Yeni Üyelik
10.
Bölüm

BÖLÜM - 10

@bayanclara

Affedince yorulur insan, yalnız kaldığında bir de. Ama insanı en çok yoran şey hayal kurmaktır, olmayacağını bildiği halde.”

Cengiz Aytmatov

*

Sedyedeki genç anneye içten bir şekilde gülümseyerek peçete uzattım.

“Jeli temizleyebilirsiniz.”

Gözleri dolu dolu olan kadın, heyecanla başını sallayarak beni onayladığında gülümsemem tatlı bir tebessüme dönüştü ve oturduğum sandalyeden kalkarak masama doğru ilerledim. Siyah, deri koltuğuma oturduktan sonra ellerimi masanın üzerinde birleştirerek Zerda Hanım’ın üzerini düzeltip yanıma gelmesini bekledim.

Çok geçmeden yüzündeki ağlamaklı gülümsemesiyle yanıma gelerek hemen karşımdaki tekli koltuğa oturdu.

“Erkek olacağı,” diye mırıldandı sesi titrerken. “İçime doğmuştu… Yani hissediyordum. Daha doğrusu ilki kız olduğu için bunun erkek olmasını istiyordum. Tabii sağlıklı olduktan sonra cinsiyetinin hiçbir önemi yok ama içimden geçirmedim, desem yalan olur.”

“Anlıyorum,” diyerek başımı salladım. “Kız çocuğundan sonra erkek çocuğun da tadına bakmak istemeniz çok normal.”

Sedyede yatarken hafifçe karışmış olan saçlarını düzeltirken “Ben istiyordum istemesine ama sanırım kocam bu işe biraz bozulacak,” diyerek kıkırdadığında merakla kaşlarımı havalandırdım.

“Nasıl yani?”

“Eşim, kızımıza tam anlamıyla âşık. Hani şu baba-kız aşkı olayı vardır ya doktor hanım, onların arasındaki ilişki bunun katlarca fazlası desem yeridir. Kızım babasına âşık, babası kızına… E, arada kendimi kötü hissediyordum yani.”

Yüzüme buruk bir gülümseme oturdu, kendi babamı hatırladım ve sessizce iç çektim. Kızını o kadar iyi anlıyordum ki.

“O zaman umalım da küçük bey size düşkün olsun, bu şekilde şartlar eşitlenir.”

Zerda Hanım, tatlı tatlı güldü. “Temennim o yönde.”

Gülümsemeye devam ederek yenilediğim diyet listesini ona uzattım.

“Uzak durmanız gereken şeyler aynı ancak birkaç vitamin takviyesi ekledim. Her şey yolunda görünüyor ama tedbiri elden bırakmamakta yarar var. 3 hafta sonra tekrar kontrole bekliyorum.”

Zerda Hanım’ı uğurladıktan sonra derin bir iç çekerek sırtımı, sandalyenin arkasına yasladım. Gebelerle ilgilenmek, onlara böyle müjdeli haberler verip mutluluklarına bizzat şahit olmak benim için çok değerliydi. Onlarla ilgilendikçe biraz olsun kendi dertlerimden uzaklaşıyordum. Hayata merhaba demeye hazırlanan ya da benim aracılığımla diyen bebekleri düşündükçe, hatta daha da iyisi gördükçe mutluluğuma mutluluk katılıyordu sanki.

Eh, bunun kötü bir yanı da yok değildi. Özellikle son yıllarda böyle genç anne adaylarına epey bir özenir olmuştum. Hele ki Yasemin’den ve Sare’den sonra anne olmak için resmen can atıyordum ancak ne yazık ki bunun yakın bir zamanda olabileceğini de hiç sanmıyordum.

Dudaklarımı birbirine bastırarak can sıkıntısıyla oflarken odamın kapısı açıldı ve onu düşündüğümü hissetmiş gibi tüm neşesiyle içeri girdi Yasemin.

“Oo, Doktor Hanım, hala hazırlanmamışsınız siz ama ya... Benim karnım acayip aç ve hemen en yakındaki restoranlardan birine kendimizi atmazsak açlığa daha fazla dayanamayıp seni bile yiyebilirim.”

En azından birimizin ruh halinin iyi olmasını istediğimden Yasemin’in neşesini kaçıracak olmak dudaklarımın bükülmesine neden olmuştu.

“Çok isterdim ama Asaf amcayla görüşmem gerekiyor, bu seferlik tek gitsen?”

Asaf amcanın adını duymak yüzünün ciddi bir hale bürünmesine ve geriye dönüp kapıyı kapattıktan sonra biraz önce Zerda Hanım’ın oturduğu koltuğa oturmasına neden olmuştu.

“Asaf amirle neden görüşeceksin ki?” diye sordu, salık bıraktığı sarı saçlarını tek omzunda toplarken. “Bir sorun mu var?”

Ona mafya bozuntularının içine girmek zorunda kaldığımı anlatamayacağım için yalan söylemek mecburiyetindeydim ve bu, inanılmaz derecede çok sıkıyordu canımı. Onca şeyi kaldıramayıp içimi dökmek için koşa koşa yanına gittiğim arkadaşımla da arama set çekmek zorundaydım artık. Bunu onun iyiliği için yapmalıydım.

“Yok,” diyerek başımı iki yana salladım. Beni çok iyi tanıdığı için yalan söylediğimi belli etmemek her zamankinden daha zor geliyordu ancak sanırım geçen süre zarfı içinde bu işe kendimi az da olsa alıştırmıştım. Bunu da şu an acı bir şekilde fark ediyordum. “Her zamanki mevzular işte. Hani sana anlatmıştım ya, babamla birlikte ihaleye giren şirketleri falan araştıracaklardı. Onlarla ilgili bir şeyler söyleyecek sanırım.”

“Ay, hadi inşallah dişe dokunur bir şeylerle dönersin,” diyerek iç çektiğinde, en ufak bir şüphe duymadan bana inandığını görmek kalbimi sızlattı. Yalandan nefret eden biri olarak sevdiğim kişilere yalan söylemek, onları sürekli kandırıyor olmak beni çok fazla yaralıyordu. Ağlayacak gibi olduğumu hissettim ama kendimi tuttum. Yine ve yine…

“İnşallah,” diyerek dudaklarımı birbirine bastırdım ve kolumdaki saate baktım. “Saat de gelmiş, şimdi çıkmazsam geç kalacağım.”

“Nerede buluşacaksınız? Emniyet’te mi?”

“Ha, yok, hayır. Sonuçta onun da öğle yemeği saatine denk geliyor. Emniyet Müdürlüğü’nün iki sokak aşağısında bir restoran varmış, orada.”

Aslında bu söylediğim de kısmen yalana giriyordu. Amcamla Emniyet Müdürlüğü’nde buluşmamıştım çünkü oraya gitmem demek, Aral’la burun buruna gelmem demeti. Halbuki ben Aral’dan kaçmaya yer arıyordum.

“Anladım,” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı ve ayaklandı. “E, hadi, beraber çıkalım o zaman. Bahçede ayrılırız.”

Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra ayağa kalktım ve üzerimdeki beyaz önlüğü çıkararak sabahleyin odanın kenarındaki askılığa astığım kırmızı ceketimi giydim. Hastaneye gelirken takım elbise giymeyi seviyordum, bu yüzden etekli ve pantolonlu birçok takımım vardı. Bugün pantolonlu bir takım seçmiştim.

Foto

Masanın üzerindeki telefonumu siyah kol çantamın içine attıktan sonra kapının yanında beni bekleyen Yasemin’in yanında gittim ve hastaneden çıkana kadar dün gece Sare’nin anneannesiyle dedesine yaptığı şebeklikleri dinledim. O tatlı cadının yaptıklarını dinlemek bile beni biraz olsun iyi hissettirmişti.

Yasemin’in iyi dileklerini alarak arabama atladıktan sonra Asaf amcamın birkaç saat evvel attığı konuma doğru yol aldım.

Dün gece Aral beni eve bıraktıktan sonra zonklayan başımla kısa bir duş alıp kendimi direkt yatağa atmış ama gece boyunca yaşananları düşünmekten bir türlü uyuyamamıştım. Adının Volkan olduğunu öğrendiğim adamın sözleri, Aral’ın arabayla gelirken anlattıkları, Demet’in ricası… Hepsi zihnimde dönüp dolaşmış, gözlerimi birkaç dakika olsun yummama izin vermemişlerdi. Saatler süren bir o yana bir bu yana dönme savaşımdan sonraysa hatırlayamadığım bir anda uykuya dalmış ve birkaç saatlik uykuyla erkenden kalkıp hastaneye gelmek zorunda kalmıştım. Tabii ağrısına dayanamadığım baş ağrım için de kahvaltıdan sonra ağrı kesici almayı ihmal etmemiştim.

Gece uyuyamamış olmak bir konuda işime yaramıştı aslında. Dün gece yaşanan şeylerden sonra Aral’a gidip Demet mevzusunu açamayacağımı fark etmiş, daha doğrusu vereceği tepkiyi kestiremediğim için ona açılmaktan korkmuş ve bu yüzden hastaneye gelirken yolda Asaf amcamı arayıp ona anlatmak istediğim şeyler olduğunu söylemiştim. Aral’la değil de onunla konuşmak istiyor olmam onu biraz kuşkulandırmıştı ve sanırım biraz da endişelendirmişti ancak yapacak bir şeyim yoktu. Telefonda anlatabileceğim bir durum değildi. Bu yüzden öğlen buluşmaya karar vermiştik.

Çeşitli düşünceler içinde amcamın attığı konuma vardığımda arabamı uygun bir yere park ettim ve yan koltuktaki çantamı da alarak aşağı inip kapıları kilitledim. Hemen karşımda duran restorana bakarak iç çektikten sonra da ağır adımlarla restoranın kapısına doğru ilerlemeye başladım.

Döner kapıdan içeri girdikten sonra bakışlarımı etrafta gezdirerek amcamın gelip gelmediğine bakındım ve ikili masalardan birinde oturmuş menü karıştırdığını gördüm. Sırtı giriş kapısına dönük olduğu için geldiğimi görmemişti. Söylediklerimden sonra alabileceğim herhangi bir ters tepkiye kendimi hazırlamak istercesine derince soluklandım ve yine sakin adımlarla ona doğru ilerledim.

Yanına varıp hemen karşısındaki sandalyeyi çektiğimde başını menüden kaldırıp bana baktı ve “Geldin mi kızım?” diye sordu gayriihtiyari. Başımı sallayarak çektiğim sandalyeye yerleştim ve çantamı sandalyenin kenarına astım.

“Çok beklettim mi amca?”

“Yo, ben de yeni geldim. Menüyü karıştırıyordum. Sabah pek kahvaltı edemedim de.”

Anlayışla başımı salladım. “Sen bak o zaman bir şeyler, sonra konuşuruz.”

Sözlerimin üzerine tek kaşını kaldırarak bana düşünceli bir bakış attı. “Sen bir şey yemeyecek misin?”

Kararsızlıkla boş masada gezdirdim bakışlarımı. Yemeyerek güçten düştüğümün farkındaydım ancak son günlerde iştahım yok gibi bir şeydi.

“Aç değilim amca, bir şey yiyesim yok.”

Bu sefer derince çattı gür kaşlarını.

“Kahvaltı yaptın mı?”

“Hımhım, sabah atıştırmıştım bir şeyler.”

“Sırf Tuana’nın dikkatini çekmemek için bir-iki şey atıştırıp kalktın değil mi masadan?”

Haklı olduğu için susmayı tercih ettim. Sessizliğim ona gerekli cevabı vermişti zaten.

“Ah, kızım,” diyerek başını salladı. “Son günlerde baya çöktün. Yüzündeki çöküklüğü iki boyayla örtüyorsun iyi hoş da, vücudundaki zayıflığı nasıl örteceksin? Zaten incecik bir şeydin, yok olmaya doğru hızla ilerliyorsun.”

Son cümlesi her şeye rağmen gülesimi getirmişti. “Abartma amca, o kadar da değil.”

“Külahıma anlat sen bunları. Ah, seni Berrin bir görse demediğini bırakmaz.”

Gözlerimi hızla açarak “Sakın,” dedim. “Sakın yengeme bir şey söyleme. Vallahi sabah akşam bize gelip zorla yemek yedirir bana.”

Amcam gülerek başını salladı. “Eh, yapmadığı bir şey değil sonuçta.”

Bakışlarındaki imayı anladığımda “Tamam,” diyerek pes ettim. “Yiyeceğim bir şeyler.”

“Sadece şimdi yemekle olmaz, hiçbir öğününü ihmal etmeyeceksin. Çok yakından takip edeceğim bak seni.”

“Tamam, amca, tamam,” diyerek omuzlarımı düşürdüm. “Mesaj alındı, sen merak etme.”

Asaf amca memnun bir şekilde başını salladıktan sonra başını çevirip etrafta gezinen garsonlardan birine el salladı. “Bakar mısınız?”

Genç garson hızla yanımıza gelerek “Hoş geldiniz,” dedi. “Ne arzu etmiştiniz?”

Amcam bana kısa bir bakış attıktan hemen sonra tekrar garsona dönüp ikimiz için de sipariş verdiğinde şaşırmaya çalışmadım bile. Muhtemelen sadece bir salata yiyeceğimi tahmin etmiş ve bunun olmasını kendince engellemişti.

Garson siparişleri getirmek üzere yanımızdan ayrıldığında amcam masadaki pet şişelerden birine uzandı ve şişedeki suyu önündeki boş bardağa doldururken “Dün gece olanlardan haberim var,” diye mırıldandı, homurdanırcasına. “Volkan herifinin sana yaptıklarından yani.” Yarısını bardağa boşalttığı şişenin kapağını kapatmadan bardağı kafasına dikti ve içinde yangın varmışçasına tek dikişte bitirdi bütün suyu.

“Aral çok sinirlendi,” diyerek yerimde huzursuzca kıpırdandım. “Onu böyle durumlara düşürdükçe kendime daha çok kızıyorum. Keşke bunların olabileceğini tahmin edebilseydim. O zaman amcamların gözündeki yerimi umursamadan yalanımın açığa çıkmasına izin verirdim.”

Şişede kalan suyu da boşalan bardağına doldururken “Özel güçlerimiz yok,” diye mırıldandı dalgınca. “Zamanı geri alamayız. Her şerde bir hayır vardır, diyerek önümüze bakacağız.” Bakışları bana döndü. “Bakmak zorundayız, çünkü başka çaremiz yok.”

“Haklısın,” diyerek iç çektim. “Ben de bu yüzden seninle konuşmak istedim. Aral’a anlatamazdım, çünkü zaten fazlasıyla kızgındı. Daha da delirmesini göze alamadım.”

Gür kaşlarını çatarak dirseklerini masaya yasladı. “Neyi Aral’a anlatamazdın, Tamay?”

“Dün gece Volkan denen adamla karşılaşmadan önce Sadullah’ın kızıyla, yani Demet’le karşılaştım koridorda. Benden yardım istedi.”

“Ne yardımı?” diye sordu merakla. “Seninle ne işi olur ki onun?”

Alt dudağımı kemirerek “Hamileymiş,” dedim, uzatmadan. “Benden doktoru olmamı istedi. Babası Aral’a güvendiği için o da bana güveniyormuş. Yani bu anlama gelen bir şeyler dedi işte.”

Amcam gerçek bir şaşkınlıkla bakakaldı suratıma. Çok geçmeden de “Hamile miymiş?” diye sordu, yanlış anladığını söylememi beklercesine.

Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı salladım. “Evet. O da daha yeni öğrenmiş. Doktora da gitmemiş henüz, kendisi test yapmış. Telefon numaramı da aldı dün, muhtemelen birkaç gün içinde randevu için arar.”

Cümlemi bitirdiğim an tuttuğu koca tepsiyle garson beliriverdi yanı başımızda. Ben durgun bir ifadeyle masaya yerleştirdiği tabaklara bakarken amcam da düşünceli bir tavırla çenesini ovalayıp durdu.

Garson “Afiyet olsun,” diyerek yanımızdan ayrıldığında amcamın benim için sipariş ettiği portakal suyunu kendi önüme çektim ve amcamın konuşmasını beklerken birkaç yudum alıp ağzımın tadını değiştirmeye çalıştım.

Nihayetinde sessizliğine son verip oflarcasına iç çekerek “Bu hiç iyi olmamış,” diye mırıldandı. “Aral, dün gecenin raporunu verdiğinde her şeye rağmen Volkan zibidisinin olayını bahane ederek Sadullah’ın davetlerinden bir süreliğine uzak durabileceğini düşünmüştüm. Ama bu kız ortalığı karıştıracak gibi görünüyor. Onun yüzünden aileye daha yakın olmak zorunda kalacaksın.”

Dudaklarım çaresizlikle büküldü. “Biliyorum ama böyle bir şeyin olacağını nereden bilebilirdim ki? O karşıma geçip bize ne kadar güvendiğini söyleyip, aradığı doktoru bulmuş gibi davranınca olumsuz bir şey söylemenin daha kötü olacağını düşündüm.”

Tabağının yanındaki çatalını ve bıçağını eline alırken “Sen doğru olanı yapmışsın,” diye mırıldandı ve önündeki etten bir parça kesip ağzına atmadan evvel “Ama bu başınıza sürekli çorap örüldüğü gerçeğini de değiştirmiyor,” diye devam etti.

Başımı geriye atarak gözlerimi kapadım ve derince nefes alıp geri verdim. Rahatlamak için bu işlemi birkaç kez daha tekrarladım ve göz kapaklarımı kaldırıp bakışlarımı tekrar amcama çevirdim. Dirseklerini masaya, çenesini de birbirine kenetlediği ellerinin üzere yaslamıştı ve ağzındaki lokmayı ağır ağır çiğnerken bakışlarını önündeki tabağa dikmişti. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Bu yüzden bir şey demeyerek sırf can sıkıntısından çatalımı elime aldım ve tabağımdaki yeşilliklerden yemeye başladım.

Aramızdaki dakikalar süren sessizliği bozan Asaf amcam olmuştu.

“Bu saatten sonra yakınmanın da hayıflanmanın da kimseye faydası yok. Bu yüzden olmuşları konuşup vakit kaybetmek yerine bundan sonra ne yapacağımızı konuşmalıyız.”

Portakal suyumdan birkaç yudum aldıktan sonra “Aral’a sen söyleyeceksin, değil mi?” diye sordum.

Gözleri kısıldı. “Çok mu çekiniyorsun, Aral’dan?”

“Yani,” diyerek bakışlarımı kaçırdım ondan. “Aral başkomiser pek sıcakkanlı biri sayılmaz. Ayrıyeten bu olaylara ben sebebiyet verdiğim için kendimi fazlasıyla suçlu ve mahcup hissediyorum ona karşı. Normalde söylerdim ona aslında, bana kızacağını bilsem de söylerdim ama dünkü vukuatın ardından bir de böyle böyle oldu, diyemedim. Dün o kadar dönmüştü ki gözü, Demet’in benden onun doktoru olmamı istediğini de söyleseydim ne yapardı, tahmin bile edemiyorum amca.”

“Şimdi neden ona değil de bana söylüyorsun peki?” diye sordu, meraklı bir tavırla. Yerimde huzursuzca kıpırdandım.

“Dün söylemediğim için kızmasından korkuyorum,” diyerek doğruyu söylemeyi tercih ettim.

Dudakları hafifçe kıvrıldı ve beni anladığını belirtircesine kafasını usulca salladı.

“Aral, çok sert bir kabuğa sahip olan bir çocuk. Mesleğinde ve özel hayatında yaşadıkları, bu kabuğun oluşmasındaki en büyük etken,” diyerek kısa bir duraksama yaşadı. “Sen o kabuğa şahit olduğun için çekiniyorsun ondan, bu da çok normal ama inan bana, bu kadar çok delirmesinin en büyük sebebi seni koruyamayacak olmasını düşünmesi. Senin zarar görebilme ihtimalin onu sinirlendiriyor, bu yüzden de her ne kadar yanlış olsa da sana patlıyor. Yine de bu durum, Aral’ın işinde çok iyi bir komiser olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Elbette onun yerine benimle konuşman abartılacak bir şey değil ancak yalnızca bu konu için. İleride çok daha kötü durumlarla karşılaşabilir ve benimle konuşabilecek kadar zamana sahip olamayabilirsin. Böyle durumlarda Aral ne kadar sinirli olursa olsun vakit kaybetmeden onunla konuşmalısın. Anlıyorsun beni, değil mi?”

Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırarak başımı salladım. “Anlıyorum amca.”

Anlıyordum anlamasına, hatta hak da veriyordum sözlerine ancak ben belki de konuşmasında en takınılmayacak yere takılmıştım. Aral, neden bu kadar sert bir kabuğa sahipti? İnsanlar olmayı istedikleri kişiyi kendileri seçerdi. Bazen bu seçime mecbur bırakılırlardı ancak yine de kendileri seçerlerdi işte. Peki ya Aral’ı buna iten neydi?

“Bu seferlik ben Aral’la konuşur, onu sana yönlendiririm.”

Bir kez daha salladım başımı. “Tamam, amca.”

Huzursuzca iç çekti. “Hadi bakalım, şu tabağını bitir de kalkalım.”

Canım hiç istemese de dediğini yaptım ve kendimi zorlayarak da olsa tabağımdakileri bitirdim.

Asaf amcam hesabı ödediğinde ayaklandık ve masaların arasından ilerleyerek restorandan çıktık. Ağır adımlarla yürüyerek arabamın yanına vardığımız an Asaf amca bir şey söylemek için ağzını aralamıştı ki aramızda telefonumun zil sesi yankılanmaya başlayınca susmak zorunda kaldı.

“Affedersin amca,” diyerek çantamı açıp telefonumu elime aldım. Ekrandaki kayıtlı olmayan numaraya kaşlarımı çatarak baktıktan sonra hastaneden olabileceğini düşünüp aramayı yanıtladım ve telefonu kulağıma götürdüm.

“Efendim?”

“Alo, Tamay’la mı görüşüyorum?”

Duyduğum tanıdık sesle gözlerim fal taşı gibi açılırken bakışlarımı hızla amcamın gözlerine taşıdım. Amcam, kaşlarını çatarak ne olduğunu anlamaya çalışırken bakışlarımı ondan ayırmadan dudaklarımı araladım.

“Evet, Demet Hanım, benim.”

Asaf amca, söylediğim isim üzerine başta afallasa da kendini hızla toparladı ve elini havada sallayarak devam etmemi işaret etti.

“Aa, darılırım ama. Hanım falan hiç oldu mu, Tamay? Lütfen yalnızca Demet, de.”

Usulca yutkunduktan sonra “Peki,” diye mırıldandım, cılız bir sesle. “İyisiniz, yani, iyisindir umarım. Bir sorun yok, değil mi?”

Bir anlık bocalamam onu güldürmüştü. “İyiyim, çok şükür. Bir sorun yok, sen nasılsın? Hastanede misin?”

“Ben de iyiyim, teşekkür ederim,” diye mırıldandım. “Öğle yemeği için dışarı çıkmıştım, birazdan hastaneye döneceğim.”

“Anlıyorum. Ben seni şey için rahatsız etmiştim aslında; hangi hastanede çalıştığını bilmediğim için nereden randevu alabileceğimi kestiremedim. Bizimkilere bir şey belli etmemek için onlara da soramıyorum. Senden rica etsem, bana randevu ayarlar mısın?”

Bir anda ne diyeceğimi bilemeyerek “Şey,” deyiverdim. Amcam beni rahatlatmak için başparmağını kaldırarak iyi gittiğimi işaret ediyordu. Çaktırmadan nefeslendim. “Bu hafta tamamen doluyum, en erken randevuyu ancak haftaya ayarlayabilirim.”

Yalan söylemiyordum, daha bu sabah bakmıştım bu haftaki randevu yoğunluğuna. Bütün saatlerim doluydu.

“Ya, öyle mi?” diye sordu, Demet. Olumsuz bir yanıt aldığına memnun olmadığı sesinden belli oluyordu.

Amcam, yalnızca dudaklarını oynatarak yarın diye mırıldandığında kaşlarım çatıldı. Eliyle Demet’i çağırmamı işaret ettiğinde ne demek istediğini anlayarak gözlerimi kısaca kapayıp açtım ve “Ama sorun olmaz,” diye devam ettim konuşmaya. “Yarın öğle saatinde çalıştığım hastaneye gelebilir misin? Yemek arasında seninle ilgilenebilirim.”

“Sahi mi?” diye sordu heyecanla. “Bunu benim için yapar mısın?”

“Elbette,” diye mırıldandım içten bir tavırla. Onun bu oyunun neresinde olduğunu bilmiyordum. Kötü biri olup olmadığı hakkında da bir fikrim yoktu ama nihayetinde o da bir anne adayıydı ve benim için bu durum, ona ayrıcalık tanımam için yeterliydi. En azından şimdilik öyleydi.

“Çok sağ ol, Tamay. Gerçekten çok, çok sağ ol.”

Sesindeki saf heyecanı ve mutluluğu hissederken “Ne demek?” diye mırıldandım. “Ben sana konumu atarım. Yarın hastaneye geldiğinde beni ara ya da mesaj at, ben gerisini hallederim.”

“Teşekkür ederim,” diye cevap verdi, aynı minnettarlıkla. “Seni daha fazla tutmayayım, benim yüzümden hastaneye geç kalmanı istemem. Yarın görüşürüz, olur mu?”

Sanki görebilecekmiş gibi hafifçe başımı salladım. “Olur, görüşürüz.”

Telefonu kulağımdan çekerek konuşmanın bittiğine emin olduktan sonra bakışlarımı Asaf amcamın yüzüne çevirdim ve sanki duymamış gibi “Yarın öğlen gelecek,” diye açıklama yaptım.

Başını ağır ağır sallayarak “Böylesi daha iyi,” dedi. “Demet, Sadullah’ın kızı olarak ayrıcalıklı olduğunun farkında. Muhtemelen sana daha yeni tanıştığınız için bunu belli etmiyordur ancak aksi bir durumda Sadullah’ın öğrenmesi kaçınılmaz olurdu.”

“Hamile olduğunu söylemek için gebeliğini kesinleştirmeyi bekleyeceğini söylemişti,” diye mırıldandım, amcamın sözlerine inanıp inanmama konusunda tereddüde düşerek.

“Sırf bunu kesinleştirmek için bir hafta bekleyeceğini mi sanıyorsun?” diyerek başını iki yana salladı. “Muhtemelen bugün ya da yarın başka bir doktora giderdi ve gerçekten gebeyse bunu ailesine açıkladıktan sonra bir şekilde senin onu bir hafta beklettiğini Sadullah’ın kulağına kaçırırdı.”

Amcam mı fazla kötümserdi, yoksa ben mi çok saftım, emin olmak gerçekten çok zordu.

“Onların hepsini düşmanınmış gibi görüyorsun,” diye mırıldandım, kendimi tutamayarak. En başından beri böyle düşünmemi sağlamışlardı aslında ama hissetmek daha farklı oluyordu.

Sözlerimin üzerine gür kaşları çatıldı ve harelerine oturan gölgeyle “Kanuna aykırı hareket eden herkes polislerin düşmanıdır,” dedi. “Hele ki kendilerini kanun ilan eden adamlar ve onlara yatalaklık edenler, en azılı düşmanlarıdır.”

Bu sözlerine verebilecek bir cevabım olmadığı için sessiz kalmayı tercih ettim ancak şu an daha çok emin olmuştum, ben henüz hiçbir şey görmemiştim.

“Neyse,” diyerek bakışlarını kısaca etrafta gezdirip tekrar bana odaklandı amcam. “İşinden daha fazla geri kalma kızım, hadi bin arabana.”

Kaşlarım havalanırken “Şey,” diye mırıldandığımda aklımdan geçen düşünceleri okuyabiliyormuş gibi “Aral’ı ben halledeceğim, merak etme,” diyerek sözümü kesti. “Sadullah’ın kızı sana gelmeden seninle iletişime geçecektir.”

Usulca yutkundum ve “Peki, amca,” diyerek onayladım onu.

Çantamın içinden arabamın anahtarını çıkardıktan sonra arkamı dönecekken Asaf amcam elini omzuma koyunca kahvelerim tekrar ona döndü.

“Çaresiz değilsin, güzel kızım. Amcanlarla koşamadığın için kendini ne kadar kötü hissettiğinin farkındayım ama şu anlık buna mecburuz. Tabii buna mecbur olmamız, benim burada olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Ne zaman ihtiyaç duyarsan ben buradayım, tamam mı? Bu yaşlı adamın omzunda her daim senin ve tatlı kardeşinin başı için yer var.”

Dolan gözlerimi kırpıştırarak “Amca,” diye mırıldandım ve kan bağının aslında pek de önemi olmadığını gösteren bu güzel adamın benim için açtığı kollarının arasına girdim.

Elleriyle sırtımı sıvazlarken “Tamer hayatta olsaydı eğer,” diye mırıldandı, titremesine engel olamadığı sesiyle. “Seninle çok gurur duyardı.”

Boğazıma sıralanan hıçkırıkları salmamak için tüm gücümle savaşırken “Biliyorum,” dedim, sesim neredeyse fısıltı gibi çıkmıştı ama beni duyduğunun farkındaydım.

“Ben de çok gurur duyuyorum.”

Burnumu çektim ve daha fazla tutamağım gözyaşlarım ceketinin üzerine düşerken “Bunu da biliyorum,” diye fısıldadım. Biliyordum bilmesine ama duymak hep daha farklı hissettiriyordu.

“Sen çok güçlü bir kadınsın. Sen çok güçlü bir ablasın. Ve sen… Çok güçlü bir kız çocuğusun, Tamay.”

Omzundaki kollarımı sıkılaştırdım.

“Çok özledim amca,” diyerek gözyaşlarımla ıslanan dudaklarımı ısırdım. “Annemle babamı çok özledim.”

Sırtımdaki ellerinden biri başımın üzerine kaydı ve babacan bir tavırla saçlarımı okşamaya başladı.

“Biliyorum, güzel kızım.” Can çekişirmişçesine iç çekti. “Keşke bilmesem ama biliyorum…”

“Onları benden alan kişiyi öğrenmek istemiyorum. Çünkü… Çünkü öğrenirsem bunun altından nasıl kalkacağımı bilmiyorum. Kalkıp kalkamayacağımı bile bilmiyorum. Bu yük… Çok ağır.”

“İşte bu yüzden,” diyerek yutkundu. “Sırf bu yüzden o olayın kaza olmasını çok istedim. Yıllarca uğraşıp suçlu birini bulamadığım için içten içe sevindim ve haklı çıkmaman için senin tüm teorilerine bir kulp bulmaya çalıştım ama bir şey var, güzel kızım. Bilmediğimiz bir şey var ve gördüğümüz üzere, ortaya çıkma zamanı geldi. Şunu unutma ki bu kirli dünyada hiçbir şey gizli kalmaz. Belki zamanında belki değil ama illaki çıkar ortaya. Her ne olursa olsun o gerçek ortaya çıktığında ben yine burada olacağım.”

“Teşekkür ederim,” diyebildim. “Yanımızda olduğun için teşekkür ederim. Bizi sevdiğin için… Teşekkür ederim.”

“Siz bana Tamer’in emanetiniz. Siz benim can dostumun canlarısınız. Nasıl olur da sevmem?”

Başını hafifçe geriye çekti ve kırgın bakışlarını ıslak yüzümde gezdirdikten sonra tombul parmaklarıyla yanaklarımdaki yaşları sildi.

“Ağlama seansımız bu kadardı,” diyerek dudaklarını kıvırdı. Bu, zorla yapıldığı belli olan bir eylemdi. “Bir daha olmaması dileklerimizle...”

Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı salladım yavaşça. Bir daha olmamasının imkânsız olduğunun ikimiz de farkındaydık aslında ancak değilmiş gibi yapmak şu an için ikimizin de işine geliyordu. Zira aksi takdirde akşama kadar burada ağlayıp duracağımızı ikimiz de çok iyi biliyorduk.

“Hadi bakalım,” diyerek birkaç adım geriledi. “Hastalar bekletmeye gelmez.”

“Haklısın,” diyerek gülümsemeye çalıştım. “Görüşürüz amca. Berrin yengeme selam söyle, olur mu?”

“Olur, sağlıcakla git kızım. Allah’a emanetsin.”

“Sen de amca,” diye mırıldandıktan sonra son kez kederini saklamaya çalıştığı yüzüne baktım ve ardından arabama binip hastaneye doğru yola koyuldum.

Hayatım önleyemediğim bir şekilde ellerimin arasından kayıp gidiyordu ve ben artık ne yapacağımı, neyle başa çıkacağımı şaşırmış vaziyetteydim.

“Allah’ım,” diye mırıldandım, direksiyonu sıkıca tutarken. “Ne olur bana yardım et. Ne olur…”

Parmaklarım, hayat suyunu bulmuşçasına piyanomun beyaz tuşlarının üzerinde dans ederken kapalı gözlerimin önünde çaldığım bestenin notaları uçuşuyordu.

Bugün amcamın yanından ayrıldıktan sonra hastaneye geçmiş ve özellikle Yasemin’e yakalanmamaya dikkat ederek kendimi lavaboya atıp elimi yüzümü yıkamış ve makyajımı tazeleyerek dağılmış halimi kamufle etmeye çalışmıştım.

Ardından yoğun bir hasta trafiğiyle karşılaşmış ve biraz olsun kendi dertlerimden sıyrılarak hastalarımın dertlerini çözmeye çalışmıştım. Her hastadan sonra bakışlarım masamdaki telefona kaysa da Aral’dan ne bir mesaj ne de arama gelmişti. Bunu da iki sebebe bağlamıştım kendimce. Ya onun yerine Asaf amcaya açılmam sinirine dokunmuştu ya da başına bir iş daha açmış olmam onu delirttiği için sakinleşmeyi bekliyordu. Yani her koşul kötü bir sonuca bağlanıyordu ve her ne kadar korksam da bununla yüzleşmekten sonsuza kadar kaçamayacağımı biliyordum.

Mesai saatinin bitiminin ardından kendimi eve atmış ve Tuana’yla güzel bir akşam yemeği yemiştim. Aslında yine pek iştahlı değildim ancak Asaf amcamın öğlenki konuşmalarından sonra iştahım olmasa da kendimi bir şeyler yeme konusunda zorlamıştım. Aksi takdirde durmadan kilo verecek ve istemeyerek de olsa dikkatleri daha fazla üzerime çekmiş olacaktım.

Yemek sonrasıysa kardeşimi ders çalışması için odasına gönderip kendimi piyano odasına atmıştım. Zira şu şartlarda ruhuma biraz olsun iyi gelebilecek tek şey anne yadigârımdı. Bu yüzdendir ki saatlerdir durmadan bir şeyler çalıyor olmama rağmen yorulmuş gibi hissetmiyordum kendimi.

Çaldığım popüler bestenin son notalarını ağır ağır çaldıktan sonra parmaklarımın dansını durdurup gözlerimi kırpıştırarak araladım ve o an birinin beni izlediğini fark ederek başımı usulca omzumun üzerinden geriye çevirdim.

Haklıydım. Omzunu kapı girişine yaslayarak kollarını göğsünde kavuşturan biri tarafından izleniyordum ancak bu kişi sandığım üzere kız kardeşim değildi.

Kaşlarım hayretle havalanırken “Aral?” diye mırıldandım. “Sen… Ne zaman geldin?”

Afallayışım hakkında yorumda bulunmadan -belki de görmemiş gibi yapmayı tercih etmişti- kollarını çözdü ve omzunu kapıdan ayırarak içeri doğru birkaç adım attı ancak sonra çekinmiş olacak ki duraksadı.

“Çok olmadı,” diye mırıldanarak başını salladı. “Piyano başında olduğunu görünce de seni bölmek istemedim, ara vermeni bekledim.”

Ne diyeceğimi bilemeyerek duraksadığımda “Aslında seni birkaç kez aradım geleceğimi haber vermek için ama duymadın sanırım,” diyerek devam etti konuşmaya.

“Ben,” diyerek şaşkınca etrafa bakındım ve harelerim yalnızca birkaç saniye içinde balkon tarafındaki L koltuğun üzerinde duran telefonuma takıldı. Elimle telefonun olduğu yeri işaret ettim.

“Piyanonun sesinden duymamış olmalıyım, kusura bakma.”

“Sorun değil,” diyerek ellerini kot pantolonun ceplerine soktu. Oldukça basit bir tişört ve kot pantolon giymiş olmasına rağmen çok yakışıklı görünüyordu ve bunu neden fark ettiğimi bile bilmiyordum. “Evin kapısına gelip piyano seslerini duyunca tahmin etmiştim zaten.”

“Sahi,” diye mırıldanarak oturduğum deri oturakta ona doğru döndüm. “Sen nasıl girdin içeri? Ben zili çaldığını da hiç duymadım.”

“Aslında birkaç kez çaldım ama piyano yüzünden duymadığınızı fark edince bahçeyi dolanarak mutfak kapısının oraya yöneldim. Şansıma kardeşin mutfaktaymış da beni görünce içeri aldı.”

“Anlıyorum, tekrar kusura bakma lütfen,” diyerek ayaklandım ve elimle ilerideki koltukları işaret ettim. “Ayakta kaldın, otursana.”

Bakışları çok kısa bir an üzerimde gezindikten sonra başını usulca salladı ve gösterdiğim koltuğa doğru ilerleyip oturdu. Hemen onun peşinden ilerlemeden önce gayriihtiyari başımı eğip üzerime bakındığımda kalçalarımın hemen altında biten siyah pamuklu bir şortla; ince askılı, göbeğimi açıkta bırakan siyah renk crop giydiğimi fark ederek utandım. Evde olduğumuz ve ev de oldukça sıcak olduğu için en açık ne varsa geçirmiştim üzerime ancak yapacak bir şey yoktu.

Foto

Gerçi bunu umursuyor olmam da gereksizdi, zira kıyafetlerim başkomiserin umurunda bile değildi.

Tuana’nın kapı dinleme girişimlerinden birine kurban gitmemek için ilerleyerek odanın kapısını kapatacağım an duraksayıp bakışlarımı yüzüne çevirdim ve “İçecek bir şeyler ister misin?” diye sordum. Habersiz gelmiş olabilirdi ama neticesinde şu an ev sahibi konumundaydım.

“Hayır, teşekkür ederim.”

“Peki,” deyip koridorda kimsenin olmadığına emin olarak kapıyı kapattıktan sonra tekrar geri geldim ve onun oturduğu koltuğun diğer ucuna iliştim. Konuşmayı onun başlatması için de ellerimi kucağıma yerleştirip beklemeye başladım.

Benim yüzümden başına açılan dertlerin büyümesinden dert yanmasını bekliyordum aslında. Ancak o saniyeler sonra konuşmaya başladığında sandığımın aksine direkt Demet konusuna girmedi, beni şaşırtarak “Çaldığın beste,” diye mırıldandı ve o an bakışlarımız kesişti. Göz alıcı bir yeşile sahip olan gözleri, bu akşam bir ayrı parıldıyordu. Ya da sadece ben saçmalıyordum. “Eski bir filmin soundtrackı, değil mi?”

“Hım?” diye mırıldandım, bir an yanlış duyup duymadığımı şüphe ederek. “Evet, öyle.”

“İnsanı her türlü duyguya sürüklüyor. Aynı anda hem hüzünlü hem de huzurlu hissettirebiliyor.”

Bu zamansız itirafı beni iyice hayrete düşürmüştü doğrusu.

“Kesinlikle,” diyerek başımı salladım bir kez daha. “Sen de seviyorsun anladığım kadarıyla.”

“Yani,” diyerek dudaklarını büktü ve bakışlarını yüzümden ayırarak piyanoma dikti. “Sevmiyorum diyemem.”

Verecek bir cevap bulamadığım için kafamı sallamakla yetindim ve onun önce piyanomu, ardındansa odanın içini kısaca incelemesini bekledim.

“Dün akşam,” diye mırıldandı, saniyeler sonra. Benden hesap sorma zamanının geldiğini düşünerek gerildim. “Davette çaldığın parça, Ay Işığı Sonatı… Hakkında bir efsane olduğunu söylemiştin.”

Kaşlarım havalandı. Geldiğinden beri söylediği şeyler beni sürekli şaşırtıyordu. Olaylar bu hale gelmişken takılacağı en son şey beste hakkındaki efsane olmalıydı belki de ancak o takılmıştı işte. Ya da takılmış gibi yapıyordu, onun hakkında hiçbir şeyden emin olamıyordum ki…

“Ah, şey, evet...”

“Anlatacağını söylemiştin.”

“Ha, evet, öyle demiştim, değil mi?”

Şaşkınlıktan dilimden dökülen kelimelere de hâkim olamıyordum ki! Saçmalayıp duruyordum…

Kafasını belli belirsiz salladı. “Öyle demiştin.”

Geçekten anlatmamı beklediğini fark edip “O zaman anlatayım,” diyerek dudaklarımı büktüm ve geniş koltukta kendimi geriye çekerek bacaklarımı toplayıp bağdaş kurdum. Esmer tenim çoğunlukla ortadaydı ancak onun dönüp bakmayacağını biliyordum. Bunu öğreneli biraz olmuştu.

Ellerimi çıplak dizlerimin üzerine koyarak “Bir efsaneye göre,” diye başladım anlatmaya. “Kötü ve mutsuz geçirdiği çocukluk dönemi, yalnızlığı, sağlık problemleri Beethoven’ı hayata küstürmüş. Özellikle şiddetle artan işitme problemlerinden sonra intihara meyletmiş. Ancak o günlerde tesadüfen karşılaştığı biri, Beethoven’ın kalbine dokunmuş ve onun yeniden yaşama bağlanmasını sağlamış.”

Kaşları hayretle havalandı, Aral’ın. “Bu biri, bir kadın mı?”

Buruk bir tebessüm oturdu dudaklarıma. “Hayır,” diyerek başımı salladım iki yana. “Küçük bir kız çocuğu.”

Bunu duymak daha da şaşırttı onu.

“Nasıl?”

Gülümseyerek iç çektim. “Beethoven bir gün bir arkadaşıyla Viyana sokaklarında gezerken bir ses işitmiş. Bu ses bir piyanoya aitmiş ve önünden geçtikleri apartmanlardan birinden geliyormuş. Çalınan parça Beethovan’ı öylesine etkilemiş ki arkadaşına dönüp bu parçayı çalan kişiyle tanışmak istediğini söylemiş. Sonrasında arkadaşıyla birlikte o apartmana girmişler ve sesin geldiği kata çıkıp dairenin kapısını çalmışlar. Ev sahibi kadın kapıyı açıp karşısında Bethoven’ı görünce oldukça şaşırmış ve neden orada olduklarını sormuş. Beethoven de sokakta yürürlerken piyano sesi duyduklarını ve çok etkilendiğini, çalan kişiyle tanışmak istediğini söylemiş. Kadın da bunu büyük bir memnuniyetle kabul etmiş ve onları eve almış. Piyanoyu çalan kişi, o kadının kızıymış.

Hep beraber küçük kızın bulunduğu odaya girmişler ve kadın, kızına Beethoven’ın geldiğini söylemiş. Bunu duyan çocuk bir hayli sevinmiş ve heyecanlanarak ayağa kalkmış. Beethoven işte o an fark etmiş, kız çocuğunun görme engelli olduğunu.”

Anlatırken beyaz piyanoma kayan bakışlarımı Aral’a çevirdiğimde beni izlediğini fark ederek utandım ancak bunu ona belli etmedim. Dikkatle beni dinliyor olması tuhaf bir şekilde hoşuma gitmişti.

“Kızın halini görünce ‘Lütfen benden bir şey iste,’ demiş, Beethoven. Bunun üzerine küçük kız Beethoven’e ay ışığını hiç görmediğini söylemiş ve ondan, kendisine ay ışığını anlatmasını istemiş. Beethoven bunun üzerine kızın piyanosunun başına geçmiş ve Ay Işığı Sonatı’nı bestelemiş.”

Aral, hikâyeden oldukça etkilenmişe benziyordu ve bu hali beni bir hayli memnun etmişti.

“Tabii yapılan araştırmalar, tarihlerin tutmaması ve birkaç neden daha yüzünden bu efsanenin gerçek olmadığını ispatlamış ama Ay Işığı Sonatı şu an bu kadar biliniyorsa bu efsane sayesinde.”

“Oldukça etkileyici bir hikâye,” diye mırıldandı çenesini sıvazlayarak. “Niye bu kadar sevdiğini anlayabiliyorum.”

“Öyle,” diyerek başımı salladım ve dağınık bir topuz halinde topladığım saçımın sallandığını fark ederek duraksadım.

Aral, birkaç saniye daha yüzüme baktıktan sonra iç çekerek önüne doğru eğildi ve dirseklerini diz kapaklarına yasladı.

“Şu Demet mevzusu,” diye mırıldandı, nihayetinde esas konuya girerek. Hala oldukça sakindi. “Gerçekten kötü olmuş. Gerçi yaşanacakları bilmediğimizden kesin hüküm de vermememiz gerekir. Belki Demet hastanedeki yoğunluğunu görüp onlara anlatınca Sadullah seni davetlere götürmem için bana baskı yapmaz. Sonuçta sürekli ameliyatlara girip çıkıyorsun ve gecen-gündüzün yok. Vaktinin olmadığı bahanesi onlardan birinin şahitliğiyle daha inandırıcı olabilir.”

Doğrusu, olaya hiç bu taraftan bakmamıştım. Haklı olma payı yüksekti.

Bir şey dememi bekliyormuşçasına sustuğunda yan profiline bakarak “Niye kızmıyorsun?” diye sordum. Kendimi daha fazla tutamamıştım, çünkü kızacağı anı bekleyip durmak kızmasından daha can sıkıcıydı. “Sana dün gece olanları anlatmadığım için, hatta bugün de anlatmayıp Asaf amcamla konuştuğum için, başındaki belaları durmadan çoğalttığım i-”

“Kızınca bir şey değişecek mi?” diyerek kesti sözümü. Bakışları bende değil, kavuşturduğu ellerindeydi. “Sana dün gece de söylemiştim, olan oldu. Batacağın kadar battın zaten, kurtuluşun yok.” Kafasını kaldırdı ve omzunun üzerinden çevirip yeşillerini kahvelerime sabitledi. “Kurtuluşumuz yok. Birbirimize kelepçelendik, hayatlarımız mühürlendi. Şu saatten sonra yapacağımız hiçbir şey bizi kurtarmaya yetmeyecek. Emin ol, ileride sinirlerimiz çok daha fazla yıpranacak. O yüzden şimdi bağırıp çağırmanın hiçbir manası yok.”

Omuzlarım çöktü. Onu böylesine kabullenmiş görmek, içimde ayakta olduğundan bile haberim olmadığı yerlerin harabeye dönmesine neden olmuştu.

“Sanırım,” diye mırıldandım, kuruyan dudaklarımı birbirine bastırarak. “Bana bağırıp çağırsan bu kadar korkmazdım.”

Yanaklarını şişirerek doğruldu ve oturduğu yerde hafifçe bana doğru döndü.

“Ne hissettiğini biliyorum, yani en azından tahmin edebiliyorum. Alışman çok zor olacak, bunun da farkındayım ama başa çıkmak zorundayız. Yıkılmak gibi bir şansımız yok, tamam mı? Yarın her zamanki gibi hastaneye gidecek ve Demet’e de her hastana davrandığın gibi davranacaksın. Kendin olmaya çalışman yeterli, Asaf amirden öğrendiğime göre hasta konusunda yoğunluk yaşıyormuşsun. Yani o hastanenin sevilen bir doktoruymuşsun. Fazladan hiçbir şey yapmana gerek yok, inan bana.”

Haklıydı. Üzücüydü ama haklıydı işte. Usulca yutkunarak başımı salladım.

“Tamam ama ya bizimle ilgili bir şeyler sorarsa? Ne bileyim, nasıl tanıştığımızı, ne zaman gerçekten nişanlanacağımızı ya da bunlar gibi bir şeyler işte… Sorarsa ne cevap vereceğim?”

Dilini üst dişlerinin üzerinde gezdirip kısaca düşündükten sonra “Kendi kafandan bir şeyler uydurabilirsin,” diye mırıldandı. “Ben onlarla bu konuda hakkında pek bir şey paylaşmadığım için pot kırma lüksün yok. Beni de az çok tanıdın gibi, yani öyle olduğunu umuyorum. Abartılı şeyler söylemediğin sürece sorun olmaz.”

Onun aksine ben, onu tanıdığımı düşünmüyordum. Ben sadece ona bakan her insan gibi dıştan görünüşü hakkında yorum yapabilirdim ancak. Ama biliyordum, bugün Asaf amcanın söylediklerinden sonra da emin olmuştum. Aral’ın sadece kendi içinde yaşattığı ve dışarıya asla göstermediği şeyler vardı.

Ve ben o şeyleri deli gibi merak ediyordum.

“Anladım,” diyerek başımı salladım.

“Demet; babasının ne işler çevirdiğini biliyor, yani hukuken suçlu biri olduğunu. Dolayısıyla onun gözünde biz de kanun önünde suçlu insanlarız. Bu yüzden Sadullah’ın yanındaki adamların çoğu gizemlidir, hiç kimse kendi hakkında bir şeyler söylemez öyle ulu orta. Demet de bunun bilinciyle büyümüş bir kadın, yani sana köşeye sıkışacağın şeyler soracağını pek sanmıyorum. En fazla aramızdaki ilişkiyi kurcalar ya da neden aralarına katılmakta bu kadar geç kaldığını. Böyle bir şey sorarsa benimle ilk tanıştığın zaman beni basit bir iş adamı sandığını, ilişkimiz kuvvetlendiğinde asıl işimin ne olduğunu öğrendiğini söylersin. Elbette bunu duyan her insanın vermesi gereken tepkiyi verip bana karşı çıktığını ama sonradan aşka yenik düştüğünü anlatırsın.”

Aşka yenik düşmek… Bunu çok iyi anlamıştım. Hem de çok.

“Senin polis olduğunu bilmiyorlardı, değil mi?”

“Hayır,” diyerek kaşlarını çattı. “Yalnızca Sadullah ve onun sağ kolu biliyor. Başka kimsenin haberi yok, olmaması da gerekiyor.”

Sesindeki kapalı imayı anladım ve “Peki,” diyerek onayladım onu. “Dikkat edeceğim.”

“Güzel,” diyerek başını salladı. “Şimdilik diyeceklerim bu kadar. Başka bir şey olursa ararım.”

“Hımhım, tamam.”

“O halde ben çıkayım,” diyerek ayaklandı. “Devriyem var, geç kalmasam iyi olur.”

Kendimi kurbanlık koyun gibi hissetmekten alıkoyamazken bir kez daha “Peki,” diye mırıldandım ve peşinden ayaklanıp kapıya kadar yolcu ettim onu. Şaşırtıcı bir şekilde Tuana hiç yanımıza gelmemişti ve bu sayede bu seferliğine de olsa onun saçmalamalarıyla pot kırmalarına maruz kalmamıştık. Aslında bu gerçekten büyük bir şanstı.

Aral, ayakkabıların giyerek dışarı çıktıktan sonra “Bir sorun olursa ararsın,” diye mırıldandı. “Çekinmene gerek yok.”

“Olur.”

Tam arkasını dönüp gidecekti ki aklına bir şey gelmiş gibi duraksayarak bana döndü ve bakışlarını kısaca üzerimde gezdirip gözlerime çevirdi.

“Akşam serinliği var, kapıda bekleyip üşütme. Ben giderim.”

“Aa, şey,” diyerek şaşkınlıkla havalanan kaşlarımı hızla geri indirdim ve o ikaz edene kadar üşüdüğümü fark etmediğim gerçeğiyle afallayarak başımı salladım. “Peki.”

Onu onayladığımda bir şey demeyip önüne döndü ve bahçe kapısına doğru ilerlemeye başladı. Bense sözümün arkasında durarak eve girip kapıyı kapattım ve elimi yandığına emin olduğum yanağımın üzerine koyarak arabasına binip gidene dek kapı deliğinden onu izlemeye devam ettim.

“Tuana, hadi güzelim, geç kalıyoruz!”

Telefonumu kol çantamın içine atarak dış kapıya doğru ilerdim ve topuklu ayakkabılarımı giyerek dışarı çıktım.

“Geldim, ablaların güzeli, geldim!”

Tuana, koşturarak merdivenleri inerken elinde sallanan çantası merdiven başına takıldı ve Tuana son basamağa gelip çantası yüzünden ilerleyemeyince pat diye yere düştü.

Kocaman açılan gözlerimle “Tuana!” diyerek ileri atılmıştım ki, sakar kız kardeşim önüne gelen saçlarını geriye atarak başını kaldırdı ve gülerek “Dur, abla,” dedi. “Yavaş düştüm, acımadı bir yerim. Korkma.”

Elimi hızla atan kalbimin üzerine koyarak gözlerimi sıkıca yumdum ve Tuana gülmeye devam ederken sakin olmaya çalıştım. Bir gün bu kız yüzünden kalpten gidiverecektim!

Gözlerimi tekrar aralayarak kaşlarımı çattım ve ona kötü kötü baktım.

“Normal biri gibi insen olmuyor değil mi? İlla düşüp bir yerlerini kıracaksın.”

Tuana yerden destek alarak ayaklandıktan sonra merdiven başına takılı kalan çantası da alarak yanıma geldi ve parmak uçlarında yükselip yanağıma sulu bir öpücük kondurdu.

“İnsanın ablası doktor olunca böyle oluyor, ne yapayım?”

Dolaptan spor ayakkabılarını alarak giymeye başladığında kollarımı göğsümde kavuşturup ona kötü kötü bakmaya devam ettim.

“Bilmem farkında mısın ama ben ortopedi doktoru değil, kadın doğum uzmanıyım. Yani bir yerlerini kırdığında sana hiçbir faydam dokunmaz.”

“Olsun,” diyerek omuz silkti ve ayakkabılarını giyince doğrulup renkli gözlerini yüzüme çevirdi. “Sonuçta hastanenizde çalışan ortopedi doktoru da senin arkadaşın sayılır.”

Oflayarak kafamı salladıktan sonra uzanıp kapıyı çektim ve Tuana’ya ters ters bakmaya devam ederek “Yürü başımın belası, yürü,” diye homurdandım. Oysa benim halimi hiç umursamadı ve arabanın yanına gidene dek bana yapışık bir şekilde ilerleyerek şarkı söyledi.

Hani bazen okkalı bir dayağı hak etmiyor değildi ancak kıyamıyordum işte.

Arabaya binerek evden ayrılırken bakışlarım alışkanlığa dönüşmüş bir şekilde köşe başında bekleyen polis arabasına kaydı. Notları gönderen ahmaktan günlerdir ses çıkmıyordu ve ben, bunun fırtına öncesi sessizlik olduğunu düşünerek korkmadan edemiyordum.

Ana yola çıktığımızda Tuana uzanıp arabanın camını açtı ve “Eniştemi ne zaman yemeğe çağıracağız?” diye sordu birdenbire. “Gerçi dün bana haber vermeden gittiği için ona hala dargınım ama bir araya gelmedikçe de trip atamam, değil mi?”

Ah, evet, bir de bu konu vardı… Dün elim yanağımda kapı deliğinden bakarken Tuana’ya yakalanmış ve rezil olmuştum. Kız kardeşim el hareketimi, Aral’ın yanağımdan öpmesine bağlayarak kendince bir şeyler saçmaladığında ne diyeceğimi bilememiş ve konunun bir an evvel kapanması için sessiz kalarak sözlerini kabullenmiş gibi davranmıştım. Ancak benim zilli kardeşime bu da yetmemişti. Aral’ın bu kadar çabuk gideceğini bilmediği için yarım kalan testini bitirmek için odasına çıktığını, Aral’ı bu kadar çabuk gönderdiğim için bana kızdığını ve ayrıyeten Aral’a da darıldığını söylemişti.

Tuana, engelleyemediğim bir hızla Aral’a kendini kaptırıyordu ve buna nasıl engel olacağımı bilememek beni fazlasıyla korkutuyordu.

“Devriyesi olmadığı bir zaman çağırırız,” dedim, konuyu şimdilik başımdan savmak için. “Ama elbette ona trip mrip atamazsın. Ona bu kadar çabuk alışmamalısın Tuana, biraz ağırdan al lütfen.”

“Bunu küçücük bir öpücükle kendinden geçerek kapı deliğinden eniştemi gözetleyen ablam mı söylüyor?” diyerek güldüğünde ona ters ters baktım. İşin kötüsü kız kardeşim haklıydı ve işin içinde öpücük bile yoktu, altı üstü üşümemem için eve girmemi söylemişti…

“Aynı şey değil,” diyerek okulunun olduğu sokağa girdim ve bir şey demesine fırsat vermeden konuşmaya devam ettim. “Sen ablanın işlerine karışma ama dediklerinden de şaşma, oldu mu?”

Arabayı okulunun önünde durdurduğumda kucağındaki çantasının kulpunu omzuna taktı ve “Bakarız güzellik,” dedikten sonra uzanıp yanağımdan öptü beni. “Hadi görüşürüz, dikkatli git.”

Beni yine geçiştirdiğini fark ederek ofladım ama “Sen de,” demeyi ihmal etmedim. “İyi dersler.”

Tuana arabadan inip okuluna girene dek onu izledikten sonra arabayı çalıştırıp tekrar yola koyuldum. Küçük kız kardeşimin tavırlarına mı can sıksam yoksa söylediklerinin doğruluğuna mı, bilememiştim doğrusu…

Kırmızıya dönen trafik lambasını görerek durduktan sonra arabadaki havanın azaldığını hissederek yanımdaki camı yarıya indirdim ve dirseğimi kapıya yaslayıp ışığın yeşile dönmesini beklemeye başladım.

Kafamda dolanan bin bir türlü düşüncenin içinde gözlerimin önünden bir şey geçtiğini fark ederek irkildim ve korkuyla sırtımı koltuğa yaslayıp kucağıma düşen şeye baktım.

Beyaz bir kâğıt parçası.

Kan dolaşımımın hızlandığını hissederken hızla başımı kaldırdım ve son anda birkaç metre ileride koşarak ilk köşeden sapan küçük çocuğu gördüm. Eski püskü kıyafetlerinin içinde bir sokak çocuğuna benziyordu ancak doğru dürüst inceleyecek kadar vaktim olmamıştı.

Elimi deli gibi atan kalbimin üzerine koyarak bakışlarımı büyük bir tedirginlikle kâğıda indirdiğimde etrafta yankılanan korna sesleriyle bir kez daha irkildim ve başımı kaldırıp trafik lambasına baktığımda yeşilin yandığını gördüm.

Derin nefesler alarak kâğıda hiç dokunmadan titreyen ellerimle direksiyonu tuttum ve gaza basıp arabayı kenara çektim. Her not bulduğumda yaptığım ancak hiçbir işe yaramayan rutinleri yapmadan evvel titreyen parmaklarımla uzanıp kucağımdaki kâğıdı ters çevirdim ve bakışlarımı kâğıdın üzerinde bulunan sözcüklerde gezdirdim.

Anlaşılan polisleri göndermeye niyetin yok, Doktor. İyi, öyle olsun. Ama şunu bil ki, benim de daha fazla beklemeye niyetim yok. Polisler işlerimi biraz bozacak, kabul ancak benim de kendimce yöntemlerim yok değil.

Öğreneceğin şeylere hazır mısın, Doktor?

 

 

 

 

Loading...
0%