Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BÖLÜM 1: KRALİYET SENFONİSİ

@bandaidhan

İlk öncelikle merhaba. Bu platformda yayımladığım ilk kurgu olmakla beraber, aklıma düşen ikinci kurgum. İlk kurgumu yayımlamak istemedim bu kurgumu yazmak, yayımlamak beni şu an ki dönemim de daha iyi hissettirdi, heyecanlandırdı. Çünkü aklıma düşen ilk kurgum, bu kurguma göre daha çok depresif. Her neyse burayı çok uzatmak istemiyorum. Eğer kurgumu arkadaşlarım haricinde okuyan kişi olursa ki ne mutlu bana, düşüncelerini yorumlarda yazmanı çok isterim. Bu kurguyu sevmezsen de lütfen saygıyla dile getirmeni istiyorum.

Bu kurguda geçen kraliyet, FBI, kişiler ve olaylar tamamı ile hayal ürünüdür. Kurguda ki kalın yazılar Fransızca, ince yazılar ise Türkçe söylenmektedir.

 

Milla's Dream - Parov Stelar

 

O ruh mütemadiyen sende varken geceleri sadece bir cesedi düşlüyorsun.

Fransız kralı elindeki fırçanın ucunu bordo ve siyahın birleştiği o kısımda yavaşça dolaştırdı. Parmaklarını büküp fırçayı sımsıkı tutarken, gözlerini tuval de çizdiği o resimde gezdirdi. Gözlerini kırpmadan parmaklarının hareketlerini izliyordu. Pür dikkat boyanın o bıraktığı ince hatları seyre dalıyordu. Fırçanın ucu başka bir renge boyanıyordu ve tuval tamamlanıyordu.

Bir kral en yüce eserini, kendi zihnini resmediyordu. Dışarıda esen rüzgar kulaklarını sağır ediyordu. Kuru dudakları heyecanla aralanıyordu çünkü bitiyordu son bir renk ve son çizgiler. Son. Lekeli parmak uçları hizmetlilerin hemen çağırsa tertemiz hale döndüreceği o lekeli parmaklarını iğrenmeden aynalara gösteriyordu. Fransız kralı duraksadığında dudakları daha çok aralandı ve gür bir kahka attı. Bu beklenmedik ses, sessizliği bile irkiltti. Başı geriye doğru gittiğinde başının üstündeki taç yere düştü ve zeminde yuvarlanıp durdu. Kral tacını düşürmüştü, kral ruhunu resmetmek isterken bütün zihnini kusmuştu. Kuru dudakları gülüşünü sonlandırdığında fırça da cansız ellerinden kayıp düştü. Etraf kırmızıya boyandı, gözler de ebediyen küs kaldılar. Kral ciğerindeki o nefesi verdi.

Son.

Sırtımı dik tuttum ve parmaklarım arasındaki kahveden bir yudum içtim. Ensemdeki topuzumdan firar eden saçların yanaklarıma çarpıp beni huylandırırken karşımda oturan anneme baktım. "Sonunda oluyor," dedim tebessüm ederek. "Evlenecekler."

Annem benim aksine başını olumlu anlamda salladı. "Yıllardır bu günü bekliyordu, " demekle yetindi. Kısa ve öz. Annem hep kısa ve öz konuşan bir kadındı. Tüllü eldivenlerimi çıkarttım ve önümdeki küçük masaya koydum. "Çabaladılar. Çabaladılar ve başardılar anne. Bizim aksimize. Şimdi keyif çayı içiyorsun." Sesimdeki o saklanmaz alayı iyi bir şekilde anlamıştı ama o bu halime aldırmadı. "Çay değil Valerie. Ihlamur içiyorum."

Valerie.

Dudaklarım kıvrıldı. Gözlerimi bir saniye dahi onun koyu kahverengi gözlerinden çekemedim. "Ne için içiyorsun o ıhlamuru? Abimin cesaretine mi?" Annem beyaz fincanı dudaklarından ayırdı. "Sadece içiyordum her şeye bir anlam yükleme. Her şeye bir anlam ekiyorsun o ektiğin kuruyup çürüyecek diye korkmuyorsun. Sadece bir bardak ıhlamur. Bu kadar." Sesi naifti. Gözlerimi arkasında kalan saraya diktim. Bir şey demedim sadece başımı salladım. Ne zamandır burada oturuyordum bilmiyordum. Saat erken vakitte kahvaltı edilmişti ve annemi tek başına görünce yanına gelmiştim. Bahçede kahve veya çay içmek için koyulmuş olan kaliteli ve orta boy da ki masa da oturuyorduk. Sadece kahve içmek için sarayın bahçesindeydim. İçtiğim yudumlar beni iyice susatmıştı.

Yudumlar mı yumrular mı?

Oturduğum yerden kalktım. Annemin gözleri beni takip ediyordu. "İzninle yarın için hazırlık yapmam gerekiyor," dedim sakince izin isteyerek. O fincanından ki yudumu içtiğinde "Peki, " demekle yetindi. Tek kelimeler, istenilen cevaplar ve yüklenen büyük anlamlar. Çok anlam yükleme Valerie. Çürüyüp giderse geride ne o güzel koku kalır ne de o toprak.

Masadaki eldivenleri parmaklarımdan geçirdim ve bahçeden çıkıp sarayın büyük ihtişamlı açık kapısından girdim. Topuklu ayakkabılar çok ses çıkartmasın diye adımlarım baskındı bir yanda da yavaştı. Sarayın girişinden sonra iki yana doğru uzanan beyaz merdivenler vardı. Duvarlar da aile yadigarı tuvallerle doluydu. İhtişamlı avizeler aşağıya doğru sarkıyordu. Zeminin parlaklığı ayna gibiydi. Sol merdivene yöneleceğim sırada, "Val!" diye bağırarak bana koşan küçük kıza döndüm. Küçük bacaklarıyla nefes nefese bana doğru koştu ve bacaklarıma kollarını sarıp, kafasını kaldırdı. Hızlı nefesleri arasından "Yardım et bana!" dedi. Onun bu haline sırıttım. Yanakları elma gibi kızarmıştı ve küçük saçları terlemişti. Elimi kaldırıp, başına koydum. Parmaklarımla saçlarını geriye doğru taradım.

"Yine kimden kaçıyorsun?" dedim sesimi kısık tutarak. Anais gözlerini irice açtı ve bir sır verir gibi, "Robin denen o hayduttan. Beni bulduğu an bu sarayın en tepesinden atacağını söyledi. Arkasını bile bakmadan gidecekmiş. Kraliçeden de hiç korkmuyor," dedi sesindeki o abartıyla. Kendimi tutamayarak güldüm. Saçlarındaki parmaklarım kızarmış yanağına gitti. "Anais," dedim serzenişte bulunarak. Gülmem bile hataydı. Bu tarz kelimeler etmesi onun zararınaydı. "Nereden öğrendin bu lafları? Bir daha söyleme. Özellikle kraliçe hakkında korkunç deme. Hiç kimseye." Anais kollarını bacaklarımdan ayırdı ve birkaç adım geriye çekildi. "Ama bunu Robin dedi." Gözleri beyaz rugan ayakkabılarına indi ve küçük ellerini yumruk yaptı. "Ondan intikam alacağım," dedi kararlılıkla. "Ona bu ülkedeki en iğrenç şeyleri yedireceğim."

Tekrar gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Anaise doğru eğildim. "Sana küçük bir şartla yardım edebilirim," dedim. Eğdiği kafasını hızla kaldırdı ve ses tonunu hiç bozmadan, "Lütfen Val yardım et. Eğer sen yardım edersen sana dünyanın en iyi kreplerinden veririm." Kafamı yana doğru eğdim ve düşünür gibi yaptım. "Nasıl bulacakmışsın o dünyanın en iyi kreplerini?" Anais hiç düşünmeden, "Robin'in biriktirdiği harçlıklardan!" diye bağırdı. Kafamı eğip sesli bir nefes verdim ve tekrar kafamı kaldırıp Anais'e baktım. "Şimdi seninle bir konuda anlaşacağız. İlk öncelikle Robin'in hiçbir şeyini çalma bu tamamen bir suç. İkinci olarak ise kötü kelimeler etmemelisin. Eğer edersen sen suçsuzsan bile suçlu duruma düşersin. Özellikle Kraliçe hakkında kimsenin yanında kötü şeyler söyleme. Çünkü o herkes tarafından saygı duyulan birisi. Biz de saygı duymalıyız." Anais beni dikkatlice dinlerken cümlemi devam ettirdim. "Eğer bunları yapmazsan sana yardı-" Olduğu yerde zıpladı ve iki elini birleştirip, çenesinin altına yerleştirdi.

"Tamam Valerie. Kabul ediyorum." Kafamı olumlu bir şekilde salladım. Eski halime dönüp doğruldum. "Büyük piyanonun olduğu odanın değil tam yan odasına saklan. Robin seni-" Sözüm tekrar bölündü. Bunu bölen ise Robin'in sinirli bağırışıydı. "Seni bulursam Eyfel Kulesinden aşağıya atacağım!" Anais korkuyla yanımdan kaçarak uzaklaştı. Arkasından ona baktım Bu kız ne kadarda hızlı koşuyordu. Robin'in sesi gittikçe yaklaştı ve ilerideki koridorda hızlı adımlarla gelen Robin'i gördüm.

"Valerie abla, Anais nerede gördün mü onu?" Saçları dağılmış bir şekilde önümde duran Robin'e baktım. Arkamdaki koridoru işaret ettim. "Şu taraftan gitti. Bana piyano odasında saklanacağını söyledi." Robin zafer kazanmış gibi gülümsedi. "Teşekkürler!" dedi ve o da hızlı adımlarla koridorda ilerledi.

Küçük bir yalandan zarar gelmezdi.

Soldaki merdivenlere yöneldim ve basamakları çıkıp, dümdüz ilerledim. Saray çok büyüktü ve küçükken odamı bulmakta bazen zorlanırdım. Hep yanlış odaların kapılarını açardım. Kilit vurulmamış kapıları.

Odamın önüne geldiğimde kapımı açacağım sırada, "Valerie," diye seslenen abime bakmadan odamın kapısını açıp, içeriye girdim. Ardımdaki kapıyı açık bıraktım. Abim odama girdi ve kapıyı kapattı. "Hala surat mı asıyorsun? Cidden mi?" dedi sesindeki bıkkınlık sakin olan sinirimi harlıyordu. Yüzümdeki ifadesizlikle ona döndüm. "Ne yapmamı bekliyorsun? Sana verilen bu şansı kullan ve eğlen. Birazdan düğün organize şirketi gelir." Adımlarım ebeveyn lavabosuna gidecekken hızla önüme geçti. "Sadece benim bu şansım da yanımda ol isterdim."

