
Burası surla çevrili ‘İç Sınır’ adı verilen bir ilçedir. Herkes burada şeytanların yaşadığını düşünür, tabi buranın dışarısında yaşayan herkes. Oysa buradaki insanların yarısı şeytansa diğer yarısı da kendi hayatlarına bakan kişilerdir. Kimisi ailesini yaşatmaya, kimisi ise kendi başına yaşamaya çalışır ancak bu fazlasıyla zorludur çünkü devletin buraya bakmadığı gibi başka devletlerde ‘kaleyi içten fethetmek’ için burayı ele geçirmeye çalışır.
Kendi yaşamaya çalışanlardan çoğu kişi meyhanelerde alır soluğu. Bir yerlerden (ç)aldıkları paraları buralarda harcarlar. Tarafsız bölge olan Bezmaksas’ın en ünlü meyhanesi olan İmparzi Meyhanesi de bunlardan biridir. Albert Wagner adında bir adam 1847 yılında Bazmaksas’da İmparzi Meyhanesini açmış ancak Bezmaksas’da doğup büyüyen Basmacı soyadlı iki kardeş tarafından Meyhane 1850 yılında ele geçirilmiştir. Basmacı kardeşlerin amacı Bezmaksas’da daha fazla yabancıların hakimiyet kurmasını engellemektir ve bunu başarmışlardı.
1850’nin sonlarına doğru meyhane ünlenmişti. Parası olan yerli ve yabancı herkes neredeyse buraya gelip eğleniyor, kumar oynayarak para kazanıyorlardı. Alaca’da buraya sık sık gelirdi. Burayı tam 15 yaşındayken tanımıştı, şimdi 20 yaşındaydı ve 15 yaşından beri buraya gelmeyi ihmal etmezdi. Burası onun evi gibiydi, anısı çoktu.
Çağrı ile ahırda çok fazla kalmayarak meyhanenin içerisine girdiler. İçerisi dışarısına göre fazlasıyla lükstü. Sanki meyhanenin kapısı başka bir yere açılmışta lüks bir otelin restoranına gelmiş gibi hissetti Onbaşı. Burası fazlasıyla büyüktü. Duvarlar eski ama siyah renkli kaliteli bir deseni olan, koyu kahverengi renkli bir duvar kağıdıyla kaplanmıştı. Tavandaki dört küçük bir büyük avizeler ise duvarların tam tersi altın renginde parlıyorlardı. Girişteki merdivenin karşı tarafında büyük bir sahne vardı. Sahnedeki cılız bir adam şarkı söylerken arkadaki ekipte müzik aletleriyle ona eşlik ediyordu.
Sahnedeki perdeler ağır ve kaliteli kumaş olduğunu bağıran bordo rengindeydi. Sahnenin önünde çok fazla masa ve sandalye vardı. Sahnenin önündeki masalardan yüksekte ve uzakta olan, muhtemelen özel müşteriler için ayrılan altı tane geniş masa arkalarında da beyaz koltuklar vardı. Özel müşteriler ve normal müşterilerin masalarının arasında da rulet ve benzeri kumar oynanabilen yerler vardı. Sol duvar tamamıyla içkilerle doluydu. Bir garson önündeki adama rakı bardağını uzatırken bir başka garsonda bardakları temizliyordu. Buranın birde aşağıya açık olan üst katı bulunuyordu. Girişin ilerisinde aynı aşağıda sahnenin önündeki masa ve sandalyelerden vardı. Onbaşı aşağıda birkaç kapı görse de onların nereye açıldığını anlamamıştı. Bir tanesi mutfağa açılsa da diğer dördünü anlamamılştı. Yalnız bu kadar lükslük burası için çok fazlaydı. Muhtemelen Bezmaksas’ın göz bebeği olan İngyenes sarayından çok eşya çalınmış olmalıydı. Bu durum tarihe büyük saygısızlıktı.
“Hile yaptın!”
