. Tamam mı?”

“Tamam tamam kuzum. Akşam işten çıkınca alırım ben. Senin sayende 3 gün dolmuş işkencesi çekmem artık.”

“Abla istediğin zaman al, kullan. Sorun değil benim için.”

“Sağ ol kuzum, biliyorum. Müşteri geldi kapatıyorum. Hadi iyi yolculuklar, Allah’a emanetsin.”

“Teşekkürleeeer, sen de.” diyerek sohbetimizi sonlandırdık.

Ve ben de geldim.

Arabamı Sevde Ablama söylediğim gibi askeriyenin bahçesine park ettim. Anahtarı vermek için askeriye binasına girdim. İçerisi kalabalıktı. Ve benim hedefimdeki kişi Efe Komutandı. Ara ara işe gelirken karşılaşıyor, sohbetler ediyorduk. Bana iyi bir arkadaş olabilirdi.

Karşıma çıkan subaylardan birini, “Pardon,” diyerek durdurdum. “Efe komutanı arıyordum. Efe Ergin. Nerede olduğunu biliyor musunuz acaba?”

“Beş dakika bekleyin lütfen.” dedikten sonra gözden kayboldu genç subay.

Biraz bekledikten sonra arkamdan gelen sesle döndüm.

“Bade hoş geldin.” diyerek hafifçe sarıldık. Aramızdaki resmîlik artık kalkmıştı. Ara ara sohbetler ederken tanımıştık birbirimizi. “Hayırdır? Hangi rüzgar attı seni buraya?”

“Efe ben 3 günlüğüne Amasya’ya gidiyorum. İbrahim komutanla birlikte gidiyoruz ekipçe. Arabamın anahtarını sana bıraksam, akşam ablam gelip senden alır. Olur mu?” diyerek çantamdan çıkardığım anahtarımı ona uzattım.

Anahtarı elimden aldıktan sonra, “Verdim say.” dedi.

“Şimdi gidiyorum ben bekletmeyeyim ekibi. Kendine dikkat et ve teşekkür ederim.” dediğimde çoktan vedalaşmak için sarılmış ve binadan çıkmıştım.

Yolculuk için üstüme rahat bir şeyler giymiştim. Açık gri, ince bir kazak vardı üstümde. Altına ise üstüme göre daha koyu bir griden kumaş pantolon giymiştim. Ayakkabı olarak da beyaz sporlarımı. Elimde de küçük siyah bir çanta vardı. Saçlarımı arkadan sıkı, küçük bir topuz yapmıştım. Normalde kısa olan saçlarım şimdi omzumu bir karışa yakın bir şekilde geçiyordu. Bazen örüyor bazen at kuyruğu çoğu zamansa açık bırakıyordum. Dudaklarıma koyu kahve dudak kalemimden sürdüm. Her şey tamam ama rujsuz asla!

“Sonunda!” derken kolumdan beni çekiştirmekle debeleniyordu Kübra. “Çok şükür gelebildin ya. Gören de kraliyet balosuna gider sanır.”

“Abart Kübra.” diye ben göz devirmekle meşgulken Celil’in “Bade bu ne?!” diye endişeyle yaklaşmasıyla durdum.

“Ay kötü mü olmuş üstüm yoksa?” derken üstümü kontrol eder gibi ellerimle yokladım.

“Hayır hayır. Bu kadar az valizle gidilir mi? Ya başına bir iş gelse kıyafet gerekse?”

“Ay haklısın. Biraz daha mı koysaydım? Gidip alsam mı acaba? Yetişir miyiz?” diye geri geri adımlamaya başlamışken Celil dirseğimden hafifçe tutarak, “Dalga geçiyorum Bade.” dedi.

“Ciddi bir mesele bu. Gülmeyin.” Omuzlarına hafifçe birer şaplak attım Celil ve Kübra’nın.

Kapının önünde üçümüz beklemeye başladık. Birkaç dakika sonra Fatih, onun peşine de Miyase geldi. Fatih’in yüzü mahkeme duvarı gibiydi yine her zamanki gibi. Nemrut.

Miyase ise kot bir tulum giymiş, saçları eskisi gibi kıvırcık ve salaştı. Çok sevimliydi yine.

Hepimiz toplandığımız ve hazır olduğumuz zaman özel siyah bir araçla havaalanına yola çıktık. Sessiz geçmişti yol boyunca.

Özel jetimiz çoktan gelmiş bizi bekliyordu. Çok havalıydı. Havalıydık. Hepimiz koltuklarımıza yerleştik. Ama bir türlü kalkmadı uçak. Her şeyi bildiğini düşündüğümüz ama özellikle Kübra’nın üzerinde çalıştığı ve komplo teorileri ürettiği Fatih kadrajına girdi yine. Kendini tutamayıp, “Fatih bu jet niye kalkmıyor ya?” dedi.

Zaten bakanın enerjisini sömüren gulyabani suratı daha da değişik bir hâl aldı. “Ben nereden bileyim? Oradan bakınca pilota mı benziyorum?” diye söylendi.

Yüzüne karşı sesli dile getirmese de, “Sen benzesen benzesen Blob balığına benzersin anca.” dediğini duydum.

Bu sohbetin üstüne, ortamı bir topuklu ayakkabı sesi böldü. Öyle bir sesti ki dönüp bakmamak elde değildi. Fatih bile bakmıştı.

Benim gözlemime göre en az 65 yaşında ama yaşına göre dimdik duran, tam dizlerinde biten siyah arkası yırtmaçlı kumaş bir etek, üstünde ise beyaz bir gömlek olan, oldukça resmî görünümlü bir kadın girdi içeriye. Saçları çenesinin biraz altında, kıvırcık ve bembeyazdı. Gözlerinde siyah bir gözlük vardı. Ayağındaki kısa ama tok ses çıkaran topukluları çantası ve ojeleriyle aynı renkte, kan kırmızısıydı.

Hemen önümdeki, karşılıklı denk gelen koltuğa oturmadan önce hafifçe başını etrafa çevirerek, “Merhaba gençler, iyi yolculuklar.” dedi. Oturduğunda göz göze geldik. Bakışlarında garip bir anlam vardı. Çözemedim. Ama kendimde selam verme isteğine engel olamadım.

“Merhaba,” dedim dudaklarıma hafif bir tebessüm yerleştirerek. “Ben Bade.” Elimi hafif öne uzattım. Tutmak istememişti. Hissettim. Sert bir kadındı belli ki. Havada kalan elimi geri çekecekken parmak uçlarıyla nazikçe karşılık verdi. “Merhaba Bade Hanım,” diyerek bana göre yalandan bir gülümseme takındı. “Adın gibisin...” diye mırıldandığını duydum. Ama kendi kendineydi bu cümlesi. O an çok tanıdık geldi. Sanki daha önceden tanıyor gibiydim. Ama bir o kadar da yabancı. “Ben deniz Nükhet Beyzadeoğlu.”

Çok asil bir isme benziyordu. O an normal bir kadın ile konuşmadığım hissine kapıldım.

“Ekip tamam mısınız?” Arkadan boğuk bir sesle odağım dağıldı. “Jetimiz kalkmaya hazır. Özel bir konuk daha bizimle gelecekti o yüzden biraz beklemek zorunda kaldık.” diyerek elleriyle önümdeki hanımefendiyi gösterdi. “Nükhet Beyzadeoğlu. Kendisi askeriyede özel bir koordinatör.”

Bu yaşta hâlâ koordinatörlük yapması beni etkilemişti. Kadının yaşı epey vardı. Ama hiç göstermiyordu da bir yandan. Çok bakımlı ve entelektüel görünümlü birisine benziyordu.

Kafamdaki sesleri ve evet, hayır dayanışma meleklerimi susturmakla geçti jetin kalkmaya başladığı âna kadarki süre.

Jetimiz kalkışını yaptı. 1 saati bile bulmayacak kadar kısa bu yolculukta, derin sohbete girilemeyecek kadar kapalı kutu olan bu hanımefendi ile daha fazla diyalog kurmadan anın tadını çıkartmakla meşgul olmaya çalıştım.

3 günüm başlamıştı.

Tam da şu an.

 

 

~*~

 

 

“Oğul, bu kadar elma nedir Allah aşkına?” diyerek açıldı Korkut’un telefonu. Elmalar ulaşmış olmalıydı.

“Bu kadar çabuk bu geldi ya dede? Bundan böyle daimi müşterisiyim ben bu elmacının.” dedi Korkut. Söylediklerinde ciddiydi. Lâtife yapmıyordu.

“Korkuut!” diye dişlerinin arasından ‘Alırım ayağımın altına’ der gibi söylendi Deli Dumrul.

Altı üstü bir elmayı yani. Ne diyeydi bu inat diye içinden geçirdi Korkut.

“Bu elmalar bu canlara 1 ay yeter de artar. Ne diye bu kadar meyveyi aldın?”

“Dede onlar 2 hafta zor dayanır. Sadece benimki günde 3 kilo yer. Altı üstü 20 kasa elma var orada. 8 can var, yeter merak etme. Hem ben haftaya da-“ derken yarıda kalmıştı sözü.

