Yeni Üyelik
12.
Bölüm

BÖLÜM - 12

@bayanclara

“Tamay, yeşil zeytin götürmeyi unuttuk yengeciğim. Amcan çok sever, biliyorsun. Dolabın ikinci rafında kavanozu olması lazım, bir tabağa koyar mısın?”

Başımı sallayarak buzdolabına doğru ilerledim. “Tamam, yenge.”

Yengem, pişen patates kızartmalarını genişçe iki tabağa pay ederken ben de benden istediği gibi uygun bir kâseye bolca yeşil zeytin koydum.

“Tuana da bir gitti, bir daha gelmedi,” diyerek güldü yengem. “Ekmek sepetini masaya götürmesini isteyecektim hâlbuki.”

“Her zamanki gibi işten kaçmak için amcama sardırmıştır, yenge,” diyerek başımı salladım. “Muhtemelen amcamın çözmeye çalıştığı bulmacaya karışıp amcamı deli ediyordur.”

Yengem sözlerime içten bir şekilde güldü. “Haklısın.”

Zeytin tabağını ve ekmek sepetini aldıktan sonra mutfak kapısından geçerek amcamların arka bahçesine geçtim. Aynı bizim evde olduğu gibi mutfakları arka bahçelerine bağlanıyordu ancak bizimkinin aksine onların bahçesi epey genişti. Yengem seneler evvel kendi isteğiyle işini bırakmış olsa da bir çevre mühendisiydi ve bahçesini harikulade bir şekilde dekore etmişti. Üstelik sadece çiçeklerle süslemekle kalmamıştı, aynı zamanda bahçenin köşesindeki azımsanamayacak bir kısmı meyve sebze bahçesine çevirmişti. Masanın üzerindeki salatalık ve domatesler onun eseriydi mesela.

Elimdekileri masaya bıraktıktan sonra başımı çevirip diğer köşedeki bahçe salıncağında oturan ikiliye baktım. Tahminlerimde yanılmıştım, zira Tuana amcamın bulmacasına sulanmıyordu. Çünkü amcam bulmaca çözmeyi bırakmıştı ve çok sevgili kız kardeşimle parmak güreşi yapıyordu.

Amcam, Tuana’nın parmağını kıstırıp büyük bir zaferle sırıtınca Tuana mızıkçı bir tavırla “Ya,” diye bağırdı. A harfini epeyce uzattığını söylememe gerek yoktu sanırım. “Bu sayılmaz, bir daha yapalım!”

Kız kardeşimin amcamla yapmaktan en zevk aldığı şeylerden ikincisiydi parmak güreşi yapmak. İlkiyse gerçekten güreşmekti. Ve hayır, kesinlikle dalga geçmiyordum. Öyle yağlı güreşçiler gibi değillerdi tabii ama bildiğiniz ellerini birbirlerinin ensesine atıp kafa kafaya veriyor ve birbirlerini yıkmaya çalışıyorlardı. Elbette galip gelen hep amcam oluyordu; güreşin süresi de ona bağlıydı zaten. Bazen tek dokunuşta yere seriyordu Tuana’yı, insaflı günündeyse Tuana’nın kendiyle eğlenmesine izin veriyor ve zavallı kız kardeşim tam sonunda yenebileceğini düşünürken onu bir anda nakavt ediyordu.

Evet, amcam bazen böyle zalim olabiliyordu.

Ben amcamla kız kardeşimin küçük savaşını yüzümdeki buruk gülümsemeyle izlerken yengem kızartmaları doldurduğu tabaklarla hemen yanı başımda dikildi.

“Bulmacadan daha eğlenceli bir aktivite bulmuşlar sanki ha?” diye güldükten sonra elindekileri masaya yerleştirdi. Ardından da tek elini omzuma koyup amcamlara seslendi.

“Hey, milli parmak güreşçileri! Masa hazır, hadi gelin!”

Yengemin sesini duymalarıyla dikkatleri dağıldı ve bizden tarafa döndüler. Daha doğrusu amcam döndü, zira Tuana amcamın dikkat dağınıklığından faydalanarak onun parmağını kendi parmağıyla kıstırdı ve “Ben yendim!” diye çığırdı. Amcam yüzündeki sahte olduğu buradan bile belli olan dehşete düşmüş ifadeyle Tuana’ya dönüp “Haksızlık ama bu,” dedi. Kız kardeşimin hak aradığı yoktu oysa.

“Bana ne,” diyerek omuz silkti. “Söz ağızdan bir kere çıkar, o yüzden beni sırtında taşıyacaksın koca adam!”

Yengemle benim şaşkın bakışlarımız arasında bahçe sandalyesine tırmanan Tuana, amcamın geniş sırtına bir koala gibi yapışıp kollarını zavallı adamcağızın boynuna doladı. Gerçi benim zavallı dediğime bakmayın, yaşına rağmen fazlasıyla çevik bir fiziğe sahip olan amcam genişçe sırıtarak ayağa kalktı. Hiç zorlanıyormuş gibi durmuyordu lakin akşama yengemden ağrıyan beline masaj yapmasını isteyeceğinden de adım kadar emindim. Çünkü bu hep böyle olurdu.

Amcam, sırtında on sekiz yaşındaki yeğeni yokmuş gibi rahat bir tavırla yanımıza gelip sırtındaki şapşal koalayı sandalyelerden birinin üzerine bıraktı. Tabii bırakmadan önce de yanağına konan koca bir öpücükle ödüllendirilmişti.

Öpücüğü almış olmanın keyfiyle biraz daha sırıtan amcam başköşeye geçip oturdu. Bense olduğum yerden Tuana’ya kötü kötü bakmakla meşguldüm. Tuana benim bakışlarımı asla umursamazken amcam önündeki tabağa kahvaltılık koymaya başlamadan hemen evvel “Öyle bakma benim kızıma,” diye yalandan kızdı bana. “Maşallahım var benim. Seni Tuana’nın üzerine atar öyle alırım sırtıma, o kadar kuvvetliyim evelallah.”

“Maşallah amca, maşallah da,” dedikten sonra önümdeki sandalyeyi çekip tavırlı bir şekilde oturdum. “Akşama yengemi yanına çağırıp masaj isteyeceğini bilmiyormuşuz gibi konuşmazsan daha mutlu olacağım.”

Yengem de hemen yanımdaki sandalyeye kurulurken “Ben ağrım olduğu için çağırmıyorum ki yengeni,” diyerek karşı çıktı bana. “Masaj yapması hoşuma gidiyor, yoksa ağrı işin bahanesi.”

Tuana, muhtemelen ağzına tıktığı domatesi dışarı fırlatmamak için elini ağzına kapayarak gülerken yengem ters ters baktı amcama.

“Çocukların yanında…” diyerek cıkcıkladı amcamı. “Oluyor mu yani hiç?”

Amcam uzanıp yengemin masanın üzerinde duran elini kavradı ve başını eğerek yengemin eline küçük bir buse kondurdu. “Ne dedim ki Sedef’im? Karımın bana masaj yapmasına bayıldığımı söyledim altı üstü, bunda utanılacak ne var ki?” Duraksayıp muzır bakışlarını bize çevirdi. “Öyle değil mi ama kızlar?”

Tuana elindeki çatalı masaya bırakarak ellerini iki yana açtı. “Böyle zamanda böyle ilişki… Allah’ım nasip et!”

İçli bir şekilde âmin diyerek ellerini yüzüne sürünce dayanamayıp kıkırdadım. Hemen yanımda oturan yengem de utançla da olsa gülüyordu ancak amcamın suratı asılmıştı. Tabağının kenarındaki bıçağı alıp Tuana’ya doğru salladı. “Sus kız, otur oturduğun yerde. Hem yaşın kaç başın kaç senin? Boyundan büyük laflar etmeye utanmıyor musun?”

Evet… Amcam tam anlamıyla bir kız babası gibiydi. Hatta gibisi fazlaydı, tam olarak öyleydi. Beni belli bir yaştan sonra yanlarına alsalar da Tuana’nın bildiği tek baba modeli oydu. Bundandır ki duygu yoğunluğu yaşadığı zamanlar amcama baba diye hitap ederdi, yengemeyse anne derdi. Bunu yadırgamıyordum elbette, anlayışla karşılıyordum. Nihayetinde bizi onlar büyütmüştü.

Bazen, yani duygusal olarak çöküntüye uğradığım ve hıçkırıklarımın boğazımı kestiği zamanlar düşünürdüm. Tuana’nın yerinde olsaydım yine acır mıydı bu kadar canım? Varlığını bildiğin şeyin yokluğu mu daha çok acıtırdı insanın canını, yoksa hiç yaşamadığı bir duygunun acısı mı daha ağır gelirdi?