Yüzüne bakmadım. Gözlerim önümdeki kapıdaydı. "Yanındayım," dedim sakince. Abim mavi gözlerini yüzümde dolaştırdı. "Yanımda değilsin. Biliyorum hatalıyım ama bu şans ikinci kez gelemezdi. Dün çok kez özür diledim şimdi de dileyeceksem dilerim. Ama böyle surat asmanı istemiyorum."

Bir kelimenin kırılan parçanın iyi edeceğini sanıyordu.

Dudaklarım genişçe gülümsedi. Gözlerimi abime çevirdim. "Gülümsüyorum. Eğer isteklerin bittiyse..." Yanından geçtim ve lavabonun kapısını açıp, içeriye girdim. Abimin sesli bir şekilde sıkıntılı nefes verdiği duydum. Sırtımı kapıya yasladım, gitmesini bekledim. Kapının açılıp, kapanma sesini duydum ve sırtımı yasladığım yerden ayırdım. Lavabonun önüne yürüdüm karşımdaki aynaya baktım. Tertemiz cildim, kumral saçlarım ve abimin aksine açık mavi gözlerim vardı. Parmaklarımla alnıma dokundum çeneme doğru baskı yaparak ilerledim. Kafamı yana çevirip çene hattıma baktım. Elimi indirip kulağımdaki inci küpeleri çıkarttım. Üstümdeki açık mavi elbiseyi ve çamaşırlarımı da çıkarttıktan sonra da saçlarım arasındaki tokayı lavaboya koydum. Uzunca bir duş aldım ve bornozuma sarındım. Uzun beyaz mermerde duran inci küpelerimi taktım odama geri döndüm.

Dışarıda duyduğum yabancı seslerle cama doğru ilerledim. Büyük bahçedeki masalar kalkmıştı onun yerine daha farklı masalar koyuluyordu. Abim ve annem bahçedeydiler. Karşılıklı konuşuyordular. Abim üstündeki ceketi çıkartmış polo yakalı bir tişörtleydi. Gergin olduğu uzaktan bile belliydi. Umursamadan makyaj masama oturdum ve elime aldığım kremi yüzüme sıktım. Kremi yüzüme yaydıktan sonra saçlarımı taradım. Gardıroptan krem renkli düz dizde biten elbiseyi aldım.

Sadece beyaz renkli giysiler, sadece beyaz tokalar, sadece beyaz mücevherler.

Üstümü giyindikten sonra çalışma masama ilerledim. Çevirisini yaptığım İngilizce kitabı açtım. Saatlerce kelimeleri araştırdım sayfaların çevirisini yaptım. Beğendiğim kısımları defterime not aldım. Odamın kapısı asla çalınmadı ve ben bana yasaklananı saatlerce yaptım. Kural ihlali yaptığımı kraliçe duysa ne yapardı acaba? Parmaklarım arasındaki kalem yazmayı durdu ve birkaç saniye düşündü. Bilemiyordum.

Kraliçeler zalimdir. Taçları ise ağırdır. Sözleri ağır hükümlü, dilleri zehirdir. Cümleleri idamdır çünkü o ipi doladıklarında, o nefesi vermediğin sürece seni bırakmazlar.

Yazmaya geri döndüğümde saat 14.00 idi. Oturduğum yerden kalktım. Okulda ki önemli kitaplarım için kullandığım çantayı masamın yanından aldım ve kucağıma koydum. Bugün ki programımdaki derslerin kitaplarını yerleştirdim. Üstümdeki elbiseyi çıkarttım ve altıma bol bir uzun, ince etek giyindim. Beli bol geldiği için aynı renkte bir kemer taktım. Üstüme aynı şekilde bol bir gömlek giyindim. Gömleğin kolları dahi boldu ve bu en iyisiydi. Kötü kısım ise ayağıma geçirdiğim krem scarpin topuklu ayakkabılardı. Aynanın karşısında geçtiğim de asıl sorun burada başlıyordu. Yüzüme abartılı olmayacak bir şekilde sade bir makyaj yaptım ama makyajım bittiğinde aynaya baktığım o saniye de makyajı sildim. Yüzümü temiz bir sabunla yıkadım ve saate baktım.

14.30

Dudaklarım sinirle aralandı. Derse geç kalacaktım. Bunu fark etmemle kapım tıklatıldı. "Girin," dedim stabil ses tonuyla. Panik olduğumu belli etmek istemiyordum bu yüzden nemlendirici kremimi aldım ve kapıya bakmadan nemlendiriciyi yüzüme sürdüm. "Efendim, şoför Roman sizi bekliyor," dedi gelen kişi. Gözlerimi aynadan çekmeden, "İki dakikaya geldiğimi söyle," dedim ve kapı bunu dememle kapandı. Elimdeki nemlendirici kremi sinirle masaya koydum. Siyah güneş gözlüğümü elime aldım ve çantamı omzuma takıp, odamdan çıktım. Hızlı adımlarla merdivenlere ilerledim. Kimseye görünmeden gitmek isterken adım attıkça artan insan sesleriyle bunun imkansız olduğunu anlamıştım.

Gözlüğümü yavaşça taktım ve sırtımı dikleştirdim. Merdivenlerden aşağıya inerken etrafta koşuşturan insanları ve onlara emir veren Thomas'ı gördüm. Thomas en eski ve sadık dost denilen o kişiydi. Kraliçenin, Kralın bu ailenin eskilerindendi ve kendini bu saraya adamıştı. İşi sadece düzeni sağlamaktı. Ona bakarken nefesim kesiliyordu. Bunun sebebini bilmiyordum üstünde de çok düşünmek istemediğim için arkasından geçerken, "İyi günler bayım," dedim hafif yüksek bir sesle. Kafasını çevirdiğinde beni gördüğünde sert, kırışık yüz hatları yumuşadı. "İyi günler dilerim Valeri Hanım."

Sesi ardımda kaldığında Roman'ın beni görmesi bir oldu. Ön kapıdan uzaklaştım. Roman arabanın kapısını açtı. Açtığı kapıdan içeriye geçtim ve Roman kapıyı kapatıp, şoför kısmına oturdu. Araba çalıştığında saray gözlerimin önünde değildi. Sarayın yüksek demir kapısı açıldı ve Roman sarayın dışına doğru arabayı sürmeye başladı. Sessiz geçen zaman zarfında caddedeki, restorantlarda kahka atan insanları, sokakta gölgelik yerlerde uyuyan tek tük kedileri seyrettim. Hiçbir şey düşünmek istemedim. Bu yüzden hep seyrettim.

Bu yüzden hep boyun eğdim.

"Geldik efendim." Roman'ın sesiyle ona döndüm. Roman kapımı açmak için arabadan çıktı ve kapımı açtığında, "Sağol Roman," dedim sadece. Eğitim gördüğüm yer ünlü bir okuldu fakat en zoru ise yüksek bir puanla alınıyordu ve eğitim disiplini yüksekti. Arabadan dışarıya çıktım, okul kapısından içeriye girdim. Herkesin gözünün üstümde olduğunu tüm hücrelerimde hissediyordum. Bunu sağlayan şey saray ve kraliyetti. Benim burada bir yerim yoktu. Haberler, paralar ve taçlar.

Flaşlar patladığında görünürdünüz.

Üniversiteden içeriye girdiğimde saate baktım. 14.55 idi. Dersimin başlamasına 5 dakika kalmıştı. Hızlı adımlarla amfiye girdim. Orta kısımlarda boş bulduğum bir kısma geçtim. Çantamdan çevirisini yaptığım kitabı çıkarttığım sırada yanıma birisi oturdu. Kafamı çevirdiğimde tanımadığım birisi olduğunu fark ettim. Saçları iki yanından dökülüyordu ve ağır parfüm kokusu burnumun ucu acıtıyordu. Bu tarz kokular hep başımı ağrıtırdı. Şimdi bir de baş ağrısı çekecektim.

Yüz ifademi bozmadan önüme döndüm. Ders bir saat sürmüştü ve amfiden çıktığımda şakaklarımda ağrı vardı. Bitki çayı içme isteğiyle doluydum bu yüzden kantinden hızla bitki çayı aldım ve insanların ben yanlarından geçtiğim saniyesinde konuşmaları kulaklarımı tırmaladığı sırada bana doğru gelen Can ile elimi selam vermek amacıyla kaldırdım. Can Türk'tü ve bu üniversite sayesinden tanıştığım iyi bir dostumdu. Simsiyah saçları ve simsiyah gözleri vardı. Teni kumraldı.

"Tünaydınlar Kraliçe," dedi gülümseyerek. Bu dediği komiğime gittiği için bende gülümdüm. "Yedek Kraliçe demek istedin galiba," dedim sesimdeki alayla. Dumanı tüten çaydan bir yudum aldım. Adımlarım hep oturduğumuz yere doğru giderken o da arkamdan ilerliyordu. "Yedeksen de Kraliçesin. Önemli olan cümlemin sonundaki kelime Valerie." Kafamı bana yetişmeye çalışan Can'a çevirdim. "O kelimeyi bir daha söylersen bu çaya yazık ederim ve birkaç hafta sıcak çay acısıyla dolaşırsın." Sesimde tehdit yoktu blöf yapıyordum. Can bunu bildiği için sırıttı. Bahçedeki banklara geçtik ve oturduk.

"Anlaşılan bugün yine kaoslu bir güne başladın." Can elindeki cam şişeden su içti sırada "Abim yarın evleniyor," dedim sakince. Yan tarafımdan hızla dökülen su sesiyle kafamı Can'a çevirdim. Sular çenesinden damla damla dökülüyordu. "Ne?" dedi hayretle.

Bacak üstüne attım ve çayımdan yudumladım. "Duydun işte. Yarın evleniyorlar. Sizinkilere davet gitmiştir bile." Can'ın bakışlarını sağ çehremde hissediyordum ve eminim ki ağzı şoktan açık bir şekilde bu halime açık bir şekilde tavrıma bakıyordu. "Nasıl oldu bu? Hani imkansızdı. Haberlere bi-" Kafamı ona çevirdim. "Haberler bir sikim bilmeden yazıp çiziyor zaten." Ettiğim küfür yüzünden gözlerimi sinirle yumdum. Can bu halime seslice kıkırdadı. "Seni en son küfür ederken gördüğümde bir kitap çevirisinde kelimenin anlamını yanlış bulduğundaydı. Eğer şimdi de ediyorsan olay cidden senin sabrını zorlamıştır demektir."