“Hayır sen kart çaldın!”, iki adam poker masasında kavga ediyorlardı. Başkaları da onların etrafında toplanmış kavganın daha da alevlenmesini bekliyorlardı. Çoğu kişi ise oturdukları yerde onları izliyorlardı. Artık alışmışlardı meyhane kavgalarına, ‘hile yaptın’ suçlamalarına.
“Senin ben belanı si-”
“Alaca geldi! Şşşşt!”, neredeyse herkes ayağa kalkarak saygı duruşuna geçince Çağrı şaşkınlıkla yanında sakince duran Alaca’ya baktı. Alaca onları umursamayarak Çağrı’nın ‘özel müşteriler’ için olduğunu düşündüğü masalardan birine geçti. Büyük koltuğa tek başına oturduktan sonra gözleriyle, Çağrı’ya oturmasını işaret etti. Onbaşı daha fazla ayakta durmadan yerine geçerken çoğu kişinin onu izlediğini fark etti. Anlaşılan Alaca buraya sık sık birilerini getirmiyordu ya da buradaki herkes ondan çekiniyordu. Bazılarının bakışlarına bakılırsa gerçekten de bir çekingenlik vardı.
“Şu aptal tartışmanızı kesin ve bu durumu sizi izleyen birilerine sorun.”, koca adamları sakince azarlamıştı Alaca. Onlarda uslu çocuklar gibi söz dinleyerek dediğini yapmışlardı. Demek ki gerçekten ondan korkuyorlardı.
Çok geçmeden Onbaşı ve Alaca’nın masasına birden fala garson geldi. İçlerinden birisi masayı donatırken, diğeri elinde tuttuğu tepsideki farklı marka sigaraları Alaca’ya sunuyor, sonuncusu ise elinde çakmakla alacağı sigarayı yakmak için hazırda bekliyordu. Alaca tepsideki en pahalı sigarayı alıp iyice ona baktı.
“Güzel, ölürken içeceğim sigarayı buldum.”, diyerek sigarayı ceketinin iç cebine koyup tepsiden başka bir pahalı sigara alarak dudaklarının arasına koydu. Hazırda bekleyen garson ise bekletmeden sigarayı yaktı. O geri çekilirken Alaca sigarayı eline alıp Çağrı’ya döndü. “İstediğin varsa alabilirsin.”
Kaşlarını çatarak başını ‘hayır’ anlamında salladı Onbaşı. “İğrenç! O zehri hayatta içmem.”
“Yaşayacak güzel bir hayatın varsa içme zaten.”, diyerek önüne dönüp masayı donatan garsona baktı. “Patronunuz yine benden bir şey istiyor değil mi?”, garson bu soruya birkaç saniyeliğine endişeli bir şekilde durup sonra da başını salladı.
Garsonlar işlerini hallettikten sonra gittiklerinde çok geçmeden sahnede şarkı söyleyen cılız adam yanlarına geldi. Aslında adam demek için çok gençti. Muhtemelen 17-18 yaşlarındaydı. Koyu renk sarı saçları, ela gözleri, suratına hiç uymayan yamuk çirkin bir burnu, küçük dudakları ve göz alıcı bembeyaz bir teni vardı. Eğer burnu farklı bir şekil olsaydı kesinlikle yakışıklı bir gençti. Her ne kadar genç olsa da giydiği kıyafetler onu yaşlı gösteriyordu. Ağır siyah botlar, kahverengi pantolon, koyu yeşil bir gömlek ve siyah ceketi onu inanılmaz yaşlı ve kötü gösteriyordu onu. Sanki gençliğinin enerjisi alınmış gibiydi. Gerçi İç Sınır’da bir insanın ne ruhu ne bedeni ne de aklı genç kalabilirdi…
Genç oğlan gülümseyince gözleri öyle bir kısıldı ki adeta gözlerini kapatmış gibi olmuştu. Hatta Onbaşı, gencin Alaca’ya baktığını sonradan fark etti. “Hoş geldin Alaca! Seni çok özlemişim iyi ki geldin!”
“Hoş buldum Remzi. Baban nerede?”, lafı uzatmadan direkt konuya girmişti genç kız. Remzi bu duruma biraz bozulsa da başıyla ilerideki kapıyı işaret etti. “Odasında.”
