Yeni Üyelik
1.
Bölüm

GİRİŞ BÖLÜMÜ

@batininhanimi

Tarih: 23/01/1859

“Bugünden tam üç yüz elli yıl önce devletimiz Vasilisa bildiğiniz üzere 42.980 kilometrekarelik alanı olan Kozlov ilimizin sınırlarına duvar örerek İç Sınır haline getirmiştir. Peki nedir bu İç Sınır? Hepimizin-”

“Hepimizin bildiği gibi Binbaşı Alparslan, İç Sınır cehenneme dönmüş bir yerdir. Bu yüzden lafı uzatmak yerine direkt konuya girin.”, Başkomutan, kardeşi olan Binbaşı Alparslan’ı uyarıp arkasına yaslandı. Kardeşinin bu kadar detaycı olmasından nefret ediyordu. Zaten zamanları kısıtlıyken neden bu kadar konuşuyordu ki? Buna bir türlü anlam veremiyordu.

Binbaşı Alparslan ‘emredersiniz’ anlamında başını sallayarak konuşmasına geri döndü. “İç Sınır’ın duvarlarının yıkılmasını öneriyorum.”, koca salondaki devlet adamlarının her biri şaşkınlık nidası ortaya atarken bazıları sinirlenerek lafa giriştiler.

“Bu ne cürret! Binbaşı bunu nasıl isteyebilirsiniz?!”

“Şeytanları sokaklara mı salalım bunu mu istiyorsunuz?!”

Binbaşının gözleri hızla kocaman açıldı. “Hayır ben…”, diye konuşmaya çalışsa da başka biri lafını kesti.

“Zaten savaştayız bir de iç savaş mı çıksın istiyorsunuz? Aklınız nerede sizin?”

“İç Sınır’ı kaldıracakmış! O duvarın arkasında Allah’ın lanetledikleri vardır!”

Binbaşı sinirle kaşlarını çatıp İç İşleri Bakanı’nın yardımcısına döndü. “Rafet Bey siz kimsiniz de Allah’ın nereyi lanetleyip nereyi lanetlemediğini söyleyebiliyorsunuz!?”

Rafet Bey kendisine bağırılmasıyla ayağa kalkıp ellerini önündeki masaya vurdu. “Hddinizi bilin! Asıl siz kimsiniz de bana bağırıyorsunuz üstüne bu lafları ediyorsunuz?”

Olayların daha fazla karıştığını ve kardeşinin başının derde gireceğini fark eden Başkomutan iç çekerek kısa bir anlığına kardeşinin neden bu kadar baş belası olduğunu düşündü. Belki de onu meclise sokmamalıydı. Daha fazla beklemeden elindeki tokmağı masanın üzerindeki tahta parçasına vurarak salona doğru bağırdı. “Yeter! Kesin sesinizi! Devletin kalbinde olduğumuzu unutmayın! Birbirinizle saygılı konuşun!”, salon sessizliğe bürününce Başkomutan derin bir nefes alarak devam etti. “Binbaşı Alparslan derhal Rıfat Bey’den özür diledikten sonra neden İç Sınır’ın duvarlarının yıkılmasını istediğinizi açıklayın.”

Alparslan, abisinin emrine karşı gelmeden yerine getirdi. “Rıfat Bey sözlerimden dolayı sizden özür diliyorum. İzin verirseniz konuşmamı tamamlamak istiyorum.”

Daha fazla uzatmadı Bakan Yardımcısı yerine oturup arkasına yaslandı. “Devam edebilirsiniz.”

Binbaşı boğazını temizleyip bakışlarını salondakilerin üzerinde teker teker gezdirdi. Herkes ona öfkeyle bakıyordu. Sanki düşmanmış gibi bakmalarından dolayı sinirlenmişti ama aldırmamaya çalıştı. İstediği şeyin kolay bir şey olmadığını özellikle de herkesin karşı çıkacağını bu fikir aklına ilk yattığı andan beri biliyordu. Yine de pes etmeyerek devam etti.