Tuana benden biraz daha cesurdu. En azından bana gelip bazen benim yerimde olmayı dileğini söyleyebiliyordu. Gerçi benim sessiz kalışlarım benden başkasının canını acıtmamak içindi ama olsun. Sonuçta o, bunu da göze alarak gelirdi yanıma. Çok olmasa bile anne ve babamızla geçirdiğim seneleri, o senelere ait anıları kıskandığını itiraf ediyordu. Ne diyebilirdim ki? O da kendince haklıydı.

“Kendim için demiyorum ki amca,” diyerek kendini savunmaya geçti, Tuana. Beni de gerçek dünyaya geri döndürdü. “En azından yalnızca kendim için istemiyorum.” Kız kardeşimin hain bakışları bana döndü. “Belki eşref saatine gelir de Allah bana azılı suçluları dize getiren bir başkomiser enişte verir, belli mi olur?”

Tuana’nın patavatsızlığı karşısında gözlerim irice açılırken yengemin kıkırdadığını işittim. Amcamsa burnundan sert bir soluk çekti içeri. Kız kardeşimin aksine bu konudan hiç ama hiç hoşlanmadığı fazlasıyla belli oluyordu.

“Tuana,” dedim, dişlerimin arasından. “Boş boş konuşma da kahvaltını et ablacığım, hadi.”

“Ne dedim ki şimdi abla ya,” diyerek dudaklarını büzdü. “Basit bir istek yalnızca, hatta dua… Yüce Rabbimle benim aramda yani.”

Yengem bu sözler karşısında daha fazla dayanamayıp kahkaha attığında Tuana da zaferle sırıttı. Ben bu sırıtışın hesabını sorardım ama…

“Bu konuda fazla konuşmak istemiyorum gerçi ama Tuana’nın lafı açması isabet oldu,” diye araya girdi amcam, huysuz bir ses tonuyla. Bakışlarım derhal ona döndü.

“Şu senin başkomiseri bir akşam yemeğe davet et. Aranızdaki ilişki ciddi bir şeye dönüyor gibi.” Kısa bir an duraksayıp bakışlarını Tuana’ya çevirdi. Kız kardeşimin suratı bu teklifle ışıldamıştı. Bunu gören amcam daha da huysuz bir tonda ekledi. “Gerçi çoktan dönmüşe benziyor ya, neyse.”

Hiçbir şeyin hiçbir şeye döndüğü yoktu aslında. Ama amcamlar, özellikle şapşal kız kardeşim, yarın düğünüm varmış gibi davranıyordu.

Aral’ı buraya nasıl davet edeceğimi düşünürken sıkıntıyla oflamak istedim ancak bunun yerine başımı sallayarak “Peki, amca,” demekle yetindim. Başka ne diyebilirdim ki zaten?

Amcam tabağına doldurduğu kızartmalardan yemeden hemen önce “Şey de gelsin,” dedi, kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıltıyla. “İkizi olan diğer polis... Onu da davet et. Tanışmak lazım.”

Boğazına dayatılan bıçak yüzünden zorla konuşuyormuş gibi duran amcamın aksine Tuana büyük bir heyecan ve sevinçle el çırptı. “Evet! İkizini de çağır, evet!”

Amcamın kısık bakışları Tuana’nın üzerine çevirilince kız kardeşim duraksayarak omuzlarını düşürdü. “Ne? Merak etmek de mi suç amca ya? Her gün ikiz polisler görmüyorum ya!”

Amcam bir şey söylemeyip yalnızca homurdandı ve kahvaltısına geri döndü. Bu, konunun burada kapandığını gösteriyordu, yani en azından amcam için. Tuana hala daha muhabbeti uzatma derdindeydi, bunu o cin bakışlarından anlayabiliyordum. Bu yüzden bakışlarımı yüzüne sabitledim ve ona en sert bakışlarımdan birini attım. Şaşırtıcıydı ama işe yaramıştı. Geveze kız kardeşim bakışlarıma cevaben gözlerini devirip omuzlarını indirdi ve kahvaltısını yapmaya devam etti.

Yengem amcamla kendisine birer bardak çay koyduktan sonra Tuana’yla bize de birer bardak taze sıkılmış portakal suyu koydu. Ona göre C vitaminimizi almamız için bu şarttı. Yakında otuz yaşına girecek benim için dahi böyle düşünüyordu.

Bir müddet sessizce kahvaltımızı yaptıktan sonra amcam birkaç yudum aldığı çayını önüne bırakıp bana döndü. “O başkomiserle gideceksiniz değil mi?”

Ağzımdaki lokmayı yutarken başımı salladım. “Evet, amca.”

“Doğum gününe gideceğiniz kişi onun arkadaşı mı?”

Aslında değildi. Zira Demet normal şartlar altında Aral’ın muhabbet bile etmeyeceği biriydi, yani en azından öyle birinin kızıydı ama şartlar hiç normal değildi.

Ve evet, bu akşam Aral’la birlikte Demet’in verdiği doğum günü partisine gidecektik. Aral, partiden ziyade davet gibi olacağını söylemişti gerçi. Sadullah’ın verdiği davetle paralellik gösterirmiş ama davetliler farklı olurmuş...

Aslında bu davete gitmeyeceğimizi düşünmüştüm, çünkü en başından Aral’ın da gitmeye hiç niyeti yok gibiydi. Bir bahane bulup sıyrılırız sanmıştım ama öyle olmamıştı. Gerçi anladığım kadarıyla fikrinin değişmesine neden olan şey Demet veyahut oraya gitmediğimizde kırılacak (!) kalbi değildi, birini gözetlemek için gidecektik. Yani elbette ben değil, Aral gözetleyecekti ama bunun için beraber gitmemiz gerekiyordu.

“Aslında arkadaşı sayılmaz,” diyerek bir nevi doğruyu söyledim. Onlara son zamanlarda o kadar çok yalan söylüyordum ki bir şekilde eksik de olsa doğrulardan bahsetmek istiyordum. Aileme yalan söylemek beni yaralıyordu. “Doğum gününe gideceğimiz kadının babasını tanıyor, Aral. Bir tanıdığı yani. Adamın kızı da beni öğrenince hastam oldu.”

Masadaki herkesin bir anda kaşları çatılınca olayı gerginlikten düzgün açıklayamadığımı fark edip “Yani kadın hamileymiş,” diye devam ettim. “Kendine doktor ararken de Aral sayesinde beni bulmuş, hastam oldu kısacası. Daha çok görüşeceğimiz için de kibarlık olsun diye sanırım beni doğum gününe davet etti.”

Amcam çayından bir yudum daha aldıktan sonra “Buraya mı gelecek seni almaya?” diye sordu. Özellikle Aral’ın adını kullanmaması bir an için gülesimi getirdi.

“Hayır, ben akşama doğru bize geçip hazırlanacağım. O da bizim eve gelecek.”

“Partiden sonra nereye gideceksin?” diye sordu bu sefer de. Bu sorgusunun neden olduğunu biliyordum aslında. Normalde Tuana’yla ikimiz sürekli amcamlara gelirdik, çünkü amcamla yengem böyle olunca daha mutlu oluyorlardı. Ne yazık ki birkaç haftadır aklım yerinde olmadığı için onları ihmal etmiştim. Tabii ben gelmeyince Tuana da pek gelememişti, çünkü onun bir de çalışması gereken bir sınav vardı. Amcam da bu yüzden biraz tripliydi bize, daha doğrusu bana. Muhtemelen Aral için onları ihmal ettiğimi düşünüyordu ama ne yazık ki yanıldığını söyleyemezdim. Şimdilik bunu böyle bilmesi onun için daha iyiydi.

“Erken çıkarsak buraya gelirim,” diyerek gülümsedim. Gönlünü almak istiyordum. “Ama geç çıkarsak buraya gelip sizi rahatsız etmek istemem, bizim eve geçerim.”

Amcam konuyu daha da irdeleyecek gibiydi aslında ancak yengem zor durumda olduğumu anlamış olacak ki araya girerek konuyu değiştirdi. Yengemin bu yönünü çok seviyordum, halimizden o kadar iyi anlıyordu ki.

Kahvaltının bundan sonrası daha sakin ve daha klasik sohbetlerden ibaretti ve bu bana iyi gelmişti. Amcamın gönlünü ise kahvaltıdan sonra yapacağım bol köpüklü bir Türk kahvesiyle alabileceğimi çok iyi biliyordum.

Amcamlardan ayrılıp kendi evimize geldiğim an ilk yaptığım şey kendimi duşa atmak oldu. Ilık suyun altında yıkanmak iyi gelmişti.

Bornozumu giyip banyodan çıktıktan sonra odama geçtim ve dolabımın önünde dikilerek parti için kendime güzel bir elbiseye aramaya başladım. Aslında aklımda birkaç seçenek vardı ama emin olamıyordum. Kendi arkadaşlarımdan birinin doğum gününe gidecek olsam çok sevdiğim yazlık çiçekli elbiselerimden birini giyerdim ama ne yazık ki gideceğim yer çok daha şatafatlı bir yerdi. Bu yüzden abartısız ama şık bir şeyler seçmem gerekiyordu.