“Tamam. Bak bu Çağrı. Kendisi benim misafirim ona saygısızlık yapma, iyi davran ve her isteğini yerine… ya da yerine getirme ihtiyacı yok.”, deyip ayağa kalkarak kendisine kaşları çatılı bir şekilde bakan Onbaşı’ya döndü. “Bu Remzi, buranın sahibi olan Aykan Basmacı’nın oğlu. Onunla uslu uslu otur. Birazdan geleceğim.”, cevap bile beklemeden yanlarından ayrılıp az önce Remzi’nin gösterdiği kapıya doğru gitti.
İkili yalnız kaldığı gibi Remzi kaşlarını çatarak Çağrı’ya döndü. “Sende kimsin? Seni Alaca’nın etrafında ilk kez görüyorum.”, bu soruya karşılık dudaklarını birbirine bastırdı Onbaşı. Alaca ona dışarıdan olduğunu bilgisini başkalarıyla paylaşıp paylaşmaması gerektiğini söylememişti. Elbette ondan akıl alacak hali yoktu ancak bu durumda ne yapması gerektiğini en iyi o bilirdi. “Konuşsana! Yoksa dilini mi yuttun aptal?”
Çağrı kaşlarını çatıp öne doğru eğildi. “Sen kime aptal diyorsun velet?”
“Buranın sahibi sayılırım yani laflarına dikkat et ‘aptal’.”
Onbaşı iç çekerek arkasına yaslandı. Harika! Bir çocuğun onunla uğraşmadığı kalmıştı zaten! Ne kadar sinirlense de sessiz bir şekilde oturmaktan sıkıldığı için Remzi’nin sorusunu cevaplamaya karar verdi. “Bu seni ilgilendirmez ama dışarıdan geliyorum. Alaca ile işimiz var ne olduğunu sorma.”
“Umarım ölürsün.”, Remzi’nin hızla kurduğu cümleye karşı kaşlarını daha çok çattı. Genç oğlan ona tiksinircesine bakıyordu. Çağrı kendisini bir anlığına iğrenç bir çöp gibi hissetse de geri adım atmadı.
“Laflarına dikkat et velet. Sahi kaç yaşındasın da büyüklerinle böyle saygısızca konuşabiliyorsun? Genç olduğun yüzünden belli.”
“Bu seni ilgilendirmez ama söyleyeyim 17 yaşındayım yine de 30’ları aratmam. Lanet olası Vasilisa sağ olsun ruhum çürüdü, ruhum! Sen askersindir şimdi! Bu yüzden umarım ölürsün! Sizin gibi piç kuruları yaşamayı hak etmiyor.”
Öfkesi yaşından fazlasıyla büyüktü. Ne diyeceğini bilemedi Onbaşı. Haklıydı, Vasilisa buradaki insanları mahvetmişti. Çözüm aramak yerine sorunu kökten halledelim derken aslında sorunu ertelemişlerdi. Ne yazık ki geçmişe kızdığımızda ne şimdiki zaman ne de gelecek zaman değişiyordu.
Remzi’nin bu asker nefretini de anlayabiliyordu Çağrı. Ne de olsa buradaki askerler devlet onlara bakmadığı için ihanet etmiş, yabancı askerlerle birlik olmuşlardı. Bir şey demeden tekrardan derin bir iç çekti. Burası hakkında araştırması gereken daha çok şey vardı ve muhtemelen Alaca bunları gösterecekti. Şimdi Başkomutan Alparslan’ın neden kendisini görevlendirdiğini daha iyi anlıyordu. Buradaki askerlere sorsa onlar duvarların yıkılmaması için çabalayacaktı çünkü burada güç ve söz sahibi olmuşlardı ama artık ceza vaktiydi. Buradaki herkes yaşattığını yaşayacaktı.
Boğazını temizleyip genç oğlana döndü Onbaşı. “Bunları söylemekte haklısın ama inan bana buraya Alaca ile iş birliği için geldim. Ona yardım edeceğim ve o da bana yardım edecek.”
