@balsa
|
“Kağıttan gemiler yaptım kalbimden Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı. Aşk diyorsunuz, Limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!”
-DİDEM MADAK-
🗝️🕯️
AİLE KOKUSU: Birlikteliklerin sonucunda hissedilen sıcaklıktır.
Sürprizleri herkes sever miydi? Sürprizleri sevdiklerin yapardı. Tesadüfler insanı mutlu edebilir miydi? Tesadüf, hayatında karşılaşacak kadar yakın olduğun varsa gerçekleşirdi. Tüm bunlar Alparslan için olmayan şeylerden ibaretti. Çünkü onun tesadüfleri olmazdı. Olamazdı. O ömrü boyunca biriktirdiği parayı bile bir araba almak için harcamış ve o arabayı işi dışında kullanmamıştı. Garajda ya da park alanında kullanılmayı beklerdi. Bakımları için olduğu yerden çıkardı yalnızca. Tatil yapmazdı, eğlenmezdi, sinirliydi. Ve en önemlisi yalnızdı. Bir insan yalnızlığı kendine dost bellemişse onu bu içindeki dipsiz kuyudan ne çıkartabilirdi? Bilmiyordu. Alparslan hayatında ilk defa bir kadına hediye almıştı. Bunu neden yaptığını bilmiyordu. Ve bu hediye bir inci kolyeydi, inci küpeydi. Hayatında kimseye borçlu kalmak istemediğinden bunu yaptığını düşündü içinde. Ama bunun böyle basit bir mesele olmadığını da biliyordu. İş hayatındaki hiçbir baloya, partiye katılmayan Balatürk; şu anda, hem de garajından çıkarttığı arabasıyla bir partiye gelmişti. Hem de Bade ile... Bulunduğu masanın hemen karşısında o vardı: Bade. Ve en son bakışları hemen masanın üstündeki kocaman bir bardak kokteyle indi. Bu kadın bunu tek dikişte içmişti. Bağışıklığı vardır diye düşündü. Bade’nin, hayatında hiç alkol tüketmediğinden habersizdi. Ama habersiz olduğu tek şey bu değildi. Kendinden de habersizdi. Çünkü geldiğinden beri bakışları onun hareketlerinde, gülüşünde, yüz ifadesinde geziniyordu. Boğazındaki kravatı çekiştirerek biraz nefes alanı açmaya çalıştı. Böyle alanlar onu daraltırdı. Şu an bu alana katlanma sebebi tamamen Bade’ydi. Gözleri tekrardan onun dudaklarına kaydı. Kuzeni dediği kişiyle hararetli bir sohbete girmişlerdi. Bade hızla ayağa kalkmış koridora doğru yürümüştü ama aklına bir şey takılmış gibi tekrar masasına döndü. En sonunda masanın üzerinden aldığı çantasıyla birlikte tekrar koridora yürüdü hızla. Hâl ve tavırları panik olmuş gibiydi. Aklına takıldı bu Alparslan’ın. Şu anda mantığına laf geçirecek durumda değildi. Elindeki kırmızı şarabından bir yudum alıp bardağı masaya bıraktı. Ve adımlarını Ulaş denilen adama çevirdi. “Bir sorun mu var?” Gelen sesle arkasını dönmüştü Ulaş. Ters bakışları ile karşısındaki bu adamı baştan dibe süzdükten sonra, “Sizlik bir sorun yok komutanım.” dedi. Bu ters cevaba gardını aldı ve hiç mimik oynatmadan, “Benlik bir sorun olup olmadığını sormadım zaten. Badelik bir sorun olup olmadığını öğrenmek için sordum.” dedi Alparslan. “Kuzeni olarak ben ilgileniyorum komutanım.” diyerek hafif diklendi Ulaş. Karşısındaki adamın böyle dik tavırlara tahammül seviyesini sorgulamamıştı. Hâlbuki ucundan sorgulaması gerekirdi. “Algılarında bir sorun mu var koçum? Ben burada beni veya seni sormuyorum. Bade’yi soruyorum. Kısa bir cevap vereceksin. Bana net ol.” Geldiği ilk günden komutanların gözündeki imajını bozmaması gerektiğini düşündü Ulaş. Daha başlangıçtan zıt alırlarsa bu memleket ona zehir olurdu, bilirdi. Fazla düşünmesine gerek kalmadı. “İlk defa alkol tüketti, lavaboya gitti. Midesi bulanıyor.” “Eyvallah. Onunla ben ilgilenirim siz partinin tadını çıkarın.” dedikten sonra kadınlar tuvaletinin önüne doğru geçti. Ulaş son cümlesinden sonra sinirlenmişti. Arkasından gidip kuzenine sahip çıkacak birisi varsa kendisinin olduğunu açıkça belirtecekti ama biri onu kolundan tuttu. Bu Kübra’ydı. “Bu, Eren soruşturmasıyla ilgilenen askerlerden biri. Daha önceden tanışıyorlar. Ona güvenebilirsin, merak etme.” dedi Ulaş’a. O kurt çoktan oluşmuşsa da, onu bu konuda rahatlatmalıydı. Ulaş kuzeniyse, Kübra da en yakın dostuydu. Onun yanlış kararlar vermeyeceğini bilirdi. Kendinden bile daha çok güvenirdi. Zaten o yüzden şimdiye dek tek bir sevgilisi bile olmamıştı Bade’nin. Geldiğinde kapıyı tıklattı Alparslan. “Bade? İyi misin?” Birkaç saniye sonra kapı açıldı. Solgun bir şekilde karşısında dikiliyordu. Bir elini kapının pervazına yaslamıştı. Ayakta zor duruyor gibiydi. “Midem bulanıyor ama kusamıyorum,” demişti somurtarak. “Ayrıca başım dönüyor. Onun gazoz falan olduğunu sandım,” Eliyle alnına vurdu sertçe. “Ne aptalım!” “İlerledikçe daha kötü olacak, seni odana götürelim.” diyerek bir elini uzattı Alparslan. “Koskoca bir bardağı hiç sorgulamadan tek dikişte içtim,” derken hafiften kafayı bulmuştu. “Ama çok havalıydı.” Bundan emin değilmiş gibi yüzünü kaldırıp Alparslan’a baktı. “Havalıydı, değil mi?” Tam olmasa da artık bir sarhoştu Bade. Bunu bilerek elini daha da uzattı Alparslan. “Elimi tut, düşme.” “Düşmem ben,” dedi gurur yapabilecek kadar ayık olan kafayla. “Çek elini, istemez.” Kendi inadına meydan okuyabilecek tek inat bu kadında vardı. Şimdiye kadar en uzun inatlaşma yarışını da bu kadınla yapmıştı. Ama bu sefer daha sert bir inat ile karşılaşacaktı, emindi. Bunun süresi öncekiler kadar uzun olmayacaktı, bunu da biliyordu. “Sarhoşsun artık Bade. Boynuzlarını çıkarma boş yere.” Olduğu yerde kapı merfezine sırtını yaslayıp sinsice sırıttı Bade. “Sarhoşum, evet. Ama âşk sarhoşu.” Gülmeye başladı. Çok şuh ama bir o kadar da eriten bir gülüştü bu. Belli etmemeye çalışmıştı ama Alparslan da istemeden sırıtmıştı. Hayatının uzay boşluğu kadar karanlık ortamına bu gülüş koca koca yıldızlar getiriyordu. Hiç mi olmamıştı böyle gülen kadın? Düşündü. Gülüşü aklına yer eden başka kadın olabilir miydi? Sanmazdı. Çünkü bir kadına bu mesafede yaklaşmamıştı hiç. “Kimin aşkından bu denli sarhoş olur ki bir insan?” dedi. Ortama ayak uyduruyordu ama asıl amacını kabullenip de ağız aramak diyemedi kendine. “Söylemem,” dedi her bir heceyi uzatarak. “Midem çok bulanıyor Alparslan.” diyerek de yüzünü ekşitti. Bir grup kadın tuvalete girmek için onlara doğru geliyordu. Yanlış anlaşılma olmamalıydı. Ayrıca trafiğe sebep oluyorlardı. “Bade bâde içer mi hiç? Zaten sarhoşluk yayıyorsun şimdi kendin de sarhoş oldun. Hadi gel.” diyerek elinden yavaşça kendine çekti. Sınırı çok aşmamak kaydıyla kolundan tutup çıkış koridoruna doğru yönlendirdi. İçtiği kokteyl artık iyice çarpmıştı. Yürürken denge kurmakta zorlanıyor, sürekli ayak bilekleri tökezliyordu. “Yürüyemiyorum!” diye ağlamaklı bir sesle sinirlendi. “Ben yürümek istemiyorum! Burada oturacağım!” Bulunduğu yere diz çöktü. Küçük bir çocuk gibi somurtuyordu. Yolun ortasında bu elbiseyle oturamazdı. Ama kızamıyordu da. Aklı başında değildi ki. “Ayakkabılarını çıkartalım, uzat.” diyerek yardımcı oldu. İki ayakkabıyı da sağ eline alıp sol eliyle beline uzandı. “Hadi kalk Bade. Burada oturamazsın.” “Bana ne! Oturacağım işte.” Küçük bir çocuğa laf geçirilemezdi, öyle değil mi? Başka biri gelip tırnağının ucuyla koluna değse ağzına sıçradı ama bu kadını sabaha kadar oturup dinleyebilirdi. Ama herkes bakarken