Biraz daha bakınırken elim beyaz bir elbisenin üzerinde duraksadı. Elbiseyi askıdan çıkararak önüme tuttum ve bakışlarımı aynaya çevirdim. Bu elbise bana Sedef yengemin hediyesiydi. Kendisi için alışveriş yaptığı sıra gözüne çarptığını ve görür görmez aklına beni getirdiğini söylemişti. Açıkçası ben de elbiseye bir hayli bayılmıştım. Sanırım davet için de güzel bir seçim olurdu.

Giyeceğim şeye karar vermenin rahatlığıyla elbiseyi yatağın üzerine bıraktım ve kurulanarak iç çamaşırlarımı giydim. Saçlarımı kurutup taradıktan sonra kısa bir süre onları nasıl yapmam gerektiğini düşündüm ve en sonunda sıkı bir atkuyruğu yapmaya karar verdim.

Dalgalı uzun saçlarımı düzleştirip tepemde sıkı bir şekilde bağladıktan sonra yatağımın üzerindeki elbiseyi giydim. Beyaz, tül bir kumaştandı ve V yakaydı. Kol kısımları yalnızca tülden oluştuğu için kollarımı belli ediyordu. Normalde eteği biraz kısaydı ancak eteğin ucuna eklenen 6-7 santimlik tül detayı etek boyunu normale indirgiyordu. Elbise esmer tenimle öyle güzel bir uyum içindeydi ki kendimi güzel hissetmemek elde değildi.

elbise

Boynum açıkta kaldığı için annemle babamın baş harflerinin olduğu kolye, yani annemin kolyesi açığa çıkmıştı. Aslında çıkarıp yerine başka bir kolye takabilirdim ancak Sadullah’ın kolyedeki harfleri yanlış anlamlandırdığı zamanı hatırladığımda bunu yapmaktan vazgeçtim. Evet, kolye Ahu ve Tamer’in baş harflerini taşıyor olabilirdi ama onların Aral ve Tamay olarak algılamaları şu an için işime gelirdi.

Elbisenin kol kısımları bileklerimi açıkta bıraktığı için en azından sol bileğime bir şeyler takabileceğimi düşünerek takı kutuma doğru ilerledim ve kısa bir beyin fırtınası sonrasında kolyemle uyumlu olarak gördüğüm gümüş bir bileklik taktım. Bunun yeterli olduğunu düşünerek kendimi makyaj masama attıktan sonra da yüzümü ön plana çıkaracak bir makyaj yaptım.

Nihayetinde hazırdım ve hoş olduğumu düşünüyordum.

Başımı çevirip duvardaki saate baktığımda Aral’ın beni almak için verdiği saatin dolmasına on dakika kaldığını görerek ayaklandım ve dolaptan elbisemle uyumlu bir çift topuklu ayakkabı çıkarıp yatağıma doğru ilerledim. Banyoya girmeden önce kendime küçük siyah bir çanta hazırlamış ve Demet için hazırladığım hediyeyi de güzel bir poşete koymuştum. Boştaki elimle yatağın üzerindeki çantamla hediye poşetini aldıktan sonra odamdan çıkıp aşağı indim.

Elimdekileri girişteki vestiyerin üzerine bırakarak her zamanki rutinlerimi gerçekleştirip evin kapılarının ve pencerelerinin kapalı olduğuna emin oldum. İçim rahat bir şekilde tekrar girişe ilerlerken çantamın içindeki telefonumdan bildirim sesi geldiğini işitince adımlarımı hızlandırdım ve Aral’ın geldiğini haber verdiğini düşünerek mesaja bakmakla uğraşmayıp ayakkabılarımı giydiğim gibi kendimi dışarı attım.

Bahar iyice yüzünü gösterdiği için çok tatlı bir hava vardı dışarıda. Üşümeyeceğimi tahmin ettiğimden üzerime şal gibi bir şey alma ihtiyacı da duymamıştım doğrusu.

Hızlı adımlarla ilerleyerek bahçe kapısından dışarı çıktığımda beni daha önce görmediğim gri bir cip karşıladı. Aral’ın kendi arabası değildi ama onu andırıyordu. Arabanın etrafında kimseyi göremeyince bakışlarımı etrafta gezdirdim ve Aral’ın, köşe başında nöbet tutan sivil polislerden biriyle sohbet ettiğini gördüm.

Karşısındaki polis kısa baş hareketleriyle Aral’ın dediklerini onaylarken yüzü bana dönük olduğu için beni önce o fark etti. Bunun üzerine Aral da başını benden tarafa çevirdi ve beni gördüğünde küçük bir duraksamanın ardından tekrar karşısındaki polise dönüp bir şeyler daha söyledi. Polis bir kez daha başını sallayıp kısa bir şeyler dediğindeyse elini uzatıp dostane bir tavırla polisin omzuna vurdu ve ona arkasını dönüp bana doğru ilerlemeye başladı.

Ben de tüm bu süre zarfını onu incelemeye ayırdım tabii. Akşam karanlığı beni aldatmıyorsa şayet siyah bir takım elbise ve beyaz gömlek giymişti. Kumral saçları hafif dağınık duruyordu, yeşil gözleri ise geceye meydan okurcasına parlaktı.

Kısacası yakışıklıydı. Hem de çok yakışıklıydı.

Arabasının yanında onu beklerken Aral’ın bakışlarının bir anlığına üzerimde gezindiğine şahit olmuştum. Yine de bu süre o kadar kısaydı ki pür dikkat yüzüne bakmıyor olsam fark edemezdim.

Yanıma geldiğinde onun bu her zamanki soğukluğunu umursamamaya çalışarak hafifçe gülümsedim ve “Merhaba,” dedim. Dudaklarını birbirine bastırarak hafifçe başını eğdi. Bu onun dilinde merhaba demekti galiba. “Geç kalmayalım istersen,” diyerek arabasını işaret etti. “Hadi geç.”

“Olur,” dedim ve yavaş adımlarla ilerleyip arabanın ön yolcu koltuğuna yerleştim. Benle birlikte o da kendi yerine kurulduğu sıra arka koltukta bir hareketlilik oldu ve ansızın biri ön koltukların arasından kafasını uzatıp sırıttı.

“Selam, Doktor.”

Arel’in başını bir anda kendi kafamın yanında bulmayı beklemediğim için küçük bir çığlık eşliğinde kapı tarafına kaykıldım. Bir elim kucağımdaki çantayla hediye paketini tutarken diğeri korkuyla yükselen göğsümün üzerine konmuştu. Aral, ikizine ters ters bakmakla yetinip arabayı çalıştırdığı sıra biraz daha kendime geldiğim için “Selam da,” diye mırıldandım. “Beni korkutmayı ne zaman bırakacaksın acaba?”

Arel, önce bana sonra ikizine ve ardından tekrar bana bakıp güldü. “Sanırım hiçbir zaman. Çünkü seni korkutmak çok eğlenceli, dehşete bürünmüş yüz ifaden çok tatlı.”

Açıklaması gözlerimin kısılmasına ve ona kötü kötü bakmama neden olurken Aral da sert bir ses tonuyla “Arel,” dedi. Elbette ikizi bu ikaza aldırış etmedi. Onu bazen Tuana’ya benzetmiyor değildim. Tuana beni zıvanadan çıkarıyordu, Arel ise Aral’ı. Üstelik aralarında on dört yaş vardı. Sanırım Aral benden de şanssızdı.

“Ne?” diyerek iki koltuğun arasını kendine mesken tuttu, Arel. Kollarını ön koltukların sırtlarına yaslayarak kendine daha rahat bir pozisyon bulduğunda ön tarafta üç kişi oturuyormuş gibi olmuştuk. Açıkçası Aral’ın aksine bundan rahatsız değildim. Zira Arel’le konuşmak hoşuma gidiyordu. “Sence de korkunca çok tatlı görünmüyor mu?”

Bunu, Aral’ın damarına basmak için sorduğunu anlamak hiç zor değildi ve doğrusunu söylemek gerekirse sorusunun ardından merakla Aral’a bakmaktan kendimi alıkoyamamıştım. Aslında korkunca tatlı falan göründüğümü düşünmüyordum, korkmuş insan endişeli gözükürdü yani. Yine de Aral’ın vereceği karşılığı merak etmiştim. Hem de çok.

Aral, ikizinin sorusunun üzerine birkaç saniyeliğine bana baktı ve hemen sonraysa önüne dönüp dikiz aynası sayesinde ikiziyle göz göze geldi.

“Kesecek misin sesini?”