“Hmm burada bir şeyler dönüyor.”, diye cevap verdi biraz düşündükten sonra da devam etti. “Off! Çıldıracağım! Cidden sana güvenmiyorum! Gabriel bitti şimdi de sen başladın!”
“Gabriel mı?”
“Evet. Gabriel Parker, Alaca’nın sevgilisiydi ama şükürler olsun ki geberip gitti! Pis şeytan ona da güvenmiyordum sana da güvenmiyorum!”, Remzi sakinleşmek için derin nefesler alınca çok geçmeden Çağrı’nın donmuş yüz ifadesini gördü. “Hey, ne oldu? Yoksa felç mi oldun? Off aptal seni! Ben şimdi Alaca’ya ne diyeceğim?”
“Gabriel Parker.”, çok geçmeden ağzından sözcükler teker teker dökülmüştü. “Gabriel Parker öldü mü?”, sesi titremiş, suratı buz kesmişti Onbaşı’nın.
“Evet tanıyor musun?”, Remzi’nin sorusuyla endişelenmişti. Endişelendiği ellerini birbirine sürttüğünden belli oluyordu. Üstelik rahatsızmış gibi sırtını dikleştiriyor sonra da yerinden hafifçe kalkıp tekrar oturuyordu.
“Eski bir dost.”, diye cevap verdi Onbaşı. Kendisine gelmişti artık hareket etmiyordu ve yüzü de donuk ifadesini bırakmıştı. Remzi anında onun bir şeyler sakladığını anlamıştı. Bunu Alaca’ya kesinlikle söyleyecekti. Çok geçmeden bir garson yanlarına gelip Çağrı’ya bakarak gelme sebebini söyledi. “Çağrı, Alaca Hanım sizi, Aykan Bey’in odasına bekliyor. Lütfen benimle gelin. Yalnız.”, ‘yalnız’ kelimesini, gözlerini Remzi’ye çevirerek söylemişti. Genç oğlan hemen bozulmuştu tabii.
Çağrı yerinden kalkıp Remzi’ye baş sallamasıyla veda ederken karşılık alamasa da sorun etmeyerek garsonu takip etti. Alaca’nın gittiği kapıdan girip birkaç koridoru geçtiler ve sonunda iki kanatlı siyah kapıya ulaştılar. Garson kapıyı tıklatıp içeriden ‘gel’ emrini alınca kapıyı açıp Çağrı’ya geçmesini işaret etti. Çağrı’da ikiletmeden uslu bir çocuk gibi içeriye girdi. Bu odada fazlasıyla lükstü. Meyhanenin içerisinden farkı aydınlık olmasıydı. Neredeyse odanın her yeri altın varakla kaplanmıştı. Koltuk kenarları, sandalye üstleri, masa kenarları, biblolar, çerçeveler… Bunların hepsinin gerçek altın olduğunu düşünüyordu. Ne de olsa Bezmaksas’ın altın madenleri bulunuyordu.
“Ayakta dikilmeyin, lütfen oturun.”, Aykan olduğunu düşündüğü kalıplı, sandalyesinde otursa da uzun olduğu belli olan, pala bıyıklı, kel adam konuşmuştu. Çağrı’ya, Alaca’nın karşısındaki boş sandalyeyi işaret edince Onbaşı daha fazla ayakta durmadan sandalyeye oturdu.
“Tanıştırayım Çağrı, benim yeni eleman.”, diye söze girdi Alaca. Sakince yalan söylemişti. Yüzünde tek bir mimik bile oynamamıştı. “Çağrı bu da Aykan Basmacı. İmparzi Meyhanesi’nin sahibi ayrıca benim anlaşmalı kölem.”, son dediğine karşılık Çağrı şok olurken, Ayken mahcup bir şekilde gülümsedi. “Köle demesek mi acaba? Şey diyelim anlaşmalı iş veren.”
Alaca bu söze kaşlarını sertçe çattı. “Ben senin adamın değilim Aykan kendine gel! Burada anlaşma yapıyoruz ve sen benim her istediğimi yerine getiriyorsun. Şuna bak terlemeye başladın bile. O kadar korkuyorsan benim hakkımda doğru konuşacaksın o kadar!”