değil! Eğilip belinden tuttuğu gibi omzuna aldı bu inatçı kadını. Bade artık dünyayı tersten görüyordu. Gerçi kafası yerindeyken de arada böyle görürdü ama düşünemezdi bunu. Sarhoştu artık o çünkü. “Bırak beni! İndir omzundan beni, midem bulanıyor. İMDAAT!” “Kızım sussana! İyilik yapıyoruz sana, sus!” diyerek hafiften sağdan soldan gelen sinirini dinginlemeye çalıştı Alparslan. “Midem bulanıyor diyorum sana,” derken koridorun duvarlarında asılan tablolarıyla da haşır neşir oluyordu. “Aa Alparslan bak, şu sana benziyor.” diyerek kıkırdadı. Bahsettiği tablo bir Van Gogh Portresi’ydi. “Senin gibi ters bakıyor, sinirli.” En azından onu oturduğu yerden kaldırabilmişti, deli saçması sözlerinden rahatsız değildi. Ama böyle lüks bir mekanda onu arabasına kadar sırtında taşıyamazdı. Aslında milletin ne dediği umurunda bile değildi ama imdat diye bağırıp çağırırsa yanlış anlaşılabilirdi. Onu yavaşça omzundan kaydırıp ayaklarını yere değdirmekti amacı. Taa ki Bade tam omzundan önüne kusana kadar. Alparslan sabırla gözlerini kapattı. Ayakları yere değince en fazla göğüs kafesine denk gelen boyuyla kafasını kaldırıp suçlulukla ona değen bakışlara dayanamayıp açtı gözlerini. Melul melul bakıyordu. “Ço-çok özür dilerim,” demişti titreyen sesiyle. “Ama sana midemin bulandığını söyledim.” Bade’yi duvara sabitleyerek üzerindeki siyah ceketin düğmelerini açarak çıkardı Alparslan. Hemen ilerideki çöp kutusuna hiç düşünmeden attı. Neyse ki gömleğine gelmemişti. Bu sefer beline kolunu sararak bir elinde ayakkabılar bir elinde incecik bir bel, ilerlediler. Sanki az önce kusan o değilmiş gibi ellerini kaldırarak etraftaki tabloları göstermeye devam ediyordu Bade. “Bade biraz motorun mu soğusa?” “Benim motorum yok kii...” “Bilmediğin şeyleri ne diye içiyorsun sen?” “Sana ne!” “Düzgün cevap ver!” “Sen de azarlama beni o zaman.” diyerek somurtkan suratına geri döndü. “Yine otururum yere, daha da kalmam yoksa.” “Kalkma.” “Kalkacağım.” “Kalk o zaman Bade.” “Kalkmayacağım.” “Ne halt yiyorsan ye o zaman.” “Düzgün konuş. Montofon öküzü!” “Ne?!” Sustu. Her şeye tamam da Montofon öküzü de ne demekti diye düşündü Alparslan. Yarın bunların hesabını verecek hafızaya sahip olurdu. Nihayetinde dışarı çıktıklarında vale arabayı kapıya getirmişti. Bade’yi özenle ön koltuğa oturttu. Kendi de yerine geçti. İlk işi torpidodan ıslak mendil almaktı. Eline aldığı mendillerle Bade’ye yaklaşıp dudaklarını sildi. Kustuğu için temizlenmesi gerekiyordu. Mırın kırın etmişti biraz, sonradan gözlerini kapatıp iyice yayıldı. Yola çıktıklarında mırıltılar geliyordu. “Rujum...” “Ne?” “Rujumu tazelemem gerekiyor.” diyordu uykulu sesi. Olduğu yerde derin bir nefes verdi. “Sen ilk önce beynini tazele Bade.” Huysuzca somurttu. Ama aklına takılan başka şeyler var gibiydi. “Alparslan?” dedi küçük bir çocuk gibi. “Söyle.” “Yine kusar mıyım? Kusmayı hiiç ama hiiç sevmiyorum.” dediğinde huysuz bir çocuktan gerçekten de farksızdı. “Kusarken çok korkarım ben...” İlk defa bir korkusunu söylemişti ona bir kadın. Peki ya Alparslan’ın korkuları yok muydu? Hiç düşünmüş müydü? Veya birine söylemiş miydi? Onun korkmaya hakkı olmamıştı. Bildiğinden beri askerdi. Bildiğinden beri üniformalıydı. Sadece işi vardı, bir de komutanları. İçindeki bu duygu karmaşasında kendinde görmediği, dikkatini çeken bir his vardı. Adını koyamadı. Sadece, “Ben yanındayım, korkma.” diyebildi. Onun yanında olabilmişler miydi? Hayır. Ama bu konuda bencillik yapamayacak kadar hassas bir nokta oluşmuştu. Bu hassasiyetin adını Bade koydu. Nihayetinde üsse vardılar. Bade yan koltuğunda sızıp kalmıştı. Dikkatlice, ilk olarak onun kemerini açtı. Sonra arabayı bir yerlere park etme derdine girmeden ortada direkt durdurdu. İnip arabadan çıkartmak için Bade’nin olduğu kapıya ilerledi. Derin uyuyordu. Uyandırmalı mıyım diye düşündü. Yapamadı. Bilse kızardı, sayardı, dırdır ederdi ama şu an bunu algılayabilecek durumda değildi Bade. O yüzden hiç düşünmeden kucağına aldı. Çantasını da serçe parmağına geçirdi. Ayakkabılar diye düşündü ama pek de umurunda değildi. Rahatsız olmasın diye temkinli adımlarla ilerledi. Koridora girdiğinde duraksadı. Onun odası mı benim odam mı diye tarttı kafasında. Kapılar kilitlenirdi hep. Denemek için ilk Bade’nin odasına baktı. Kilitliydi. Anahtarı bulabilecek durumda değildi. Kendi odasının anahtarı hem Tuğrul ‘da hem de Alparslan’da vardı. Arka cebine sıkıştırdığı anahtarı çıkartıp odasının kapısını açtı. Kendi yatağına yatırdı Bade’yi. Geriye tek bir sorun kalmıştı. Kustuğu için kirlenen bu üstünü kim değiştirecekti onun? Kendi dolabından haki yeşil bir tişört çıkardı Alparslan. Oldukça bol bir tişörttü. Onun diz kapaklarının bir karış üstüne kadar uzanırdı diye tahmin etti. Eline aldığı gibi yatağın başına geldi ama Bade’nin diklenip oturduğunu gördü. “İyi misin Bade? Ne oldu?” diyebildi. Boğazını tutuyordu Bade. Zorlukla da olsa bir şeyler söylendi. “Midem... Midem bulanıyor. Kusacağım...” Alparslan onu kucağına alıp hızla tuvalete götürdü. Klozetin kapağını açıp onu bekledi. Yüzünün renginin sararması, bu denli halsiz olması normal miydi? Bade öğürürken Alparslan saçlarını toplayarak tuttu. Farkında değildi ama bir eli de beline dolanmıştı yine. Ben buradayım, korkma diyordu. Banyodan çıktıklarında kusmaktan dermanı kalmamış bu kadını yatağa oturttu. “Üstünü değiştirmen gerekiyor Bade.” dedi. “İstemiyorum.” derken kendini çoktan bırakmıştı. İyiden iyiye artık sarhoştu. Tam bir sarhoş. Alparslan elindeki tişörtü inat etmekte direten bu kadının başında geçirdi yavaşça. Yapabileceği bir şey yoktu. Bu üstle yatamazdı. Kulağındaki küpeleri ve boynundaki kolyeyi çıkardı. Gece onu daraltmasını istemedi. Tişörtü giydirdikten sonra elbisenin askılarını omzundan düşürdü. Ama bunları yaparken gözü bir saniye olsun tenine kaymadı. Kayamazdı, bunu yapamazdı. Ne olursa olsun. Aklından geçirdiği gibi dizlerinin az üstünde bitmişti tişört. O yüzden elbiseyi bacaklarından çekiştirerek çıkardı. Normal bir elbiseden farksızdı çünkü üzerine giydirdiği. Kafasını yavaşça yastığa koyup üstüne ince pikeyi çekti. Elindeki bu geceden kalma elbiseyi masasının üstüne savurdu. Onu rahatsız eden tek şey artık saçlarıydı. Normal toplarsam hemen bozulur diye düşündü yine içinden. Onun yerine telefonunu çıkardı. Aniden ses çıkmasın diye sessize alıp tek bir şey yazdı gerekli siteye. Saç nasıl örülür? Önüne çıkan ilk videoya tıkladı. 3 kere izlemesi yetti. Zaten kolay öğrenirdi. Bu mısır örgüsüydü. O gün Alparslan hayatında ilk defa bir şey daha yaptı. Bir kadının saçlarını ördü. Ucuna da taa sınır görevlerinde görünüşü fakir ama gönlü zengin bir çocuğun bileğine taktığı Marteniçka bilekliği bağladı. İşte tam bu an gördüğü kırlangıç da Bade’ydi, yeni çiçek açmış bahar dalı da. Ama bilmiyordu. Kırlangıç sadakat demekti, yeni başlangıçlar demekti, özgürlük ve umut demekti. Bahar dalı ise ilkbaharın değil; sonbaharın yeni çiçek açan dalı olmuştu. Her ikisi için de mucizeydi bu. Habersizlerdi.