“Sayın Celal Bey’in de dediği gibi savaştayız ve bildiğiniz gibi devletimiz eski gücünde değil. Artık bir şeyleri değiştirmemiz lazım. Şu an yerimizde saymaktan başka bir şey etmiyoruz. Kozlov’u bu şekilde feda etmemiz doğru değil. Bize alan ve insan lazım. Bu yüzden Kozlov’u eski haline getirmeliyiz. Ayrıca duvarları yıkarsak oradan elde edeceğimiz kayaları birçok şekilde kullanabiliriz. İnsanlardan yana sıkıntı ediyorsanız suçluların cezasını zaten devlet vermekle yükümlüdür.”

“Binbaşı Alparslan konuşmanıza kısa bir ara verip size bir şey sormak istiyorum.”, salonda Binbaşı dışında biri ses çıkarınca gözler ona döndü. General Alya, Binbaşının da kendisine bakmasıyla ellerini birleştirip sorusunu sordu. “İç Sınır’a neredeyse hiçbir şekilde yardım yapmıyoruz. Oradakilerin bir sosyal hayatı yok, doğru düzgün yaşam alanları yok ve en önemlisi de hala tüm suçluları oraya gönderiyoruz. Dışarı çıkmaları da yasak. Yani daha ne gibi bir cezadan bahsediyorsunuz?”

Alparslan böyle bir soruya hazırlıklı gelmişti. Önündeki kağıtları düzeltip General’in sorusunu yanıtladı. “Komutanım ben kişisel cezalardan bahsediyorum. En başından söylediğim gibi aradan üç yüz elli yıl geçti. Kimler öldü kimler kaldı. Ayrıca orada doğumlarda oluyor. Yeni doğan bebeklerin, çocukların günahını bana söyleyebilir misiniz?”

General hiç beklemeden cevabını verdi. “Eğer onları ailelerinden koparırsak ileride ülkemize düşman kesilebilirler. İsteğiniz çok ciddi bir karar. Bunun Padişahla paylaşılmasının gerek olduğunu düşünüyorum.”

“Gerek yok.”, diye araya girdi Başkomutan. “Sultan İskender zaten hasta, yarını belli değil. Onu daha fazla yormak yerine bu işe ben karar vereceğim. Hem de hemen şimdi.”

Salonda fısıltılar başlamıştı. Kimisi arasında Başkomutan’ın, kardeşinin tarafında olacağını konuşurken, kimisi de Başkomutan’ın sert bir şekilde bunu reddeceğini konuşuyorlardı. Binbaşı Alparslan kaşlarını çatarak uzakta baş köşede oturan abisinin gözlerinin içine baktı. Padişahın büyük koltuğunun ve masasının aşağısındaki beş koltuktan ortadakinde oturuyordu. Diğer koltuklarda sırasıyla Tuğgeneral, Tümgeneral, Korgeneral, Orgeneral oturuyordu. Binbaşı hepsine tek tek bakmıştı. Bakışları o koltuklarda tek kadın olarak oturan Korgeneral’e baktı. Yaşından genç gösteren Korgeneral Halide Karca yanındaki komutanlar gibi sert bir yüz ifadesiyle kendisinin bakışlarına karşılık veriyordu.

Padişahtan sonra sözü geçen Başkomutan Yaşar Kemal tüm salonun dikkatini çekmek için tekrardan elindeki tokmağı tahtaya vurdu. Bakışlar tekrardan kendisine dönünce tokmağı masanın üzerine bırakıp duruşunu dikleştirdi. “Kararım kesin ve dönülmezdir. Binbaşı Alparslan Kemal söylediklerimi dikkatli dinleyin. Böyle bir şeye asla müsaade etmeyiz. Zaten savaş dönemindeyiz. Bu isteğinize ayıracak ne zamanımız ne gücümüz ne de maddiyatımız var. Bir daha bu konuyu açmamanızı emrediyorum. Toplantı bitmiştir.”, diyerek tokmağı tekrardan eline alıp tahta vurup toplantının bittiğini duyurdu.