“Sakın! En az 2 hafta göndermeyeceksin bir şey, işte o kadar. Haydi Allah’a emanet ol.” denildiğinde çoktan telefon kapanmıştı.

Arkada geçen sohbetleri duyuyor ama elindeki telefona odaklanmaktan pek de ilgisini çekmiyordu.

“Bu kimle konuşuyor böyle,” diyordu Tuğrul, Yalım’a. “Lan yoksa sevgilisi var da bize mi demiyor?” Sessiz kalmıştı Yalım. “LAN! Sana diyorum oğlum. Yoksa sen abinden bir şey mi saklıyorsun?” diyerek yükseldi Tuğrul.

“Tuğrul komutanım ne saklayacağım sizden Allah aşkına ya. Bilmiyorum ben.” İnanmayan bakışları görünce yineledi kendini. “Bakmayın öyle komutanım. Vallahi bilmiyorum.

“Sen de sal bi çocuğu oğlum ne yapıştın,” diyerek Tuğrul’un ısrarına el attı Alparslan.

Sabiha ise herkesten bağımsız bir şekilde, en köşede telefonuyla meşguldü. Ama bu meşguliyet değerlisine aitti. Mavi’ye...

“Annecim sen ne zaman geleceksin?” diyordu minik Mavi. Annesinden geçirdiği her ayrı dakika özlem ağır basıyordu. Bunu en iyi ve sancılı Sabiha yaşıyordu. Mavi henüz farkında değildi. Daha çok küçüktü.

“Görevimiz bitsin hemen yanına geleceğim bebeğim.” Sabiha her kızıyla konuşurken farkında değildi ama eli hep kolyesindeydi. Hafifçe ovalıyordu kolyeyi parmakları.

“Az kaldı kızım,” dediğini duydu Sabiha, eşi Çetin’in. “Annen yakında aramızda olacak. Birlikte yemekler yapacağız,” derken telefonu koltuğa sabitlemiş ve Mavi’yi uçak yapar gibi havaya kaldırıp eğlendirmeye başlamıştı. “Atlı karıncaya bineceğiz,” etrafında döndürürken, ”Fiuuvv!” diye sesler çıkarıyordu. “Ve en güzeli de... Seni ortamıza alıp mışıl mışıl uyuyacağız.”

Sabiha sert görünümlü bir kadındı. Öyle olmalıydı. Aldığı eğitimler onu böyle yapmıştı. Ama ailesinin yanında bir menekşe gibi süzülürdü. Boynu bir gül fidanı gibi bükülürdü onları izlerken. Ve gözünün kenarından akarak burnunun ucundan damlayan yaşı daha yeni fark etti. “Ben sizi tekrar ararım, şimdi kapatmam gerekiyor.” Parmak uçlarını dudaklarına bastırıp öpücüğün gönderdi telefon ekranına. “Sizi çok seviyorum...” diyebildi sadece. Ve telefon kapandı.

Onları köşeden izleyen birisi vardı. Habersizdi Sabiha.

Ulaş.

Daha yeni tanışmışlar ve hemen işe koyulmuştu Ulaş. Kişileri tanımaya ve tanımlamaya çalışıyordu. Jet bakımlarını yapmıştı. Ümit Şef ile birlikte koordineli çalışıyorlardı.

Sabiha’nın anneliği onu etkilemişti. Daha doğrusu bu filodaki herkes onun ilgisini çekmişti. Korkut’un hobileri hakkında az buçuk sohbet etmişlerdi. Yalım’ın sakin ama hafif egosunun oluşu onu biraz kendinden soğutsa da aslında iyi çocuk olduğunu öğrenmişti. Aileden dolayı böyle bir kişiliğe sahipti Yalım.

Yine en iyi Yalım ile anlaşabiliyorlardı. Bunu da bu 3 günlük süreçte anladı. En tanımadığı ve ısınamadığı şahıs Alparslan’dı.

Ona hiç kimse alışamazdı. Hele ki 3 günde...

Tuğrul büyük olmasına rağmen eğlenceliydi. Herkese ayak uydurabilir bir yapıdaydı. En sevdiği kişi o olmuştu şimdilik.

Asil Albay’ın emri vardı. Yaklaşık 1 saat sonra uçuşları onları bekliyorlardı. Ve yarın önemli bir gündü. Yarından sonra 1 günlük izinleri vardı.

Uçuş için şimdiden hazırlık için filo ambarına geçiş yaptılar. G-Suitlerini giyip pist servisine bindiler teker teker.

Nöbet uçuşlarını ve saatlerini doldurma çabalarını bir kez daha göklerde sergilemek üzere havalandılar.

 

 

~*~

 

 

Nihayetinde Merzifon’a varmıştık. Ve ilk yaptığım şey ise babaannemi aramaktı. Ona yolculuğumun nasıl geçtiğini, üşümediğimi, ne zaman kalktığımı, ne zaman indiğimi, her şeyi birer birer rapor ettikten sonra tekrar etrafıma döndüm. Yolculuk güzel geçmişti. Karşıma oturan kadın ilgimi oldukça üzerinde toplamıştı. Nedenini bilmiyordum fakat içimden bir ses daha önce karşılaştınız diye bağırıyordu âdeta.

Hafızamın derinliklerini yoklamak amacıyla ne kadar uzun süre bakışlarımı üzerinde tuttum bilmediğim bir anda, “Bir insana bir dakikadan fazla bakma genç bayan.” demişti bana. O an içimden düzelttim tabii, bayan değil kadın diye. Dayanamayarak, “Ben sizi daha önceden görmüş olabilir miyim diye düşünüyordum, kusuruma bakmayın. Göz teması kurmayı severim ve bunu çoğu zaman abartırım.” diye nedenini açıklama hissiyatı içimi kaplamıştı.

Kadın modern görünüyordu, her haliyle. Ama kültürel değerlerini de koruyan ve kesin çizgisi hâline getiren de bir tipi vardı. İnsanları çözümleyip onları anlama hâline neden hep giriyordum? Bu benim huyum olmuştu artık. Yoldan geçerken yerdeki çiçekle bile bir bağ kurma gereksinimiyle yanıp tutuşuyordu içim. Nedenini de kesinlikle bilmiyordum. Şikayetçi değildim, seviyordum bu yanımı ama bazen birkaç saatliğine dünyanın en bencil insanı olabilsem ne olurdu diye de düşünmüyor değildim.

“İleriki hayatında öneminin ne denli fazla olduğunu bilmediğin şahıslarla bile karşılaşabilirsin günlük hayatta. Eşinle, dostunla, çok tehlikeli bir katil ile veya...” cümlesini tamamlayacak doğru kelimeleri bulmak için birkaç dakika beklemişti. “...veya seni gelecekte ölümün ucundan kurtaracak kişiyi bile önceden görmüş olabilirsin. Ama benden sana bir tavsiye genç bayan,” demişti. “Karda yürü, izini belli etme. Hiçbir zaman, hiçbir yerde.”

Yolculuğun sadece ilk dakikalarında kurduğu bu cümleler zaten geri kalan vaktimde beni oyalayacak düşünceleri çoktan vermişti zihnime. Kadın gizemliydi. Pinyataya benzettim. Sanki ruhuna dokunulsa, bütün tehlikelerden ve sorumluluklardan uzaklaşsa, içindeki tüm birikmiş şeyleri dışarı püskürtecek gibiydi. Bunlar şeker gibi tatlı şeyler mi olurdu bilemezdik tabii.

Jetten inip üsse giriş yapacağımız sırada gözüme birisi ilişti. Valizlerimizi biz almıştık, içeriye girecektik. Ama binadan çıkıp bizim olduğumuz tarafa, bizim indiğimiz uçağa doğru ilerleyen birisi geliyordu. Tam seçemedim çünkü güneşin batışı bina yönüne doğru denk geldiği için gözümü alıyordu.

O bize, biz ise ona doğru adımlar atarken yüzü netleşmeye başladı. Hem de çok net.

Bu Ulaştı! Kuzenim Ulaş! Burada ne işi vardı ki?

Olduğum yerde durdum. Valizimi yanıma sabitledim. Elim alnımda, gözlerimi kısarak netleştirdiğim bu kişi de beni tanımıştı. “Bade?” diyerek şaşkın olan sesini duydum. Hemen valizimi bırakıp ona doğru hızla koşmaya başladım. İlk yaptığımız şey tabii ki de sarılmak oldu. Onu uzun zamandır canlı kanlı yanımda görmüyordum. “Ulaş senin burada ne işin var? Nasılsın? İyi misin? Şu an şoktayım.”

Hafif bir kahkaha attı benim tepkilerime ithafen. “Dur sakin ol Bade, asıl şaşkın olan ben olmalıyım bence.”

“Nedenmiş o? Hayır yani Trabzon’dan buraya komutanın özel davetiyle geliyoruz ve ben burada kuzenim karşılaşıyorum. Hayat gerçekten de tesadüflerle do-“ Tesadüf değildi, düzeltme ihtiyacına başvurarak, “Tevâfuklarla dolu.” dedim.