Düzgün bir karşılık beklemek saçmaydı zaten. Bunu kabul etmem lazımdı.

Arel, dudaklarını büküp “Aman,” dedi. “Sen ne anlarsın tatlıdan zaten. Yüzü sabah akşam sirke satan birinden ne bekliyorsam ben de.” Kafasını sallayarak sahte bir tavırla iç çekti ve başını sol omzuna doğru eğerek gözlerini bana dikti.

“Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, harika görünüyorsun, Jülide.”

Aral, tekrar kardeşine ayna aracılığıyla ters bakışlar atarken Arel asla onu umursamadı. Ben de umursamadım ve gülümsedim. Sonuçta iltifat aldım diye surat asamazdım. Beklediğim kişiden alamamış olsam bile.

“Teşekkürler ama Arslan İbrahimoğlu’nu geride bıraktık sanıyordum.”

Çapkınca sırıttı. “Senin Arslan’ın olmayabilirim ama yine de o adama çokça benzediğim gerçeğini inkar edemem. Ayrıca sen de Jülide’ye benziyorsun, ben olmasam bile karşına illaki bir İbrahimoğlu çıkacak.” İkizine kısa bir bakış attı, öyle kısaydı ki doğru gördüğüme emin olamamıştım. “Tabii hala çıkmadıysa…”

“Arslan, Jülide’nin başka biriyle evlenmesine mani olmamış gibi kadından sıkılıp onu aldatıyordu. Bunu hatırlıyorsun, değil mi?”

Dudak büktü. “Hım, evet. Vardı öyle bir şeyler.”

Tepkisi beni güldürmüştü.

“Bu yüzden ne bir Arslan İbrahimoğlu ararım ne de Jülide’ye benzemek isterim.”

Sözlerimden etkilenmiş gibi yaparak başını salladı. “Sen öyle diyorsan.”

“Her neyden bahsettiğinizi anlamadım ama ciddi bir şey için yola çıktık, farkında mısınız?”

Aral’ın bugün için kurduğu en uzun cümleydi bu, yani şimdilik. Bu yüzden şaşkın bakışlarımı ona çevirdim. Arel’se gözlerini bayarak “Biz de ciddi bir şey hakkında konuşuyoruz, Aral,” diye açıklama yaptı. “Nihayetinde bir nesil bu kişilerle büyüdü.”

Aral, anlamamış gibi kaşlarını çatınca “Estetik cerrahı Arslan ve kadın doğum uzmanı Jülide,” diyerek hatırlatmak istercesine konuştu Arel. Aral’sa dikiz aynasından ikizine boş bakışlar attı ancak Arel vazgeçmedi.

“Hani dizi var ya? Doktorlar.”

Aral’ın bakışlarında yine değişen bir şey olmamıştı.

“Yazları tekrarları veriliyor televizyonda. İllaki görmüşsündür.”

Başkomiserde tık yoktu hala. Arel’se sinirlenmeye başlıyor gibiydi. Yine de pes etmedi ve bir kez daha denedi şansını.

“Ela, Levent, Suat, Zenan… Gestapo? Hiç mi hatırlamıyorsun be kardeşim?”

Aral omuz silkti. “Yo.”

Ben bu muhabbete daha fazla dayanamayıp sesli bir şekilde gülmeye başladığımda Aral kaşlarını kaldırdı ve birkaç saniyeliğine yoldan ayırdığı bakışlarını bana çevirdi. Arel ise oflayarak geri çekilip sırtını arka koltuğa yasladı.

“Bazen beni deli ediyorsun, Aral.”

Aral’ın gülüşüme odaklanan bakışları vücuduma küçük bir titreşim gönderse de Arel’e katılmadan edemedim. “Yeni tanışıyor olmamıza rağmen beni de…”

Aral bana tip tip bakarken Arel ona katıldığımı işittiğinde heyecanla tekrar iki koltuk arasına soktu kafasını.

“Değil mi kız Jülide? Sen bile anladın bu herifin ne kadar sinir bozucu olduğunu değil mi? Böyle biri nasıl benim ikizim olabilir Allah aşkına ya? Hangi tıp kanunu yazmış bunu? Biyolojide bir açıklaması var mı?”

Aral, ateş saçtığına emin olduğum bakışlarını aynadan ikizine çevirdiğinde bakışlarım Aral’ın yakışıklı yüzüne takıldı. Yeni tıraş olduğu belliydi ve sakalsızken daha genç görünüyordu.

“Sinir bozucu demeyelim de,” diye mırıldandım, Aral’ın yeşilleri karşısında sessizce iç çekerken. “Biraz ketum birisi.”

“Biraz mı?” diyerek güldü Arel. “Senin birazdan anladığın bu mu sahiden?”

Başımı arkaya çevirip sağ elimi ağzımın üzerine örterek fısıldar gibi konuştum. Ancak Aral’ın da beni duyabildiğinin gayet farkındaydım. “Birkaç haftada anca bu kadar tanıdım, ne yapayım? Ayrıca şimdiden bu kadarını anladıysam vay halime değil mi ama?”

Arel, sözlerim karşısında içten bir şekilde gülerek dostane bir tavırla sol omzuma pat pat vurdu.

“Allah kolaylık versin be Jülide. Hadi ben kardeştir deyip bir şekilde dayanıyorum ama senin çekeceğin de çile değil vallahi.”

Arel’le bu kadar samimi konuşuyor olmayı hiç de garipsemiyordum doğrusu. Hatta yakın bir zamanda kanka olacağımızdan da adım gibi emindim. Ayrıca onunla birlikte Aral’a laf sokmak hoşuma gitmişti. Bunu yaparken çekinmiyordum da. Aral’dan böyle şeyler için utanmayı, bir önceki araba yolculuğumuzda ona bağırırken bir kenara atmıştım çünkü. Bir de kendisinden istediğim gibi tepki alabilmeyi başarabilirsem her şey daha iyi olacaktı.

“Ne yapalım,” diyerek abartılı bir sesle iç çektim. “Başa gelen çekilir.”

Aral, sinirlerini bozduğumuzu bas bas bağıran bir yüz ifadesiyle önce kardeşine sonra da bana baktı ve ağzının içinde sabır dilenerek tekrar yola odaklandı. Şaşırdık mı? Yo.

Aral’ı daha fazla umursamadan sırtımı kapı tarafına çevirdim ve bakışlarımı Arel’e odakladım. Buraya kadar gevezelik yaparak kafa dağıtmıştık, benim açımdan epey de iyi olmuştu ama işin ciddiyetine varmak gerekiyordu.

“Bu arada… Sen niye bizle geliyorsun?” diye sordum Arel’e.

“Çünkü sizi koruması gereken birine ihtiyacınız var, Jülide’ciğim.”

Bana Jülide demesine bile alıştığımı fark ettim. Ancak buna şaşıracak vaktim yoktu.

“Bizi nasıl koruyacaksın ki? Ayrıca neden korunmaya ihtiyacımız varmış, anlamadım?”

“Nasıl da bayılıyorsun boş boş konuşmaya,” diye homurdandı Aral. Sözlerinin muhatabının Arel olduğunu bildiğim için bir şey demeyerek ona döndüm. O da yola bakarak konuşmaya devam etti. “Sana bahsettiğim adam, yani Çetin Güler partiye gelirse çok duracağını sanmıyoruz,” diyerek hafifçe iç çekti. Bana bakmasa da açıklamasının muhatabının ben olduğumun bilincindeydim. “Bizim onun ardından apar topar partiden ayrılmamız dikkat çekebilir. O yüzden Arel de bizimle geliyor, Çetin’in peşine düşebilmek için.”

“Ha,” dedim, aydınlandığımı belli ederek. “Arabada kalacak yani.”

“Aynen,” diyerek beni onayladı Aral. Sonra da bakışlarını bir kez daha aynadan kardeşine çevirdi. “Tamay’a Çetin’in fotoğrafını göstersene.”

Arel, kısa bir baş onayının ardından ceketinin cebinden telefonunu çıkarıp bir şeyler yaptı ve hemen sonra ekranı bana çevirdi. Gösterdiği adam kumral tenli, kahve gözlü ve uzun saçlıydı. Hatta fotoğrafta saçlarını ensesinde toplamıştı.

“Ne olur ne olmaz, belki bir şekilde benden evvel fark edersin adamı. Bu yüzden çehresini ezberlemeye çalış.”

Aral’ın dediğini yaptım ve bir süre fotoğrafı en ince detaylarına kadar inceledim. Adam partiye gelecek olursa onu Aral’dan evvel fark edebileceğimi sanmıyordum gerçi. Yine de başkomiserin bir bildiği olduğunu düşünmeyi tercih ettim.