Kafesin parmaklıkları bile aydınlığa ket vururdu. Bir insanın hayatına vurmak nasıl bir histi? Sana verilen dilin yetersiz kalışı, hiçliği dolduramayan bir vücuttan farksızdım. Flaşlar patlardı ruhumda. Gözüken ise sadece pahalı kıyafetlerimdi.

"Abim bunun için çok çabaladı. Şimdi ise istediği oluyor," demekle yetindim. Can sırtını banka yasladı ve cam şişenin kapağını kapattı. "Ama sen..." Onun sözü tamamlanmadığında omuz silktim. "Ne önemi kaldı ki?" dedim. "Hiç." Duygularım maskemden taşmak isterken ben sadece yutkunmakla yetindim.

"Yarın saraya geleceğim," dedi Can. Sesindeki hırs beni ona dönmemi sağladı. "Senin şu psikopat kuzenin Robin ne diyordu? Eyfel kulesinden sallandıracağım hepsini! Bende aynı şekilde ilk önce o abinden başlayacağım." Ciddi bir şey diyeceğini sanarken onun dalga geçmesiyle dudaklarımdan sinirli bir gülüş firar etti. Kafamı iki yana sallarken, "Of Can!" dedim sitemle. Omzumda bir el hissettim. "Sıkma canını daha genç bir kızsın elbet sana zaman gelecek," dedi bu sefer sesindeki anlayışla.

O zaman geldiğinde bende yaşıyor olacak mıydım?

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Umarım," dedim. Umarım. Soğumuş çayımın son yudumu da içtim de diğer dersimin başlamasına yarım saat kala Can'ın yanından ayrıldım. Tekrar üniversitenin içerisinde girdiğimde beni gören çevirmenlik eğitimimi veren hocam "Valerie," dedi sıkıntılı ses tonuyla.

Bu durumu anlayamadığım için, "Efendim hocam?" dedim düz tutmaya çalıştığım sesimle. Hocam eliyle koridoru işaret etti. "Odama gidelim orada konuşuruz," dedi. Normalde ayaküstü konuştuğum hocamın bir an da odasına çağırmasıyla endişe bir virüs gibi zihnime sızmaya başladı. Diğer insanlara bu endişemi göstermeden hocamın arkasından ilerledim ve odasının kapısını açtığında masanın karşısında oturan kişiyle kaşlarım çatıldı. Bu kişi amfide yanıma oturan kişiydi. Hocam, "Geç otur lütfen," dedi. Dediğini yaptım ve karşısında boş olan yere geçip, oturdum.

"Konuyu uzatmayacağım. Benden istediğin bir çeviri vardı; Othello. Ve onun teslimi dün verilmedi. Bugün ise senden kitabın çevirisini almalıyım," dedi gözündeki gözlüğünü çıkartıp, masasına koyarken. Kulaklarımda şiddetli bir basınç hissettim. Bu basınçla beraber yüzüme bir yastığın bastırıldığında verdiği o nefes kesiciliği eklendiği sırada, "Bir dakika," dedim keskince. Çantamı kucağıma aldım ve içinde programlarımı yazdığım defterimi alıp içini açtım. Parmaklarım yazılı sayfalarını çevirirken Othello yazını gördüğüm kısımda durakladım. Tarihin alınışını ve telim ediliş tarihlerine baktım.

Gördüğüm tarihle nefesim hızlandı. Baş parmağım 1 Haziran yazısının üstündeydi. Benim bu kitabı alış tarihim ise 1 ay öncesine dayanıyordu. Başımı yavaşça kaldırdım. "Ben..." dedim takılmadan konuşmak için kuruyan boğazımı temizledim. "Bunu sizden isteyen benim hatta bunun için peşinizden birkaç gün bile koştuğumu biliyorsunuz. Fakat ben...Unuttum yani nasıl unuttum bilemiyorum nasıl böyle bir hata yaptığımı bilmiyorum." Bakışlarım, göz bebeklerim telaşın çanlarını çalmaya başladığında, "Beni tanıyorsunuz hocam böyle bir şey asla yapmam. Eğer izin verirseniz tamamlayıp iki gün içinde-" John hocam ise eliyle yan koltukta oturan kişiyi gösterdi. "Valerie bunu bitirmen için sana 1 ay verdim dediğin gibi bunu benden sen istedin üstelik isterken çok hırslıydın bunu yapacağını o an anlamıştım fakat şimdi senin kadar bende şaşkınım. Unutman büyük bir hata çeviriyi basıma vereceğiz. Ve bizim verdiğimiz tarihi değiştirmemiz imkansız her şey planlı olmalı."

Bütün dikkatimi John hocamın dediklerine verdiğim sıra da, "Daha fazla sıkma canını. Çünkü Leo sayesinde bu çeviri vaktinde basıma verebileceğiz." Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Önümdeki defteri sesli bir şekilde kapattım. "Anlayamadım?" dedim bakışlarımı eliyle gösterdiği kişiye çevirdiğimde Leo başıyla bana selam verdi.

Onun kafasını kopartma isteğim beni zorlarken diğer yandan yaptığım büyük hatam beni derin bir utanca itiyordu. "Bana söylemedi. Kendisi de bu çeviriyi yapıyormuş. İlk başta bana sorduğunda senin çevirini alacağımı söyledim. Ama o son güne kadar vazgeçmedi. Tıpkı senin gibi," dedi hocam keyifle gülerken. Bu gülüş sanki bir alevin parmak uçlarımdan ilerleyip bütün vücudumu ısıttığı gibi beni sarmaladı.

En çok istediğim şeyi nasıl unutabilmiştim? Aklım, düşüncelerim neredeydi? Nerede?

"Umarım basımdan sonra Valerie okuyabilirsin. Çevirisi benim için büyük bir zevkti." Donuk bakışlarım Leo denen kişiye döndü. İnce dudaklarındaki hafif sırıtış beni de gülümsetti. Bu gülümsemeyi son kalan sakin yanımla yaparken, "İzninizle," dedim daha fazla kalamayarak. "Derse geç kalacağım." Hocam, "Tabi," dedi izni vererek.

Oturduğum yerden kalktığımda, sırtımı dönüp odadan çıktığım da alt dudağımı hırsla ısırdım. Topuklu ayakkabımın tıkırtısı geçtiğim yerde çınlarken okul tuvaletinin kapısını tek elimle açtım. İçeriye girdiğimde, kimseye görmediğimde mermer tezgahtaki boş yere çantamı sinirle attım. Ellerim saçlarımın diplerini sıkıca kavradı. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Nefeslerimin arasından. "Nasıl böyle bir hata yaparım? Aptal! Aptal! Nasıl yaparsın?" Saç diplerimin acısını önemsemen daha sert asıldım. Sesim bir fısıltıdan ibaretti. "Bu şansı da kaçırdın. Avuçlarından kayıp gitti. Daha dikkatli olmalıydım. Bunu da kaçırdın," dedim kısıkça dudaklarım arasında cümleleri sayıklayarak. Gözlerimi hırsla açtım. Aynaya baktım.

"Herhangi birisi bile senin yaptığın bu hatayı yapmazdı. Bir şeyi de becer. Yap artık. En küçük bir şeyi dahi yap!" Ellerimi indirdim ve musluğun suyunu açtım. Ellerimi sertçe yıkadım. Saçımı parmak uçlarımla düzeltmeye çalıştım. Çantamı bıraktığım yerden aldım. Telefondan saate baktığımda dersin başlamasına on dakika kaldığını gördüm. Derslerimi aksatamazdım bunu yapamazdım bu yüzden diğer dersimin olacağı amfiye ilerledim. Geride bıraktığım her bir gözün sırtımda ağırdı ya da söyledikleri her lafın maskemden sızması, geceleri gözümdeki uykuları kaçırdığı geceler çoktu. Amfiye girdiğimde az kişinin olduğunu gördüm. Arkalara geçtim ve boş yere oturdum. Telefonuma gelen bildirim sesiyle telefonumu elime aldım.

Abin cidden evleniyor mu? mesajı ve ardından gelen haberlerin fotoğrafını atan Zoe'ye gözlerimi devirdim. Zoe okulda tanıştığım diğer bir arkadaşımdı. Benim kadar tanınan birisiydi fakat onun tanınması dışa dönük yapısı sayesindeydi. Mesajına sadece evet yazdım. Zoe cevap verdiğim an hızla geri mesaj attı. Oha!!!!!

"Merhaba," duyduğum sesle bakışlarımı telefondan çektim. Gördüğüm kişiyle yüzüm gerildi. Leo yanıma oturduğunda bu rahat tavrı beni dinmeyen sinirimi harlıyordu. "Pardon?" dedim sesimdeki hayretle. Leo oturduğu yerden doğrulup, bana döndü. "Derslerimiz aynı," dedi. Kafamı salladım. "Fark ettim. Fakat bu yanıma oturacağın anlamına nasıl geliyor?"

Leo, "Bu tavrın daha demin yaşanan şeyden dolayı mı?" Onun şey diye bahsettiği olay benim için ne kadar önem taşıdığını bilmiyordu. Yalan söyle. "Hayır," dedim tek seferde. "Kitabın çevirisini unuttum. Dolu dolu kitap var elbet çevirisini tamamlar veririm. Ama senin yanımda oturman..." Yüzümü ona yaklaştırdım. Düz bir sesle, "Başka yere geç," dedim.

"Bu sinirin umarım kendinedir," dedi. Bu konuyu uzatmadan yanımdan kalktı ve ön kısımlara doğru ilerledi.

İnsanın kendine olan siniri başkasınkinden kat kat daha zararlıdır. Bir kibrit kadar sakin. Bir alev kadar can yakıcı. Bu ikisi arasındaki ince çizgi kadar.

Roman'ın açtığı kapıdan indiğim sırada güneş gökyüzünden yavaşça çekiliyordu. Sarayın içine girdiğim ve direkt odama gittim. Üstümdekileri çıkarttım. Kıyafetlerimin arasından düz bir elbise aldım. Giyindikten sonra ayağıma hafif topuklu ayakkabılarımı giyindim. Hareketlerim duraksamadan çantamdaki defterimi açtım. Hızla üstüne bu ay olacak çeviri kitabının adını yazdım. Defterimi kapattım. Parmaklarım arasındaki kalemi sıkarken gözümün önünden gitmeyen hatamı düşünüyordum. Hayır, düşünmüyordum sadece zihnim bunu atlatamıyordu ve her saniye bir yemek gibi ısıtılıp ısıtıp önüme koyuyordu.

Sıradaki kitabın siparişini Thomas'a vermeliydim. Odamdan vakit kaybetmeden çıktım. Merdivenlerden indim ve sağ tarafa doğru yürümeye başladım. Sarayın beyaz duvarlarındaki tablolar, cam kenarlarındaki beyaz çiçekler vardı. Bu çiçeklerin her birinin anlamı vardı. Kraliçe bunların anlamlarına değer vererek koydurmuştu ve görevli kişiler her gün bakımlarını yapıyordu.

Thomas'ın bu saatlerde nerede bulacağımı bildiğim için mutfağa doğru ilerledim. Mutfağa girmeden sesi kapı ardına taşıyordu. "Hızlı olun, yemek saatine çok az bir vakit kaldı. Clara o yemeğin tuzunu iyi ayarla. Dün hafif tuzluydu. Her şeyi orantılı yapın."

Mutfağın aralık kapısından girmeden sırtı bana dönük olan Thomas'a seslendim. "Thomas." Mutfaktaki hizmetçiler ve aşçılar sesimi duyduklarındaki yaptıkları işi saniyesine durdular. Thomas hızla bana döndü. Göz kenarlarının kırışıklıklarını belli edecek derecede tebessüm etti. "Buyurun Valeri Hanım." Adımları mutfağın dışına doğru geldiğinde mutfak kapısını kapattım. Elimdeki kağıdı Thomas'a uzattım. "Bu kitabın siparişini verir misin?" Thomas elimdeki kağıdı aldı ve kağıda birkaç dakika baktı. Yaşı ilerlediği için okumakta birkaç dakika güçlük çekiyordu. Kafasını kağıttan kaldırmadan, "Alırım," dedi. Gülümseyerek, "Teşekkür ederim," dedim.

"Ne demek."

Thomas'ın yanından ayrıldığımda arka bahçeye gitme isteğiyle adımlarım oraya yöneldi. Arka bahçenin kapısını araladım ve taşlı patikadan yürüdüm. Bugün yaşadığım hatanın emarelerini bu sarayın kapısından girdiğim an dışarıya atmıştım. Gizle. Burnuma sızan toprak kokusuyla çimlerin üstündeki masaya ilerledim. Görüşüme giren kişiyle genişçe gülümsedim. Çünkü onun için ne halde olursa olsun gülerdim. "Baba." Babam başını eğdiği gazeten kaldırdı. İnci gibi dizili dişlerini bana gösterecek derecede güldü. "Canım." Adımlarım hızlandı ve sandalyesinin arkasına geçip arkadan ona sarıldım. "Ne yapıyorsun burada?" Sarılmamı kısa tuttum ve karşısındaki sandalyeye oturdum.

"Annenin stresinden kaçıyordum," dedi yine anneme sataşarak. Bunu hep yapardı ve annem de karşılığını misliyle verirdi. Bu sataşmayı babam hemen keserdi çünkü her defasında ona kıyamadığını söylerdi.

Bu konu hakkında bir şey demedim. Babam gazetesini katlayıp masaya koydu. "Dün olanlar yüzünden abinle aran bozuk galiba. Ender'in ağzından laf zor alınıyor biliyorsun." Ender, abimin diğer adıydı. Annem Türk'tü bu yüzden abimin diğer adını Türkçe koymuşlardı.

Omuz silktim ve sırtımı sandalyeye yasladım. "Bir şey olmadı. Her şey yolunda. Senin dediğin gibi tıkırında ilerliyor." Sesimdeki düz tonlama babama kullandığım bir şey değildi bu yüzden babamın kaşları çatıldı. "Valerie," dedi kollarını masaya yaslayarak. Üstündeki gri ceketi bu hareketiyle gerildi. Siyah saçlarının, beyaza döndüğü birkaç tutamı alnına döküldü. "Ender'in hatalı olduğunu biliyorum. Onu savunmuyorum ama buradan başka bir hayat istediğini biliyorsun. Bir aile kurmak küçüklükten berili hayaliydi."

Bir aile ona yetememişti.

Kendimi abimle karşılaştırmak istemiyorum dedikçe en sonunda karşılaştırdığım noktada buluyordum.

Gece 12'den sonra, aynanın karşısında.

"Senin adını lekeleyecek her şeyi sildirdim. Gerekirse bir insanı dahi silerim yine de seni haksızlığa mahkum etmem." Babamın güçlü sesiyle elimi masanın üstündeki koluna koydum. "Biliyorum," dedim sessizce. "Biliyorum baba. Hatırlıyor musun iki yıl önce bana bilmek bazen yetmez demiştin, şimdi de yetmediği açıkça ortada," Elimi babamın kolundan çektim masaya koydum. "Yine de sorun olmadığını bilmeni istiyorum."

Sanki bunu demem babamın içine su serpmiş gibi gülümsedi.

İçimdeki o sorun mahzenini görme diye seni gülümsetiyorum. Ben ağlarken, sen gül istiyorum. Kendimi yok mu sayıyorum? Sorun değil baba.

"Sen küçükken de böyleydin Valerie. Yanımda hiç ağlamazdın. Tıpkı annen gibi güçlü durmak için benden gizlerdin," gözlerinin önüne küçüklüğüm gelmiş gibi bakışları bahçeye kaydı. Parmağıyla ileriyi işaret etti. "Şu heykelin tam önünde oturuyordun." Bahçenin ilerisinde eski heykele bakmak için kafamı çevirdim. Heykel bir kadındı. Dizlerinin üstündeydi ve iki elini yukarıya doğru dua eder gibi kaldırıyordu. Bu nimete şükür anlamına geliyordu.

"İstediğin kekten kalmadığı için ağlıyordun. Sana bu heykelin ne olduğunu anlattım da hep buraya geliyordun." Babamın bana bildiğim şeyleri anlatmasını sabırla dinliyordum. Gözlerim heykelin her bir zerresinde gezindi. Bizim olduğumuz yerden uzaktaydı ama o çocukluğumdan beridir var olan bir heykeldi bu yüzden parmaklarımla her bir karışını, gözlerimle her bir zerresini bildiğim halde bakmaya doyamıyordum. Babam kelimelerine devam ettiğinde, "Yanına abin gitmişti. Senin ağladığını camdan görmüş. Neden ağladığını sorduğunda kek kalmadığından dolayı nimet anaya şikayet ettiğini söylüyordun."

Sertçe yutkundum bakışlarımı babama çevirdim. Heykelin bir ismi yoktu o ismi ben küçükken söylüyordum bu saraya yayılmıştı ve herkes bu heykele nimet ana demeye başlamıştı. "Abin sana kek vereceğini dediğinde, ısrarla hayır diyordun." Babam yanağındaki gamzesini göstererek tebessüm etti. Abim o anımızda kekten vermek için çok ısrar etmişti. "Abine ağladığını kimse söylememesini söylemiştin. Ardından bir şart koşuluyla alacağını söylemişsin." Onun cümlesinin devamını ben getirdim. "Nimet anaya da kek vereceksin Philip."

Babamın tebessümü genişledi. "Sen küçükken bile merhametliydin Valerie," dedi babam şefkatli sesiyle. Bir şey diyemedim ve anlattığı şeyin devam etmesini bekledim. "Philip abi demediğin için sana sinirlenmişti. O sinirle sana kek vermeyeceğini söylediğinde nimet ana bana verir dedin. Abinse sana ben gibi abi veremez ama demişti."

Abimin egosu küçüklüğünden geliyordu. "Ender ondan sonrasını bana anlatmadı. Kerata istediğini anlatıyor bir cümlesini bitirmiyor ki..." dedi babam hayıflanarak.

Bu anlattığı anı da çok eksiklikler, çok gözyaşları ve bu gözyaşlarının büyüttüğü acı vardı. Bunu ne kendime anlatıyordum ne de aynadakine hiç kimseye. Sadece bunu mu?

Dudaklarım arasından yavaşça nefeslendim. Babam bir konudan konuştuğumuzda hep küçüklük anılarımızın konusu açardı. Şimdi hangi konudan bahsettiğini düşündüğüne emindim. Ve bu konuşmayı bir sonuca bağlayacağını bildiğim için susuyordum. Birkaç saniye duraksadı. "Sen ağladığında bile Valerie bunu gizlemesini abinden istedin." Bakışları durgunlaştı. "Bunu bizden saklamanı istemiyorum. Yapın gereğidir deyip de geçmek istemiyorum. Küçüklükten kalan bir alışkanlık haline dönüştü. Şu an ki durum da seni incitiyorsa içinden geldiği gibi ağla, gözyaşları utanç değildir." Babam masadaki elimin üstünü tuttu. "Abinin hatası seni incittiyse bunu saklama."

İşte annemden en büyük farkın burada başlıyor baba.

Onu ikna etmek için parmaklarını avuç içimde sıktım. "Saklamıyorum merak etme. Sende dedin hayaliydi. Gerçekleştirmek için önüne bir kapı açıldı sırf benim için o kapıya kilit vurmazdı." Babam sırtını geriye doğru yasladı. "Aranızın arasına boşluklar girsin istemiyorum."

Sizden hep bir şeyler isteyecekler.

Onları memnun etmek içinse kendimizden hep bir parça koparıp verecektik.

Bizden geriye bir şey kalmadığında ise onların hatası olmadığını söyleyeceklerdi.

Sonra yine baş başa kalacaktık; biz ve sorun değil deyişlerimiz.

"Girmeyecek," dedim kararlı sesimle. Babamın göğsü yükseldi ve indi. Derin bir nefes çekmişti. "O halde kendimize güzel bir kek isteyelim," dedi keyifle. Başımı iki yana olumsuzca salladım. "Tokum baba. Başka sefere yeriz," dedim. "Okulda yemek yedin mi?" diye sordu sesindeki şüpheyle. "Yedim." Hayır, sadece bitki çayı içtim ve o da bütün iştahımı kapatmıştı. Bitki çayı mı yoksa yaptığın hata mı?

"Derslerin nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı? En son bir kitap çevirisinden bahsetmiştin," dedi. Bir elim bu soruyla üstümdeki elbisenin kenarını avuçladı. Kafamı eğmediğim, gözlerimi kaçırmadım. "Şu an iyi gidiyor. Bir sıkıntı yok," dedim düz tutmaya çalıştığım ses tonumla. "Güzel," dedi babam keyifle. "Kitap çevirisinde adını görmek beni çok gururlandıracak."

Elbiseyi daha çok sıktım. "Teşekkür ederim," dedim. Beni destekleyen tek kişiye de yalan söylemiştim. Teşekkür ederim. Kendimden iğrenmeme de sebep olduğum için de kendime teşekkür ederim.

"Efendim," diyen sesle babam kafasını bahçenin kapısına çevirdi. "Yemek saatine az bir vakit kaldı. Abiniz sizi çalışma odasına çağırdı. Bir konu hakkında konuşmak istediği söyledi." Babam elini elimden çektiğinde ayağa kalktı. "Yemeğe vaktinde gel Valerie," dedi ve saçlarımın üstüne eğilip bir buse ekledi. Ardından bahçeden çıktı.

Yüzüm utançtan eğildi. Parmaklarım arasındaki kumaş parçasını daha çok sıktım. İlerideki heykel sanki beni kınıyormuş gibi hissettim. Omuzlarım daha çok eğildi. Gözlerim sadece masadaydı ve boğazım sızlıyordu. Küçüklüğümde yaptığım gibi ayağa kalktım. Adımlarım kadın heykele ilerledi. Yeşil çimenleri ayağımın altında ezerek ilerledim. Beyaz heykelin önünde durdum. Nimet Ana, şeytanın günahlarını silmesi için Tanrı'ya dua ediyordu, dedim.

Hayır diledim.

Kapının yanın dikilen görevliler yemek odasının kapısını iki yandan tutup açtıklarında görüş açıma ilk olarak ince uzun yemek masası girdi. Duvardaki desenli şekilleri birkaç çerçeve tamamlıyordu. O çerçevelerde eskiye dayanan aile fotoğrafları vardı. Kraliçe ve onun ailesine.

Masanın üstü porselen tabaklar, peçeteler, yemekler, bardaklar donatılmıştı. Kraliçe ise masanın en baş köşesinde oturuyordu. Bizleri bekliyordu. Yemek daima saat yedi de olurdu ve ilk önce kraliçe otururdu. Ardından bizler gelirdik. Kapıdan geçtiğimde abim babaanneme doğru ilerledi. "Nasılsın bugün?" dedi. Adımlarımı kesmeden yerime ilerledim. Sandalyemi çekip oturdum. "İyiyim Philip," dedi. Yaşına göre sesi bile güçlüydü. Saçları tamamen beyazlamıştı yüz hatları kırışıktı ama gözleri, gözleri asla yaşlanmamıştı. Gücü asla eskimemişti. Her geçen yıl güçlenmişti. Abim geriye doğru taradığı saçlarını eliyle tekrar düzeltti. "İyi olmana sevindim babaanne," dedi gülümseyerek.

Ne hoşlardı ama.

Abim yanıma geldi ve sandalyesini çekip oturdu. Abimin yanına babam onun yanına ise Kraliçenin ilk çocuğu olan amcam Albert oturdu. Albert amcam babama göre daha ciddi bir kişiliğe sahipti. Albert amcamın karşısında son çocuk, Henri oturuyordu. Kraliçenin 3 tane çocuğu olmuştu. Hiç kız çocuğu yoktu.

Amcamın yan kısmında kızı Eliza oturuyordu. Anais ve Eliza kardeştiler. Eliza'nın yanında annem oturduğunda onun yanına Albert amcamın karısı oturmuştu. Benim yanımda ise diğer amcamın karısı oturmuştu. Diğer boş kısımlara ise Anais, Robin, Alex oturduğunda Kraliçe gözleriyle herkesi süzdü. Yüz ifadesi düzdü. Tuttuğu kaşığı önündeki çorbaya daldırdığında, "Afiyet olsun," dedi. Önümdeki desenli kasenin içindeki çorbaya baktım. Karnıma giren krampla çorbamı içmeye başladım. İlk kimin konuşacağını bekleyene kadar kimseyle göz teması kurmadım. Çorbalar bittiğinde hizmetliler ana yemekleri getirdiler.

Bıçağımla etimi kestim ve yumuşak eti dudaklarım arasında çiğneme başladım. Karşımdaki anneme kısaca göz attım. Ağzımın içindeki eti daha yavaş çiğnemeye başladığımda annemin çoktandır bana baktığını fark ettim. Bugün onunla sabah konuşmuştum ve şimdi bu saatte onunla yine karşı karşıyaydık.

Uçurum gibi. Di mi anne?

Bu bakışmayı uzatma niyetinde olmadığım için önüme döndüğüm sırada, "Ruiz ailesi yarın saat kaçta geliyorlar?" Kraliçe bunu bildiği halde soruyordu. Sofradaki sessizliğibozmak için olduğunu herkes biliyordu. Babam istifini bozmadan, "Düğün akşam 6 da başlayacak. Onlar bir saat erkenden gelecekler." Kraliçe başını sakince olumlu anlamda salladığında diğer bir kişi olan Eliza'ya, "Senin üretimlerin nasıl gidiyor Eliza?" diye sordu. Üretim diye bahsettiği konu kıyafetlerdi. Eliza son sınıf moda tasarımı okuyordu. Ellerini masada tabağının iki yanına koymuştu ve üstüne giyindiği açık kahverengi özel üretim olan bir ceket vardı. Ütüsü yeni olduğu belliydi.

Eliza hafif kırmızı dudaklarını araladı. "İyi gidiyor babaanne," dedi hafifçe gülerek. Uzun siyah dalgalı saçları iki yanından dökülüyordu. Hafif çekik siyah gözlere sahipti. "Yeni bir fikir bulduk şu an ona yoğunluk sağlıyoruz. Eğer sonuç olumlu olursa şirkette bunu pazarlayabiliriz." Sesinde umut ve istek vardı. Kraliçe istifini bozmadan, "Elbette," dedi. "Siz ilk öncelikle önümüze güzel bir üretim getirirseniz neden olmasın." Bu belki başkasına olumlu bir cümle gibi gelebilirdi ama bunun altında yatan o ince alayı bu masadaki kişiler hemen anlamıştı.

İnce çizgi. Başlangıçta düşünceler vardı. Sonunda ise o çizgiyi çizenin belirleyeceği kader.

Ben kaderimi bu masaya yatırmıştım. Üstünde ise bir kumar oynanıyordu. Galip gelen yönetiyordu.

Eliza bir şey demedi ya da diyemedi bilemiyordum. Elinin çatalına gittiğini gördüm. İştahının kaçtığına o kadar emindim ki zorla birkaç şey yiyecekti sırf üzülmediğini her şeyin yolunda olduğunu göstermek için.

Biz bu masaya oturan vücutlardık suratımızda ise maskelerimizle bir yaşamdaydık.

Bardağımdaki suyumdan birkaç yudum içtim. "Valerie." İşte sıra bendeydi. Bakışlarımı Kraliçeye çevirdim. "Efendim babaanne?" dedim stabil ses tonumla. Kraliçe gözünün önüne gelen beyaz saçlarını parmak uçlarıyla kenara çekti. "Sen neler yapıyorsun?"

"Bir proje üzerinde çalışmaya başladım."

"Bu bahsettiğin proje ne ile ilgili?"

Yutkundum. "Kitap."

"Sana dediğim şeyleri çok çabuk mu unuttun Valer." Valer.

Bu bir soru değildi, emirdi.

Gözlerimi gözlerinden çekmedim. Geri adım attım. "Hayır," boğazımın acısı daha da katlanıyordu ama bunu şu an görmezden gelecektim. "Bir çizimden aslında bahsetmiştim. Sadece kitaptan esinlendim." Kraliçe avını ürkütür ve istediğini alır. Kural böyledir.

Kraliçe ince dudaklarını araladı. "Kısa zamanda görmek isterim," dedi. Dudağımın iç kısmını ısırırken, "Tabi," demekle yetindim. Ne ara elbisemi parmaklarım arasına alıp sıktığımı bilmiyordum. Elimin üstündeki eli hissettim. Abim bana destek olmak amacıyla elimi tutmuştu. Odak noktamı değiştirmeden yemeğime döndüm. Elimi abimin elinden çektim. Sağ çehremde koyu mavi gözlerinin ağırlığını hissediyordum. Fakat dönüp ne ona baktım ne de bir başkasına. Kraliçe diğerleriyle de konuştuğunda konu şirket meselelerine, bağışlara geldiğinde o masadan soyutlanmıştım.

Bugün sadece kraliçe konuşmuştu. Dün ise herkes bana karşı cephe almışken...

Sert bir yutkunuş.

Yemeğimi yedikten sonra çay ikramı geldi. Önümdeki fincandan dumanı tüten çayı parmaklarım arasına aldım. Dudaklarımla sıcaklığına üfledim bir yudum boğazımdan aşağıya yolladım. Fincanın yüzeyinden gözlerimi ayırdım. Eliza'nın harelerinin bende olduğunu gördüm. İstifimi bozmadan sırtımı arka kısmı yüksek sandalyeye yasladım. Çayımdan tekrar bir yudum aldım. Çayım da bitene kadar sustum. Saat 9'a yaklaştığı sırada herkes kendi odasına çekilmişti.

Yarın düğün olacağından dolayı herkes erken yatmak istemişti. Odamın olduğu koridora ilerlediğim sırada duyduğum miyavlama sesiyle koşarak gelen kediye baktım. Bacaklarıma sürtünen Bücür'e baktım. Türü Siyam olan bir kediydi ve babama aitti. Fakat çoğunlukla benim odamda kalıyordu. Etrafımda bir tur döndü ve patilerinin üstünde durduğunda tekrar miyavladı. Yüzü hariç her yeri siyahtı.

"Bugün nerelerdeydiniz bayım? Hiç ortalarda yoktunuz." dedim kediyi kollarım arasına alarak. "Tabi uykunuz geldi hemen odamın önüne tünediniz." Bücür kafasını sevmem için çeneme sürtündü. Bu beni ansızın gülümsetti. "Şebek." dedim aksanlı sesimle. "Ben buna kanmam ama." Elbette saniyesine kanmıştım. Odamdan içeriye girdim. Yumuşak tüylerinin üstünden sıkıca öptüm. Eğilip yere bıraktığım gibi yatağıma koştu. Yatağımın orta kısmına geldi ve birkaç saniye patileriyle yoğurduktan sonra uzandı. Onun bu halini dikildiğim yerden izledim. "İyi uykular," dedim anlamayacağını bilsem dahi.

Ayağımdaki hafif topukluları çıkarttım, kenara koydum. Üstümdeki elbiseyi de çıkarttığım da pijama takımlarımı giyindim. Lavaboya girdim. Mermer tezgahın üstünde düzenli bir şekilde sarılı olan havlulardan bir tanesini açtım. Omzuma doğru gelişi güzel koydum. Yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Omzumdaki havluyla yüzümü kuruladım. Saçımı açtım. Güzelce taradım ardından bakım kremi sürdüm. Son olaraksa geceleri yatmadan önce kullandığım kremlerimi yüzüme sürerek masaj yaptım.

Evet, maskeni böyle güzelce temizle. Herkes güzel olanı sever.

İşim bittiğinde Bücür'ün yanına gittim. Onu rahatsız etmeden kenara çektiğimde yanına uzandım. Bir kolumu başımın altına aldım. Boşta kalan elimle siyah tüylerini okşamaya başladım. Gözlerim kısılıydı, uykunun zerresi yoktu. Akşam geceye evrilmeye dakikalar kaldığında kapım tıklatıldı. Başımı kolumdan kaldırdığımda kapıya baktım. Kapım hafif aralandı ve o aralıktan başını uzatmış bana bakan abimi gördüm. Bacaklarımı kendime çektim. Bağdaş kurdum. Sırtımı dikleştirdim. "Bir şey mi oldu?" dedim sakince.

Sesimin her köşesinden umursamazlık akıyordu.

Abim kapımı biraz daha araladı. "Uyumadığını bildiğim için geldim. Biraz konuşmak istiyorum." dedi. "Seninle."

Yaptığın hatanı hafifletmek için miydi yoksa vicdanını rahatlatmak için miydi? Yoksa sende mi uyuyamıyorsun?

Cevabını bildiğim soruyu sordum: "Ne hakkında?" Adımları yatağımın yanına geldi. Yatağa yan bir şekilde oturdu. Üstünü hala değiştirmemişti. Özenle taradığı saçları dağınıktı. Ortalıkta böyle dolaşması hataydı yine de ona bunu söylemedim. Başını yanımda uyuyan kediye çevirdi. "Bu da sana iyice alıştı," dedi fısıltıyı andıran sesiyle. Büyük avucuyla kediyi rahatsız etmeden sevdi. Ellerimi bağdaş kurduğum bacaklarıma koydum.

Gözleri kedideyken, "Yarın bir sorun çıkmaması için elimden geleni yapacağım Valerie. Sana bir daha bir şey yapamazlar. Buna asla izin vermem. Biliyorsun değil mi?" Kısık ve inanç dolu sözleri bir kaç saniyelini beni küçüklüğüne götürdü. Philip hiç değişmemişti. Ben ise... Ben çok değişmiştim. Her anlamda.

Ben bir kere hasar yemiştim. Şimdi yara banlarını çıkartmış bir şekilde dikiliyordum. Tıpkı bir ağaç gibi. Köklerimi salmıştım.

Birisi çıkıp gelecek köklerimi kurutacak. Solup gideceğim.

"Bilmiyorum Philip," dedim rahatça. Abim ona adıyla hitap etmemden dolayı başını kaldırdı. Bu hareketiyle uzun saçları şakaklarına doğru döküldü. Harelerimi onun gözlerine diktim. Kirpiklerimi bile kırpmadan baktım. Bana bir şey diyemedi çünkü şu an kendi vicdanını susturmak için beni alttan alması gerekiyordu. "Bak," dedi sözcüklerini bastırarak. "Biliyorum. Yemin ediyorum ki hatalıyım. Özür dilerim. Bana ne dersen haklısın. Sadece bunun böyle gitmesini asla istemiyorum. Kırgın bakmanı. Ben," dedi ve yutkundu. Bunu adem elmasının yükselip inişinden anladım. "Ben senin abinim Valerie. Seni derinden üzdüm. Ama o an kabul etmeseydim sevdiğim kadın ellerim arasından kayıp gidecekti."

Ve bu yüzünden de o okyanusun derin sularından ben kayıp gittim.

Parmaklarımın kenarlarına tırnaklarımı batırdım. Acısı bir iğne kadardı. "O an bende bıraktığını hiçbir şey silemez," dedim kesin bir sesle. "Ben bununla yaşayacağım sen ise kalbinde yer edinen o kadınla." Abim elini elimin üstüne koydu. Parmaklarım bu hareketiyle durdu. "Sen benim için en değerli şeysin. Sen benim kardeşimsin. Küçük Val."

Göğsüm sinirle yükseldi. Bu gece uyumak istiyordum. "Düğünde onların senin yanına yaklaşmasını yasaklayacağım." Dişlerimi birbirine geçirdim. "Kraliçe?" dedim tek kelimeyle. Abim hemen, "Onu sorun etme. Bu sefer karşı gelemez." dedi parmaklarımı güven vermek ister gibi sıkarak.

Ellerimi elinden kurtardım. Bacaklarımın kenarlarına koydum. "Eğer bana bir kelime dahi ederseler Philip," dedim adını bastırarak. "Onları pişman ederim." Abim elimi çekmemden dolayı daha çok durgunlaşmıştı. Ya da o da iyi bir oyuncuydu.

Bu kraliyet seni bir kuklaya çevirirdi.

"Söz," dedi. Ardından serçe parmağını kaldırdı ve yüzümün hizasına getirdi. Küçüklükten kalma bir yemindi. Elimi birkaç dakika kaldırmadım sadece gözlerine baktım. Tam o an gözlerim önüne küçük Philip belirdi.

"Söz verdin Valerie. Serçe parmağımı sıkacaksın ve bu bizim yeminimiz olacak," dedi kirli serçe parmağını uzatarak. "Her ne olursa olsun sen benim gizli ortağımsın. Ve her ne olursa olsun birimiz yemin isterse bu parmakları birleştireceğiz."

Bense ona, "Birleştirdikten sonra ne yapacağız?" dedim. Abim ise birkaç saniye düşünmüştü. Saniyeler sonra ise, "Annemin bana söylediği ninniyi söyleriz," dedi gülümseyerek. Kabul etmiştim. O ninniyi ikimiz söyleyelim diye.

Gözlerimi o kısa anıdan kurtulmak için hızlıca kırpıştırdım. Onu affetmemiştim. Buna rağmen serçe parmağımı parmağına kenetledim. Abimin dudağının kenarı kıvrıldı. "Küçüklüğümüzdeki şeylere kıyamıyorsun," dedi. Onun bu dediğini umursamadım. Çünkü bu doğruydu. "Seni affetmedim Philip. Sadece uyumak istiyorum." Dudağının kenarı bu dediğimle yok olduğunda ninninin ilk kısmını söylemeye başladım. "Uyu benim canım oğlum. Sıkıntısız ve ağrısız uyu. Küçük gözlerini kapatıp-"

"Bunu söyleme," dedi abim. "Babamın söyledi ninniyi söylesek?"

"Tatlı tatlı uyu," dedim. Fransızca kelimeler dudaklarımdan dökülürken, aslında ardından da gözyaşları akıyordu. "Beşikten çıkıp okula gideceksin." Abim durmayacağımı biliyordu. "Ve okulda küçüğüm okumayı öğreneceksin." Abim dudaklarını araladı ben sustum. Bu sefer kolayca pes etmişti. Ninninin devamını söylediğinde serçe parmaklarımız ortamızda birbirine kenetliydi.

"Uyu benim canım oğlum. Sıkıntısız ve ağrısız uyu. Küçük gözlerini kapatıp tatlı tatlı uyu," dedi ninniyi söyleyerek. "Beşikten çıkıp okula gideceksin ve okulda küçüğüm okumayı öğreneceksin." Abimi dinlerken sertçe yutkundum. Boğazımda sanki bütün çölün sıcağı vardı. "Uyu benim canım oğlu," dediğinde abim bende ona eşlik ettim. "Sıkıntısız ve ağrısız uyu." İkimizin de sesi kısıktı.

Ninni bittiğinde serçe parmaklarımız ayrıldı. Abim başını eğdi ve odadan çıkmak için kapıya yöneldi. Kapıyı açtı ve koridorun ışığı yere akın etti. "İyi geceler," dedi kısık çıkan sesiyle. Bir şey demedim ve abim odadan çıktığında koridorun ışığı kesildi. Loş ışıkta yatağımda boğazımda büyük bir yumruyla kala kaldım.

Yüzümde hissettiğim küçük nefeslerle kaşlarım çatıldı. Kolumu gözlerime siper ettiğimde göğüslerimin üstünde ağırlık hissettim. Ağzımın içi susadığım için kurumuştu yüzümü buruşturup kolumu kaldırdım. Acıyan gözlerimi yavaşça araladım. Bana doğru eğilmiş bir şekilde duran Bücür'e baktım. Bu uyku sersemi beni afallattı. İstemeden kıkırdadım. "Ne oldu bayım? Kapıyı açamadınız mı?" Sanki bu dediğimi anlamış gibi patisini çeneme koydu. Elimle patisini tutup sıkıca öptüm. Her sabah uyandığında odadan çıkmak için bunu yapıyordu. Ama gece olduğunda ise onu hep yatağımın üstünde uyurken buluyordum.

Yataktan doğruldum. Kucağımdaki kediyi aldım ayağa kalktığımda kapımı açtım. Onu bırakmadan önce son kez kafasından öptüm. Eğilip kapının dışına bıraktığımda koşarak uzaklaştı.

"Bu erkekler hep aynı," dedim yalancı bir serzenişte bulunarak. Kapımı kapattım. Lavabonun açık kapısından girdiğimde aynada karşılaştığım görüntü dudaklarımın aralanmasını sağladı. Göz altlarım morarmıştı ve dudaklarım hafifçe çatlamıştı. Vakit kaybetmeden elimi yüzümü yıkadım. Gözaltı maskemi gözaltlarıma koydum. Odama geri döndüğümde masamdaki sürahiden bardağa su doldum. Tam dolu dolu iki bardak su içtiğimde lavaboya geri döndüm. Dişlerimi fırçaladığımda birbirine girmiş saçlarımı taradım.

Kumral, kısa bir saç yapısına sahiptim. Omuzlarıma değer saçlarımı kolayca taradığımda kapım üç kez tıklatıldı. Kafamı kapıya doğru uzattım. "Valerie Hanım," diyen sesle içeriye giren hizmetli kadına baktım. "Kuaför şirketinden gelenler var. Bir de giyineceğiniz elbiseyi getirdiler." Anlamayarak kaşlarımı çattım. "Benim bundan haberim yok," dedim.

Hizmetli kadın ellerini önünde birleştirdi. "Anneniz," demekle yetindi. Çünkü tek kelime anlamama yetmişti. Sesli bir nefes verdim. Kafamı bıkkınca salladım. "Tamam gelsinler," dedim. Gözümün altında maskeleri çıkartıp çöpe attım.

Hizmetli kadın kapıyı açtı ve içeriye üç kişi girdi. Bu dağınık halime tanıklık ettikleri için dişlerimi sıktım. Bana haber bile vermeden çat kapı böyle bir şey yapması ne kadar doğruydu? Kızıl saçlı adam beni gördüğünde sakince gülümsedi. Gözleri yemyeşildi, teni bembeyaz. Boyu benden birkaç santim uzun olmalıydı. "Sizinle tanışmak büyük bir onur Valerie Hanım," dedi. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve kısaca, "Teşekkür ederim," dedim.

Ardından makyajımı yapmaları için masama ilerledim. Makyajım yapılırken odaya iki hizmetli girdi. Dağınıklıkları topladıklarında odadan çıktılar. Saçları örülü olan kadın, adı Jade idi. Saçlarımı aşağıda dağınık bir topuz görünüm verirken, diğer kadın ise onun adı da Emma'ydı tırnaklarıma pedikür yapıyordu.

Göz makyajım sade olacaktı. Adam hafif dolgun dudaklarıma kızılımsı mat bir ruj sürdü. Bütün bunları yapması ve bitmesi bir saat sürmüştü. İşleri bittiklerinde odadan çıktılar. Telefonumu masanın üstünden aldığımda ilk önce saate baktım. 11.30. Ardından birçok bildirimle karşılaştım. Çoğunluğu abimin sürpriz düğünüydü.

Uzun süre sonra düğün yapan BLANC kraliyeti. Tam bir manşetti. Kraliçe diğer insanları hazırsız yakalatmıştı. Bildirimlerin hiçbirine cevap veremeden kapattım. Arkamda sahte bir mankenin üstüne giydirilmiş elbiseye baktım. Uzun beyaz bir elbiseydi. Sadeliğin biraz dışındaydı ve bu elbiseye baktığım an yüzümü buruşturmama sebep olmuştu.

Sıkıntı çıkartmadan elbiseyi giyindiğimde boy aynasının karşısına geçtim. Çok açık bir kıyafet değildi hafif göğüs dekoltesi vardı. Kulağımda çıkarmadığım ince küpelerden başka bir takı takmayacaktım. Diğerleri ne taktığıma karışmadığı sürece elbette. Düz beyaz ince topuklu ayakkabılarımı da giyindiğimde odadan çıktım.

Merdivenlerden indim. Bütün ailenin çoğunlukla oturduğu odaya yöneldim. Beni gören görevli kişi kapıyı açtığında boş koltuklarla karşılaştım. Oda genişti. Orta da büyük desenli eski olduğu belli bir halı vardı. Kraliçenin aile yadigarıydı. Koltukların yanında iki tane tekli koltuk ve ön kısımda orta boyda masa vardı. Bir tane şömine vardı. Bu şömineyi çok yakmazdık. Gerekemedikçe. Şöminenin üst kısmında büyük bir aile tuvali yer alıyordu.

Tavandan sarkan taşlı bir avize vardı. Camların kenar kısımlarında dekolte olarak kısa perdeler takılıydı. Onun dışında sade, geniş bir odaydı.

Girdiğim odanın kapısı ardımdan açıldığında gelen kişiye baktım. Thomas hızlı adımlarla geldiğinde, "Günaydın Valerie Hanım," dedi. Ona doğru döndüm. "Günaydın Thomas. Diğerleri neredeler?" diye sordum. Thomas beni bekletmeden cevap verdi. "Ruiz ailesi ile kahvaltı etmek için gittiler."

Kaşlarım sinirle çatıldı. "Anlayamadım. Ne kahvaltısı?"

Thomas, "Ani bir haber geldi. Ruiz ailesi davet ettiler. Anneniz sizi uyandırmamızı söyledi. Bu yüzden sizi kaldırmadık. Fakat birkaç dakika içinde saraya giriş yapacaklar. Sizin için kahvaltı hazırlatılmasını ister misiniz?"

Elimi donuk bir şekilde iki yana salladım. "Hayır, gerek yok. Sen çıkabilirsin." Thomas çıkmadan başını salladı. Sırtımı döndüm. Benim yiyemediğim lokmaları onlar Ruiz ailesi ile yiyorlardı demek. "Ne güzel," dedim gülümseyerek." Düşman içerinden feth etmeye başlamış bile."

Elbisenin kırışacağını umursamadan koltuklardan birisine geçip oturdum. Makyajımın bozulmaması hiçbir şey düşünmedim. Dudaklarımda hep dinlediğim ve dilimin döndüğü kadar söylediğim Türkçe bir şarkıyla boşluğu seyrettim. Odanın kapısı ne zaman açıldı bilmiyordum ama zihnimi delip geçen sesle harelerimi karşıma geçen kişiye çevirdim.

Eliza, karşımdaki koltuğa geçtiğinde onu süzdüm. Benim aksime onun üstündeki elbise dizlerinin altındaydı. Saçları günlük hayatta kullandığının aksine daha çok dalgalıydı. Yaptığı makyaj elmacık kemikleri daha çok belirginleştirmişti ve bu onu daha cazibeli göstermişti. İnce dudaklarında kırmızı bir ruju vardı. Çekik gözlerine yapılan dumanlı göz makyajı onu cidden güzel göstermişti. Evet, güzeldi.

Eliza ile çok konuşmazdık. Şimdi neden buraya gelmişti bilmiyordum. "Hangi konu hakkında konuşmak için buradasın?" diye sordum. Eliza, bacak bacak üstüne attı. "Senin söylediğin yalan üzerine buradayım," dedi rahatça.

İstifimi bozmadan tek kaşımı kaldırdım. "Hadi ya," dedim alayla. "Hangi yalan? Benim niye haberim yok?"

Eliza onu alaya aldığımı biliyordu bunu hep yapardım, alışmıştı. Onu ciddiye aldığım gün sayısı on parmağın beşini geçmezdi. "Dün masada bir çizim hakkında söylediğin şeyler tamamen yalandı," dedi kendinden emin sesiyle. Parmaklarımla ani gelen gülüşümü gizledim. Bu gülüş küçük bir kahkaya evrildiğinde, "Pardon," dedim gülüşümü dindirmeye çalışırken.

Sahte nezaket.

"Galiba sen beni farklı dinliyorsun ya da sen algılamak istediğin şekilde algılıyorsun." Parmaklarımı dudaklarımdan indirdiğimde açık mavi gözlerimi üstünde gezdirdim. "Benim dediklerimin doğrulunu sana kanıtlayacak değilim. Ben buna mecbur değilim. Ama sen mecbur gibisin." Eliza, "Ne gibi?" diye sordu.

"Kraliçe senden bir tasarım bekliyor. Kaç ay oldu hala bir tasarım yok ortada. Asıl yalanı kim söylüyor?" dedim. Kırmızı dudakları aralandı. "Yanlışın var," dedi ve kollarını bacaklarının üstüne yaslayarak öne doğru eğildi. "Tasarımı bu hafta içinde kraliçeye vereceğim."

Neyse ki maskem maziye dayanıyordu da mimiklerimin kontrolünü sağlayabiliyordum. "Bunu kanıtla," dedim sakince. "Kanıtla ve bir başkasının üstüne iftira atma Eliza."

Onun bana cevap vermesine kalmadan kapı tekrar açıldığında içeriye abim girdi. Eliza bakışlarını abime çevirdiğinde yüzüne yayılan gülümsemeyle bu aptallığına gözlerimi birkaç saniye göz yumdum. Abim yanıma doğru ilerlediğinde bana doğru eğildi. "Hazırsan eğer gidelim."

Üstünde siyah bir takım vardı bu onun boyunu daha uzun gösteriyordu. Saçlarını özenle iki yana doğru taramıştı. Koyu mavi gözleri capcanlı bakıyordu. "Nereye?" diye sordum. Abim yavaşça gülümsedi. "Fotoğraf çekimi var. Ardından davetliler gelecek. Karşılama yapmamız gerekiyormuş."

Fotoğraf çekimlerinden nefret ediyordum. Özellikle aile denen o fotoğraf çekimlerinden.

Gözlerimi bıkkınlıkla devirdim. Onu ikiletmeden ayağa kalktım. Elbisemin kırışıp kırışmadığına göz attım. "Harikasın," dedi Philip. Bir şey demeden önden ilerledim. Ardımdan geldiğinde, "Hızlı bitsin. Çok kalmak istemiyorum," dedim. Bu kadarını yaptığıma bile şükür edebilirdi.

Philip, "Elbette," demekle yetindi.

Arabaya bindiğimizde saraydan yarım saat sonrasındaki çekim alanına vardık. Sadece annemin, babamın, benim ve abimin olduğu çekimler yapıldı. Bu yarım saatte annemle aramda bir konuşma geçmedi sadece onun dediği şeyleri yapıp yapmadığını bakmak için üstümü süzdü.

Saraya tekrar döndüğümüzde büyük bahçede ince uzun masalar vardı. Etrafta zarif çiçeklerle donatılmıştı. Bu ilk düğündü ikinci düğün ise halka açık olacaktı. Bu yüzden ilk düğünü sarayda yapıyordular.

Düğün alanı şimdiden davetlilerde dolmuştu. Kimseyle göz teması kurmadan Can ve Zoe'nin olduğu masaya ilerledim. Can gülerek bir şeyler anlatırken arkadan ona yaklaştım. Elimi omzuna koydum. "Bakıyorum da keyfin baya yerinde," dedim kulağına doğru. Can irkilip geriye çekildi. Benim olduğumu gördüğünde rahatlayarak elini belime koydu. "Seni buradaki zengin avcısı teyzelerden sandım," dedi sırıtarak. Zoe telefonunu masaya bıraktı. "Neyse ki zengin falan değilsin," dedi ona sataşarak.

Can, "Benim zengin olmam bir bakışıma yeter," dedi gururlu bir sesle. Yandan ona baktım. "O nasıl olacak tam olarak biraz anlatır mısın?" dedim keyifli bir ricada bulunarak. Kesinlikle kafa çocuktu. Can elini belimden çekmeden diğer kolunu önümüzdeki masaya yasladığında yüzünden silmediği sırıtışıyla, "Şu ileride bize bakan birisi var. Sakın kafanı çevirme. Eğer onunla bir gece geçirsem benimle evlenmeye bile çalışır."

Zoe fısıltıyla, "Hangisinden bahsediyorsun?" diye sordu. "Şu 1.80 boyundaki sarışın kızdan mı?" Can gözlerini devirdiğinde, "Hayır," dedi o da fısıltıyla. "Onun yanındaki kadın." Zoe dediği yere dikkat çekemden baktığındaysa, "Ciddi misin sen?" dedi. Dayanamayarak göz ucumla bende ileriye baktım. Kendimi tutamayarak kahka attım. Bahsettiği kişi yaşlı bir kadındı ve o kadın hakkında haberlerde pek iyi şeyler duymamıştık.

Yine de kendimi durduramadım. Zoe, "İğrençsin Can," dedi. İğrendiği her mimiklerinden anlaşılıyordu. Can, "Kızlar sizin göz zevkiniz yok. Kadın elindeki parayla sizin bin katınız güzelleşir. Hafife almayın derim."

Gülümserken kafamı salladım. "Tabi ki sorun sadece güzellik."

Güzelliği dışta arayanlar içeriye hiç alınmazlar.

Can gözlerini kıstığında bunun o sinsi bakışlarından birisi olduğunu anladım. "Ne yapacaksın?" diye sordum. Can hafifçe masaya doğru eğildi. Sanki birisi bizi dinliyormuş gibi kısıkça, "Kadınla konuşacağım," dedi. Zoe bunu duyduğu saniyesinde, "Ben daha fazla bu adama katlanamıyorum," dedi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Sonra ne yapacaksın?" dedim ciddi tutmaya çalıştığım sesimle. Can onu ciddi almama sevinmiş gibi heyecanla, "İlk umudum zengin olmak. Sonrasında ise Zoe ile o parayı yemek."

Zoe bunu duyduğunda daha fazla dayanamayarak, "Seni şikayet edeceğim," dedi ve beklemeden kadına doğru ilerlediğinde Can elini belimden çekti. Kafasını şokla Zoe'nin gittiği yöne çevirdiğinde ciddi olduğunu anlamış olmalı ki, "Siktir," dedi patavatsızca. Zoe'nin ardından ilerlediği sırada gülmeden edemedim. Bakışlarım Can'ın tutmaya çalıştığı Zoe'deydi.

Sadece birkaç dakika keyfim yerindeydi. Birkaç dakika. "Valerie." Duyduğum ses gülümsememi söndürdü. Annem bana doğru geldiğinde ellerimi masanın üstüne koydum. Bir savunma güdüsüyle sırtımı dikleştirdim. "Sana nezaket kurallarını öğrettiğimi sanıyordum."

"Öğrettin," dedim sakince. Annem sahte bir tebessümle, "Şu an ne yapman gerekiyor peki?" dedi yanımda durarak. Onun koyu kahve harelerinde cirit atan sahteliklerine baktım. "Kibarca gül. Eğer bunu yapamıyorsan gülümseme." Annem bu dediğimi onaylarcasına başını salladı. "Aynen öyle." Başını ileriye işaret etti. "Birazdan haber muhabirleri gelecek. Ruiz ailesi ile fotoğraflarımızı çekecekler. Bir sorun çıkmasını istemiyorum."

Peki. Gözlerimi suretinden çekemedim. "Tamam," dedim.

Annem daha fazla bir şey denemesine gerek kalmadığını anlamış olacaktı yanımdan ayrıldı. Dişlerimi çenemi acıtacak kadar sıktım. Sakin olmak için birkaç dakika öylece dikildim.

Kendi kendime iyi gelmeye çalıştım.

Tekrar yapabilirdim. Kan sızan yere yara bandı yapıştıracaktım. Sonra ise gülümseyecektim.

Düğün normal bir halde ilerlediğinde müzisyenler zarif bir parça çalmaya başladığında abimle karısı düğün alanına doğru gelmeye başladılar. Camilla, yani abimin birazdan karısı olacak kişi uzun gelinliğiyle ve yüzündeki o geniş gülümsemesi ile yürümeye başladı. Ruiz ailesi mutluydu. Haber kanalları ellerine geçen fotoğraflarla bugün de karlıydı. Babam oğlunun evlendiği gördüğü için gözlerinin mavisi coşkulu bir deniz gibiydi.

Abimi izledim. Mutluydu. Kolunda sevindiği kadınlaydı. Zarif melodi devam ederken kamera flaşlarının sesi araya karışıyordu. Nikah masasının önünde durdular. Parmaklarımın kenarlarına tırnaklarımı bastırdım. Biraz fiziksel acı iyi geliyordu.

Kendine bile yalancı.

"Valer." Duyduğum sesle tırnaklarımın baskısı arttırdım. Yanımda duran adama bakmadan, gözlerimi abimin gülen yüzünden ayırmadım. "Aramızda olmana sevindim. Gelmezsin sanıyordum ama beni yine şaşırttın." Onu dinledim.

Bir şey dememeye yemin ettim. "Annen," dedi. Sesi genzinden geliyordu, alaycıydı. "Çok mutlu." Ellerini takım olan siyah kumaş pantolonun ceplerine soktu. "Eğer annen mutluysa," bakışlarının ağırlığını yüzümde hissettim. "Sen boyun eğmişsindir demektir Valer."

Onunla göz göze gelmemeye yemin ettim. "İnsanın doğasında vardır; boyun eğmek. Doğduğumuzda bile bizi yaratana boyun eğdik. Fakat bir süre zarfında boyun eğdirenlerin boynunu kırdık. Sense," dedi yavaşça. "Ölene dek boyun eğmeye devam edeceksin." O kalın kıkırtısı zihnimi kirletiyordu. "Bir gün dahi başını kaldırıp, etrafına bakmanı sana söylemiştim. Hatırlıyor musun?" Konuşması kısıktı o ve ben sadece duyuyorduk. "Sen unutmazsın. Ama dediklerimi de asla yapmazsın."

Parmağımda hissettiğim sıvıyla, elimde hissettiğim parmaklarla hızla geriye çekildim. "Bir adım daha atarsan..."

Philip beni koruyacağını söylerken gözlerini bana çevirmemişti bile.

Durmadı ve beni kışkırtmaya çalıştı. "Ne yaparsın Valer. Bana bir şeyler yapmanı keyifle bekliyorum." Nefesini ensemde hissettim. "Lütfen eğdiğin boynunu kaldır ve bana bir şey yap." Yalvarırcasına fısıldadı: "Lütfen."

Şeytanın fısıltısı insanoğluna bir günah gibi gelirdi.

Bana günahlarını bahşetti.

Birisini seçmemi istedi.

Yarattığı şeytandan habersizce.

Vücudum kıpırdayamıyordu. Sanki kıpırdasam ona değecektim. Kulaklarım bir denizin altında gibiydi; sesleri boğuk duyuyordum. "Seni bekliyorum. Daima." Gözlerimin içi yanıyordu. Bizi izleyen anneme baktıkça gözlerim yanıyordu. Adımlarımı bir adım atmak için zorladım. Ondan acele bir halde uzaklaşmak amacıyla yanından geçtim. Yüzüm yanıyordu. Sırtımda bakışlarının delici hissi vardı. Sarayın kapısına ulaştığımda duraksamadan odama ilerledim.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde nefesim sanki yumrumda idama asılıydı. Üstümdeki elbiseyi sinirden titreyen parmaklarımla çıkartmaya çalıştım. Elbiseyi çıkartmam uzun sürdüğünde iç çamaşırlarımla ilerleyip büyük gardırobu açtım. Elimle kıyafetleri kenara çekip baktığımda hiçbirinin istediğim gibi olmaması yüzünden elime geçeni odanın köşelerine sinirle fırlatıyordum.

Hepsi beyazdı. Hepsi açık tonlardaydı. Hepsi.

Gözlerime ilişen elbiseyle titreyen parmaklarımla uzandığım yerden çekip aldım. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. Hızlı nefeslerim dudaklarımın önündeki saçlarımı birkaç saniye uçuşturuyordu. Elbiseyi üstüme hızla giyindim. Askılıydı ve vücudumun şeklini almıştı. Uzun bir elbiseydi. Elbisenin kumaşının üstünde dikili siyah ince danteller vardı. Bir çiçek şeklindeydi. Vakit kaybetmeden elbisenin takımı olan eldivenleri giyindiğim. Eldiven omzumdan geçiyordu kollarımın tamamını kapatıyordu. Açıkta kalan yerim göğüs dekoltemdi.

Aynanın karşısına geçtiğimde üstüme baktım. Yüzümdeki gülümsemeyle dudaklarıma ruj sürdüm. Rujun kapağını kapatmadan masama doğru attım. Ayağımdaki topukluları çekip aldım. Hiç kullanmadığım siyah topuklu ayakkabıları giyindiğimde hafif bozulup topuzumdan firar eden kumral saçlarımı elimden geldiğince düzeltmeye çalıştım. Fazla zamanım yoktu.

Kraliyet senfonisi bitmek üzereydi.

Kapıya ilerledim. Odamdan çıktığımda bir bütün olan zihnimdeki sesler hata yaptığımı bağırıyordu. Benim dudaklarımdaysa bir gülümse vardı. Merdivenlerden indiğimde, bahçeye ilerlediğimdeyse manşetlerin yüzümde patladığını hissetmem saniyelerimi almamıştı.

Yıllar sonra kraliyette lanetleneni yapıyordum. Kraliçenin yasakladığı o siyah rengini giyiniyordum.

Kraliyet 20 yılı aşkındır siyahı giyinmemizi lanetlenmişti. Yasaktı. İnsanların bakışları üstümdeyken şeytanın yüzündeki gülümsemeyi bakmasam dahi biliyordum.

Çünkü ben kraliyetin laneti olacaktım. Bunu yazan Tanrı en başından biliyordu.

 

1. BÖLÜM SONU

2. bölümde görüşmek dileğiyle.

 

 

Loading...
0%