“Buraya atandım,” dedi direkt olarak. “Eskişehirde’ki komutan referans olarak benim buraya aktarılmamı istedi. Burası daha küçük ve sessiz olmasına rağmen işi burada daha iyi kapacağımı söyledi. Yani kapmak demeyelim de,” Ufak bir düşündü. “Geliştirmek.”

“Yaa... Demek buraya atandın sen. “ dedim son kelimemi uzatarak. “O zaman bir taşla iki kuş vurmuşsun.” Kaşlarımı kaldırarak bir adım uzaklaştım. “Hem gerçekten kaliteli elemanlarla dolan bir üste çalışıyorsun hem de geldiğin gibi de beni görüyorsun. Bu şans değil de ne yani? Sana şans getireceğim, göreceksin.”

Bu sefer gerçekten derin bir kahkaha atmıştı. Söylediklerim onu güldürmüştü çünkü biz küçükken de böyleydik. “Sen şansın ayak bulmuş hâlisin. Bunu sana defalarca kez söylemiştim, biliyorsun.” dedi tıpkı önceden defalarca kez söylediği gibi.

Ulaş ile sohbete daldığım için etrafımda beni izleyen gözleri bile fark etmemiştim. Başımı sağa çevirdiğimde ağzı açık bize bakan Kübra ile karşılaştım. Kaşlarım indi. Sola çevirdiğimde 'Bu ne ayak?' der gibi bakan Celil ile göz göze geldik. Dudaklarımın tebessümü silindi. Omuzlarımın üzerinden arkama göz gezdirdiğimde ise tüm yolculuk boyunca sesini ve söylediklerini yel değirmeni gibi beynimin içinde döndürdüğüm Nükhet Hanım ile denk düştük. Vücuduma çekidüzen verip boğazımı temizleme gereksinimi duydum.

“U-Ulaş?” dedim kekeleyerek. İlk dakikadan kötü bir izlenim bırakmış olma korkusuyla bu durumu açıklamam gerektiğini dile getirecektim.

“Neden öyle ölü görmüş gibi oldun? Ne oldu?”

“Şu an üsteyiz. Ve ben daha ilk dakikalardan köyü bir izlenim bırakmış olabilirim.”

“Öylseyse aynı şey benim için de geçerli çünkü buradaki ilk günüm.” dedi omuz devirerek.

“NE?” diye yüksek sesli bir tepki verdim. Sesimin farkına varıp, “Ne?” diye daha mırıltılı şekilde düzelttim. “Yani gerçekten ilk gördüğün kişi benim. Çok şanslısın.” Cümlemi bitirir bitiremez etrafıma döndüm. “Karşınızda kuzenim Ulaş. Burada çalıştığını bilmiyordum. Biraz fazla tepki vermiş gibi görünebilirim, kusuruma bakmayın.” diyerek ortalığı toparlama ihtiyacıyla açıklamamı sundum.

Kübra hızla yanıma gelip sanki kimse bizi izlemiyormuş gibi koluma girip yönümü tam zıt şekilde değiştirerek hızla sürüklemeye başladı. “Aşk olsun Bade!” diyordu fısıldayarak. “Böylesine yakışıklı bir kuzenin var ve ben hâlâ sap mıyım?”

Dedikleri karşısında, nedendir bilinmez, savunma ihtiyacı hissettim. “Gerçekten de aşk olsun Kübra!” dedim vurgulayarak her bir kelimemi. “Ama Ulaş ile değil.” Sonra aynen arkamı dönüp kuzenime yaklaştım. Kübra ise arkamdan somurtarak geliyordu.

Nükhet Hanım pek de ilgili değildi, ki haklıydı kuzenimden ona neydi. Ama yine de nezaket gereği, “Merhaba koça-“ sözünü birden kesti. Sanki yanlış bir kelime söylemişti. Kendini düzeltti. “Merhaba delikanlı.” Sonra arkasına bile bakmadan geride bıraktığı hayran topuklu sesiyle binaya girdi. Ulaş’ı tanıştırmam saçmaydı, farkındaydım ama şu anda gözlerine hiç de ağırbaşlı, aklı selim bir kadın gibi görünmediğime de emindim. Çok da takmadım işin doğrusu. Şu anda kuzenim ile gerçekten deli gibi tanışmak isteyen 2 kişi vardı.

Celil ve Kübra.

İşe Celil ile tanıştırmaktan başlamam gerekiyordu bana göre. Çünkü benim farkımda olmadığımı düşünse de bana aşıktı. Her hâlinden ve tavırlarından bunu dünyanın en salak insanı bile anlardı. Ama ben saygı duyuyordum çünkü gerçekten saygı duyulacak biriydi bana göre Celil. Nazik, kibar, anlayışlı ve doyasıya sohbet edebileceğim insanlardan birisiydi.

“Seni Celil ile tanıştırmam bence daha normal olur. Ekip arkadaşım.” diyerek birbirlerine kendilerini. “Celil, bu kuzenim Ulaş.” Sevgili kuzenim ona elini uzattı. Ama Celil’in bakışları tuhaftı. Sanki düşmanına bakar gibiydi.

Bunu benimle alakası umarım yoktur.

Daha sonra 'Beni de! Beni de!' diyerek gözleriyle beni yiyen Kübra’ya döndüm. “Bu da ekip arkadaşım ve aynı zamanda dostum Kübra.” dedim onu mimiklerimle uyararak.

Tüm bu tanışma fasıllarından sonra nihayetinde içeriye girebilmiştik. Henüz nerede kalacağımızı, kiminle nerede ve nasıl iletişim kuracağımızı bilmiyorduk. Hiçbirimiz. Fatih ve Miyase her şeyden ve her yerden soyut biçimde, bizden bile uzakta duruyorlardı. Bunların soğuk tavırlarına hiçbir zaman anlam verememiştim ve şu anda da veremiyordum. Nükhet Hanım ve İbrahim Komutan gözden kaybolmuştu.

Birkaç dakika bekledikten sonra ileriden bir adamın bize doğru geldiğini gördüm. Arkasından da İbrahim Komutan geliyordu. Adam iri yarı, uzun boylu ama yaşı olan biriydi belli ki. Alnında sol kaşının üstünde bir iz vardı. Çok uzaktan belli olmasa da yakınlaştıkça belirginleşmeye başladı.

“Merhaba gençler, hoş geldiniz.” dedi öncelikle. Biz de karşılık verince devam etti. “3 gün boyunca burada misafirimiz olmanızı istiyorum. Yukarıda pilotlarımızın kaldığı katta boş odalarımız mevcut. Sizi oraya yerleştirmesi için Ulaş yardımcı olacaktır. Şimdi dinlenin, sonra tekrar görüşürüz.” Sesi oldukça kalın ve otoriter bir tona sahipti. Duruşu bile insanı 'Dik dur!' komutu verdirtiyordu. Bütün bu sözlerinin ardından bir şey unutmuş olmalı ki, “Ha bir de... Adım Asil Tuna. Albay Asil Tuna. Sizinle tanışmak beni çok memnun etti.” diyerek tekrar koridora doğru yol aldı.

Demek o meşhur Albay Asil Tuna buydu. Tanıştığıma memnun olmuştum. Ve onu daha da tanımak isteme isteği içimi şimdiden sarmalamaya başlamıştı.

Ulaş’ın bizi yönlendirmesiyle odalarıma çıkmıştık. Geniş, oldukça uzun bir koridorda sıralanmıştı odalar. Koridorun sağ tarafındaki bir odada kalacaktım ben. Odam sadece bana özeldi. Kübra ile Miyase bir odada, Celil ile de Fatih bir odada kalacaktı. Ben tek oluşumu sevmiştim. Rahat ve özgür hissedebileceğim bir 3 gün olacaktı. Köyde de böyleydim ama burası gerçek bir tatildi.

Odama geçip valizimdekileri küçük dolaba yerleştirdim. Ben 2 gün de bir yerde kalsam muhakkak boş bir dolap varsa oraya eşyalarımı yerleştirirdim. Burası da minnoş bir odaydı. Her şey askeriye düzenindeydi ama zaten ben de düzeni severdim.

Ulaş bizi alt kattaki küçük kafeteryayı kullanabilme hususunda da bilgilendirmişti. Nihayetinde güzel bir kahve içebilecektim. Yorgunluk kahvesi. Fatih odasında takılacağını, Celil halletmesi gerek birkaç dosya olduğunu, Kübra duş alıp uyuyacağını söylemişti. Miyase ise belki dışarıda biraz dolaşacağını ya da uyuyacağını söyleyip direkt odaya girmişti.

Ben odadaki işlerimi halledip üstüme giyebileceğim bir kıyafet bakmaya başladım. Siyah bir eşofman ve haki yeşil v yaka bir tişört giydim en sonunda. Duş almıştım, saçlarım nemliydi. Kuruması açık bırakarak odamdan çıktım. Koridorun sonuna doğru yürümeye başladım. Etrafı incelemeyi severdim. Duvarlarında askeri tablolar bulunan bu yer hoşuma gitmişti. Geri geri yürüyerek arkamdaki tablolarda göz gezdirmeye başladım. Ellerimi arkamda birleştirip çimende geziyormuşçasına geri geri lay lay lom yürüyordum.