~*~
Peş peşe arabalar üssün bahçesine girdi. Park alanına yerleştirilen arabaların içinde tek aykırı olan Alparslan’ınkiydi. O anki aceleyle böyle bırakıp yukarıya çıkmıştı. Asil Albay ve İbrahim Komutan partiden erken ayrılmışlardı. Amasya’da bir lojmanda kendine ait bir evi vardı Asil Tuna’nın. Kendi hâlinde takılan bir adamdı zaten. Şu üç günlüğüne yakın arkadaşı İbrahim’i de evine davet etmişti. Onların peşine sırasıyla Züleyha ve Tuğrul da ayrılmıştı. Eğlenmek için gittikleri partiden olaylarla dönmüşlerdi. İlk önce Züleyha’nın arabasının kapıları açıldı. “Yar yanımda yoksa en büyük hasret,” diye bağırarak inen ilk kişi Kübra’ydı. Bade’yi yalnız bıraksaydı adı dost olmazdı. ‘O olduysa ben de sarhoş olurum’ diyerek altı bardak beyaz şarap içmişti. Ama son bardağı Ulaş elinden zorla aldığı için altı bardak sayılır mıydı bilemiyordu. Arabadan inerken tökezlemek değildi bu artık, tamamen şuursuz bir insandı. “Sevdasız geçecek ömüre hayret,” Neyse ki Ulaş sadece yarım bardak kokteyl içmişti. Eskişehir’deyken de böyle partiler olurdu. Balıkesir’de rakı balık kombini vardı ama Eskişehir’de daha çok kokteyl içerdi. O da partiden partiye. Bu da yılda en fazla üç dört sefer demekti. “Dur Kübra düşeceksinn,” diyerek Kübra’nın peşine hemen indi o da. Elini beline dolayarak ağırlığının çoğunu kendine yükledi. Ama Kübra bu halde bile mayışık bir şekilde yerde sürünüyor gibiydi. “Çiçeklerle dolu dağlar utansın,” Son enerjisiyle bir kere daha tekrarladı. “Dağlar utansıın.” Hafızası iyice kapanırken son kez Ulaş’a baygın gözlerle baktı. Sonra da derin uyku... İyice bayıldığını anlayan Ulaş Kübra’yı kucağına almak zorunda kalmıştı. “Siz kadınlar ne diye bu kadar içiyorsunuz anlamıyorum.” diye de sitemini eksik etmemişti. Züleyha’nın buradaki işi tamamen taksi şoförü gibiydi. Böyle hissediyordu tam olarak. Oysa o bu partiye bunun için gelmeyi amaçlamamıştı. Belki Alparslan ile daha yakın sohbet edebiliriz diye düşünmüştü sadece. Ama tüm bu isteği tuzla buz olmuştu. İnsanları kıramıyordu. Oldukça sert görünse de asaletinin altında ürkek bir ceylan vardı oysa. Kötü durumda olan bu kızı ve Ulaş’ı o mekanda yalnız başlarına bırakamazdı. Üstüne düşen vicdani görevi tamamlayıp onları üsse getirmişti. Artık evine gidebilirdi. “Ulaş,” dedi yorgunca. “Ben gideyim artık. Gerisini kendin halledebilir misin?” “Halletim bile Züleyha Hanım. Çok teşekkür ederiz,” Kendine ve kucağındaki bu kendinden geçmiş kadına bakıp cümlesini güncelledi. “Yani ederim.” Nihayetinde ayrıldıklarında tek vukuatın onlarda olmadığı barizdi. Gecenin bu saatinde ortamın sessizliğine uğultu getiren bir gürültü, Tuğrul’un arabasının kapıları açılınca patlak verdi. “Senin günün diye bokunu çıkartma hakkı mı sunuluyor sana?” diye bağırarak Tuğrul inmişti ilk önce. “Rezil ettin lan iki dakikada fiyakamızı!” Korkut’un peygamber sabrını Yalım çatlatacaktı en sonunda. Hatta çatlamış da olabilirdi. “Şurada bir iki saat keyif yapalım dedik içine sıçtın!” “Ama oğlum ben sana dedim dimi,” Tuğrul bir elinin parmaklarını ortada birleştirerek bir şey öğretiyormuş gibi Korkut’a doğru yürüdü. “Dedim ben sana dimi bunu bizim masaya koymayalım diye. Al işte! Al! Hâle tipe bak hele!” Ayağıyla Yalım’ın kıçına bir tekme savurdu ama boşunaydı. “Siktir git lan gözümün önünden! Hele bir haddinden fazla yaklaş bana,” Arkasından işaret parmağını salladı. “Hele bir yaklaş lan! Rezil pezevenk herif!” “Komutanım benim ne suçum va-“ diye kendisini savunma girişiminde bulunacaktı. Ama sadece bulunacaktı. Bir hayalden öte değildi. “Bak hâlâ,” Ayağından çıkardığı suit ayakkabının birini bir hışımla kafasına doğru fırlattı Tuğrul. “Hâlâ konuşuyor kitapsız!” Omzuna tutup biraz olsun sakinleşmesini sağladı Korkut. Ayda yılda bir şöyle bir izinleri oluyordu onda da başlarına iş açmıştı Yalım. Masanın birindeki bir kıza ona göre bir şey soracakmış ama bu sarkıntılıktan başka bir şey değildi. Üç abisinin kadrajına girip, kız da çığlığı basınca ortalık fena karışmıştı. Makul bir dille ortamı yatıştırmak istemişlerdi ama karışmaz olaydılar. Kabak Tuğrul ve Korkut’un başına patlamıştı. Büyük bir ringe dönüşen ortamı dövüşmek dışında sönümlemeleri imkansız hâle gelmişti. Neyse ki üçünü etkisiz hâle getirmek çok sürmemişti ama Yalım’ın hâlâ kıza açıklama yapma çabası çileden çıkarmıştı bu ikiliyi. “Tuğrul Komutanım bu akıllanmaz. Vallahi diyorum akıllanmaz. Boş verin siz bunu. Zaten her yerim sızım sızım sızlıyor.” İç çekerek omzunu germeye çalıştı Korkut. “Adamlar dişliydi.” “Sorma lan Ata, ne dişlilerdi. Bir aylık spor ihtiyacımı karşıladılar resmen. Saat çok geç oldu ben yatmaya çıkıyorum. Erken kalkmak gerek.” Sonra aklına yine Yalım gelmiş olsa gerek, “Eğer bu piç kurusu sabah kalkamasın var ya... Suda boğarak uyandıracağım onu!” “Beni de çağırın, bir kaşık da olsa su atarım. Hakkım kalmasın.” Sinirlerinin arasından gülerek odalarının olduğu kata çıktılar. Korkut iyi geceler dileyip kendi odasına ilerlerken Tuğrul cebinden çıkardığı anahtarla çoktan kapıyı açmıştı. Ama sadece açtı. İçeriye giremedi. “Lan!” dedi kısık sesle. Gözlerini açıp kapattı, gerçek mi değil mi diye. Karşısında Alparslan ve Bade vardı. Bade Alparslan’ın yatağında yatıyordu. Alparslan ise yatağının baş ucundaki komodinin üstüne oturmuş uyuyordu. Ve elinin birini karnının üstüne koymuşken diğeri Bade’nin elini tutuyordu. Hem de kenetlenmiş bir şekilde. Ayrıca masanın üstündeki de neydi? Bir elbise. Bu ânı gözünde sindirmeye çalışırken daha odasına girememiş Korkut’a hızla arkasını dönüp seslendi. “Lan Korkut! Çabuk buraya gel! Çabuk!” Ne olduğuna anlam veremeyen Korkut aceleyle Tuğrul‘un yanında bitti. Bitti ama nasıl bitti bilemedi. “Ko-komutanım? Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz?” “Sen benim gördüğümü görüyor musun Korkut?” diye bir cevap aldı Tuğrul komutanından. “Benim gördüğümü siz de görüyorsanız sizin gördüğünüzü ben de görüyorumdur komutanım.” “Lan sıçacam şimdi senin gördüğün bilmem ne tekerlemene. Bilmece gibi konuşma. Şunlara bak.” Odadaki bakışlarını Tuğrul’da sonlandıran Korkut, “Ne yapacaksınız Komutanım?” dedi. Sakin bir tavır sergiledi. “Ben de onlarla birlikte yatacağım Korkut. Huzurla,” derken birden yine köpürdü. “Ne mal mal konuşuyorsun oğlum! Ne yapayım yani? Senin odada yatarım bu akşam, idare et. Ama önce,” Cebinden telefonunu çıkardı. Bu anı ölümsüzleştirmeliydi. “Bu portreyi delillendirmem gerekiyor.” Fotoğraflarını çekti. Şimdilik galerisinde duracaktı. “Komutanım siz de az fena değilsiniz ha.” dedi Korkut. “E tabi. Ne demişler, kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan.” Tek omzunu ben bilmem der gibi kaldırıp indirdi. Gecenin sonunda bazı düğümler bağlanmış, bazıları ise iyice kördüğüm olmuştu. Bade’nin aklından anıları, Alparslan’ın aklından ise Bade geçiyordu. Ulaş başka bir kadının yanındayken tek düşündüğü Bade’ydi. Her şeyin daha kolay olacağını sanmıştı. Oysa işler daha da komplike bir hâl almıştı. Şu hayatta güvendiği insanların sayısı bile bir elin parmaklarını geçmezdi. Listenin en başına Bade ve ablası Çilde adını yazdırmıştı. Odasında tek başınayken telefonunu çıkardı. Yüz yüze olduğu vakitler dışında ablası ile tek bir arama kaydı bile yoktu. O an bir ilki daha yaptı ve ablası Çilde’ye mesaj attı. Tek bir mesaj. Abla nasılsın? Seninle konuşmaya ihtiyacım var. Her şeyi sessize aldı ve o da kendini karanlığa bıraktı. Züleyha ise Asil Albay ile aynı lojmandaki dairesine geçti. Ev yine ölüm sessizliğindeydi. Hâlbuki teyzesi evde olduğu zaman en azından farklı bir ruhun varlığını bildiği için daha rahat hissederdi. O da yoktu. Yaşına, yorgunluğuna bakmadan yine çalışmakla meşguldü. Çünkü en çok çalışırken mutluydu. Üsse geldiğinden beri diyalog kuramadığı tek kişi Alparslan olmuştu. Bu durum onun canını çok sıkıyordu. Yakışıklıydı Alparslan. İki metreye yakın boyu, şu yaşına kadar her gününün belli kısmını sporla geçirmiş olmasından dolayı belirgin kasları, sert oluşunun altındaki merhameti... En sonuncusuyla da bugün tanışmıştı. Bade diye aklından geçirdi. Ona karşı bu denli toleransa sahipken neden bu kadına bakmıyordu? Aylardır beraber olmalarına karşın sohbetleri bir günaydını bile geçememişti. İstediğinde sınırını çok keskin çekiyordu. Ama bütün bu düşünceler fesat oluşundan değil, kendini sorgulayışındandı. Neyi yanlış yapıyorum diye içinde tarttı. Bazı şeyler olmayadabilirdi. O her zamanki kişiliğini koruyacaktı. Kendine sözü vardı. Her zamanki gibi yatmadan önce tarçın ve limonlu detoks suyundan içip o da yastığına gömüldü. Zihni ise rüyalara...
~*~
Rado Amjed. Nâm-ı diğer Tepegöz. Birkaç haftadır yeni mekanında takılıyordu. Küçük bir mahzenden farkı yoktu ama planlarını aktive etmek için fena bir yer sayılmazdı ona göre. Saatlerdir oturduğu deri sandalyesinde sağa sola dönerken baktığı yer karşısındaki ekrandı. Dev ekran bir televizyon vardı karşısında. Ama kamera kayıtları, görüntülü görüşmeler ve içerideki ajanlarının yansıttığı, iğrenerek bakıp daha fazla intikam yüklendiği asker, pilot, komutan resimleriydi bunlar. Irak sınırına kadar gidebilmiş ama buradan sonrasına geçemiyordu. Dışarıya çıkarsa tüm planları çöp olurdu. Ters köşe yapmalıydı. Rado’nun bütün adımları profesyonel olmalıydı. Her yerde adı geçen, deli gibi aranan bir teröristti sonuç olarak. Trabzon’daki pusudan sonra zar zor Irak sınırına yaklaşmıştı, bundan sonrası için bazı önlemler alması gerekiyordu. Yedi yıl öncesi hep aklındaydı. O çocuğun, yerlerini ifşa etmesi demek ölmesi demekle eş değerdi. En azından bölgeyi terk edene kadar susması gerekiyordu. Bu da onun ölümü demekti. Onu infaz ederek kendilerine zaman kazandırmışlardı. Pişmanlık var mıydı? Neden olmalıydı ki? Zaten bu toprakların her tanesine derin bir nefret duyarken neden olmalıydı? Şayet bu pişmanlık, bu vicdan fikirlerinden geçerse bile babasına ihanet etmiş sayardı. Ama yedi yıl öncesine kadar saman altından su yürütebiliyordu kolaylıkla. Bu çocuğu öldürdükten sonra istihbaratı da peşine takmıştı. Artık dirisiyle ölüsüyle aranan bir adamdı. Kafasındaki planların haddi hesabı yoktu, önüne geçilemez bir tilkilikle ilerliyordu. Bu zeka babasından ona geçmişti. Bunu kutsal kabul ederek güç bularak asla ümitsizliğe kapılmıyordu. Şu anlık kullandığı güvenli yolları vardı. Yer altında âdeta köstebek yuvası kurmuştu. Tüneller tünellere bağlanıyor ve bu da ona vakit kazandırıyordu. Bu yeraltı şehrini öğrenmeleri için aylarını harcamaları gerekirdi. Gerçek bir köstebekti. Zaten yürütülen soruşturmanın adı da Köstebek Operasyonu değil miydi? Hepsi önündeki masanın üstünde yer alan kırmızı dosyadaydı. Her şeyi çok ince dokumuştu. İçerideki adamlarından her saatine kadar haberdardı. Ters giden bazı işler vardı ama. Şu anda bunu düşünüyordu. Sandalyesinde öne doğru eğilmiş, ellerini birbirine kapatıp iki kaşının ortasında birleştirmiş yine her zaman yaptığı şeyi yapıyordu: Düşünmek. Yeraltı şehrinin haritasının olduğu flash bellek kayıptı. Bir yerde unutması imkânsızdı. Onun cebindeydi, kendisindeydi. Birkaç adamını görevlendirmiş, yerleri aratıyordu. Birine de vermemişti ama sanki yer yarılmış da yerin içine girmişti. Alnını ovuşturdu stresle. Bu bellek kaybolunca neler olabilirdi bunu da düşünmüştü. Başka bir B Planı olmadan hayatta adım atmazdı. Tünelleri kapattırmasının sebebi tamamen buydu. Sadece bir tünel diyerek yine sessiz konuşmalarına geçti. Sadece bir tünel aktif kalacak. Ama o da yakında kapanacak. Bellek bulunana kadar kıpırdayamazdı. Bir süre daha olduğu yere hapsedilmiş bekleyecekti. İhtimaller en büyük başarısıydı. Ya kendi düşürmüştü ya unutulmuştu, ki unuttuysa kendisine de ceza vermekten geri durmazdı, ya da... İçlerinde bir ajan vardı. İmkansız demeyecekti. Darbe hep en yakından gelmez miydi? Düşman hep dibinden çıkmaz mıydı? Bundan 30 yıl kadar önce liderleri olan babasını kaybetmeseydi şu an tam da istediği hayatı sürecekti. Daha 17 yaşında bir çocuktu o zamanlar. Ama her zerresiyle babasının oğluydu. Onun her darbesini her planını bilen, yanından ayrılmayan bir evladıydı. Bu yaşadıkları aklına gelince yine sinirlendi. Bir hışımla hırlayarak yerinden kalktı. O hain pilot diye geçiriyordu içinden. O hain pilot eğer onları Suriye’deki istenen bölgede ele geçirmeseydi hem mükemmel bir hayat kuracak hem de babası yaşıyor olacaktı. Hoş o pilot da geberip gitmişti ona göre. Bir pilot gebermişti ama elinden koca bir köyü dolduracak adamı ve dâhiyane planlarının içine ederek gebermişti. Ona karşı olan öfkesi hâlâ ilk günkü gibi tazeydi. “Hepinizi,” dedi işaret parmağını dosyadaki bir noktaya bastırarak. “Hepinizi tek, tek, tek yok edeceğim.” Sanki bir yaraya tuz basmış ve onu iyice deşiyormuş gibi parmağını bastırdığı yerde döndürdü. Masanın üstündeki kırmızı dosyası, elindeki o hiç bırakmadığı fotoğrafı ve karşısındaki duvarda yer alan, onay bekleyen koca bir ekrandaki adamı. Hepsi planlarının bir parçasıydı. Hepsi. İlk önce elindeki fotoğrafa baktı. Bu ona güç veren bir şeydi. Yeterince kinlenmiş olacak ki ekrana döndü. Şu son üç dört aydır planlar kuruyor ve nasıl sınırın dışına çıkacağını düşünüyordu. Birkaç sene önce Trabzon’daki sığınakları basılmıştı. Neyse ki Vazelon’un altında koca bir şehir inşa etmişlerdi kendilerine. Köstebek tünelleri. Yedi farklı geçit. Her birini kullandıktan sonra kapattırmıştı. Ama uzun bir süre onları idare etmişti bu tüneller. Sadece tek bir tünel işlevsel haldeydi. O da Vazelon’a yakın bir çevrede yer alıyordu. Şu an karşısındaki adamının kullanacak olduğu tünel oydu. Ama daha üç günü vardı. Her şey planlanmıştı. Tek tek tek. Tekrar deri sandalyesine oturup, “Diana!” diye bağırarak kapıya seslendi. Aradan geçen birkaç dakikadan sonra kapı açıldı. “Efendim abi.” İçeriye girdiğinde kapıyı arkasından sessizce kapattı genç kadın. En sağ koluydu Diana. Beş yıldır yemeden içmeden her işine koşuyordu. Sadıktı, güveni de tamdı. Irak’ta onlarca baskını da beraber yapmışlardı. Herkese şüphe duyardı ama Diana için bu şüphe yok denecek kadar azdı. Tek şüphesi ona olan hisleriydi. İntikamdan sonra gelen hisler... Onu bulduğunda henüz 21 yaşında cılız ama en az şimdiki kadar güzel bir genç kızdı. “Bana bir daha abi dememen hususunda anlaştık sanıyordum.” derken tek kaşı havalanmıştı. Ona böyle seslenmesi sinirlerini bozuyordu. Aralarında yirmi yaş kadar fark olması bazı hisleri engelleyemezdi, öyle değil mi? “Bu zamana kadar böyle seslendim, bunu tek seferde atmamı bekleyemezsin abi.” Daha vakti vardı Rado’ya göre. Elde etmek konusunda en sabırlı olduğu konu bu olabilirdi. Kendine hâkim olmak istercesine gözlerini kapatıp kafasını sola çevirdi. Tekrar Diana’ya döndüğünde, “Flash bellek bulundu mu?” dedi. Kafasını iki yana salladı. “Hayır abi, bulunsa bunu hemen söylerim.” Avını elinden kaçıran bir aslan edasıyla hırlayarak ayağa kalktı ve yumruğunu Diana’nın başının hemen yanına, duvara çaktı. Öfkeli nefeslerini karşısındaki kadının kulağına gelecek şekilde alıp veriyordu. Onu tabiri caizse köşeye sıkıştırmış gibiydi. İki elini de onun duvardaki bedeninin yanlarına dayamıştı. Yumruk yaptığı elinin parmaklarını tersiyle kadının kulağının dibinden çenesine kadar sürterek ilerletti. Bu kadın gözlerini kapatarak çenesini sıkıyordu. Bariz belli oluyordu. Bu kadın ondan iğreniyor muydu? Bunu görünce elini tekrar yumruk yapıp duvara sertçe vurdu. Hırlayarak uzaklaşırken, “Lanet olsun! Benden iğreniyorsun?!” dedi. Rado’nun, onun dibinden ayrıldığını anlayan Diana, gözlerini birden açarak, “Hayır!” diyebildi. Az önceki soğukluğundan eser kalmamış bir şekilde hemen yanına gidip kolunu tuttu. “Hayır Rado!” derken o da az önce karşısındaki adamın yaptığı gibi parmaklarını onun kulağından çenesine doğru kaydırdı. Diğer elini ise ensesine koymuştu. “Senden nefret etsem,” derken nefesini yavaşça temas kurduğu adamın yanağına doğru verdi. “Şu anda, burada,” Dudaklarını gözünün altından sürterek ilerletmeye başladı. “Bu mesafede olur muydum?” Kadının hareketlerine eriyen Rado’nun yüzündeki sırıtışıyla oluşan kıvrıma, dudağının kıvrımına hissedilmeyecek bir öpücük bıraktı. “Devamını getirmeyeceksen dur, Diana.” diyebildi Rado. Konu bu kadın olduğunda her şeyi unutuyordu bir tek. Unutturamayacak gibi miydi? Şu pespaye kıyafetlerle bile bu denli seksi görünüyorsa başka başka kıyafetlerle nasıl görünmezdi. “Benden aniden bir şeyler yaşamamızı bekleyemezsin! Hem bu göze çok çarpar. Birlikteyken sınırları korumalıyız Rado.” dedi Diana kısık ve oldukça cilveli bir sesle. “Haklısın,” derken çene kasları gerildi Rado’nun. “Lanet olsun ki bir tek senin bedenine yakınken şu sıçtığımın aklını kaybediyorum.” “Ne yani, sadece yanımdayken mi? Arasam,” diyerek yine kendince tatminkâr davranışlar sergilemeye başladı. “Sesimi duysan da kaybetmez misin o aklını?” Biraz daha zorlarsa harbi patlayacaktı. Tatmin olmak için zevkle boynuna art arda birkaç öpücük bıraktı Rado. “Şu an çekil buradan. Onayını beklemem yoksa Diana. Ciddiyim.” “Bu seni iki hafta idare eder.” diyerek birden kendini geriye çekip kapıya ilerledi Diana. Dudaklarıyla öpücük gönderip hızla dışarı çıktı. Bu kadın Rado’nun dâhiyane planlarını batırtacak kadar çekiciydi. Neydi şu söz? Erkekler elde edemediği kadınların peşinden mi koşardı? Bu kadın bırakılabilecek bir kadın mıydı ki? Gök gibi mavi gözleri, kalın dağınık kaşları, simsiyah saçları ve sol yanağındaki ben... Hele dudakları... Kafasını toplaması gerekiyordu. Odanın köşesindeki eski çatlak lavaboda yüzüne ve gerdanlarına soğuk su sürdü. Ayna demeye bin şahit gereken o paramparça aynada tekrar tekrar suratına baktı. Bu yaşadığı anlar ayda yılda bir olsa da, tüm bir yılın düşünce yorgunluğunu üstünden hafifletecek kadar etkiliydi. Derin bir nefes verip masadaki bir tuşa bastı. Karşısında herkesi izleyebilirken, onlar Rado’yu göremiyordu. Tek bir emir verdi. “Benden haber bekle Johan.”
~*~
Kuş cıvıltıları. Yaprak hışırtısı. Hafiften rüzgar sesi. Köy havası bir başkaydı. Köy gibisi var mıydı ya? Olamazdı. Olduğum yerde kıpırdandım. Elimde bir yumuşaklık vardı. Üstüne yatmaktan dolayı uyuşmuş olmalıydı. Esneyerek gözlerimi araladım. Tavan. Canım tavanım. Ama sanki biraz tuhaf görünüyor. Benim tavanımda yıldızlar vardı. Bu diye içimden geçirirken galiba jeton düştü. Hayır! Bu benim tavanım değildi! Mayışık olan gözlerimi iyice açarak hızla etrafıma baktım. Şu an dizilerdeki hastanede uyanan o kız gibi olabilirdim. O an için gözüme çarpan ilk şey elimin içinde bir el olduğuydu. Elin sahibi kim? Başımı yukarıya kaldırmamla birlikte donup kaldım. Bu Alparslan’dı. Ve hâlâ uyumakla meşguldü. Baş ucumda mı uyumuştu? Hem de elimi tutarak? Dün gece neler olmuştu? Bu ses de neyin nesiydi? Bir an için kendimi köye döndüm sandım ama değildi. Alarm sesiydi bu. Ah başım! Başım çatlıyordu ağrıdan. Ben niye düne dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Her şey çok pusluydu. Ama bunların hepsinden önce şu lanet alarmı susturmalıydım. Neredeydi bu telefon? Benim bildirim sesim değildi, Alparslan’ın telefonuydu bu. Ve çok yakından gelmesine rağmen görünürde yoktu. Ses sanki Alparslan’dan geliyordu. Yatakta doğrulup anlamlandırmaya çalıştım. Telefon cebindeydi. Onu cebinden nasıl alabilirdim ki? Bu alarm hem onu uyandıracaktı hem de benim kalkmam gerekiyordu. Diğer elimi yavaş hareketlerle cebine uzattım. Onun avuçlarında olan elimi çıkartma zahmetine girmemiştim. Nedenini ben de bilmiyorum. Tam kumaş pantolona parmak uçlarımla dokunmuştum ki... “Ne yapıyorsun?” diyen sesle irkilerek geri çekildim. Gözleri hâlâ kapalıydı ama konuşan oydu. Alparslan. Özel eğitimli bir savaş uçağı pilotuydu tabii. Niye şaşırdıysam. “A-alarmın çalıyor da... Onun için.” diyebildim kekeleyerek. Ayrıca ben neden böyleydim ki? Kekelemesi gereken oydu. Ben değil. Ama Allah bilir ben ne haltlar karıştırmıştım. En son ağzımın yandığını ve masamdaki o serinletici buz gibi naneli içeceği hatırlıyorum. Gözleri hâlâ kapalıyken cebinden çıkardığı telefonu kapatıp karşıdaki diğer yatağın üstüne fırlattı. Evet fırlattı! Ve uyumaya kaldığı yerden devam. “Ne yapıyorsun? Şu anki pozisyonundan haberin var mı senin? Benim burada ne işim var? Ayrı-“ “Bi sus da motorun soğusun Bade.” “Sen, ne?” diyerek yatakta oturup ayaklarımı aşağıya sarkıttım. Bu sırada ellerimiz hâlâ birlikteydi. Ve o an bir şey daha dikkatimi çekti. Çok önemli bir şey. Üstümde sadece bir tişört vardı. Kısa bir tişört. İşte tam da bu an kafamdan aşağıya kaynar su dökülmüş gibi bir hışımla ayağa kalktım. Elimi de aniden çektim. “Sen ne hakla bana dokunursun?! Benden faydalandın mı?” derken arkamı dönüp duygulanmamak için elimin tersini ağzıma kapatarak, “İnanamıyorum. Hayır... Hayır... Hayır... Düşündüğüm şeyler olmadı değil mi? SANA İNANAMIYORUM!” diyerek bağırdım. Olayın ciddiyetine varabilmişti sonunda. Yerinden kalkmadan sadece bakışlarını üzerime çevirdi. “Ne saçmalıyorsun sen?” derken aynı yerde oturuyordu ama artık gerçekten uyanmıştı. Benim neyden bahsettiğimi o uykulu kafasıyla daha yeni algılıyor olmalıydı. O da bir hışımla ayağa kalktı. “O aklından geçen şeyler olmadı! Olamaz da!” Ellerimle üstümü işaret ederek, “Alparslan üstümü kim değiştirdi o zaman? Ve ben neden senin odandayım? Senin yatağındayım? Açıkla!” dedim. Bütün bu konuşmalar olurken üstümde hâlâ bu kısacık tişört vardı. Bununla utanacak durumda değildim. Karşımdaki adamın bakışları sadece yüzümdeydi, ona ne kadar kızsam da gözlerini bacaklarıma değdirdi desem yalan söylemiş olurdum. Bu konuda kendi içinde savaş veriyor gibiydi. Sinirini ve sabrını bastırmaya çalışır gibi gözlerini kapatıp derin nefes verdi, bir şeyleri izah ediyormuş gibi elini bana doğrulttu. Ki bir şeyleri izah ediyordu da! En azından etmeliydi! “Bade, sakinleş önce. Geç otur şuraya.” “Emredersiniz!” Gözlerimi belerterek baktım, olduğum yerde sinir harbi geçirmeme az kalmıştı. “Bir de yanımda uyumuşsun. Elimi tutarak!” Etrafa bakındım. “Elbisem nerde benim?” “Bi dinlesene kızım! Kendine gel!” Kollarımı tutarak beni olduğum yere sabitledi. Ben böyle bir kız değildim. Öfkeden ve her an ağlayabilir oluşumdan içli içli nefes alıyordum. “Ben hiçbir şey hatırlamıyorum! Lanet olsun! Hatırlamıyorum! Ve buradayım... Neden?” İşte şimdi gözlerim dolmuştu. Babaannem ne yaptığımı bilse beni diri diri haşlardı. Bana bir şey yapmamıştır değil mi? “Hay ben-“ diyerek hemen arkamdaki duvara ittirip bedenini üstüme eğerek beni daha da sıkı sabitledi. İki kolum onun iri avuçlarıyla birlikte duvara bastırılmıştı. Duvara çarptığım an sol gözümden bir damla yanağıma kaydı. Gözlerim kapandı. Ben korkuyordum. Bazı şeyler ağır geliyordu. Şu an kafamın içindeki senaryolar... Ben bekar bir kızdım. Daha önce bırak ilişki yaşamayı, öpüşmemiştim bile! Hadi öpüşürsün ama birlikte uyumak, yatmak nedir? Burada neler olmuştu? “Ağlama!” dedi dişlerinin arasından. “Ağlama Bade! Yemin ederim hiçbir şey olmadı. Sarhoştun. Parti devam ediyordu, seni ben getirdim. Kustun. Hem partide hem de burada. Üstüne kustuğun için çıkartmak zorundaydım. Ama yemin ederim,” elini göğsüne koydu. “Yemin ederim ki bakmadım. Sadece tişörtü giydirdim ve elbiseyi çıkarttım. Yemin ederim bakmadım. Sonra da uyudun zaten.” “Elimi niye tuttun?” diye saçma bir soru sordum. Çocuk gibiydim şu an. Çok duygusaldım. Neden böyle olmuştum ki? “Kusmaktan korktuğunu söyledin. Korkuyordun. Destek içindi...” “Baş ucumda uyudun.” “Korkma diye. Yemin ederim.” “Niye beni kendi odama götürmedin?” “Kapı kilitliydi.” “Anahtar çantamdaydı. Açabilirdin.” “O an çantan aklıma gelmedi Bade. Odayı da kilitledim. Tuğrul girmemiştir zaten. Merak etme.” Tamam. Kabul ediyorum fazla tepki vermiştim. Ama bir an namusum elden gitti sandım, ne yapabilirdim? Gözleri bir dudaklarıma bir gözlerime kayıp duruyordu. Aklıma saçma bir şekilde okuduğum bir yazı geldi. ‘Biri ilk önce gözlerinize sonra dudaklarınıza ve yine gözlerinize bakarsa sizi öpmek istiyordur.’ Dudaklarıma baktı. Gözlerime döndü. Yine bakarsa öpmek istiyor demekti. Bekledim. Bakar diye bekledim ama bakmadı. Şu an duvarda böyle duruyorduk. Birinin buna son vermesi gerekiyordu. “Ağlama bir daha... Lütfen, Bade.” Son verecek kişi bendim. Ama bu sözlerinden sonra veremedim. Ağlamama neden bu denli takıktı? “Neden?” derken başımın ağrısından beynimin içi zonkluyordu. “Neden ağlamam senin bu kadar umurunda?” Duraksadı. Hâli, tavrı bile değişmiş gibiydi. Evet kabaydı ama burada çok duygusal davranıyor gibiydi. “Sevmiyorum.” “Ha sen sevmiyorsun diye ağlamayayım yani?” “Benim sevip sevmemem önemli değil Bade. Sen ağlatılacak bir kadın değilsin.” dedi. Ne yani iltifat mıydı şimdi bu? “O ne demek oluyor?” “Senin,” derken bakabileceği en derin noktaya baktı gözlerimin içinde. “İçindeki çocuk küser sonra... Senin benliğini o çocuk oluşturuyor. Bu yüzden ağlama, küsmesin.” Bunu dedikten sonra ağlayabilirdim işte. Çünkü benim tüm savaşım çocuk ruhumu koruyabilmekti. Ve Alparslan içimdeki bu savaşı görmüştü. Evet sertti, kabaydı ama görmüştü işte. Bin kötülük yapsın ama bu sözü beni ayakta tutardı. Hiç kimsenin görmediği, görmek istemediği, içimdeki bu şeye kendimin bile bir isim, anlam veremediği duyguma tercüme olmuştu. Ben de bilmiyordum eğer o çocuğu susturursam ne denli farklı bir insan olacağımı. Bunu başkasının ağzından en yalın hâliyle duymak bile içimdeki bu çocuğu neşelendirmişti. Yine ben ve benim dur durak bilmeyen meraklarım devreye girdi. “Bir şey sorabilir miyim?” Başıyla onaylayan bir hareket yaptı. İlk defa tereddüt ettim. Onu kırmaktan tereddüt ettim. “Ama biraz üzücü bir soru olabilir. Seni tam anlamıyla tanımıyorum.” “Çocuk muyum ben Bade? Ağlayacak değilim.” “Ben çocuk muyum da ağlıyorum o zaman yani?” “Sen çocuk olmuşsun, içinde o neşe o mutluluk var. Ağlamaya hakkın var.” “Sen çocuk olmadın mı? Böyle mi doğdun annenin karnından?” diyerek yetmeyen kollarımla endamını işaret ettim. Karşımda ellerini bağdaştırmış bir şekilde çiçek ol pozisyonundaydı. Söylediklerimle yutkundu. Ama bu yutkunuş sanki bazı şeyleri bastırmak ister gibiydi. “Olmadım.” dedi. Çocuk olmamış mıydı? Nasıl yani? “Herkes çocuk olmak zorundadır. Se-“ “Ben çocuk olmadım Bade. Kapat bu konuyu. Herkes senin gibi prenses büyümedi.” Sertçe söylediklerinin altında derin bir boşluk vardı. Ben prenses mi büyümüştüm? Rahat büyümek hep mutlu olacağım anlamına gelmezdi. “Niye sinirleniyorsun? Sadece bir soruydu.” “Bu öyle basit bir soru değil. Ben çocuk olamadım Bade. Sen bunu bilmezsin. Çocuk olamamak nedir biliyor musun?” Ağır konuşuyordu. Empati diye bir duygu vardı, haberi yok muydu? Bir şeyi bilmek için onu illa yaşamam mı gerekirdi? Kırıcıydı. “Deneyimimin olmaması seni anlayamayacağım anlamına gelmiyor.” dediğimde söylediklerinin farkına varıp duraksadı. “Sana sorumu bile sormamıştım. Senin içindeki çocuk susmuş mu yoksa küsmüş mü?” “Ne fark eder Bade?” deyişi Karadeniz’in yağmurlu havasını andırıyordu. Az önce esip gürleyen adam hırçın denizken şimdi yağmurlu hava olmuştu. En az Karadeniz kadar dengesizdi. “Çok şey fark eder,” dediğimde gözlerini yerde bir noktaya dikmişti. “Eğer küstüyse barışmak gibi bir seçeneğiniz, bir şansınız var demektir. Ama...” Onun nasıl bir cevap vereceğini bilemediğimden duraksadım. İhtimalimi sıfırlamak istemiyordum. “Ama eğer sustuysa... Ölmüştür.” Ağlama krizine girmeme son bir. Yerdeki noktadan ayrılan bakışlar benim gözlerime karıştı. “Eğer öldüyse,” dediğinde sorma şekli ciddiydi. “Hiç mi ihtimal yok?” “Onu canlandırabilecek birileri çıkarsa neden olmasın?” Dudaklarına küçük bir gülüş yayıldı. Bu umuttu. Her şeyden vazgeçtiğin anda karşına çıkan o şeydi. Hüzünlüydü. Onu ilk defa böyle gördüm. Öylesine buruk bir tebessüm vardı ki yüzünde... Sanki tek gören de bendim. Paytak adımlarla ve kısa tişörtüm ile dibine geldim. Az önce çiçek olan Alparslan şimdi açmıştı. Empati ne güzel bir duyguydu böyle. İnsan empati duygusuna aşık olabilir miydi? O bendim. Yoldan geçerken ‘Aman üstüne basmayayım’ diye parmak uçlarında yürüyen, karıncaları ezmekten korkan bir çocuktum ben. O böyle olmamış mıydı? Kar taneleri eriyip su olunca ‘Öldüler mi?” diye bahar boyunca zırlayan bir çocuktum ben. O da ağlamamış mıydı? Ona bükülen benim kalbimin merhametiydi. Acıma duygusu değildi. Merhametimdi. Kalbim mi yoksa aklım mı? Şu anda onu anlıyordum. Yani aklımla seviyor olmalıydım. Ama akıl merhametten anlar mıydı? Sanmıyorum. Tüm bu düşüncelerimi ve iç sesimi susturup bir adım daha attım. Yolumu her daim aydınlatan içimdeki çocuğun dediğini yaptım. Ona sımsıkı sarıldım. Vücudu kaskatı kesilmişti. Beklemiyor olmalıydı. Sarılmak onu neden bu kadar kasıyordu? Buna da üzüldüm kendi içimde. Merhametim daha da büküldü karşısında. O kadar yoldan gelen yaşlarımı da yazık etmemek adına ağladım. Ve ben ilk defa mandalina kokusunun yanında farklı bir koku aldım. Bu adam buram buram Karadeniz kokuyordu. Derdini dinleyen ama öfkelenince hırçınlaşan deniz, ciğerlerini ferahlatan ama hüzünlenince ağlayan hava, eşsiz bir melodi sunan ama minnetini mahsülleriyle karşılayan toprak... Bu adam tam da böyle kokuyordu. Yanıma dönsem deniz, arkamı dönsem toprak, başımı kaldırsam hava oluyordu. Ve bu sefer tek ben değildim sarılan. İlk önce bir elini hafif dokunuşlarıyla belimde biri elini de sırtımda hissettim. Artık onun da sarıldığı kişi bendim.
~*~
Dün gecenin etkisi sadece bir odada hissedilmemişti. Başka bir odada da sesler bir değil iki tane çıkıyordu. Bu oda Korkut’undu. Ya sabır seslerinin arasından duyulan ve bu sesi bastıran başka bir ses vardı odada. Tuğrul’un horlama sesi. “Komutanım,” diyordu Korkut büyük bir sabır sarf ederek. Bu sabır sesleri tam da bu kişiden geliyordu işte. “Komutanım nefes alamıyorum.” Homurtular eşliğinde geride kalan bir bacağını daha ileriye savurdu Tuğrul. Bütün cüssesi Korkut’un üzerine yığılmış hâlde olmasına rağmen diğer ayağı da artık ağzının içine girer vaziyetteydi. “Beş dakika daha,” diye kelimelerin bile anlaşılmadığı bir güçlükle konuştu ve horlamaya tekrar başladı. “Ko-Komutanım... Tuvalete gitmem gerekiyor.” Altına kaçırmak üzereydi Korkut. Ve idrar kesesinin üzerindeki diz kapağı ile daha da zor durumdaydı. Beş dakika daha beklerse rezil olacaktı. İte kaka altından çıkmaya çalıştı bu cüssenin. “Lan oğlum bi rahat dur lan!” Gözlerini açmadan o uykulu kalın sesiyle söylenmeye başladı Tuğrul. “iki dakika uyutmadın şurada adamı ha!” “Komutanım üstüme çullandınız. Altıma işeyeceğim, kalkın.” Nihayetinde Tuğrul gözlerini açtığında bakışması gereken şey komodinin üzerindeki saat olması gerekirken Korkut’un kırışan anlıyla birlikte endişeli yüz ifadesiydi. Bi Korkut Tuğrul’a baktı, bi Tuğrul Korkut’a. Kafasına dank etmiş olacak ki, “Benim altımda ne işin var laan!?” diyerek hızla ayağa kalktı. “Sizin benim üzerimde ne işiniz var asıl komutanım? Yatağın üzerinden yere nasıl düşmeyi başardınız sorması ayıp?” “Düzgün konuş oğlum! Karşında komutanın var.” “Üstümde yatarken o sınırları aşmış gibiydiniz ama.” “Ulan şerefsiiz,” diyerek öne atılan Tuğrul’dan kaçmasının tek yolu tuvalete gidip patlamak üzere olan idrar kesesini boşaltmasıydı. Ki öyle de oldu. Korkut tuvalete kaçtı, Tuğrul ise arkasından bağırdı çağırdı sövdü. Artık uyanmıştı. Ve duraksadığında aklına gelen sinsi düşüncelerle ceketini omzuna attığı gibi odadan çıktı. Üstündeki bu kıyafetlerden öncelikli olarak kurtulması gerekiyordu. Odaya geçip birkaç kıyafet alabilirdi. Saat henüz yedi bile olmamıştı. Uyanmamışlardır diye düşünerek Alparslan ile ortak olan odasına doğru ilerledi. Kapıyı tıklatırsa daha çok ses olacağından en yavaş haliyle kapı kolunu indirdi. Aralanmış kapıdan bedenini içeriye soktuğunda bir çığlık ile hızla arkasını döndü. Karşısında birbirine sarılmış iki kumru vardı. Tuğrul’u görme korkusuyla Alparslan’ın boynuna iyice dolanmış olan Bade korku dolu gözlerle kapıdaki bu adama bakıyordu. Alparslan bu çığlığın nedenini öğrenmek için arkasını döndüğünde, “Lan!” diyerek ileri atıldı. Bade kısacık tişört ile ortada kalırken Tuğrul hâlâ ortama bakmakla meşguldü. Teslim oluyorum der gibi kollarını yukarı kaldırmıştı Tuğrul. “Lan kapı kilitliydi nasıl açtın?” “Bu oda benim de odam ya hani Balatürk.” Diye makul bir cevap verdi Tuğrul. Gözleri hâlâ Bade’deydi. Bu kadın da kimdi? Nereden çıkmıştı? Böylesine sinir küpü ve uyuz adamı kim çekerdi de onunla birlikteydi diye düşündü. Alparslan Tuğrul’un nereye baktığını öğrenmek adına kafasını çevirdiğinde karşılaştığı şey Bade ve üzerindeki tişörtü oldu. “Sıçarım böyle işe,” diyerek Bade’ye siper olmak için göğsünü ona dönerken başını arkaya çevirip, “Sapık mısın sen lan?! Dön önüne bakma! Defol çık odadan. Bekle biraz.” Diye bağırmaya başladı. “Dengesiz, akılsız! Madem uygunsuz bir görüntü ile karşılaştın ne diye öküz gibi bakıyorsun? Çık git lan işte!” “Nereden bileyim ben hâlâ burada olduğunu? Gitmiştir sandım. Burası benim de odam, bunu unutmadan ne yapıyorsan yap!” diyerek kapıyı çekip dışarı çıktı Tuğrul. “Ben nasıl bir damga yedim Allah’ım,” diyerek gözleri yine dolan Bade’ye Alparslan “Şhh, başlama yine n’olur!” diye telkinlerle el atmıştı bile. “Hâlime bak ya...” “Densiz herif! Bir de bakmaya devam ediyor. Oyacağım gözlerini.” “Onun bir suçu yok ki! Odasıymış burası onun. Adamı da yatağından ettim.” Bade konuşmaya devam ederken Alparslan dolaptan en küçük olan eşofmanlarından birini çıkarttı. Bu küçük olan eşofmanın içine beş tane Bade girebilirdi. “Al bunu giy sonra odana geçersin.” “Tamam,” dedikten sonra ekledi. “Bak eğer adın ‘Odaya kız atan Alparslan’a çıkarsa suçu bana atarsın. Zaten burada geçiciyim.” Bu söze sinirlenmişti Alparslan. “Ne saçmalıyorsun Bade? Sonra millet seni konuşsun. Senin adını burada bir erkeğin ağzından duyarsam hepsini bu odaya gömerim.” dedikten sonra bir hışımla odadan çıktı. Elinde eşofman ile abal abal kapıya bakan Bade’ydi. “Az önce o beni kıskandı mı?” diye kendi kendine teyit ederken ellerini duman dağıtır gibi etrafa salladı. “Yok yok! Niye kıskansın canım.” Üzerini değiştirmek üzere banyoya geçti. Kapıda sinirle bekleyen Tuğrul, Alparslan’ın odadan çıkması ile göz devirdi. Haklıydı. Ama oyun bozan bir çocuk gibi göz devirişine Alparslan da anlam verememişti. Odasının işgal edilmesi ve oradan kovulması gururuna dokunmuş olabilirdi. Odadan çıkan bu hödük bile kız arkadaş edindiyse kendisinin de hayli hayli edinmesi gerekirdi. Ama bunun için kıskançlık yapacak değildi. “Kusura bakma oğlum odanı işgal ettim ama sen de ne diye bakıp duruyorsun kıza? Zaten utancından yeterince mahçup.” “Onu odaya girmeden önce düşünecekti.” diye dobraca bir cevap verdi. “Bak kızın yanında da böyle mal mal konuşma sakın. Kustu elbisesine, bende kıyafetimi verdim. Akşam kötüydü. Üstüne gidip saçma sapan konuşma sakın.” Alparslan’ın bu hallerine alışık olmayan Tuğrul otuz iki dişiyle sırıttığında aklına daha da bir tilkilik gelmişti. Yalım’ın odasına gitmesini söyleyen tilkilikler. “Mal mal gülme lan sıçtırtma şarap çanağına!” diye arkasından bağıran Alparslan’ı duymamazlıktan gelip pat diye Yalım’ın odaya daldı. Hâlâ ana kuzusu gibi uyuyordu. Masasının üstündeki sürahiyi alıp hiç sorgulamadan kafasından aşağıya boşalttı. Refleksle kendini aşağıya atıp yüzündeki suyu sıyırdı Yalım. “Ne oluyor lan!” “Komutanına lan deme lan! Ben sana demedim mi sabah seni suda boğarak uyandırırım diye. Dua et su buz gibi değildi.” diyerek sinsi sırıtışını suratına yaydı yine Tuğrul. Nihayetinde tüm koridor gürültüyle uyanmıştı. Kimisi yataktan diğerinin üstüne yuvarlanarak uyandı kimisi su ile ıslatılarak. Bir diğeri koridordaki seslerle ayağa dikildi öteki hatırlamadığı bir gece ve yabancı bir odayla. Hayatın tüm endişe ve telaşı bir yana Kayı Filo aylardır böyleydi. Birbirlerine bağırıp çağıran ama birleşince arkalarını kollayan bir timdi. Araya ufak tefek misafirler dahil olmuştu. Dün gece telefonlarına gelen mesajlardan habersiz uyumuşlardı. Bugün onların günüydü. Asil Tuna ve İbrahim Komutan’ın önemli konuşmaları vardı. Bu sabahı toplantı ve kahvaltı sabahı ilan etmişlerdi. Kocaman uzun bir sofra kuruldu. Islatma törenlerinden sonra bir iki gün böyle geçerdi. Ama bu seferki benzersiz bir hâle gelmişti. Aile gibi birleşip böyle bir karar vermişlerdi. Köstebek Operasyonu her hâliyle enine boyuna tartışılmalıydı. Artık düşmanları da dişliydi kendileri de. Geçmişteki hatalar ve kayıplar yapılmamalıydı. Çünkü kaybedilecek bağlar henüz oluşmamıştı.
🗝️🕯️
🖋️ Ay merhaba kuzucuklar! Gözlerim biberr gibi yanıyor. Sabah kalkıp üniversiteye gitmek ne kadar zormuş be. 4 vesait ile gidiyorum pestilim çıkıyor. Ama ne kadar yorgun olsam da bölüm yazmayı seviyorum. Her akşam 1 saatimi bile buna ayırabiliyorsam benden mutlusu yoktur. Burası benim hayal âlemim. Zaten hayalperest bir insanım, uçlarda yaşamayı seviyorum duygularımı. Umarım beğenirsiniz. Bolca seviyorum sizi. Sağlıcakla kalın! 🍃
|
0% |