Herkes salondan yavaşça çıkarken Alparslan hayal kırıklığıyla eşyalarını toplayıp salondan hızla çıktı. Fazlasıyla sinirlenmişti. Adeta burnundan soluyordu. Resmen o insanları yıllardır terk etmişlerdi. Çıkaralım diye fikir atmıştı ama kimse oralı olmamıştı. ‘Güç yokmuş, zaman yokmuş! Uğraşmak istemiyoruz desene şuna!’ Diye iç geçirdi.

Birden aklına gelen fikirle yerinde dursa da sonra başını kaldırıp koşmaya başladı. Padişahla görüşmeliydi! Meclisten çıktığı gibi at arabasına binip Şoförüne seslendi. “Baş Haneye gidelim.”, Baş Hane yani Padişah’ın sarayına gidecek ve ona fikrinden bahsedecekti. Ayrıca abisi hangi hakla Padişaha konudan bahsetmeden böyle bir karar verirdi ki? O kadar yetkisi yoktu. Meclisteki her konuyu ona bahsetmek ve fikrini almak zorundaydı.

At arabası giderken çevresini izleyerek sakinleşmeye çalıştı. Abisinin amacını anlamamıştı ama bunu bir şekilde çözmeliydi. Bu durumu halletmek ülkesine büyük katkı sağlayacaktı. Neredeyse bir buçuk saatin sonunda saraya varmışlardı. Hızla at arabasından inip saraya girdi. Saraydaki askerlerden biri onu karşılayarak saygı duruşunda bulundu. “Binbaşım hoş geldiniz Efendim.”

“Hoş buldum. Hünkarımızı görmem gerekiyor mecliste ona bahsedilmeyen önemli bir hadise var onunla bu konu hakkında görüşmem gerek. Müsaitler mi acaba?”

“Hakkı Ağa’ya sormak lazım Binbaşım. Siz bekleyin ben hemen haber vereyim.”

“Tamamdır.”, asker gittiğinde sanki yıllar geçmiş gibi hissetti. Yarım saat içinde Hakkı Ağa ile geri geldi. Yaşı bir hayli ilerlemiş olan Hakkı Ağa, Binbaşı Alparslan’ın önünde eğildi.

“Binbaşım, Hünkarımız sizi huzuruna çağırıyor.”

“Gidelim.”, daha fazla beklemek istemiyordu. Bu yüzden asker ve Hakkı Ağa ile beraber has odaya doğru ilerlediler. Saray fazlasıyla büyük ve hayranlık uyandırıcıydı. Eğer mesele mühim olmasaydı Alparslan yavaş ve etrafı inceleyerek ilerlerdi. Ne yazık ki durum acildi.

Hızlı ilerledikleri için çok geçmeden has odaya varmışlardı. Hakkı Ağa önden gidip Padişaha haber verdi. Sonunda odaya girince gözü ilk önce Padişah’ın kızı Şahinur Sultan’a takıldı. Gerçekten çok güzel bir kızdı Şahinur Sultan. İpek gibi sarı saçları, masmavi gözleri ve bembeyaz teni vardı. Üstelik şu an üzerinde girdiği lacivert elbise ve başındaki lacivert taşlı tacı güzelliğine güzellik katıyordu. Sultan onu görünce yanına yaklaşıp solgun bir şekilde gülümsedi. “Hoş geldiniz Binbaşı Alparslan.”

Alparslan başıyla selam verip duruşunu dikleştirdi. “Hoş bulduk Sultanım. Nasılsınız?”

Şahinur kısa bir süreliğine ilerideki yatakta yatan babasına baktı sonra üzgün bir suratla Alparslan’a döndü. “Babam bu haldeyken nasıl olayım Binbaşım? Üstelik Hakkı Ağa’nın söylediğine göre babamdan habersiz Mecliste bazı konuşmalar olmuş doğru mu bu?”

Binbaşı başını sallayıp ellerini önünde birleştirdi. “Ben bir öneride bulundum ve bu Hünkarımıza haber verilmeden reddedildi. Bu arada Hünkarımızın durumu nasıl? Onunla bu konu hakkında konuşmak istiyordum.”

“Çok şükür bugün daha iyi. Genel durumu ise aklı yerinde ama hala çok hasta.”, birkaç saniye Binbaşının gözlerinin içine baktı. Hafifçe gülümseyerek başını eğdi. “Neyse ben gideyim de siz konuşun. Zaten abimi ziyaret edecektim. Onunla konuşmam gereken meseleler var.”

“Sağ olun Sultanım. İyi günler dilerim.”

“Size de iyi günler Binbaşım.”, daha fazla oyalanmadan has odadan çıktı Şahinur Sultan. Sultan’ın çıkmasıyla Padişah’ın yatağına yaklaştı Alparslan.

Sultan İskender yaşından daha yaşlı gösteriyordu hastalığıyla. Yüzü zaten fazlasıyla kırışıktı, şimdi bir de sararınca iyice mahvolmuş görünüyordu koskoca padişah. Birinin, yatağına yaklaştığını hissedince kısık gözlerini açtı Sultan İskender. Karşısında, eğilen Binbaşı Alparslan’ı görünce gülümsedi. “Alparslan.”, sesi bile hastalıklı yani titrek ve kısık çıkıyordu.

Alparslan doğrulup Padişah’a baktı. “Hünkarım nasılsınız? Umarım iyisinizdir.”

Padişah hafiften kıkırdayınca bir anda öksürük krizine girdi. Neyse ki çok geçmeden kriz bitti de rahatlayabildi. Derin bir nefes alıp yutkundu. “Bir ölü gibiyim Alparslan. Fazla vaktim kalmadı. İnsan ne zaman öleceğini hisseder. Benimde fazla bir ömrüm kalmadı. Bu yüzden…bu yüzden direkt konuya girsek senin için sorun olur mu?”

“Siz nasıl isterseniz Hünkarım.”, yere oturup Padişaha yaklaştı. “Hünkarım ben bugün Mecliste bir öneride bulundum ve Başkomutan Yaşar Kemal bunu size sormadan karar verdi ve onaylamadı.”, abisini Padişah’a şikayet edince kendisini biraz kötü hissetmişti. Bu ne kadar doğruydu ki? Sonuçta abisiydi en doğru karar veren kişi o olmaz mıydı?

“Ne önerdin?”, sordu hastalıklı sesiyle Sultan İskender.

Alparslan sesli bir şekilde yutkundu. Abisinin onaylamadığı bir şeyi neden Padişah onaylayacaktı ki? Bir an kendisini daha kötü hissetti. Üstelik Padişah’ını da boşuna yormuş oluyordu. Birkaç saniyelik sessizlik Padişah’ın öksürmesiyle son buldu. Alparslan daha fazla sessiz kalamayacağını anlayınca anlatmaya başladı. “Kozlov’un duvarlarını yıkıp İç Sınır’ı sona erdirmemiz gerektiğini önerdim Hünkarım. Bir şey söylemeden önce lütfen-”

Sultan İskender’in elini kaldırmasıyla sustu Binbaşı. “Alparslan yıllardır atalarımın bu yaptığını düşünürüm. Oradaki masumları yine oradaki katillerin eline bıraktık. Orası şimdi nasıldır bilmiyorum ama bende oranın kalkmasını istiyorum. Bunu yapabilir misin?”

Alparslan şaşırsa da içten içe sevinmişti. Üstelik Padişah’ın ona sormasından gururlanmıştı. Duruşunu ve başını gururla dikleştirdi. “Siz isteyin yeter ki Hünkarım. Benim planım bile hazır. İçeriye bir asker yollamayı düşünüyorum. O oraları araştırırken içeriden biriyle irtibat halinde olacak. Neredeyse herkesi tanıyan sözü güçlü bir kadın.”

“Sana güveniyorum Alparslan ama abinin yaptığı hiç hoşuma gitmedi. Onu cezalandırmam gerekiyor ayrıca sonraki Başkomutan’ı da seçmeliyim.”, Alparslan, abisinin cezalandırılacağını duyunca başını eğdi. Sultan İskender bunu fark edince konuşmasına devam etti. “Bu önemli kararda bana abini savunma Alparslan çünkü devleti emanet etmem gereken bir Başkomutan’a ihtiyacım var.”

Alparslan başını geri kaldırıp şaşırmış bir şekilde kaşlarını çattı. “Efendim ne demek devleti emanet etmek için bir başkomutana ihtiyacım var? Şehzade Yavuz var ya.”

Padişah’ın bakışları değişti. Zaten hastalıklı olan bakışları şimdi de hüzünlü bakmaya başladı. “Yavuz’a güvenemiyorum Alparslan. Ondan hiçbir şey olmaz. Devleti ona bırakmamak için…”, durdu sanki söyleyeceği şeyleri nasıl söyleyeceğini bilmiyormuş gibi bir hali vardı ama yine de devam etti. “Devletin ona kalmaması için saltanatın kalkmasının gerektiğini düşünüyorum yoksa ülke çok zor bir duruma girecek Yavuz’da hiç liderlik vasfı yok! Devlet bir başkomutana geçmeli ve o başkomutan sonraki başkomutanı seçmeli ama bunun saltanat sistemine dönüşmemesi için halkın ne istediğine dikkat edilmeli. Yani halk istemezse başkomutan değişmeli.”

“Haklısınız Efendim. Peki aklınızda bir Başkomutan var mı?”

“Sen varsın.”

Alparslan’ın bakışları aniden değişti. Ne hissedeceğini bilemedi. Abisinin yerine geçmek… olur muydu ki? Üstelik Meclistekilerle nasıl baş edebilirdi ki? Yutkundu, ne demesi gerektiğini bilemese de aklından ilk geçenleri söyledi. “Onur duyarım Efendim.”

“Abinin kenara çekilmesi gerekiyor yine de bu vazifeyi kabul eder misin?”

Kenara çekilmek…abisinin öleceğini söylüyordu. Bu fazlasıyla zor bir karardı. Üstelik abisi neredeyse her konuda onu desteklerken. Peki ülkesi için abisinin ölümüne göz yumabilir miydi?

Yumabilirdi.

Sonuçta ülkesine daha iyi hizmet edeceği bir makam vardı karşısında. Kaşlarını çatıp ciddiyetle baktı Padişaha. “Kabul ediyorum Efendim. Ne olursa olsun bu ülke için abimi bile feda etmeye hazırım.”

“Güzel. Hakkı Ağa’ya söylersin Sinan Paşa’yı çağırır gerekenleri konuşuruz ancak ondan önce sana söylemem gereken bir şey var.”, Alparslan’ın dikkatle dinlediğinden emin olunca aklındakileri direkt söyledi. “Kızım…Şahinur’um bu hayattaki en değerli varlığım. Ona her konuda destek ol ve hep mutlu olmasını sağla olur mu?”

“Yapacağım. Size söz veriyorum.”

Sultan İskender için bu söz canından bile değerliydi. Bu yüzden huzurla gülümsedi. sonunda Hakkı Ağa, Sinan Paşa ile geldiğinde yapılması gerekenleri konuştular. Saltanat’ın nasıl biteceği, Yaşar’ın nasıl öleceği, Alparslan’ın nasıl Başkomutan olacağı ve İç Sınır’a gidecek askere kadar her şeyi konuşup planladılar.

Loading...
0%