“Özür dilerim Alaca. Lütfen aramız küçük bir şeyden dolayı bozulmasın.”, cebinden çıkardığı mendille alnından akan terleri sildi. Koskoca adam cidden 20 yaşındaki bir kızdan korkuyor muydu diye düşündü Çağrı. Alaca buraya nasıl bir nam saldıysa herkes onun önünde titreyerek bekliyordu. Bu cidden etkileyiciydi ama bir yandan da korkutucuydu. Alaca neler yapıyordu ki insanlar ondan korkuyordu?
“Beni dinle Çağrı. Şimdi Aykan ile yeni bir anlaşma yapacağız ve bu görevde bana eşlik edeceksin. İtiraz istemiyorum.”, sanki itiraz edebilecekmiş gibi bir durum vardı da böyle diyordu. “Aykan ona da durumu anlat.”
Koca adam kısa süreliğine alt dudağını dişleyip gülümsedi. “Şey ben bir zamanlar aşık olmuştum ve aşık olduğum kadın bir fahişeydi. Bir gün bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Yıllar oldu. Sevdiğim kadın yakın zamanda öldü ve kızı 5 yaşında. Sizden onu kurtarmanızı istiyorum. Hasan ismindeki bir pezevenk onu zorla tutuyor ve tabii diğer kızları birde erkekleri.”
“Erkekleri?”, Çağrı odaya geldiğinden beri ilk defa konuşmuş onda da tek kelime kullanmış, o tek kelimede şok olarak aniden ağzından kaçmıştı. Onun sorusuna Alaca cevap verdi. “İç Sınır’da cinsiyet ayrımı yoktur. Kadın güçlüyse güçlüdür, erkek güçlüyse güçlüdür. Kadın fahişeyse fahişedir, erkek fahişeyse fahişedir.”, Çağrı’nın yüzünün buruştuğunu gören Alaca’nın gözleri kısıldı. “Burada daha ne iğrençlikler var söylesem midenin içindekileri de mideni de kusarsın.”
“Neyse ben anlatmaya devam edeyim.”, konu uzamadan tekrardan söze girdi Aykan. “Bu Hasan’ın pislik yuvası Galiç’te. Size tam adresi vereceğim merak etmeyin. Sadece kızı alıp getireceksiniz. Ben ona kendi kızım gibi bakmak istiyorum. Yasemin’in hatırı için”, Aykan başını eğerek dolu gözlerini saklamaya çalıştı. “Bu pis dünyadan onu korumak istiyorum. Yasemin’i koruyamadım bari kızı Zehra’yı koruyayım.”
Çağrı’da alt dudağını ısırıp başını eğdi. Böyle bir durumda ne denirdi ki. İç Sınır dünyası iğrençti. Dışarıda kanunlar varsa burada kanunsuz kanunlar vardı. Ceza sadece masumlara kesilirdi burada. Alaca arkasına yaslanıp kollarını göğsünde birleştirdi. “Bu işi alıyorum ve karşılığında bir şey istemiyorum. Böyle iğrenç yerleri yakıp yıkmak benim görevim. Ayrıca oradaki tüm kadın ve erkeklerin yeri öyle bir yer değil güzel sıcak bir evdir. O Hasan denilen piçi de öldüreceğim ve ibret-i alem olsun.”
Alaca’nın bu sözlerine karşı Aykan’ın yüzü huzura ermiş gibi yumuşamıştı. “Allah senden razı olsun Alaca! Sana her zaman kapım açık biliyorsun. Sen bana Frank ve Gabriel’ın emanetisin. İyi insanlardı umarım gittikleri yerde iyidirler.”
Çağrı başını kaldırıp Alaca’ya baktığında güçlü duruşunu bozmadığını gördü ama gözleri çektiği tüm acıyı anlatıyordu. İnsanlar kaybederler, kaybetmeye mahkumlardır. Ya canını ya sevdiğini ya da malını belki de her şeyini elbette bir gün kaybedeceklerdir. Ya ölüyken ya da diriyken…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |