Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BÖLÜM - 1

@bayanclara

Duyduğum telefon sesinden rahatsız olarak yüzümü buruşturdum. O kadar uykusuzdum ki, göz kapaklarımı açmak için üstün bir çaba sarf etmem gerekmişti. Muhtemelen bu duruma alışık olmasam, şu halsizlikte telefon sesini duymam bile imkânsız olurdu. Ancak alışkın olmam, sızlanmayacağım anlamına da gelmiyordu.

Ağlarmış gibi sesler çıkararak gözlerimi araladım ve yastığımın altındaki elimi kaldırarak başucumdaki komodine doğru uzattım. Çalar saatimin yanındaki telefonumu elime aldıktan sonra gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım ve bakışlarımı kısarak ekrandaki ismi okumaya çalıştım. Yasemin.

Beklediğim yerden aranmıyor olmak beni şaşırtırken, hızlı denebilecek bir şekilde doğruldum ve telefonu açarak kulağıma götürdüm.

“Yasemin?”

“Tamay… Çok, çok üzgünüm. Daha dün gece nöbette olduğunu ve iki gündür doğru düzgün uyumadığını biliyorum ama yapacak bir şeyim yok.”

Uyku mahmurluğunun yanında üst seviyede baş ağrısıyla uğraşırken, en yakın arkadaşımın sözlerini anlamlandırmak benim için bir hayli zordu.

“Neyden bahsettiğini anlayamıyorum, düzgün anlatır mısın lütfen?”

“Canım, beni şimdi hastaneden aradılar ve acil doğum için çağırdılar ama Gökhan evde değil, bu gece nöbete kaldı. Annemleri de biliyorsun, şehir dışındalar ve hafta sonu dönecekler. Sare’yi de evde yalnız bırakamam.”

Arkadaşımın derdini anladığımda iç çekerek ayaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. “Tamam, bebeğim. Sıkıntı yok. Ben hemen gidiyorum hastaneye.”

“Canım arkadaşım, teşekkür ederim. Nasıl ödeyeceğim hakkını?”

Aceleyle ayağa kalktıktan sonra dolabıma doğru ilerlerken hafifçe gülümsedim. “Güzel bir pazar kahvaltısıyla ödersin tatlım. Neyse, ben şimdi kapatıyorum. Hazırlanıp hemen çıkacağım.”

“Yeter ki iste! Teşekkür ederim, teşekkür ederim!”

Ona öpücük yollayarak telefonu kapattıktan sonra yatağımın üzerine fırlattım ve dolabın kapağını açarak üzerime giyebileceğim basit bir şeyler seçtim. Hızla üzerimdeki gecelikten kurtularak dolaptan çıkardıklarımı giyindim ve hemen ardından telefonumla komodinin üzerindeki arabamın anahtarını alarak odamdan çıktım.

Telefonumu ve anahtarımı eşofmanımın cebine tıkıştırırken, yatarken saldığım saçlarımı bileğimdeki lastik tokayla hızla bağladım ve merdivenleri atlayarak inmeye başladım. Dış kapıya doğru yöneleceğim sırada elindeki su bardağıyla mutfaktan çıkan Tuana’yı görerek duraksadım. Kız kardeşim beni karşısında gördüğü için birkaç saniyeliğine şaşırsa da bu duruma alışık olduğundan sakince “Hastaneye mi abla?” diye sordu. Başımı sallayarak yanına ulaştım ve saçlarının tepesine bir öpücük kondurdum.

“Ben birkaç saate dönerim. Arkamdan kapıyı kilitle, tamam mı?”

Tuana başını sallayarak beni onayladığında tekrar dış kapıya yönelip kapının yanındaki vestiyerden spor ayakkabılarımı alarak hızla giydim. Ardından vestiyerin askılığındaki ince hırkalarımdan birini elime aldım ve kendimi hızla dışarı attım. Mart ayında olsak da İstanbul hala soğuktu ve tek bir tişörtle hastaneye gidene kadar donmam muhtemeldi.

Bir yandan hırkamı giyerken bir yandan da ön bahçeye park ettiğim arabama doğru koşturmaya başladım. Arabama bindikten hemen sonra torpidodaki kumandayı çıkararak üzerindeki düğmeye bastım ve bahçenin otomatik kapısı açıldığında arabayı çalıştırarak yola çıktım. Kumandaya tekrar basarak kapının kapanmasını sağladığımda gaza yüklenerek hastaneye doğru yol aldım. Şanslıydım ki çalıştığım hastane, evime arabayla 10 dakikalık bir mesafedeydi.

Hastaneye vardığımda arabamı neredeyse bomboş olan otoparka park ettim ve hızla inerek hastaneye doğru koştum. Hastane kapısından girer girmez beni karşılayan Sevda hemşireye bakarak “Acil doğum için aramışsınız,” diye konuştum. Nefes nefeseydim.

Sevda hemşire kaşlarını hafiften çatarak “Evet ama biz Yasemin Hanım’ı bekliyorduk?” diye mırıldandığında, “Evde tekmiş, Sare’yi yalnız bırakamadı,” diye açıklama yaptım. Yasemin, küçük prensesini bu hastanede doğurduğu için herkes Sare’yi tanıyordu.

Sevda hemşire hızla başını sallayarak “İkinci doğumhaneye aldılar, gebenin suyu gelmişti,” dediğinde gözlerimi büyüttüm ve daha fazla geç kalmamak için odama koştum. Odaya girip hızla üzerimdekileri çıkardıktan sonra formamı giyerek saçımı daha uygun bir pozisyona soktum ve geldiğim hızla odamı terk ettim.

Doğumhaneye geldiğimde hızla içeri girip ellerimi yıkadım ve önlüğümü giydirmelerine izin vererek ıkınan gebenin yanına geçtim. Çok acı çektiği her halinden belli oluyordu. Biraz olsun sakinleşebilmesi için onunla konuşmaya çalıştım.

“Merhaba, ben Doktor Tamay. Adını öğrenebilir miyim?”

“B-buse.”

Henüz yirmilerinin başında gibi görünen genç kadının boncuk boncuk terleyen yüzüne bakarak hafifçe elini sıktım ve “Korkmana hiç gerek yok Buse,” diye mırıldandım. “Sakin olmaya çalış, lütfen.”

Hızla Buse’nin bacaklarının arasına geçerek başımı eğdim ve rahim ağzının ne durumda olduğuna baktım. Ah, doğum başlamıştı!

“Buse, doğumun başlamış ve şu an her şey iyi görünüyor. Senden derin nefesler almanı ve ıkınmanı rica edeceğim. Tamam mı?”

Derin bir nefes aldığını işittim. “Ta-tamam.”

“Çok güzel, şimdi ıkın!”

Buse’nin kendini zorlaması ve benim takiplerim sonucunda bebeğin başını gördüğümde heyecanla atıldım. “Harika gidiyorsun Buse, bebeğin başını görüyorum. Hadi, canım. Biraz daha kuvvetli ıkın.”

Dakikalar sonra çığlıklar atarak dünyaya ilk selamını veren bebeği kucağıma aldığımda dudaklarımda oluşan gülümseme gerçek bir gülümsemeydi.

“Tebrik ederim, güzeller güzeli bir kızın oldu.”

Doğumhaneden çıktığımda yorgun ama bir o kadar da huzurluydum. Sanırım mesleğimde en sevdiğim şey, dünyaya yeni gelen meleklerin yüzünü gören ilk kişi olmaktı. Bebeklere bayılıyordum. Onlarla ilgilenmek, onların doğumlarında bulunmak içimde tarif edilemez duyguların oluşmasını sağlıyordu.

Doğumhanedeki adrenalinle unuttuğum yorgunluğum ve halsizliğim kendini tekrar hatırlattığında ayaklarımı sürüyerek asansöre doğru ilerledim ve kendi odama çıktım. Odamdan içeri girdiğimde bakışlarım duvardaki saate kaydı. Gecenin dördüydü. Eve gitmek istemeyecek kadar yorgundum ama zaten birkaç saatliğine uyuma iznim vardı. Onu da buradaki sedyede geçirmek yerine yumuşacık yatağımda geçirmeyi tercih ederdim.

Geldiğimin aksine yavaş hareketlerle tekrar eşofmanlarımı üzerime geçirdim ve anahtarımla telefonumu cebime atarak odamdan çıktım. Yavaş adımlarla bir kez daha asansöre binerek zemin kata indim ve kendimi hastanenin dışına atarak otoparka doğru ilerledim. Görüş alanıma giren arabamın yanına doğru adımlarken bir görüntü çekti dikkatimi. Birkaç metre uzağımda arabaya yaslanmış bir adam vardı ve ayakta durmakta zorluk çekiyor gibi görünüyordu. Ortalık karanlık olduğundan net göremiyordum ancak hastanenin buraya kadar ulaşan ışıklandırmalarından anladığım kadarıyla adamın tişörtünde gördüğüm büyük leke kandı.

Fark ettiğim şeyin üzerine gözlerim kocaman olurken hiçbir şey düşünmeden adama doğru koştum. Bir eliyle arabadan destek alırken diğer eliyle de karnının alt bölgesini tutuyordu ve gözlerini kapamıştı. Yanına vardığımda telaşla “Beyefendi,” diye seslendim. “Beyefendi, iyi misiniz?”

Sesimle birlikte gözlerini yavaşça açtı ve gördüğümde afallamama neden olacak güzellikteki yeşil gözlerini kahvelerimle birleştirdi. Daha önce hiç bu kadar parlak yeşil gözlere sahip biriyle karşılaşmadığımı fark ettim.

“İyiyim, sorun yok.”

Beklediğimin aksine tok çıkan sesi beni şaşırtsa da cevabına olan şaşkınlığım daha ağır basmıştı. Yürüyemeyecek haldeydi ama iyi olduğundan bahsediyordu? Eh, peki.

“Size yardım etmeme izin verin,” diyerek arabaya dayalı olan kolundan tutmaya çalıştığımda bana ters ters baktığını hissettim.

“Gerek yok, ben giderim.”

Adamın gerginliği karşısında delirmemek gerçekten elde değildi. Ne durumda olduğunun farkında değil miydi? Nasıl yardım istemezdi?

Kızgın bakışlarımı adamın suratına sabitleyerek “Ayakta duramıyorsunuz ama yardım da istemiyorsunuz,” diye homurdandım. “Kafanız yerinde değil galiba? İzin verin, sizi acile kadar götüreyim.”

Sözlerimin üzerine kalın kaşlarının çatıldığını görsem de umursamadım ve adamın tuttuğum kolunu omzuma atarak “Hadi,” diye mırıldandım. Dua etsin doktordum ve edilmiş bir yeminim vardı. “Çok kan kaybetmişe benziyorsunuz, acele etmeliyiz.”

Adamın, omzumdaki elinin yumruk haline geldiğini fark etsem de bir şey demediği için sessiz kaldım ve olabildiğince hızlı bir şekilde adamı hastanenin acil kısmına yetiştirdim.

Kapıdan girer girmez “Yardım edin!” diyerek bağırdığımda birkaç görevli hızla yanımıza geldi. Yaralı adamı alarak sedyelerden birine yerleştirdiklerinde nöbetçi hemşirelerden birine seslendim. “Çabuk cerrahiden birini çağırın!”

Yorgunluğuma rağmen nöbetçi cerrah asistanlarından birinin yaralı adamla ilgilendiğini görene kadar beklemeye devam ettim. Belli bir süre sonra yapılan tetkiklerin ardından adamın ciddi bir şeyinin olmadığını söyleyen doktoru kafamı sallayarak onayladım ve eve gidecek halim olmadığı için kendimi tekrar odama attım. Eh, yatağımın yanında esamesi okunmazdı belki ama odamdaki sedyenin de bir gideri vardı.

Eh, yalnızca kendimi kandırıyordum. O kadar uzun zamandır hastane sedyelerinde uyuyordum ki, edindiğim alışkanlık rahatımı yok saymama neden oluyordu.

Ne kadar uyuduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tek bildiğim şey başımın geceki kadar ağrımadığı ve içinde bulunduğum yerde kahve olduğuydu. Hem de en sevdiğimden.

Kokuya daha fazla kayıtsız kalamadığım için usulca araladım göz kapaklarımı.

“Günaydın!”

Yasemin’in, masamın hemen önündeki sandalyede oturduğunu gördüğümde gözlerimi kırpıştırdım ve esnemek için araladığım ağzımı elimin tersiyle kapatırken boğukça konuştum.

“Sana da günaydın.”

Ellerimi alnıma götürüp kısa bir süre ovduktan sonra “Saat kaç?” diyerek doğruldum. Ayaklarımı sedyeden aşağı sarkıtırken “Yedi buçuk,” dediğini duydum Yasemin’in. Zor açık tuttuğum gözlerimi ovalarken “Erken gelmişsin,” diye mırıldandım. Sare olduğu için genelde mesai başlamadan birkaç dakika evvel gelirdi hastaneye.

“Gece burada kaldığını tahmin ettim,” diye konuştu. “Eh, dün gece seni buraya gönderdiğim için vicdan azabı çektiğimden de erken uyanıp güzel bir kahvaltı hazırladım.”

O söyleyene dek masadaki kalabalık dikkatimi çekmemişti. Rengârenk kahvaltıları ve patatesli olduğunu varsaydığım böreği görünce kendime gelir gibi oldum. Sevinçle irileştiğine emin olduğum gözlerimi Yasemin’e dikerek “E, hani pazar günü yapacaktık?” diye sorduğumda, “O gün ayrı,” diye cevap verdi. “Bu pazar bizdesin, şu an yaptıklarımı ödül öncesi ön gösterim olarak düşünebilirsin.”

Kendimi tutamayarak güldüm ve sedyeye yatmadan önce çıkardığım ayakkabılarımı tekrar giyerek ayağa kalktım.

“Tamam, o halde. Ben gidip elimi yüzümü yıkayayım.”

“Çabuk ol,” diyerek gülümsedi. “Kahven soğumasın.”

Onu başımla onaylayarak odadan çıktım ve aynı kattaki lavaboya doğru ilerledim.

Yasemin’le üniversitedeyken tanışmıştık ve o zamandan beri de beraberdik. Çalıştığımız hastane, okuduğumuz üniversiteyle bağlantılıydı ve asistanlığımızı burada yapmıştık. Eh, neredeyse bir yıl önce de uzmanlığımızı yine birlikte almış ve aynı hastanede çalışmaya devam etmiştik.

Lavabodaki işlerimi hızla hallettikten sonra saçlarıma çekidüzen verdim ve geldiğim hızla tekrar odama döndüm. Açıkçası karnım zil çalıyordu ama ondan da önemlisi kahve bağımlısı tarafım açtı.

Odadan içeri girdikten sonra ilerleyerek masamın etrafından dolandım ve kendi yerime oturdum. Hemen önümdeki kahveden koca bir yudum alarak dilimi yaktıktan sonra yüzümü buruşturdum. Soğuduğunu sanmıştım.

Beni izleyen Yasemin, halime tatlı bir kahkaha attıktan sonra “Hiç bırakmayacaksın bu huyunu değil mi?” diye konuştu.

“Kahveyi bıraktığımda belki,” dedikten sonra sırıttım. “Yani… Hiçbir zaman.”

Gülmeye devam ederek önündeki salatalıklardan birini attı ağzına. “Geceki vaka ne oldu?”

Gece doğum yaptırttığım gebeyi hatırladığımda “A, iyi hatırlattın,” diye mırıldandım ve bu sefer daha dikkatli bir şekilde yudumladım kahvemi. “Kahvaltıdan sonra gidip bakayım, ne halde. Doğum gayet iyi geçti, güzeller güzeli bir kızı oldu.”

“Ya,” diyerek gülümsedi. Sare’den dolayı kız çocuklarına daha bir ayrı bakıyordu.

“Her kız bebekte aklıma Sare geliyor,” diyerek gülümsedim. Yasemin’in doğumuna da ben girmiştim. “Sahi, ne yapıyor benim meleğim? Çok özledim onu da.”

“Ne yapsın teyzesi?” diyerek oturduğu koltuğa iyice yayıldı Yasemin. “Nöbetten gelen babasının koynunda mışıl mışıl uyuyordu ben çıkarken. Ah, bazen kendi kızımı kıskanıyorum.”

Tam tahmin ettiğim gibi patatesli olan böreği mideme indirdikten sonra sırıttım. “E, olacak o kadar. Hep sen mi tadacaksın geniş göğüsün rahatlığını?”

Küçük burnunu havaya dikerek “Pardon da benim göğsüm ne oluyormuş hanımefendi?” diye homurdandı. “Asıl benim göğsüm kızımın başı için en ideal göğüs.”

Başımı iki yana sallasam da gülmeden edememiştim. Sare henüz beş aylıktı ve o kadar ama o kadar tatlıydı ki, yememek için zor duruyordum. Aynı annesi gibi sarışındı ama gözlerinin rengini babasından almıştı.

Öyle havadan sudan konuşarak kahvaltı yapmaya devam ederken aklıma gelen şeyle “Bu arada,” diye mırıldandım. “Aslında gece burada kalmayacaktım. Hatta doğumdan sonra gördüğün üzere giyinip eve gitmek üzere dışarı çıkmıştım ama otoparkta yaralı bir adam görünce onu acile getirdim. Sonra durumunu falan öğreneyim derken zaman geçti, ben de eve gitmekten vazgeçtim. Beni yakalayışını o adama borçlusun yani.”

“Hadi ya,” diyerek şaşırdığını belli ettikten sonra “E, ne yaralanmasıymış peki?” diye sordu. Dudaklarımı büzerek omuz silktim.

“Bıçaklandığını biliyorum yalnızca. Detaylarından haberim yok. Nöbetçi cerrah asistanlarından biri önemli bir şeyi olmadığını söyleyince üstünde durmadım ki adam da bir tuhaftı zaten.”

“Nasıl yani?” diyerek söylediklerimi anlamadığını belli ettiğinde bir kez daha dudak büktüm.

“Otoparkta onu görüp yardım etmek istediğimde bir tuhaf davrandı. Neredeyse yardım ettiğim için kızacaktı. Hâlbuki yanında durduğu arabadan destek almasa yere yapışacak kadar halsizdi.”

“Aa, zoru neydi ki acaba?”

“Aman, ne bileyim,” diyerek elimi salladım havada. “Normal insan mı kaldı sanki?”

“Buraya gelen kişileri düşününce… Fazlasıyla haklısın arkadaşım. Neyse, biz yemeğimize devam edelim.”

Yasemin’le birlikte bir süre daha tıkınmaya ve oradan buradan konuşmaya devam ettik. Sonra da ortalığı topladık ve Yasemin, kendi odasına geçerken ben de üzerimi değiştirerek dün doğumuna girdiğim Buse’yi ziyaret ettim. Gerekli tetkikleri yaptıktan sonra gayet sağlıklı olduğunu görerek bugün içinde hastaneden çıkabilmesi için izin verdim. Buse’nin odasından çıktıktan sonra tekrar odama geçecekken Sevda hemşireyi görünce aklıma dün geceki adam geldi ve kendimi istemsizce hemşireye yaklaşırken buldum.

“Sevda hemşire?”

Orta yaşlardaki kadın kafasını önündeki dosyalardan kaldırarak bana baktı ve geceden kalma yorgunluğuna rağmen içten bir şekilde gülümsedi. “Buyurun doktor hanım?”

“Dün gece acile bir bıçaklanma vakası geldi ya, ben yardımcı oldum hatta?”

Sevda hemşire kısaca düşündükten sonra “Ha, evet, hatırladım,” diye mırıldandı. “Polisi diyorsunuz siz.”

Kaşlarım havaya dikilirken “Polis miymiş?” diye sordum şaşkınca.

“Evet, polismiş. Bir kapkaççıyla boğuşmuş sanırım. Suçlu, polisi bıçaklayıp kaçmış elinden. Bu yüzden de baya sinirliydi.”

Şimdi anlıyordum bana neden ters davrandığını. Sinirini çıkardığı kişilerden biri de ben olmuştum demek ki.

“Hım. Hala hastanede mi peki?”

“Yok, dün gece yarasına dikiş attırdıktan sonra gitti.”

Başımı salladım. “Anladım, neyse hadi kolay gelsin.”

“Size de Tamay Hanım.”

Sevda hemşirenin yanından uzaklaşırken aklıma dün geceki polisin yeşil gözleri geldi. Yasemin de yeşil gözlüydü ama onunki daha koyu bir yeşildi. Polisin gözlerinin yakınından geçmezdi yani. Zaten o karmaşada da yüzünün şeklini tam inceleyememiştim. Aklımda kalan en somut şey gözleri olmuştu.

Odama vardığımda düşüncelerimden arınarak masama geçtim ve bilgisayarımdan randevu listeme baktım. Anlaşılan bugün de yoğun olacaktım.

Oldukça dolu bir günün ardından Yasemin’le vedalaştıktan sonra arabama atlayarak evin yolunu tuttum. Dün gece yatmadan önce Tuana’ya yemek sözü vermiştim. Bu yüzden her ne kadar eve gider gitmez kafayı vurup sabaha kadar uyumak istesem de bunu yapmayacak ve güzel kız kardeşimi koluma takarak ona güzel bir yemek ısmarlayacaktım.

Amcamın son doğum günümde hediye ettiği Audi A7’me atlayarak eve doğru yol aldım. Normalde maddi durumumuz çok iyi olsa da bunu gösteriş maddesi olarak sunmaktan hiç hoşlanmazdım. Kim bilir, belki de babamlar hayatta olmadığı için doktor maaşım dışındaki paraları sahiplenmekte sorun yaşıyordum. Yine de bu arabayı kapımızın önünde gördüğüm an âşık olmuş ve asla geri çevirememiştim. Gerçi kabul etmeme gibi bir durum da mümkün değildi. Zira o zaman da amcamı kırmış olurdum ki, babamdan geriye kalan tek kişiyi üzmek beni daha çok yaralardı.

Düşüncelerimin gittiği yerden memnun olmayarak derin bir nefes aldım ve eve beş dakikalık bir mesafe kalmış olsa da daha fazla düşünmek istemediğimden radyoyu çalıştırarak kalan yolu hareketli bir şarkı eşliğinde tamamladım.

Arabamı evimizin ön tarafına park ettikten sonra arabadan inerek seri adımlarla dış kapıya doğru ilerledim. Kapının önüne geldiğimde cebimden çıkardığım anahtarla kapıyı açtım ve hemen ardından ayakkabılarımı çıkarıp elime alarak içeri girdim. Etrafta hiçbir hareketlilik göremediğim için büzülen dudaklarımla birlikte elimdeki ayakkabıları vestiyere bıraktım ve merdivenleri tırmanarak üst kata çıktım. Bir yandan da geldiğimi haber veriyordum.

“Kimse yok mu? Evin doktoru geldi!”

Sadece saniyeler sonra odamın hemen karşısındaki odanın kapısı açıldı ve Tuana zıplayarak bana doğru koştu.

“Hoş geldin ablacığım!”

Hayattaki en değerli varlığımı kollarımın arasına alarak sıkıca sarıldım ve mis kokulu saçlarına uzun bir öpücük bıraktım. Ne ara on sekiz yaşına geldiğini bilmiyordum. Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini onu gördükçe fark edebiliyordum.

Sarılışımızın ardından hafifçe geriye çekilip Tuana’nın üzerini şöyle bir süzdüm. Üzerine omuzları açık beyaz bir badi, altına da siyah, şifon bir etek giymişti. Açık kahve saçlarını atkuyruğu şeklinde toplayarak güzel yüzünü açığa çıkarmıştı ve benimkilerin aksine masmavi olan gözleri ışıldıyordu. Gülümsedim.

“Ne kadar güzel olmuşsunuz böyle küçük hanım.”

Tatlı tatlı kıkırdayarak başını salladı. “Senin için süslendim ve senin için de kıyafet seçtim!”

Kaşlarımı kaldırarak keyiflendiğimi belli ederken “Öyle mi?” diye sordum. “Hadi o zaman bir an önce duş alayım ve şu üzerimdekilerden kurtulayım.”

“Kıyafetlerini yatağının üzerine koydum, sen hazırlanana kadar da ders çalışıyor olacağım.”

Şefkatle gülümserken dudaklarımı şakağına bastırdım ve “Tamam, ablacığım,” diye mırıldandım. “Sen dersine bak, ben de hızla hazırlanayım.”

Tuana’dan ayrıldıktan sonra kendimi odama attım ve gözlerimi yatağımın üzerindeki kıyafetlerde gezdirdim. Siyah, boğazlı ve sırt dekolteli bir badi ve altına da dar, koyu renk bir kot. Rahat ve şık.

Gülümsedim. Giyim tarzımdan anlıyordu.

Hızla dolabıma doğru ilerleyerek kendime çamaşır seçtim ve kendimi odamdaki banyoya attım. Keyif yapmaya vakit olmadığı için hızlı bir duş alarak durulandım ve çamaşırlarımı giyinerek banyodan çıktım. Yatağımın üzerindeki kıyafetlerimi de giyindikten sonra siyah renk saçlarımı kurutup, sırt dekoltemi kapatmaması için hoş bir topuz haline getirdim. Makyaj masamın üzerindeki kutudan halka küpelerimi alıp taktıktan sonra sade bir makyaj yaparak hazırlığımı sonlandırdım.

Boy aynamdan son kez kendime baktıktan sonra dolabımdan pek de kalın sayılamayacak siyah ceketimi aldım ve telefon, cüzdan gibi lazım olabilecek şeyleri küçük bir çantaya doldurarak odamdan çıktım.

Tuana bu sene lise son sınıftaydı ve üniversite sınavı için hazırlanıyordu. Sınavına az bir zaman kalmıştı, sürekli ders çalıştığı için onu ara ara böyle dışarıya çıkarıyordum. Aksi takdirde okul-ev derken kafayı yemesinden korkuyordum.

Odasının önüne gelerek kapısını tıklattım ve içeriden gelen komut üzerine kapıyı açarak içeri girdim.

“Mükemmel görünüyorsun!”

Beni görür görmez söylediği şey üzerine gülümsedim ve göz kırparak “Eh, birilerine layık olmaya çalışıyoruz, ne yapalım?” diye söylendim. Kıkırdadı.

Masadaki kitabının kapağını kapayıp oturduğu sandalyeden kalktı ve komutum üzerine dolaptan ince montlarından birini alarak yanıma geldi. “Hadi, gidelim!”

Gülümseyerek koluna girdim. “Hadi, bakalım.”

Yan yana merdivenlerden indikten sonra dış kapıya yöneldik. Girişteki ayakkabılıktan birer topuklu bot alarak giyindik ve dışarı çıktık. Dış kapıyı kilitlediğimden emin olduktan sonra cebimdeki anahtarla arabamın kilidini açtım ve sürücü koltuğuna doğru ilerledim. Tuana’yla aynı anda arabaya binmemizin ardından otomatik kapının kumandasına basarak açılmasını sağladım ve arabayı çalıştırarak yola çıktım. Tekrar kumandaya basarak kapıyı kapattıktan sonraysa gideceğimiz restorana doğru yol aldım.

“Yer ayırttığından eminsin tatlım, değil mi?” diye sorduğumda hevesle başını salladı.

“Evet, hem de cam kenarından istedim. Boğazı daha iyi izleyebilmek için.”

Ve kardeşimle bir ortak yanımız daha… İkimiz de deniz manzarasına bayılıyorduk.

“Okul nasıl gidiyor, sınav hazırlıkları falan?”

“Her şey gayet iyi,” diyerek yerinde dikleşti. “Sadece sınav yaklaştıkça biraz tedirginliğim artıyor, o kadar.”

Direksiyondaki ellerimden birini çekerek Tuana’nın kucağına koyduğu elini tuttum. “Tedirgin olacak bir şey yok, elinden geleni yaptığını ben görebiliyorum ve başaracağına tüm kalbimle inanıyorum.”

“Biliyorum, abla.”

Kırmızı ışığa denk gelerek arabayı durdurduğumda bakışlarım tekrar kız kardeşime kaydı. “Ee, haber var mı seninkinden?”

Kaşlarını çattı ve yola odaklı mavi harelerini bana çevirdi. Ona baktıkça annemi görüyormuş gibi oluyor, tuhaf ama mutlu hissediyordum. “Benimki de kim?”

Kaşlarımı kaldırarak ona imalı bir bakış attım ve yeşile dönen ışığı takip ederek tekrar yola odaklandım.

“Seninki yok mu canım, işte? Hani şu peşinden ayrılmayan, yakışıklı beyefendi?”

Kimden bahsettiğimi anladığında utanarak oturduğu yerde büzüldü. “Abla!”

“Ne var canım? Uzun zamandır adı geçmiyordu, merak ettim. Hem neydi adı bakayım? Emre miydi, Erdal mıydı, neydi?”

Kısık bir sesle “Emir,” diye mırıldandığını duydum. Gülümsedim.

“Ha, evet, Emir. Ne yapıyor bakalım Emir?”

“Ders çalışıyordur, ne bileyim ben,” diyerek yanındaki cama çevirdi gözlerini. Bu hallerini çok iyi biliyordum. Onu çok iyi tanıyordum, çünkü onu ben büyütmüştüm. O çocuktan etkileniyordu, hem de çok. Yalnızca kafayı sınava taktığı için çocuktan uzak duruyordu. Çalışmasına engel olabilecek hiçbir şeyi kabul etmiyordu hayatına. Bu durumu beni üzüyordu ve aslında sınavı bu kadar takmasına da gerek yoktu ama söz geçiremiyor, üstüne de gitmiyordum. Çünkü onun yaşındayken ben de aynı şeyleri hissediyordum.

“Tamam, tamam, sormadım bir şey,” diyerek konuyu kapattım. “Berfin ne alemde peki?”

Omuz silkti. “Ne yapsın? O da ders çalışmaya çalışıyor.”

Güldüm. Berfin, Tuana’nın en yakın arkadaşıydı ve çok tatlı bir kızdı. Ailesini yakından tanıyordum, onlar da çok iyi insanlardı.

“Olsun, çabalıyormuş en azından. O da bir şeydir.”

Kıkırdadığını işittim. “Doğru diyorsun.”

Oradan buradan konuşmaya devam ederek Tuana’nın ikimiz için yer ayırttığı, boğazdaki restoranlardan birine geldik. Lüks bir yerdi ve yemekleri muhteşemdi. Arabayı valeye vererek restorana doğru ilerlerken “Montunun önünü kapa,” diye seslendim ona. “Hava soğuk.”

“Az sonra içeri gireceğiz zaten,” dese de sözümü dinleyerek önünü kapatmıştı. Bana hiçbir zaman karşı çıkmazdı ki kolay kolay karşı çıkabileceği bir şey de söylemezdim.

Restorandan içeri girdiğimizde bizi karşılayan görevliye gülümseyerek üzerimizdekileri uzattık ve başka bir görevlinin gösterdiği masaya yerleştik. Önümüze iki menü bırakan garsona gülümseyerek teşekkür ettikten sonra menüdeki çorba kısmına kısa bir bakış attım ve bakışlarımı menüden ayırmadan “Domates çorbası?” diyerek öneride bulundum. Ana yemekten önce çorba içilmesi taraftarıydım. En azından ben böyle büyütülmüştüm ve Tuana’yı da öyle büyütmek için çabalıyordum.

“Sonrası için ızgaraya ne dersin?” diyerek bana döndü. Bu, çorbayı onayladığı anlamına geliyordu. “Canım et istedi.”

“Harika derim. Yanına da salata söyleriz.”

Gülümsedi. “Olur.”

En yakınımızdaki garsonlardan birini çağırarak siparişimizi verdik ve çorbalarımız gelene kadar oradan buradan konuşmaya devam ettik. Nihayetinde çorbalarımız geldiğinde “Hadi bakalım,” diye mırıldandım. “O tabak bitecek.”

Kafasını sallayarak beni onayladıktan sonra çorbasını içmek için başını eğdi ve o anda tuhaf bir şey oldu. Gözlerim, bir çift yeşil gözle çarpıştı.

Neye uğradığımı şaşırarak tam karşımdaki adama bakmaya devam ettiğimde, karşıdaki adamın gözleri bende oyalanmadan hemen karşısında oturan kadına kaydı. Adamın nereden tanıdık geldiğini anlamaya çalışırken gözlerimi ondan ayıramıyor, bundan da huzursuz oluyordum. Neyse ki çok geçmeden hatırlayabilmiştim. Karşı masada oturan adam, dün acile taşıdığım adamdı. Dün gece yüzüne dikkatli bakamadığım için tanımakta biraz zorluk çekmiştim ve sanırım bunda saçlarını daha farklı bir modele sokmasının da etkisi vardı.

Restoranın ışıklandırmaları altında yanlış görmüyorsam kumral bir ten rengine sahipti. Yüzü temizdi, halbuki dün sakallı olduğuna yemin edebilirdim. Kesmiş olmalıydı. Olgun bir çehreye ve gür kaşlara sahipti. Açık yeşil renkteki gözleri hatırladığım gibiydi. Zaten onu tanımamda en büyük etken gözleri olmuştu.

Saçma bir şekilde gözlerimi ondan ayıramam, beni fark etmesine ve bakışlarının yüzüme kaymasına neden oldu. Dünkü ters tavrının üzerine ufak bir gülümseme bekledim, teşekkür mahiyetinde. Ancak hiçbir tepki vermedi. Sanki neden ona baktığımı anlamaya çalışıyormuş gibi birkaç saniye dikkatlice yüzüme baktı ancak önündeki kadının sesiyle bakışlarını tekrar önüne çevirdi. Hızla gözlerimi kaçırdım. Yaptığım şeye asla bir anlam veremiyordum. Tabii bir yandan da tepkisiz kalmasına sinir olmuştum. İstediğim çok bir şey değildi, sonuçta acile gitmesine yardım etmiştim. İnsan bir teşekkür etmez miydi?

“Abla? Bir şey mi oldu?”

Tuana’nın sesini duyduğumda bakışlarımı ona çevirdim. “Ha? Yok, tatlım. Dalmışım sadece.”

“Çorbanı içsene, soğuyacak sonra.”

Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra dediği gibi çorbamı içmeye başladım. Basit bir teşekküre ne de çok takılmıştım…

Bakışlarımı özellikle arka tarafa çevirmemeye çalışarak yemeğimi yemiş ve Tuana’yla bolca sohbet etmiştim. Kız kardeşimle vakit geçirmeyi çok seviyordum. Zaten insan, onu hayata bağlayan biriyle konuşmaktan nasıl zevk almazdı ki?

Ana yemeklerimizin üzerine söylediğimiz dondurmalı tatlılarımızı da yedikten sonra hesabı istedim ve ödedikten sonra da Tuana’yla birlikte restoranın çıkışına yöneldik. Önümüzdeki masanın yanından geçerken gözlerim gece boyunca vermiş olduğum saçma savaşı bir kenara bırakarak bir kez daha polis olduğunu öğrendiğim genç adama kaydı ama hayır, bana bakmıyordu. Tüm dikkati önündeki hanımefendideydi. Kendime kızarak önüme döndüm ve yaptığım salaklığı unutmaya çalıştım.

Restorandan çıktıktan sonra valenin getirdiği arabama atladık ve eve doğru yol aldık. Tuana, yarın gireceği okul sınavlarından bahsederken dikkatimi ona vermeye ve açık yeşil gözleri aklıma getirmemeye çalıştım.

Eve vardığımızda arabayı ön tarafa park ettim ve aşağı inip arabayı kilitleyerek eve doğru ilerleyen kız kardeşimin peşine takıldım. Kapıya vardığımda cebimden çıkardığım anahtarla kapıyı açarak Tuana’ya geçmesi için öncelik verdim ve hemen ardından da ben içeri girerek kapıyı tekrar kilitledim.

Botlarımızdan kurtularak merdivenlere yöneldiğimiz sıra “Hemen uyuyacak mısın?” diye sordu Tuana. Başımı sallayarak onayladım onu. “Evet, güzelim. Kaç gündür adam akıllı uyuyamadım. Kafamı vurup sabaha kadar kalkmayacağım.”

Dediklerime güldü. “Bu haline üzülmüyor değilim ama doktor olmak isteyen sendin. Gülü seven dikenine katlanırmış, ne diyelim.”

“Bak sen,” diyerek güldüm ve at kuyruğu olan saçlarını parmağıma doladım.

“Sen uyumayacak mısın?”

“Henüz uykum yok,” diyerek omuzlarını kaldırdı. “Biraz ders çalışıp yatarım.”

İç çektim. “Kendini fazla yorma, tamam mı güzelim?”

“Merak etme abla, ben iyiyim.”

Odasının kapısının önüne geldiğimizde “İyi bakalım,” dedim ve uzanarak alnına bastırdım dudaklarımı.

“İyi geceler, bebeğim.”

“İyi geceler abla.”

Tuana odasına geçtikten sonra ben de kendi odama geçtim ve elimdekileri kenardaki tekli koltuğun üzerine bırakarak banyoya doğru ilerledim. Kısa sürede yüzümdeki hafif makyajdan kurtularak tekrar içeri geçtim ve üzerimdekileri çıkararak ipek geceliğimi giyip kendimi yatağımın kucağına bıraktım.

Uykuya ihtiyacım vardı. Hem de çok.

Saatimin alarmını duyarak uykunun kollarından sıyrıldığımda her zamanki gibi yüzümü buruşturdum. Bu sesten hiç ama hiç hoşlanmıyordum.

Zor da olsa gözlerimi aralayabildiğimde şöyle bir etrafa bakındım. Kapalı perdelerimin üzerine düşen ışığa bakılırsa bugün hava güneşliydi. İlkbahar havası geç de olsa yüzünü göstermeye başlamıştı anlaşılan.

Ellerimi iki yana açarak sesli bir şekilde gerindikten sonra yatakta doğruldum ve belime kadar açılan geceliğimi umursamayarak bacaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. Yatağımın hemen yanındaki tüylü ev terliklerimi ayağıma geçirdikten sonra ayaklanarak banyoya gittim. Kısa sürede işlerimi halledip yüzümü kendime gelebilmek amacıyla soğuk suyla yıkadım ve tekrar odama geçerek yatağımın ayakucuna serili olan sabahlığımı alarak giyindim. Sabahlığımın kuşağını gevşekçe bağladıktan sonra gece siyahı saçlarımı sabahlıktan dışarı çıkardım ve ilerleyerek odadan çıktım.

Tuana’nın kalkma vaktine yarım saatten biraz az kaldığını bilerek hızlı adımlarla merdivenleri indim ve mutfağa geçerek bizim için güzel bir kahvaltı hazırlamaya başladım.

İlk işim çay demlemek olurken, hemen ardından Tuana’nın en sevdiği kreplerden yaptım ve mutfak masasını dolaptan çıkardığım kahvaltılıklarla doldurdum.

Dakikalar sonra Tuana, mutfak kapısında belirdiğinde her şey hazırdı ve harika görünüyorlardı.

“Günaydın ablaların en güzeli!”

Neşeyle yanıma gelerek yanaklarımdan öpmesine izin verdikten sonra muzır suratına bakarak burnunu sıkıştırdım.

“Dedi Tuana, benden başka ablası varmış gibi!”

Dediklerim onu daha çok güldürürken, hızla geriledi ve dörtlü masamızdaki sandalyelerden birini çekerek oturdu. “Çok acıktım!”

Haline gülerek başımı salladıktan sonra ocaktan aldığım demliği masaya getirerek önce onun bardağına, sonra da kendiminkine çay doldurdum ve demliği tekrar ocağa koydum.

“Gece rüyanda çok spor yaptın galiba,” diyerek ona takıldığımda, o da güldü ve “Spor değil, ders çalıştım,” diye cevap verdi. “Rüyamda bile ders çalışıyorum abla ya!”

Kaşlarımı çattım. “Ve bu durum beni gerçekten korkutuyor.”

“Korkacak bir şey yok,” diyerek başını salladı. “Tek isteğim birkaç ay sonra gireceğim sınavda elde ettiğim başarıyla, hayatta sahip olduğum tek kişiyi gururlandırabilmek.”

Gözlerimin dolduğunu hissettim ve ona çaktırmamak için bakışlarımı mutfağın içinde gezdirdim. Evet, böyle durumlar beni yoruyordu. Anneliği çok erken tatmak zorunda olan biri için bu sözlerin verdiği hissiyatı tarif etmem imkansızdı.

Bakışlarımı tekrar onda sabitleyerek elimi uzattım ve masada duran narin tenini parmaklarımın arasına aldım. “Ben seninle hep gurur duydum. Daha bebekken, kimsede durmayıp bir tek benim kucağımda ağlamadığını fark ettiğimden beri hep duydum.”

Burukça gülümsedi. “Seni çok seviyorum ablam.”

“Ben de seni güzelim, ben de seni. Ah, neyse, bu yaşlı ablanı ağlatmak istemiyorsan konuyu değiştirmeli ve yemeğini yemelisin.”

Gülümsemesi genişledi. “Sen benden çıtırsın yahu, ne yaşlılığı?”

Çatalımı batırdığım peyniri ağzıma atmadan hemen önce mırıldandım. “Kandır ablanı sen, kandır.”

Kahvaltının geri kalanını gülüşerek geçirdikten sonra ikimiz de odalarımıza geçerek giyindik ve sonra arabama atlayıp evden ayrıldık.

Tuana’nın gittiği lise evimize yirmi dakikalık yürüme mesafesindeydi ancak evde olduğum müddetçe onu ben bırakıyordum. Bu sayede okula erken gittiğinden Berfin’le bir kahve molaları oluyordu.

Arabayı, lisenin önünde durdurduğumda Tuana’yı yanaklarından öperek “İyi dersler güzelim,” diye mırıldandım. “Kendini fazla hırpalamak yok, tamam mı? Evde görüşürüz.”

“Tamam, abla, görüşürüz.”

Tuana arabadan indiğinde, okulundan içeri girene kadar onu izledim ve sonra gaza basarak hastaneye doğru yol aldım. Dün gece uykumu alabildiğim için keyfim yerindeydi ve odama çıkmadan önce kantinden alacağım bir Türk kahvesinin beni daha da dinçleştireceğini düşünüyordum.

Arabamı her zamanki gibi hastanenin arka tarafındaki otoparka park ettikten sonra arabadan indim ve adımlarımı kantine yönlendirdim. Kantine vardığımda fazla kalabalık olmayan sıraya girerek kendime bir kahve aldım ve sıcak olduğunu bildiğim kahveyi yudum yudum içerek merdivenlere yöneldim. Asansöre binmek istememiştim çünkü genelde kalabalık oluyordu ve bu yüzden kahve içmek zorlaşıyordu.

Birine çarpmamaya çalışarak ve gördüğüm tanıdık kişilere selam vererek merdivenlerden çıktım, sonra da odama doğru ilerledim. Kahvemi şimdiden yarılamıştım.

Odama vardığımda cebimden çıkardığım anahtarla kapıyı açarak içeri girdim ve kapıyı ardımdan kapatıp masama doğru ilerledim. İlk randevu saatime daha vardı ve bu yüzden çantamı masama bırakarak Yasemin’in gelip gelmediğini kontrol edecektim.

Masamın etrafında dolandıktan sonra sandalyemi geriye çektim ve kahvemi masanın kenarına bıraktıktan sonra çantamı sandalyeye koyacağım an masanın ortasındaki kâğıt çekti dikkatimi; bana ait olmadığına emin olduğum bir kâğıt.

Sebepsizce gerildiğimi hissettim ve kaşlarımı çatarak boştaki elimi uzattım. Beyaz renkteki kare kâğıdı kavrayarak hafifçe kaldırdım ve üzerindeki yazılarda gezdirdim harelerimi.

Okuduğum şeyi anladığım an, gözlerim irice açıldı ve hala tutmakta olduğum çanta sandalyeye düşüverdi. Kendi sonumun da çanta gibi olmasından korkarak masanın kenarından tutundum ve sesli bir şekilde yutkunarak yazıyı tekrar okudum.

Sen haklıydın.

O gece yaşananlar basit bir kaza değildi.

Cinayetti.

Vee ilk bölüm sonu :’)

Nasıl buldunuz?

Oy ve yorumlarınızı eksik etmezseniz çok sevinirim.

Yakında görüşmek üzere!

14.03.2020

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%