Küçük bir takırtı sesi duydum. Arkamı hızla döneyim derken ayaklarım birbirine bulaştı ve tam yere düşüyordum ki birisi hızla beni tuttu. Yüzüne bile bakmadan, “Ay! Çok özür dilerim. Kusuruma bakmayın lütfen.” diye mahcubiyetimi sunmuştum. Toparlanıp kafamı kaldırdığım an bu sefer de geri geri sendeleyip yere düştüm. “A-Alparslan?”

“Bade?” dedi o da. O da şaşkındı.

“Bugün kamera şakası falan mı var burada? Daha kaç kişiyle karşılaşacağım aynı üste? Senin burada ne işin var?” etrafıma bakıp kamera şakasının gerçekliğini sorguladım.

“Asıl senin ne işin var? Burası benim iş yerim,” diyerek yeri işaret etti. “Ve sen buradasın. Niye?” diyerek de beni gösterdi. “Ve sen başka kimle karşılaştın ki burada?”

Oturduğum yerden kalkmaya çalışırken bana elini uzattı. Kalkmama yardımcı olduktan sonra ellerini bağdaştırıp karşımda benden cevap beklemeye başlamıştı. Yine hesap sorma saatindeydi anlaşılan. “Burada bir oda falan yok mu? Böyle tepende bir lamba olan?”

“Ne odası? Ne lambası?” Şaşırmıştı.

“Sorgu odası.” dedim en net şekilde ve ciddi.

“Ne saçmalıyorsun Bade? Yeminle köstebek gibisin. Nereden çıkacağın belli olmuyor.”

“Sensin köstebek. Böyle mi karşılıyorsunuz siz askerler, misafirleri? Öyleyse ben kendime yeni bir asker bulmaya gidiyorum. Kaba herif!” diyerek merdivenlere yöneldim. Çok odundu. Sinirlendirdi beni. Hayır yani anlamıyorum ben, ben yabancı birisi bile olsa nazik davranırdım. Bu Montofon öküzü gibiydi.

“Heeey! Nereye?” diye hızla gelip kolumu tuttu. “Ne işin var burada diye sordum. Cevap vermen gerekiyor.”

“Hayır gerekmiyor. Bırak kolumu.” Tam bu anda bir odanın kapısı açıldı ve içeriden bir adam çıktı. Kaslı, yakışıklı ve kafasında havlu olan bir adam. Üstü ise çıplaktı. Çok karizmatikti. Gözlerim orayı aldığında bakışlarım sabitlendi. Şaşkınlıkla oraya bakıyordum.

“Lan Alparslan neredesin lan! Tişörtü-“ dediği an sustu. Elleri kafasını kurularken ve gözleri benim gözlerimi bulunca dondu. Alparslan direk olarak elimi bırakıp önüme geçti.

“Siktir git içeriye gir lan Tuğrul! Öyle koridora çıkılır mı? Burası Dingo’nun ahırı mı densiz!” dedi hırlayarak.

Adının Tuğrul olduğunu öğrendiğim şahıs ise hâlâ elindeki havluyla şaşkın şaşkın bakarken, “Ta-tamam. Giriyorum. Pardon yenge!” diye son kelimesini odaya girdikten sonra boğukça söyleyerek kapıyı sertçe kapattı.

Ne oldu şimdi? Bu adam da kimdi? Bu da mı pilottu?

“O-o kimdi Alparslan?” dedim gözlerim hâlâ kapıdayken ve kekeleyerek. Alparslan ise öfkeyle burnundan nefes vererek hareketlerimi incelemekle meşguldü. Niye bu kadar sinirlenmişti ki?

“Sana ne? Çok mu meraklısın elin erkeklerine bakmaya? Hayır yani ne bu tutukluluk ne bu şaşkınlık?” Ne diye bu kadar tepki veriyordu ki? Anlam veremedim. Ve önüme geçmişti. Bunu daha ilk saniyeden yapmıştı. Refleksleri iyiydi.

“Önüme neden geçtin? Ayrıca ne alakası var? Ben elin erkeklerine niye bakayım, sapık mıyım? Bunu mu demek istiyorsun bana yani?” Daha da sinirlendim. “Sapık damgası da yedik. Çok teşekkür ederim. Senin burada olduğunu bilsem hiç gelmezdim zaten merak etme. Ayrıca gözüne de görünmem. Endişe etmene gerek yok.” diyerek merdivenlerden inmeye başladım.

O da arkamdan geliyordu. Ve benim karşıma bir yakışıklı erkek daha çıktı. Bu kesinlikle kamera şakasıydı. Bu daha küçük görünüyordu. Ama bu da kendine göre yakışıklı bir askerdi. Merdivenlerden çıkarken baştan aşağı beni süzdü ama ben ona bakmadım. Çünkü sinirliydim ve sinirliyken kimseyle konuşmayı sevmiyordum.

Alparslan’ın sesi arkamdan geldi. “O bakışlarına sahip çık Yalım. Oymayayım.” dediğini duydum. Ama bunu ben duymayayım diye dişlerinin arasından söylemişti. Ama duymuştum sonuç olarak. Adı Yalım demek ki.

“Emredersiniz Alparslan Komutanım.” diyerek hazır ola geçmişti. Burada terör estiriyor olmalıydı. Onun aksine inat olsun diye durdum. Hızla arkamı döndüm. “Merhaba ben Bade. Tanıştığıma memnun oldum Yalım.” dedim. O da şaşırmıştı bu hareketime. Olduğu yerde sırıtarak, “Ben de.” diyebildi. Çocuk donakalmış bana bakıyordu.

“LAN! Önüne dön başlatma selamına. Yürü git odana!” Yalım’a da hırlayarak bu sohbeti de böldü.

Omzumdan ona ters bir bakış atarak merdivenleri inmeye devam ettim. O da arkamdan gelmeye devam etti. En fazla dört basamak üstümden gelmeye devam ediyordu. Vermediğim her bir cevap için bana tilt olmuş olmalıydı.

Hayır yani biz mesajlarla ara ara konuşuyorduk. Bu kadar hödük değildi. Ama böyle yüz yüze gelince bir şeyler oluyordu buna. Bu erkeklerin hepsi aynıydı. Bunları ancak ve ancak babaannemin tüfeği paklardı. Başka türlü yola gelmezlerdi.

Kafeteryanın nerede olduğunu bilmediğim için bir süre durdum. Etrafıma bakındım ama burası küçük olduğu kadar da büyük ve karmaşıktı. O sırada alt katın bu koridorundan birisi göründü gözüme. Bu kesinlikle Ulaş olmalıydı. Saçları parlardı hep ışıktayken.

Arkamda Alparslan’ın oluşunu umursamadan ileriye hızlı adımlarla yürümeye başladım. “Ulaş bir dakika bakabilir misin lütfen!” diyerek yanına yetiştim. Koluna girdim. Sıkı sıkı yapıştım daha doğrusu.

“N’oldu Bade?”

“Kafeteryayı bulamadım nerede bana gösterir misin?” Hemen arkamda yer alan Alparslan’ı görünce yüzü düştü. Neden böyle tepki vermişti ki?

“Şu an önemli bir işim var, seninle daha iyi vakit geçireceğiz, bunu öncelikle aklının bir köşesine not et. Kafeteryaya gelirsek de... Şu ilerideki yeşil kapılı yer.” dedi ve saçlarıma küçük bir öpücük bıraktı, tıpkı küçükken olduğu gibi.

“Ben küçük Bade değilim haberin olsun.” dedim şakayla karışık olarak ben de. Adımlarımı yeşil kapıya doğru çevirdim.

“O herif az önce seni öptü mü? Ben doğru mu gördüm yani?” diyen sesle durdum. Alparslan hâlâ arkamdaydı değil mi? Ona bunu açıklamalı mıydım? Hayır.

“Evet öptü.” dedim en rahat ses tonumla. Ama bunu söylerken yürümeye de devam ediyordum.

“Neden?”

“Canı istemiştir.” Omuzlarımı devirdim.

“Canı istemiştir? Hangi sıfat ile?”

“Yakınım, birbirimizi severiz.” Sonunda kahve kokusu burnuma gelmişti. Mayıştım. İçeriye girdiğimde mutfak kısmında bir genç adam vardı. Kahve almak için ona seslenmeliydim. “Bakar mısınız?” dedim en nazik tonumla.

Etrafına baktı ve en sonunda benim ona seslenmiş olduğumu düşünerek, “Bana mı seslendiniz hanımefendi?” dedi.

“Evet evet size seslendim. Bir orta şekerli kahve alabilir miyim?”

Alparslan’ın da ilk defa kıkırdama sesini duydum ama çok anlıktı. Karşımdaki beyefendi ise çoktan kahkaha atmaya devam ediyordu. “Ben kantinci değilim ama olsun, yaparım hanımefendi.” dedi. Çok nahif tavırları vardı.

“Ay kusura bakmayın buraya ilk defa geliyorum da. Zahmet etmeyin lütfen. Kim yapıyor burada bu işleri?” mahcup olmuştum. Biraz da rezil.

“Ne zahmeti alt tarafı bir kahve. Ayrıca burada çalışan olmaz. Herkes istediğini kendi yapar. Burası bir filo kafesi.” O nahifliği ile bana açıklama bile yapmıştı. Alparslan’dan daha beyefendi davrandığı kesindi.

“Çok naziksiniz, teşekkür ederim. Gerçekten. Gitmeden ben de size bir kahve yaparsam belki ödeşiriz.”

“Korkut çık lan mutfaktan. Ben yaparım kahveyi geç sen otur masada.” İlerleyip tezgahta bir şeyler yapmaya ve genç askerin elindeki malzemeleri almaya başladı Alparslan.

“Olur mu hiç öy-“ derken sözünü ağzına tıkadı çocuğun.

“Ben yaparım dedim.” Bakışları ile adam öldürürdü. Ve bana çok sinir olmuştu.

“Gel sen Korkut. O kahveleri yapana kadar iki muhabbet ederiz.” dedim ve sandalyeleri işaret ettim. Ayrıca gözlerimle Alparslan’a ders vermekle meşguldüm.

Elindeki fincanı avucunda biraz daha sıkarsa bardak kırılabilirdi ama bana neydi.

“Adınız neydi bu arada?”

“Adım Bade.” diyerek elimi uzattım.

Kahveler yapılana kadar çok derin sohbetlere girdik. Kitaplar hakkında, kokular hakkında, hobilerimiz hakkında derince sohbete dalmıştık. Korkut harikulade bir dost olabilirdi. Çok benzer yanımız vardı.

“Benim ismimi de dedem koymuştur mesela. Soyadımız Ata olunca ve dedem Dede Korkut masallarını çok severmiş. Adımı da böylelikle Korkut koymuş. Hatta ben de ona Deli Dumrul derim. Kitaptaki yan hikayelerdeki bir karakterin adıdır.”

“Yaa ne güzel. Adın çok güzel. Soyadın da. Aileniz de öyle.” Çok sıcak hissettiren bir yapıları vardır, sevmiştim Korkut’u.

“Teşekkür ederim ama kimse Alparslan Komutanım kadar cafcaflı bir isme ve soy isme sahip olamaz.” O sırada elinde tepsiyle ortama giriş yaptı adı geçen şahıs. Üç tane kahve yapmıştı. Ve oldukça da köpüklüydü. “Değil mi komutanım?” diyerek tasdik bekledi Korkut.

“Belki.” diye kısa bir cevap verdi.

“Uzun cümle kursa şaşardım zaten.” dedim kendi kendime.

“Pardon? Bir şey mi dediniz?”

“Yok hayır kendi kendime konuşuyordum öyle sadece Korkut.”

“Korkut,” dedi Alparslan.

“Efendim komutanım.”

“Yalım seni çağırmıştı sanki. Gidip bir baksan mı koçum belki önemlidir?” Yalan söylüyordu.

“Öyle mi komutanım? Ben bakayım bi o zaman.” diyerek masadan kalktı. Kahvesini de bir dikişte içmişti zaten.

O gider gitmez hemen lafa daldı karşımdaki şahıs. “Ben dışında herkesle çok samimisin MaşaAllah, nazar değmesin.”

“Sen dışında herkes çok nazik çünkü.” dedim en net hâliyle. “Ayrıca çocuğa neden yalan söyledin? El insaf.”

“Ulaş ile ne yakınlığınız var sizin?”

“Sana ne ya? Sana ne! Sa-na ne!” diyerek masadan kalktım. “İstenmediğim yerde istenildiğim insanlara cevap veririm ben bir tek. Ayrıca hesap vermekten de nefret ederim.”

“Tamam.” dedi sakince. “Özür dilerim. Hoş geldin.”

“Ben odama çıkıyorum. İyi geceler.” diyerek masadan kalktım. Ama içimde kurtlanan bir şey vardı. Demezsem içimde kalırdı. “Ayrıca kahve çok güzeldi, eline sağlık.”

“Dur bekle! Bari bir soruma cevap ver. Kaç gün buradasın?” dedi aceleyle.

Duraksadım. İçimdeki merhametli Bade kıyamadı işte. “3 gün. Sadece 3 gün.”

Düşündü, bir şeyleri tartmış olmalıydı. Sustu. Ve bugün benim için bu kadardı. Dinlenmek için odalarımıza çıktık. Babaannemle sohbet ettikten sonra da derin bir uykuya daldım.

 

 

~*~

 

 

Koridordan gelen kapı çarpma sesleriyle derin uykumdan uyandım. Ve koridorda bağırış sesleri ilişiyordu kulağıma. En net duyduğum şey, “Sessiz olun lan! İçeride kadınlar uyuyor!” oldu. Gözlerim kapalıyken yatakta kıkırdamaya başladım. Saat sabahın ilk saatleriydi ve ben uykumdan uyandığım için daha da uyuyamazdım. Onun yerine kıyafetlerimi giyinip biraz etrafı gezmek için odamdan çıktım.

Karşı çaprazımdaki odadan da birisi çıktı. Bu bir kadındı. Çok sinirli görünüyordu. “Günaydın.” deme ihtiyacı hissettim kendimde.

“Günaydın.” dedi o da. Ama sırf ayıp olmasın diye verdiği bir cevaptı. Öyle bir etkideydi.

“Ulaş’ı gördünüz mü?” diyerek beni gezdirebilecek en makul kişiyi sordum.

“Hayır, bilmiyorum. Acelem var uçuşa yetişmem gerekiyor.” diyerek hızla aşağıya indi. Sabah sabah buna kafa yoracak değildim. Onun yerine üzerime resmi kıyafetlerimden birini giyip dışarı çıkmak için hazırlandım. Biraz hava almaya ihtiyacım vardı. Köydeyken canın istediğinde kapıya çıkıyor, o doğanın kokusunu içine çekebiliyordunuz ama şehir hayatı böyleydi. Gerçi burası şehir değildi ama yine de askeriye ortamıydı yani.

Aşağıya indiğimde ilk önce kafeteryaya girdim. İçerisi boş değildi. Bir kadın vardı. Güzel bir kadın. Gayet resmi giyinmişti. Hatta dünkü Nükhet Hanım’ın çok daha genç hâli diyebilirdim. İçeriye girdiğimde benim gözlerim onda onunkilerde bende takılı kaldı.

“Merhaba! Günaydın.” İlk selam veren o oldu. “Sizi daha önce burada görmemiştim.”

“Günaydın,” dedim tebessümle. “Ben burada çalışmıyorum sadece 3 günlüğüne geldik.”

“Buyurun oturun lütfen, birlikte kahvaltı yapalım. Yalnız yapmayı sevsem de bazen insan çok sıkılabiliyor.” Gözlerini kısarak bir şey isteyen küçük bir çocuk gibiydi bakışları.

“Teşekkür ederim,” masaya oturdum. “Siz kimsiniz acaba? Yani merak ediyorum her yerden insan çıkıyor da.” dedim gülerek. O da bana gülmüştü.

“Aslında çok kalabalık değildir burası. Ben 116.Kayı Filo’nun koordinatörlüğünü yapıyorum. Ve aramızda kalsın,” eğilerek fısıltıyla devam etti. “Bugün özel bir gün.”

“Ne gibi özel?” dedim ona ayak uydurarak.

“Bugün filomuzdaki birinin ıslatma töreni var.” Kolundaki saate baktı ve tekrar bana döndü. “Yaklaşık 1 saat sonra burada olmuş olurlar. Ondan sonra da parti yapmaya karar vermişlerdi aralarında.”

“Yaa, ne güzel. Zorlukların arasında eğlenceyi de ihmal etmiyorsunuz.” Çayımın son yudumunu da içtim. “Siz de gideceksinizdir partiye, değil mi?”

“Aslında ben pek sevmem kalabalık ortamları ama koordinatörlüğünü üstlendiğim filo olduğu için birkaç saatliğine katılabilirim diye düşündüm.”

“Tadını çıkarın, kafanız dağılmış olur.” Herkesin bir planı vardı. Ben de bizimkilerle takılırdım o süreçte.

“Siz neden buradasınız bu arada? Yani... Yanlış anlamayın lütfen, daha önce görmedim sizi o yüzden. Sürekli burada olmam ben. Haftada 4 gün en fazla.” Çok samimi bir kadındı. Onunla daha yeni tanışmış olmamıza rağmen yıllardır arkadaşmışız gibi bir koyu sohbetteydik. İnce, bakımlı ve koyu lacivert ojeleriyle tuttuğu fincanını dudaklarına doğru yaklaştırırken meraklı gözlerle cevabımı bekliyordu.

“İbrahim komutanı tanıyor musunuz, bilmiyorum. Biz onunla birlikte ekipçe geldik. Ben Adli Bilim Uzmanıyım. Galiba bir soruşturma yönetiliyormuş. Onun için Asil Albay’ın davetiyle geldik. 3 gün buradayız, bizi misafir ettiler. Öyle yani.” diyerek kendimi açıklamaya çalıştım.

“Günlük hayatta yeterince resmiyete maruz kalıyoruz zaten. Ah,” dedi elini alnına atarak. “Sormayı unuttum, adınız nedir? Ve şu resmiyeti kaldırsak mı yoruluyorum bazen.”

Kadının tepkileri çok komikti, gülmeden edemedim. “Elbette. Adım Bade. Sizin?”

“Züleyha,” Ayağa kalktı. O kalkınca ben de kalkmıştım. İlerleyip hafifçe bana sarıldı. “Çok memnun oldum Badecim. Ve ekibiniz adına sizi de akşamki partiye davet ediyorum. Bunu bana planlatmış olsalar da ben fazla parti havası sevmem. Lütfen siz de gelin. Zaten toplasan 20 kişi bile olmayacak, sakin bir ortam olur diye düşünüyorum.” Beni bir partiye davet etmişlerdi! Hem de Alparslan’ın olduğu bir parti. İçten içe heyecanlandım ama gitmeli miydim bilemiyordum da. Kübra olsa hemen “Evet!” demişti.

“Bilemiyorum... Ekibime bir sorayım, ona göre geliriz.”

“Gelmeni bekliyor olacağım. Eğer karar verirsen bilgileri Ulaş’tan alabilirsin. Gördün-“

“Tanıyorum. Onu tanıyorum, gördüm.” dedim hemen.

“Pekâlâ. O zaman görüşürüz! Gitmem gerekiyor şimdi gelirler.” Çantasını masadan alıp bir elinin parmaklarını bana hoşça kal der gibi açıp kapatarak uzaklaştı.

Ve ben bir partiye davet edilmiştim! Hem de bu akşam!

Olduğum yerde mutluluktan hava sıçrayıp bu haberi Kübra’ya vermek üzere odamızın olduğu kata çıktım hızla.

“YAAA! İNANAMIYORUUUM!” Yaklaşık 10 dakikadır Kübra’nın üzerinden atamadığı şokunu dinliyordum. Valizindeki bütün elbiseleri yatağın üstüne atmış bu mu yoksa bu mu deyip duruyordu. Buna henüz ben bile karar vermemiştim. Haberi Fatih’e söylediğim zaman mırın kırın etmişti. Zaten gelmeyeceğini biliyordum. Miyase ise gürültülü ortamlara girmek istemediğini söyleyip kitap okuma bahanesi sunmuştu.

Yine biz muhteşem üçlü olarak Celil, Kübra ve ben birlikte gidecektik. Heyecanlıydım. Beni nasıl bir ortam bekliyor bilmiyordum.

“Kübra ben odama geçiyorum artık. Benim de kıyafet seçmem gereken durumlar var.” dedim en sonunda. Kübra’nın yanında duran ya huyundan ya suyundandı yani.

“O zaman ben karar verince senin odanda hazırlanalım.” derken üstüne başka bir elbise tutmakla meşguldü. Onu onaylayıp koridora çıktım. Telefonum çalmaya başladı. Babaannem arıyordu.

“Efendim babaanne?”

“Unuttin bizi parpalii!” diyordu. Yerdim.

“Sen unutulur musun? Çok özledim seni ninemm.”

“Hade ordan, hayirsuz seni.” Hemen de sinirlenirdi. Güldüm.

“Babaanne sana çok tuhaf bir haberim var,” Ona Ulaş’tan haber vermeliydim. “Kuzenim Ulaş da burada çalışıyor.”

“Uiy fuşki yiyen. O niye orayadur? Ne guzel denk gelmuş, sahip çiksun sağa.”

“Babaanne ben köpek miyim? Sahip niye çıkıyor o bana? Ben kendime sahip çıkarım merak etme.”

“Haburaya gel o bastoni bak ne yapayrum.” Bu sefer sesli güldüm.

“Ulaş burada çalışmaya başlamış. Yeni gelmiş o da,” Ona Alparslan’dan bahsetmeli miydim? Bahsetmezsem çatlardım. “Ayrıca Alparslan da burada çalışıyormuş. Yeni öğrendim.”

“Ha asker uşak mi?” dedi hemen.

“Evet, evet o uşak.” diye onayladım ben de.

“O da has uşaktı. Emun ellerdesun sen eyi bari.” O ne demekti şimdi? İçimde tuhaf bir his oluştu. Onun olduğu yer neden güven verirdi ki? Hem sinirleniyor hem de ona çekiliyor gibiydim.

Birkaç dakika daha sohbet ettikten sonra kapattık. Odamdaki dolabı açtığımda ilk gözüme çarpan elbiseyi aldım. Siyah askılı bir elbiseydi bu. Dar kesimi ayak bileklerimden 2 karış yukarıda bitiyordu. Vücut hatlarını sarmalayan güzel bir görüntüsü vardı. Hiçbir elbise sorgulamadan direkt bunu aldım. Yatağımın üstüne yerleştirdim. Altı kırmızı siyah stilettolarımı da çıkarttım. Her şekilde özel olmam gerektiğini düşünüyordum. Özel bir partiydi. Ve özel olmalıydı.

Ulaş’ı arayıp da bulmak çok zordu. O yüzden aradım. Odama gelmesini söyledim müsaitse. Çocuk benim yüzümden ilk günden işten atılmazdı umarım. Kapım çaldığında onun geldiğini anlayarak hemen açtım. Ama açtıktan sonra hemen içeriye geçtim. “Ulaş gel, elbise seçiyordum girebilirsin.”

“Ulaş mı?” diyen sesle kapıya döndüm.

“Alparslan? Senin olduğunu bilmiyordum. Ulaş gelecekti o sandım.” dedim. Odama neden gelmişti? Üstünde büyük ihtimalle uçuş takımları vardı. Gözüme bir an için çok... Çok güzel göründü. Saçları ıslaktı ve yüzüne dağılmışlardı. Üstünde de ıslaklıklar vardı. Daha doğrusu sırılsıklamdı. Bunu fark edince hemen banyoya girdim ve bir baş havlusu aldım. Arkamdan sesleniyordu.

“Ulaş neden senin odana gelecek? Sizin aranızda ne var Bade?”

Elimdeki havluyu ona uzatarak, “Ulaş benim kuzenim. Ayrıca şu üstünü değiştir ve saçını kurut. Hasta olacaksın.”

Bön bön suratıma bakıyordu. Niye bu kadar şaşırmıştı ki? Sözlerimden daha çok havluya şaşırmış gibiydi. Geldiğinden beri benden ayrılmayan gözleri, şu an titredi. Kaçırdı benden. “Teşekkürler.” dedi sadece.

“İyi misin?” dedim sakince, elimi de bir omzuna koydum. Amacım sadece onu anlayabilmekti.

Onaylayan bir mırıltılı çıkarttı ve olduğu yerde dikleşti. Bende elimi çektim. “Akşam bir parti varmış. Ona davet edildim.” dedim heyecanla.

“Kim davet etti? Gidecek misin?” O sırada havluyla saçlarındaki ıslaklığı alıyordu.

“Züleyha diye biriyle tanıştım çok tatlıydıı. O davet etti beni. Sen de geliyor musun?”

“Züleyha herkese karşı naziktir. Ona benzetiyorum seni de.” dedikten sonra hafif bir tebessüm oluştu dudaklarında. Sonradan yanlış bir şey söylemiş gibi boğazını temizledi. “Yani benziyorsunuz. Her neyse, beraber gideriz partiye.”

“Bu bir teklif miydi?”

Dondu. Ben de sinsi gülüşümle gözlerimi kısarak ona bakıyordum.

“Yalnız gitme diye söyledim.” dedi.

“Beni götürmek isteyecek bir sürü talibim çıkar sen dert etme.”

“Birlikte gideceğiz.”

“Pardon?”

“Akşam saat 6’da. Binanın bahçesinde. Siyah bir araba.” dedi ve kapıyı çekerek çıktı.

Bu neydi şimdi? Teklif mi? Zorunlu teklif mi?

Evet bu kesinlikle bir teklifti. Hayır değildi.

Benim kendime gelip hazırlıklara başlamam gerekiyordu.

 

 

 

 

~*~

 

 

Saat 17.43’tü. Hazırdım. Dudağıma kahverengi dudak kalemimden sürüp bir kez daha tazeledim rujumu. Rimel ve eyeliner dışında bir göz makyajı yapmamıştım. Sevmezdim çok. Hafif bir allık ve ruj. Bu kadar.

Elbisemi üstümde bir kez daha çekiştirerek düzelttim. Ayakkabılarımı giydim ve çantamı da koluma taktım. Takı takmamıştım. Çünkü getirmeyi unuttum! Aklımda bir şey var aklımda bir şey var diye diye unuttum işte bunu. Bundan sonra liste hazırlamadan valiz de hazırlamayacağım!

Odadan çıktım ve bir ıslık sesi. Bu Yalım’a aitti. Baştan ayağa beni süzüp elleri cebinde verdiği bu tepki ne kadar hoş olsa da Alparslan’ın ona kızma amacını anlamıştım. Çapkındı. Çok belliydi. Hafif ama mesafeli bir tebessümle birlikte Kübra’nın odasının kapısını tıklattım. 3 kere. Kapı açıldığında, “Oha,” diye abartı bir çığlık attı. “Bade taş gibisiiin!!!” tepkisiyle karşılandım.

“Kendine mi baksan?” Üstünde lacivert uzun, saten bir elbise vardı. Zayıftı. Onun da bedenini sarmalamıştı elbise. Çok seksi görünüyordu. “Erkek olsam takmıştım seni koluma.” dedim göz kırparak.

İkimizin kahkahası da koridoru yankılatırken Ulaş elinde telefonunu havada tutarak yanıma geldi.

“Sizi oldukça güzel bir bayanla tanıştırmak isterim.” diyerek ekranı yüzüme tuttu. Bu teyzemdi! Perihan teyzem...

“Badee,” diyerek gözlerini büyüttü. “Sen...”

“Periiş,” dedim küçük bir çocuğa seslenir gibi. “İnanmayacaksın ama burada denk geldik, büyük bir tesadüf ile karşı karşıya kaldık.” Elini belime hafifçe koydu Ulaş. Biz kardeş gibi büyümüştük. Birbirimize karşı her zaman iki masum çocukmuşuz gibiydik. Ama bazı şeyler yaş geçince rahatsız edici oluyordu. Elini koyduğunda geri çekildim onu kırmamaya çalışarak.

Ulaş’ın buna yüzü düşmüştü ama teyzem görmesin diye pot kırmadan, “Birlikte bir partiye gidiyoruz anne, sonra tekrar konuşuruz. Öpüyorum sizii.” dedi. Ama kapatmadan önce Mihri’nin sesini çoktan duymuştuk.

“Umarım partide evlenecek birilerini bulabilirsin!”

Buna yanaklarımı ısırarak gülmek zorunda kaldım. Kübra, Celil ve Ulaş ile birlikte aşağıya indik. Celil’in gözleri hep üzerimdeydi. Bahçeye geldiğimizde birbirimize hoş sözler söylerken önümüzde bir araba durdu. Siyah bir araba. Mat siyah bir araba.

Celil’in, “İşte araba be!” dediğini duydum. Ulaş’ın ise, “Son zamanlarda önüme çokça düşen arabanın canlı hâli.” dediğini.

İlgimi çekse de çok da oralı olmadan Kübra ile olan olmuş mu sohbetlerimize devam ettim. Taa ki birinin arabadan çıktığı ve o kişinin kadrajıma girdiği âna kadar.

Siyah bir takım elbise, beyaz bir gömlek, aynı siyahlıkta bir kravat ve siyah suit ayakkabılar. Dolabım rengarenk kıyafetlerle dolu olsa da siyaha olan aşkım bir ayrıydı. Ama siyahın üzerine bu denli yakıştığı karşımdaki adam ise... Alparslan’dı.

Aşık olmadım ben hiç. Birine aşık olmadım. Ama bence şıp sevdiydim. Eğer bir kişi ilgimi çekiyorsa onda muhakkak sevecek bir şey bulurdum. Ve onun doksan dokuz kötülüğünün arasında o bir tanecik iyiliğine bağlanırdım. Ve ondan kopmak da hiç göründüğü gibi kolay olmazdı. Ve ben bağlanabileceğim bir kişiyle ilerliyorsam tek duam şu olurdu: Allah’ım eğer ileride canımı yakacaksa bu kişi, şimdi hayatımdan sök al.

Ve ben şu birkaç ayda, birkaç sohbette, birkaç denk gelişte göğsümdeki bu duyguyu anlamlandıramamaya başlamıştım. Siniri vardı, inadı vardı, ağzı bozuktu belki ama vardı başka şeyler de işte. Kendime verdiğim sözler de vardı. Karşımdaki bu adam beni bekliyordu. Ben hayatımda sevdiğim birini kaybetmiştim. Ve o bir kayıp benim diğer kayıp ihtimallerimi de kapatmıştı. O andan sonra kaybedebileceğim başka bir kişiyi daha hayatıma dahil etmeme kararı almıştım.

Ve bunu bir köşede tutarak bakışlarımızı devam ettirdim.

“Bin hadi Bade.” dedi gözlüğünü gözünden çıkarırken. Saçlarını düzgünce taramış ve jolelemişti. Kirli sakal bırakmıştı ama bu onda kötü durmuyordu. Kol düğmesi uçak şeklindeydi. Ben donukça ona bakmaya devam ettiğimi yeni idrak etmiştim.

Bir kendime bir etrafımdakilere baktım. Korkut, Yalım ve sabah koridorda karşılaştığım kadın bile buradaydı.

Ben bir şeyler söyleyecekken Yalım konuşmaya başladı. “Ooo komutanım. Sonunda garajdan çıkarabildiniz arabanızı, bunu neye borçluyuz?”

“Sağ tarafına oturtacak birini bulmuştur oğlum, uğraşma komutanımla.” dedi Tuğrul. Yanıma gelip, “Geçen günkü olay için kusura bakma yenge.” dedi.

Yenge mi? Hayır yani yenge mi!?

“Sorun değil ama yenge demesen daha iyi.” dedim.

“Bizde lügata ters yenge, kusura bakma.” diyerek ilerideki bir arabaya geçti. “Lan Korkut, Yalım! Atlayın arabaya zevzeklik etmeyin.”

O sırada Züleyha geldi. “Ay Badecim çok güzel olmuşsun. Kiminle gideceksin gel benimle?”

“Aslında be-“

“O benimle gelecek. Sen diğer ekibi ve Ulaş’ı alabilir misin Züleyha?” dedi Alparslan.

Züleyha bana baktı anlamsızca. Sonra, “Pe-pekâlâ, tabii. Buyurun arkadaşlar lütfen.” dedi.

“Ulaş, sabah söz vermiştim unuttum. Kusura bakma lütfen.” dedim mahcupça. Sonra Alparslan’ın bana açtığı kapıyı daha fazla bekletmeden bindim arabaya.

“Ayıp oldu ya...” dedim.

“Nedenmiş o?”

“Kuzenim ve arkadaşımı ektim çünkü.”

“Söz vermiştin, o yüzden ekmiş sayılmazsın.”

“Ama yine de ayıp oldu.”

“Olmadı.”

“Oldu.”

“Şu an bana ayıp olmuyor mu?”

“Nedenmiş o?”

“Beni ekiyorsun.”

“Sen tohum musun seni ekeceğim.”

“Çok komiksin.” dedi göz devirerek.

“Öyleyimdir.”

Onu sinir etmek güzeldi. Zaten kendisi de sinirin ayak bulmuş hâliydi. Dellenmek için yer arıyordu. İçimde hiçbir şey tutamazdım. Bu sır falan değildi ama. Birine bir şey demek istiyorsam pat diye derdim. Ve şu an da öyle yapacaktım.

“Çok şey olmuşsun...” dedim. “Şey işte.”

“Ney olmuşum?”

“Anladın işte sen. Şey olmuşsun.”

“Ney olmuşum Bade? Küfür eder gibi diyorsun.”

“Yakışıklı işte!” dediğimde sırıttı. Egoist.

“Sen de çok şey olmuşsun.” dedi dalga geçer gibi. Gülmeye devam ediyordu.

“Ben her zaman şeyim.” dedim. Şey nedir Allah aşkına ya!

“On saattir alarm ötüyor, kemerini ne zaman takacaksın her zaman ben mi hatırlatmalıyım?”

“Unutuyorum.”

“Unutmayacaksın. Önemli bir şey bu!”

“Bağırma bana!”

“Tak sen de o zaman!”

“Takmıyorum!”

“Takma!”

“Takacağım!”

“Hasbinallah, Allah’ım bana sabır ver.”

Her şeyi inatla tekrar ediyordu. Sinirlerimi hoplatmakta master yaptı. Ne uyuz bir adamdı bu ya!

“Ne kadar yolumuz var?” dedim bıkkınlıkla.

“Sıkıldın mı?”

“Biraz.”

“Torpidoyu açabilir misin? İçeride siyah bir kutu var onu al.” dedi. Torpidoyu açıp kenardaki bir el büyüklüğünde kutuyu aldım.

“Bu nedir?”

“Açarsan görürsün.” Şu anda söylediği şeyler çok da umurumda değildi. Kutuda ne olduğunu gerçekten merak etmiştim. Kapağını kaldırdığımda bir inci kolye ile karşılaştım. İncileri zarifti. Ve küpeleri de vardı.

“Bu nedir?” dedim ona dönerek.

“Neye benziyor?”

“Kolye ve küpeye.”

“O zaman öyledir.”