Dakikalar sonra Arel telefonunu kapatıp cebine attı. Ben de önüme dönerek kucağımdan kayan hediye paketini sabitledim. Tabii bu sırada gözlerimin önünde biraz evvel baktığım fotoğraf vardı. Aral adamla ilgili detay vermemişti bana, yani doğal olarak. Yalnızca hakkında çok fazla bilgiye sahip olamadıklarını öğrenmiştim. Zaten direkt Sadullah’la değil, damadı Ekin’le iletişim halindeydi ve hakkındaki bilgi kıtlığı bundan kaynaklanıyordu. Bu gecenin amacı da onun hakkında daha fazla bilgi edinebilmekti.

Dakikalar sonra araba, geçen sefer geldiğimiz büyük malikânenin arka sokağında durdu. Aral, arabanın anahtarını eline aldıktan sonra koltuğunda usulca dönüp arka koltuktaki kardeşine baktı.

“Ne kadar sıkılırsan sıkıl arabadan çıkmak yok.”

Arel, oflayarak gözlerini devirdi. “Tamam, Aral, anladım. Çocuk değilim.”

“Hımhım, değilsin. O yüzden geçen sene az daha bir operasyonun içine ediyordun, değil mi?”

Arel’in sıkıntılı bir tavırla iç çektiğini işitsem de aralarındaki muhabbete dahil olmak kaçınarak önüme dönüp boş sokağı izledim.

“Tamam, başkomiserim. Mesaj alınmıştır. Sizden haber bekleyeceğim ve uslu bir çocuk olacağım.”

Sondaki cümleyle dudaklarımın tembelce kıvrılmasına engel olamadım. Onu sıkmamak için yüzüne bakmıyordum ancak çehresinin on yaşındaki bir oğlan çocuğundan farklı olmadığına emindim.

Aral, “İyi,” demekle yetindikten sonra yeşillerini bana çevirdi. “Hadi, inelim.”

Küçük bir baş onayının ardından kucağımdakileri kavrayıp kapıyı açtım ve kendimi dışarı attım. Tabii bu sırada “Benim yerime de eğlen Jülide,” diyen Arel’e gülerek “Elimden geleni yaparım,” demeyi de ihmal etmedim.

Aral, cebinden çıkardığı anahtarla cipi kitlerken bakışlarım filmli camlardaydı. Dışarıdan içerisi görünmüyordu ve bunun Arel için bir nimet olduğunun farkındaydım.

Yavaş adımlarla Aral’ın yanına doğru ilerlerken “Olur da Arel’in adamı takip etmesi gerekirse nasıl çıkacak arabadan?” diye sordum. Aral, anahtarı ceketinin iç cebine attıktan sonra sanki kardeşinin gözlerinin içine bakıyormuş gibi keskin bir bakış attı cipin ön camına.

“Onda yedek anahtar var. Bunun için her zamankinden farklı bir araba seçtim, olur da Arel Çetin’in peşine düşerse aracın benim olduğu kolay anlaşılmasın diye.”

Her şeyin ince hesaplı olduğu bir gerçekti. Bu yüzden daha fazla bir şey sormadım ve arkamda kalan dev malikâneye çevirdim bakışlarımı. Arka duvarlar bile öylesine yüksekti ki malikânenin üst katındaki pencereleri görebiliyordum yalnızca.

“Hadi, geç kalmayalım.”

Aral, yolun boş olmasından faydalanarak yürümeye başladığında hemen peşine düştüm. Bu sokak boş olabilirdi ancak köşeyi döndüğümüz an kalabalık araba sürüleriyle ve tabii sahipleriyle karşılaşacağımızdan emindim.

Diğer sokağa saptığımızda tahminlerimde haklı olduğumu görerek Aral’a biraz daha yaklaştım. Nihayetinde nişanlı bir çiftin aralarından tren geçecek mesafede yürümeleri pek normal karşılanmazdı. Evin büyük demir kapısının önünde duraksadığımızda Aral sol eliyle kapıya iki kez vurdu, hemen ardından da sağ kolunu girebilmem için önüme uzattı. Koluna kısa bir bakış atıp heyecanlanmamaya çalışarak uzandım ve biraz çekingen bir tavırla koluna girdim. Koluna yapışıp onu daraltmak istemezdim. Her ne kadar istesem de.

Büyük kapı açıldı ve omuzlarına bile gelemeyeceğim kadar uzun boylu korumalardan biri bizi karşıladı. Aral’ı kısa bir baş hareketiyle selamlarken ben bakışlarımı ondan uzaklaştırıp etrafa bakındım. Bir önceki gibi her yan korumalarla dolu değildi ancak boş da sayılmazdı. En azından her köşe başında birkaç iri yarı koruma durmaktaydı.

Aral’la birlikte taş yoldan ilerledik ve evin kapısına gelince duraksayarak kapıyı çaldık. Çalışanlardan biri kapıyı açarak bize hoş geldiğimizi söylediğinde kibarca cevap verip içeri geçtik. Yavaş adımlarla koridoru arşınlayıp partinin verildiği asıl odaya girdiğimizde etrafın bir öncekine nazaran daha renkli olduğunu fark ettim. Duvarlarda çeşitli süsler ve balonlar vardı. Ayrıca geniş odanın köşelerine de balonlar serpiştirilmişti. Davetliler için de uzun, sandalyesiz masalar tercih edilmişti.

Aral, kısa bir duraksamanın ardından gördüğü boş masaya doğru ilerlerken ben de çok dikkatli görünmemeye çalışarak bakışlarımı etrafta gezdiriyordum. Tam da tahmin ettiğim gibi her bir köşe sosyeteye ait oldukları her hallerinden belli olan insanlarla kaplıydı. Kadınlar oldukça gösterişli ve şıklardı. Erkekler ise kendi aralarında dağılıyorlardı. Bazıları Aral gibi ceket giymişlerdi, bazılarıysa daha sadelerdi.

Masaya geldiğimizde Aral’ın kolundan çıkarak yuvarlak masanın bir kenarında duraksadım. Aral da bana bir kol mesafesi uzaklığında durup bakışlarını bana çevirdi. “Çetin ortalıkta görünmüyor.”

Ben insanların kıyafetlerini incelerken Aral başka şeylere odaklanmıştı tabii.

Gayriihtiyari bir şekilde bakışlarımı odanın içinde gezdirirken dudaklarım büküldü. “Parti başlayalı çok olmasa gerek, belki sonra gelir.”

Aral, hafifçe iç çekti. “Umarım.”

Kahvelerimi, Arel’in arabadayken fotoğrafını gösterdiği adamı bulma gayesiyle misafirlerin arasında gezdirmeye devam ederken birinin bana seslendiğini işittim.

“Tamay!”

Başımı derhal çevirip bana doğru ilerleyen Demet’e diktim bakışlarımı. Üzerindeki beyaz elbisesiyle adeta ışık saçarak bize doğru geliyordu. Hemen karşımda duraksadığında “Hoş geldiniz,” diyerek daha ben ne olduğunu anlamadan kollarını boynuma dolayıp bana sıkıca sarıldı. Bakışlarım Demet’in omzunun üzerinden Aral’a kaydığında onun da Demet’in bu tavrı karşısında hafifçe şaşırdığını fark ettim.

Pot kırmak istemediğimden ellerimi biraz gevşekçe de olsa Demet’in sırtına yasladım ve “Hoş bulduk,” diye cevap verdim. Demet, kısa süre sonra geri çekilerek Aral’a baktı ve oldukça neşeli bir tavırla “Nasılsın Aral?” diye sordu. Aral, kısa bir baş onayıyla birlikte “İyiyim,” dedi. “Seni sormalı?”

Demet’in gülümsemesi büyüdü. “Harikayım.” Sonra tekrar bana döndü. Yerinde duramıyor gibiydi. “Pastayı kestikten sonra herkese müjdeli haberi vereceğim.”

Müjdeli haberden kastının bebek olduğunu hemen anlamıştım. Bu yüzden kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. “Eşine söylemedin mi hala?”

Kıkırdadı. “Yok, canım. Babamla ikisine söyledim. Gerçi ben söylemesem bile tavırlarımdan bir şey olduğunu kesin anlarlardı. Senle görüştüğümüz günden beri o kadar mutluyum ki.” Sesli bir şekilde iç çekti. “Herkes derken misafirleri kastettim.”

Hali dudaklarımın samimi bir tavırla kıvrılmasına neden oldu. Bu bebeği çok istediği her halinden belli oluyordu.

“Anladım,” diyerek başımı salladım. “Kolay gelsin o zaman sana.”

Gülerek başını salladı. “Sağ ol.” Bakışları Aral’a kayacağı an masanın üzerindeki pakette duraksadı ve gözleri irileşti. “Yoksa bu benim için mi?”

Hediye paketine kısa bir bakış attıktan sonra “Hımhım,” diyerek başımı salladım. Sonra da erken olduğunu bilsem de bunu umursamayıp hediyeyi alıp ona uzattım. “Zevklerini bilecek kadar tanımıyorum seni, bu yüzden biraz garantici davrandım.”

“Ya ne gerek vardı,” diyerek kocaman gülümsedi ve “Çok merak ettim ama ben şimdi,” diye ekledikten sonra hediyeyi poşetinden çıkarıp üzerinde beyaz benekler olan kırmızı paketi açmaya koyuldu. Dudaklarımı birbirine bastırarak Demet’in hediyeyi açmasını bekledim. Aral, doğum gününe gideceğimizi söylediğinde ona hediye alıp almayacağımızı sormuştum. O da gerek olmadığını söylemişti aslında ancak benim içim rahat etmemişti. Ne de olsa mecburen de olsa içinde bulunduğumuz durum tatlıya bağlanana kadar bu kadınla görüşmek durumundaydım. O yüzden kimin nesi olduğunu umursamadan ona yalnızca bir hastammış gibi yaklaşmam gerektiğini düşünmüştüm.

Demet, paketteki kitapları çıkardığında ince kaşlarını çatarak ne olduklarını anlamaya çalıştı. Bunu yapan tek kişi o değildi üstelik, Aral da bakışlarını kitaplara dikmişti. Ona hediyeyi bana bırakması gerektiğini söylemiş ancak ne alacağımı söylememiştim. Bu yüzden meraklanması normaldi.

Demet, dolan gözlerini bana çevirdiğinde gülümseyerek “Bunlar çok beğendiğim doktorların çıkardığı kitaplar,” diye açıklama yaptım. “Boş zamanlarımda annelik ve anne-bebek ilişkisini anlatan kitaplar okuyup beğendiklerimi hastalarıma tavsiye ederim. Bunlar da en beğendiğim kitaplardan birkaçı işte.”

“Harika bir hediye bu,” diyerek gözlerini kırpıştırdı. “Sana şimdi sarılırdım ama muhtemelen kollarımı boynuna doladığım an ağlamaya başlayacağım. O yüzden…” Derin bir nefes alarak tebessüm etti. “Çok teşekkür ederim. Çok incesin.” Bakışları Aral’a döndü. “Bu kadını bunca zamandır bizden saklaman çok büyük haksızlık.”

Bakışlarım Aral’a çevrildiğinde onunla göz göze geldim. Bakışlarını benden ayırmadan hafifçe omuz silkti ve oldukça soğukkanlı bir tavırla “Paylaşımcı biri olmadığım için beni suçlayamazsın,” diye mırıldanarak tekrar Demet’e döndü. “İnsan değer verdiği şeyleri kendine saklamak ister.”

Kanımın akış hızının arttığına yemin edebilirdim. Aral’ın yalnızca karşımızdaki kadını kandırmak için yalan söylediğini bildiğim halde sözlerinden etkilenmemek mümkün değildi. Neden böyleydi?

Demet güldü. “Seni o kadar iyi anlıyorum ki.” İç çekti. “Bu yüzden kızmayacağım.” Kitapları tekrar poşetine koyduktan sonra hediyesini kucakladı. “Ben bunları güvenli bir yere götüreyim, siz de keyfinize bakın. Olur mu?”

Başımı salladım. “Olur. Bu arada, doğum günün kutlu olsun.”

Gülümsemesi genişledi. “Teşekkür ederim.”

Demet, tekrar yanımıza uğramak üzere odanın çıkışına doğru ilerlerken “Benim aylarca uğraştığım şeyi bu kadar kısa sürede yapman olağanüstü,” diye mırıldandı Aral. Sözlerinin üzerine bakışlarım ona döndü.

“Amacının Demet’i etkilemek olduğunu bilmiyordum,” dedim sorarcasına.

“Elbette değil,” diyerek başını salladı. “Ben Koroğlu ailesi tarafından kabul görmenden bahsediyorum. Demet’i tavlayarak ailenin tam ortasına düştün.”

Dudaklarımı büktüm. “Biraz şanslı olduğumu kabul ediyorum. Demet’in hamile olması işime geldi ama yine de bu aile tarafından sevilmek isteyip istemediğimden emin değilim.”

“Şu an için en iyi seçenek seni sevmeleri,” diyerek iç çekti. “Ne yazık ki.”

Omuzlarımı indirerek bakışlarımı misafirlere çevirdiğim sıra biriyle göz göze geldim; çatık kaşlarıyla tam da gözlerimin içine bakan bir kadınla. Ne olduğunu anlayamadığımdan ben de kaşlarımı çatarken kahvelerimi kısaca kendi etrafımda gezdirip bu bakışların muhatabı olup olmadığımdan emin olmaya çalıştım. Sanırım gerçekten bendim.

Gözlerimi kadından uzak tutmaya çalışsam da bakışlarının hala üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Bu yüzden gergin bir tavırla “Senin sol çaprazında kalan bir kadın beni öldürecekmiş gibi bakıyor,” diye mırıldandım. Sesim hayret dolu çıkmıştı. Aral’ın kaldırdığı kaşlarıyla bana döndüğünü fark edince ben de ona baktım. “Üzerinde koyu yeşil elbise olan, kahve saçlı kadından bahsediyorum,” diye devam ettim. “Bana öyle bakmasını gerektirecek ne yapmış olabilirim ki?”

Aral, önce kaşlarını derince çattı. Hemen ardından da benim bakışlarım hala onun yüzündeyken kafasını tam çevirmeden bahsettiğim yere küçük bir bakış attı. Bu kısa bir bakıştı ancak çenesinin gerilmesine yetmişti. Tekrar bana döndüğünde “Ekin’in üvey kız kardeşi, Tutku,” diye mırıldandı ve bu yeterli bir açıklamaymış gibi sustu.

“Ee?” diye mırıldandım, meraklı bakışlarım onun yakışıklı yüzündeyken. “Bunun beni ilgilendiren kısmı ne?”

Kaşları çatıldı ve hoşnutsuz bir nefes çekti içine. “Muhtemelen yanımda durduğun için sana öyle bakıyor.”

Bu cümle benim de kaşlarımın derince çatılmasına neden olmuştu. Aral açıkça konuşmasa bile neyi ima ettiğini anlamıştım. “Yani senden mi hoşlanıyor?”

Omuzlarını umursamaz bir ifadeyle kaldırıp indirdi. “Hoşlantı gibi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Yalnızca saçma bir takıntı. İnsanlar saçma bir şekilde elde edemeyecekleri şeylerin peşinde koşmaya bayılırlar.”

İşte bu beni gerçekten şaşırtmıştı. Bunca kaosun arasında bir de böyle bir meselenin olması tuhaftı.

“Ona yüz vermediğin için seni takıntı haline getirdi demek,” diyerek başımı salladım.

“Nişanlısı olan birinin başka bir kadına yüz vermemesinden daha doğal ne olabilir?” diye sordu rahatça. Ama senin gerçekten bir nişanlın yok, demek istesem de sessiz kaldım. Tutku denen kadını azıcık bile umursamıyor gibi görünüyordu. Gerçi Aral neyi umursuyordu ki?

“Nişanlın olduğunu bildiği halde yapıyor bunu üstelik?”

Kaşları usulca çatıldı. “Asaf amir bahsetmişti hatırlarsan, sadece nişanlım olduğunu söyleyip onlarla tanıştırmadığım için bana pek inanmamaya başlamışlardı. Sanırım o da inanmıyordu, bilmiyorum. İlgisinin bile farkında değilmişim gibi davrandığım için bu konuya pek kafa yormadım.” Bana karşı bu kadar açık olmasını beni hayretler içinde bırakmıştı doğrusu. Her zamanki gibi sessiz kalıp beni soru işaretleri arasında bırakabilirdi sonuçta.

“Ekin’in kız kardeşi olduğu için mi?” diye sordum, boğazımda duran yumruyu yok edebilmek için yutkunurken. “Yani… İlgisini yok saymanın sebebi bu mu?”

“Hayır, Ekin veya başka biri umurumda değil. Bu insanların arasına katılmamın bir amacı var ve bunun dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyorum,” diye cevap verdi ve soğuk çıkan ses tonuyla bu konuyu kapatmak istediğini fazlasıyla belli etti. Ben de mecburen sustum ve önüme döndüm.

Zihnimin için soru işaretinden geçilmiyordu. Aral’la ilgili her şey muammaydı ve ben bir şekilde kendimi onun hakkında bir şeyler merak ederken buluyordum. Bu çok can sıkıcı bir durumdu.

Neyse ki Demet’in pasta kesme vakti gelmişti de kafamın içinde dönüp duran sorularla daha fazla uğraşmak zorunda kalmamıştım.

Klasik doğum günü şarkısı eşliğinde salonun ortasına getirilen devasa pasta Demet tarafından kesildi ve davetlilere dağıtılmak üzere görevliler tarafından alındı. Demet kısa bir konuşma sonrası davetlilere bir sürprizi olduğunu söyledi ve oldukça heyecanlı bir şekilde hemen yanında duran eşinin elini tuttu.

Yakın çevresi olduğunu tahmin ettiğim insanlara hamile olduğunu söyleyip coşkulu tebrikleri kabul ederken bakışlarım istemsizce Tutku denen kadının olduğu yere kaydı. Bu sefer bana değil de abisiyle yengesine bakıyordu ancak kaşları hala çatıktı. Gerildiğimi hissederek tekrar önüme döndüm.

Tebriklerin ardından hediye merasimi başladığında nereden çıktığını bilmediğim Sadullah’ın bize doğru ilerlediğini fark edip istemsizce yerimde dikleştim.

“Oo genç çiftimiz de buradaymış, hoş geldiniz çocuklar.”

Dudaklarım, mecburi bir gülümsemeyle kıvrılırken Aral da başıyla selam verdi Sadullah’a. “Hoş bulduk.”

“Seni genelde böyle organizasyonlarda göremezdim,” diyerek güldü. Bakışlarının odağında Aral vardı.

“Böyle ortamları sevmiyorum, biliyorsun,” diye cevap verdi, Aral. Tavırları o kadar doğal, o kadar normaldi ki gerçekleri bilmesem onun gerçekten Sadullah’ı sevdiğini düşünebilirdim.

“Biliyorum,” diyerek başını salladı. “Sanırım burada olmanızı Tamay’a borçluyuz.”

Aslında Çetin denen adama borçluyduk ama o bunu bilmese de olurdu.

“Yani,” diyerek gülümsedim. “Öyle de denebilir. Demet’in davetini geri çeviremezdim.”

Sadullah, duyduklarından memnun kalmış olacak ki takdir dolu bir ifadeyle başını salladı. “Demet’le anlaşabilmenize çok sevindim. Ayrıca onun doktoru olduğun için de mutluyum, kızımın ve torunumun emin ellerde olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor.”

Başımı salladım. “Teşekkürler.”

Sadullah, bana içten bir gülümseme bahşettikten sonra bakışlarını Aral’a çevirdi ve “Seninle konuşmamız gereken şeyler var,” diye mırıldandı. Aral önce kaşlarını çattı, sonra da yeşillerini bana çevirip gözlerimin içine derin bir bakış attı. Sanırım bu bize biraz müsaade et demekti.

Durumu bozuntuya vermeden “Ben de lavaboya gidecektim zaten,” diyerek masanın üzerindeki çantamı aldım. “Siz keyfinize bakın.”

Sadullah’ın içten bakışlarına aynı içtenlikle olmasa da küçük bir tebessümle karşılık verdim ve salonun çıkışına doğru ilerledim. Ne konuşacaklarını merak etmiyor değildim tabii ama muhtemelen bilmediğim şeylerden bahsedeceklerdi. Aslına bakarsanız çevrilen kanunsuzluklardan haberdar olmak istemiyordum. Bu yüzden bilmesem daha iyiydi.

Salondan çıkıp merdivenlere yöneldim ve geçen sefer Volkan denen pis adamla karşılaştığım koridoru arşınlayarak lavabonun önüne geldim. Tam elimi uzatıp aralık bırakılan kapının kulpunu tutacaktım ki içeriden gelen sesle duraksadım.

“Sorma kızım ya, takmış koluna gelmiş… Hayır, bir de güzel olsa gam yemeyeceğim. Esmer, kara kuru bir şey.”

Duyduğum ince ses kaşlarımın derince çatılmasına neden oldu. Kapının aralığından içeriyi görmem çok zordu ancak duyduklarım sesin sahibinin kim olduğu hakkında fikir sahibi olmamı sağlayacak gibiydi.

“Hı, aynen. Aynen. Varmış gerçekten nişanlısı. Tabii yersen. Yok be, ne inanacağım? Madem nişanlısı vardı, niye sakladı bunca zaman? Bunun altından bir bit yeniği çıkacak, adımın Tutku olduğu kadar eminim bundan.”

Tutku. Tabii ya…

Sessiz olmaya çalışarak birkaç adım gerilesem de içimdeki meraka söz geçiremedim ve duvar dibine sinip içerideki sinirimi bir hayli bozan kadının saçmalıklarını dinlemeye devam ettim.

“Elbette vazgeçmeyeceğim. Dedim ya, hiç de nişanlı gibi değiller. Birbirlerine attıkları bakışlar bile öyle soğuk ki.” Bunları söyledikten sonra yüzümü buruşturmama neden olacak bir kahkaha attı. “Aynen öyle. Göreceksin, eninde sonunda o adamın tutkulu bakışları bana ait olacak.”

Adı gibi tutkulu biriydi belli ki. Ancak atladığı bir şey vardı, yalandan da olsa Aral benim nişanlımdı ve hakkımda atıp tutan bu ahmak kadına birinin haddini bildirmesi gerekiyordu. Üstelik bu görev tam da şu anda bana verilmişti.

“Tamam, canım. Tamam. Kapatıyorum şimdi. Gelişmelerden haberdar ederim seni, bye!”

Kaşlarım endişeyle yükselirken duvardan tutunarak hızla geriye doğru adımlar attım. Son istediğim şey onunla koridorda karşılaşmak olurdu, zira beni gördüğü an laf atacağından nedense (!) adım gibi emindim ve bu akşam onunla uğraşamazdım.

Merdivenlerin başına geleceğim sıra banyo kapısının aralandığını duyunca kendimi hızla duvar kenarına attım. Tek elimi göğsümün üzerine koyup bakışlarımla hızla merdivenleri taradım. Alt kata inen merdivenlere yöneldiğim an görüş mesafesi çoğalacağı için beni fark etmesi uzun sürmezdi. Bu yüzden daha fazla beklemek istemeyerek üst katın merdivenlerine tırmanmaya başladım. Şansıma bir üst kata geçmek için tek sıra merdivene tırmanmam yeterliydi.

Basamakları bitirir bitirmez kendimi kenara atıp sırtımı duvara yasladım ve alt katın merdivenlerinden gelen topuklu ayakkabı seslerini dinledim. Bu kaçma işini kendime yediremediğim doğruydu ancak şimdilik bundan başka çarem yoktu.

Sessizce iç geçirip artık sessizleşen merdivenlere kısa bir bakış attığım sıra olduğum katın diğer ucundan gelen bir erkek sesi duydum ve ileri uzattığım başımı hızla geri çektim.

“Neden apar topar çağırdın beni? Hem ön kapıdan gelseydin ya, arka tarafta ne işin vardı oğlum?”

Bu sesin sahibini tanıyordum. Konuşan Demet’in eşi Ekin’di. İyi ama kimle konuşuyordu? Ve sesi neden telaşlıydı?

“Başım fena halde sıkışık, davet falan çekemezdim. Seninle acilen konuşmam gerekiyor.”

Bu da başka bir adam sesiydi ama hayır, bu tanıdık gelmemişti.

“Tamam, gel, benim odama geçelim.”

Adım seslerinin bana doğru geldiğini fark ettiğimde olduğum yere biraz daha sindim. Sonuçta hala merdiven kenarında sayılırdım ve yakalansam bile tuvaleti aradığımı söyleyerek işin içinden sıyrılabilirdim. Yani, sanırım.

Damarlarımdaki adrenalinin arttığını hissederken yaklaşan adım seslerini dinledim. Saniyeler sonra bir kapının açılma sesini, hemen ardından da Ekin’in “Geç,” dediğini duyunca risk aldım ve başımı usulca ileri uzatıp neler olduğunu görmeye çalıştım. Yaklaşık on metre ilerimdeki adamlarım bana sırtları dönüktü. Ekin’i üzerindeki kıyafetlerden tanımam hiç zor olmamıştı ancak hemen önünde odaya giren adamı çıkaramamıştım. Yüzünü göremediğim için bir çıkarım yapmak zordu lakin bir şey dikkatimi çekmişti. Ekin’in önünden odaya giren adam saçlarını ensesinde toplamıştı. Tıpkı Arel’in bana fotoğrafını gösterdiği Çetin Güler’in yaptığı gibi.

Kapı kapanmadan duyduğum son şey Ekin’in oldukça soğukkanlı bir ses tonuyla “Sakin ol ve neler olduğunu baştan anlat, Çetin,” demesiydi. Bu cümle, sindiğim yerden doğrularak merdiven başına gitmem ve koşturarak aşağı inmem için yeterli olmuştu.

Yakalanma korkusu kan akışımı hızlandırdığı için vücudumun, özellikle de yüzümün yandığının farkındaydım ancak şu an için yapabilecek bir şeyim yoktu. Çetin denen adam acelesi olduğunu söylüyordu ve konuşmalardan anladığım kadarıyla bu kata kimseye görünmeden çıkmıştı. Yani Aral’ın bundan haberi yoktu. Onu uyarmalıydım.