“İyi de bana ne bundan?” Kutuyu kapatıp torpidoya geri koydum.

“Ne yapıyorsun Bade?” dedi tek eliyle direksiyonu çevirirken. Arabayı yolun sağına çekti aniden.

“Neden durdun?”

Torpidodaki kutuyu alıp kolyeyi içinden çıkardı. “Bunlar senin içindi.”

“Benim mi?” diyerek elimi gerdanıma getirdim. Bunları benim için mi almıştı?

“Evet, senin. Sen bana hediyeler verdin. Sıra bendeydi.”

“İyi de ben onları karşılık beklemeden verdim. Ve verdiğim hiçbir hediyemin değeri bunun gibi değildi. Bunlar çok pahalı görünüyor. Kabul edemem.”

“Ben de bunu karşılıksız veriyorum sana işte. Elimi iyileştirdin, su verdin. Bunlara sayabilirsin. Kabul etmelisin.” Elindekini bana uzattı. Şu anda karşımdaki kişi dünyanın en beyefendi insanı olabilirdi. Kıramadım. Lanet olsun ki bunu da kıramadım. Koltukta arkamı döndüm ve kolyeyi takması gerektiğini söyledim.

Küpemi de taktığım zaman gerçekten çok güzel olmuştu. “Gerçekten çok teşekkür ederim. Bunu unutmam.” dedim tebessümümle.

Dudaklarıma kaydı gözleri. Ama çok saniyelikti. Gaza yüklenirken bir şeyler mırıldandı ama iç sesimden fırsat bulamadığım için duymamıştım.

“Bugün kimin ıslatma töreni vardı?” dedim gelmemize yakın.

“Yalım’ın.”

“Güzel.” dedim. Daha fazla sohbet etmedik. Telefonum yol boyunca titreyip durmuştu. Kübra beş yüz tane mesaj atmıştı. Bunların çoğunluğu:

“Oha!”

“Bade o neydi!”

“Aranızda bir şey mi var?”

“Bundan niye benim haberim yok??”

“Ne konuşuyorsunuz?”

“Romantik şarkı açık mı arabada??”

Kafamı ütüleyip duruyordu. Umarım bu olanlar teyzemin kulağına gitmezdi.

Geldiğimizde, “Bekle bir dakika.” diyerek arabadan indi Alparslan. Ve bunu kapımı açmak için yapmıştı.

“Bugün çok centilmensiniz.” diyerek uzattığı elini tutup arabadan indim. Oldukça lüks görünen bir davet olduğu kesindi.

Ellerimi önümde kenetleyip ilerlemeye başladım. Alparslan da arabayı park edip gelmişti. Yan yana bir şekilde içeriye girdik. Kırmızı bir halı seriliydi önümüze. İçeride camdan bir asansöre binerek 12.kata çıktık.

“Burası çok lüks görünüyor.” Bir taraftan da etrafı incelemeye devam ediyordum.

“Bugün bizim için kiralanmış 12.kat.”

“Şanslısınız.”

“Bu sefer sen de öyle.” dedi.

Asansörden indiğimizde kocaman bir salon karşıladı bizi. Ortası boştu, etrafı korkuluklarla çevriliydi. Her yer mermerdi. Sadece bizim tayfa ve filo ekibi vardı. Küçük kokteyl masaları ve hafif bir şarkı ortamı yumuşatmıştı. Yalım, Korkut ve Tuğrul bir masada. Züleyha, İbrahim Komutan ve Albay Asil bir masada. Bizim ekip ise Ulaş da dahil ayrı bir masada.

İçeriye Alparslan ile giriş yaptık. Yanıma ilk gelen Kübra olmuştu. Ayağındaki ince topuklular ile yamuk yumuk koşarak dibimde bitmişti. Ve beni kolumdan tutup, “Biz bir lavaboya gidelim. İyi eğlenceler Alparslan Bey.” dedikten sonra çekiştirerek lavaboya soktu. “Anlat! Çabuuk!”

“Neyi anlatayım saçmalama Kübra. Ben içeriye giriyorum.” Tam çıkacakken, “Ya Bade sen farkında mısın? Herkesin gözü sizde! Arabada baş başaydınız! Hem... Sak-“ diyerek sustu. “Bade? Sakın bana bunu Alparslan’ın aldığını söyleme!”

“O aldı.” diyebildim. Çünkü o almıştı.

“Oha! Oha! Ayyyy...” Bu kadar tepki niyeydi ki? O almıştı. Ama arkadaş olarak almıştı yani. Fazlası yoktu.

“Abartma Kübra. Rezil olacağız hadi içeriye.” En sonunda çıktık. “Ben Komutanların masasına gidiyorum. Selam verelim bi.”

“Ben gelirim, sen git.”

Olgun adımlarla masaya ilerledim. “Merhaba!” derken elimi ilk Asil komutana uzattım. İbrahim komutan, “Bu Bade, Asil. En kaliteli uzmanlarımın başında yer alır.”

“Uzmanlığı kadar kendi de çok güzel. Bundan sonra sık sık görüşürüz diye umuyorum Bade. Hoş geldin. Partinin tadını çıkar.” dedi Albay. Nazikti. Herkesin bahsettiği gibi kaba saba bir adam değildi bana göre. En azından bana göre değildi.

Züleyha sabahki konuşmadan sonra biraz daha ılımlı yaklaşıyor gibiydi. Anlam veremedim. Sohbetin bittiğini düşünürken arkamı dönüp bizim masaya gidecektim ama çok kötü bir şey oldu. Birine çarptım! Ve üstüne içecek döküldü!

“Ay! Çok özür dilerim.” derken masanın üstünde duran peçetelerden alıp kadının üstünü silmeye başladım. Kafamı kaldırdığım zaman bu kişinin sabahki somurtkan kadın olduğunu gördüm. “Gerçekten çok özür dilerim.” dedim bir kez daha. Çolbazlığım bu günü bulmuştu.

“Sorun değil, sakin olun. Bu kadar panik yapmanıza gerek yok.” diyerek beni rahatlatmaya çalışmıştı. “Hem erken dönmek için bahane arıyordum,” derken kulağıma eğildi. “Bu çok iyi bir bahane oldu.”

“Neden gitmekte bu kadar ısrarcısınız?” diye sordum dayanamayarak.

“Eşin ve çocuğun olmadan böyle cafcaflı bir partiye katılsan da bir anlamı olmuyor. O yüzden odamda olup onlarla konuşmak şu an benim için çok çok çok daha eğlenceli.” dedi. Üzüldüm. Kim bilir çocuğu kaç yaşındaydı. Vatan uğruna aileden uzak bir hayat geçiyordu. Askerlerin hakkı ödenmezdi. Hele de bu kişi bir anneyse...

“Sabah da karşılaşmıştık ama pek müsait değildiniz. Bade,” dedim elimdeki mendili uzatırken. “Memnun oldum.”

“Sabiha.” dedi karşılık olarak. “Lütfen sen devam et. Ben izin alıp gideceğim.”

“Tekrar özür dilerim.”

“Dileme.” diyerek koluma nahif bir dokundu ve gitti.

Ulaş’ın yanına geldiğimde acıkmıştım. Masadaki atıştırmalıklardan ağzıma attım. Anın aç gözlülüğü ile tek seferde çiğneyip yuttuğum şey her neyse, galiba içimde bir yangın başlatmıştı. Bu nasıl bir acıydı! Gözlerim yaşarmaya başladı.

“İyi misin Bade?” dediğini duydum Celil’in ama cevap verebilecek durumda değildim. Elimle ağzıma soğuk hava gelmesi için yelpaze yaparken bu da fayda etmiyordu. En sonunda yanımdan geçen bir garsonun elinde tuttuğu tepsideki içinde buz ve nane olan bardağı alıp kafama dikledim. Buz gibiydi. İçindeki nane çok ferahlattı. Ama tadı... Tadı berbattı. Şu an için düşündüğüm tek şey acının dinmesiydi. Buna takmadan koskoca bir bardağı bitirmiştim.

“Bade sen ne yaptın?” diye Ulaş’ın bana korkuyla gelişini duydum.

Ne yapmıştım? Anlamaz bakışlarla Ulaş’a baktım.

“Koskoca bir bardak kokteyli kafana diktin farkında mısın?”

Farkında mıydım?

 

 

 

 

 

 

 

🕯️🗝️

 

 

🔏 Arım, balım, peteğim, canım okurlarım! Nasılsınız Trabzon'umun binbir yeşil tonu olan sevgili okurlarım? Bu bölümü sizin keyfinize göre bırakıyorum. Ruhsal durumunuzu buraya bırakabilirsiniz. 👉

Aslında bu bölüm hakkında daha çok planım vardı ama doldu taştı mübarek ahahahh. Bereketli bir bölümdü.

Alparslan ve Bade hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tuğrul fanları burada mı?

Nükhet Hanımcığımı nasıl buldunuz?

Bizi sonraki bölümlerde Allah bilir neler bekliyor. 😜

Seviliyorsunuz... 🌷

Sağlıcakla kalın! 🍃

Loading...
0%