Davet salonuna girmeden evvel duraksayarak sakinleşmek adına birkaç derin nefes aldım ve omuzlarımı dikleştirerek içeri girdim. Ben yokken şarkı açılmış ve misafirler kendi hallerinde dans etmeye başlamışlardı. Onları umursamayıp bakışlarımı Aralların olduğu yere çevirdiğimde hala daha Sadullah’la konuştuğunu görerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Artık ne konuşuyorlardıysa araya girmek zorundaydım zira buraya gelme sebebimiz, ikisinin konuştuğu şeyden daha önemli olmalıydı.

Sadullah, yüzü benden tarafa dönük olduğu için çok geçmeden fark etmişti onlara doğru ilerlediğimi. Sanırım bu yüzden de sürekli araladığı dudaklarını bir iki kelime daha ettikten sonra birbirine bastırdı.

Aral’la bir şekilde yalnız kalmamız gerektiğini düşünerek yanlarına vardığımda dudaklarımı zorla da olsa kıvırdım ve “Tekrar merhaba,” diye mırıldandım. Sadullah, selamıma başını eğerek cevap verdiği sıra aniden aklıma gelen şeyle bakışlarımı ona çevirdim ve dudaklarımdaki gülümsemeyi büyüttüm. Sanırım Aral’la nasıl baş başa kalabileceğimi bulmuştum.

Birazdan yapacağım şey için sonradan çok utanacağımı bilsem de şimdilik bunu umursamadım ve boştaki elimi uzatıp Aral’ın elini kavradım. Parmaklarımı parmaklarının arasından geçirdiğim sıra yanımdaki iki adamın da bakışlarının elime kaymasını umursamıyormuş gibi davrandım.

Gözlerim Sadullah’tayken “Konuşmanız bittiyse şayet izninizi istemek istiyorum,” dedim. “Aral, bana bir dans için söz vermişti ama sanırım sizden çekindiği için yanınızdan ayrılamıyor.”

Aral’ın dikkatli bakışlarını üzerimde hissetsem de harelerimi Sadullah’ın şaşkınlıkla genişleyen gözlerinden ayırmadım.

“Ah, tabii. Ben böyle davetlerde Aral’ın yanı başımda durmasına alışık olduğum için düşünemedim, kusuruma bakmayın lütfen. Eğlenmenize bakın.”

Dişlerimi göstererek gülümsedim. “Teşekkürler.” Hemen ardından da Aral’a döndüm. “Hadi hayatım, dans edelim.”

Hayatım?

Kendimi ne güzel gaza getiriyordum öyle!

Aral, kısa bir şaşkınlığın gezindiği yeşillerini yüzümde dolaştırırken hafifçe başını salladı ve boştaki eliyle ileriyi gösterdi. Gülümsemeye devam edip ilerledim. Elim hala elinde olduğu için o da hemen peşimden geldi.

Dans eden insanların arasından ilerlerken bir ara Tutku’nun çatık kaşlarla bize baktığını gördüm ancak o an bunu düşünmeye bile vaktim yoktu. Bu yüzden görmemiş gibi davranıp Aral’la rahatça konuşabileceğimiz bir köşede duraksayarak yüzümü ona döndüm. Ne yapacağını bilemiyormuş gibi bana bakarken bir adım daha atıp ona iyice yaklaştım ve Sadullah’ın bakışlarının bizim üzerimizde olduğunun farkındalığıyla gülümsemeye devam ederek ellerimi Aral’ın omzuna yasladım. Yüzüne bu kadar yakından bakıp sert kokusunu net bir şekilde içime çekiyor olmak aklımı bulandırmıştı ancak idare etmek zorundaydım. Aral’ın yakışıklılığıyla bile.

Sanki ona aşk sözcükleri söylüyormuşum gibi tatlı bir tebessümle kıvrılan dudaklarımı fazla oynatmadan “Sadullah bizi izliyor,” diye mırıldandım. Dudaklarımı oynatmama sebebim, aradaki mesafeye rağmen Sadullah’ın dudaklarımı okumasından korkuyor olmamdı. “Ellerini belime yerleştir ve dans ediyormuş gibi yap lütfen.”

Hafifçe kaşlarını çattı ve muhtemelen yüzüme bakarak neden böyle şeyler istediğimi anlamaya çalıştı ancak başarısız olmuş olacak ki sözümü dinleyip ellerini gevşek bir şekilde de olsa belimin üzerine bıraktı.

“Neler oluyor, Doktor?”

Yüzümdeki gülümsemeyi zorla da olsa büyüttüm ve başımı omzuma doğru eğerek Sadullah’ın bakışlarından kaçınmaya çalıştım. Bir yandan da olduğum yerde hafifçe salınıyordum.

“Aradığın adam yukarıda,” diye mırıldandım. Dudaklarımı fazla oynatmamaya çalıştığım için sesim bir garip çıkıyordu ancak Aral ne dediğimi anlamış ve kaşlarını daha da derinden çatmıştı. “Ben salak gibi sırıtıyorum, sense kaşlarını çatıyorsun,” diye ekledim hızla. “Şüphe çekmek istemiyorsan en azından her zamanki gibi dümdüz bak.”

Bu sözlerim kaşlarını daha da çok çattıracak gibi olsa da lafımı dinleyerek suratını her zamanki düz ifadeye bürüdü ve usulca “Çetin’den mi bahsediyorsun?” diye sordu.

“Evet, yukarıda. Ekin’in odasında. Sanırım arka kapıdan girmiş, acelesi olduğunu falan söyledi Ekin’e. Onunla bir şeyler konuşup hemen gidecekmiş. Lavaboya gittiğimde şans eseri konuşmalarını duydum.”

Şimdilik Tutku meselesini bilmese de olurdu.

“O olduğuna emin misin?” diye sordu hızla. Elimin altındaki omuzlarının gerginleştiğini fark etmiştim.

“Yüzünü görmedim ama saçları aynı Arel’in bana gösterdiği fotoğraftaki gibiydi. Ayrıca Ekin’in ona Çetin diye hitap ettiğini duydum, yani eminim.”

Dilini üst dişlerinin üzerinde gezdirdi ve düşünceli bir tavırla mırıldandı. “Derhal Arel’e haber vermemiz gerekiyor.”

Dikkat çekmemek için yüzümdeki gülümsemeyi giderek azaltıyordum ancak dudak hareketlerime hala daha özgürlüklerini tam olarak vermiş sayılmazdım.

“Telefonuna mesaj gelmiş gibi yap. Tek elini belimden ayırma ve gayet doğal bir şekilde mesaja cevap veriyormuş gibi Arel’e haber ver.”

Sözlerimin üzerine kısa bir an duraksayıp bana tuhaf tuhaf baktığında kendimi tutamayıp bu sefer içten bir şekilde güldüm. “Ne? Polis olmayabilirim ama bir sürü polisiye dizi izledim. Ayrıca bu ajanlık işleri hoşuma gitmedi desem yalan olur, ileride doktorluğu bırakmayı bile düşünebilirim.”

Bir anlığına söylediklerime şaşkınlıkla gülecek gibi oldu ama sonradan kendini toparlayarak başını salladı ve dediklerimi uygulayarak sağ elini benden ayırıp sakince cebine götürdü. O telefonuyla ikizine durumu haber verirken ben de etraftaki kişilerin dikkatini çekmemek amacıyla konuşmaya devam ettim.

“Onları dinlerken bir an yakalanma korkusuyla kalpten gideceğimi sandım ama başardım. Bence bir ödülü hak ediyorum, ha?”

Aral, telefonunu tekrar cebine atarken “Ödül mü?” diye sordu, hafif bir şaşkınlıkla. Bu sırada boşalan elini tekrar belime atmıştı ve ellerinin sıcaklığını elbisenin üzerinden de olsa tenimde hissediyor olmak vücudumu ateş basmasına neden oluyordu. Bu korkunç bir histi, olmaması gereken bir his.

Kalbimdeki takıntıları ve vücudumun verdiği tepkileri geri plana atmaya çalışarak hafifçe omuz silktim. “Evet, sonuçta ben olmasam o adamın buraya geldiğinden haberiniz olmayacaktı.”

Kaşları hafifçe havalandı. “İyi de buraya bunun için buraya gelmedik mi zaten? Neden Arel’den Çetin’in fotoğrafını sana göstermesini istedim sanıyorsun? Böyle bir duruma karşı hazırlıklı olabilmek için.”

Haklı olması bir miktar canımı sıkmıştı ancak tavrımdan taviz vermedim.

“Olabilir, sonuçta bir şeyler başardım ama değil mi?”

“Dur bakalım, hala daha Arel’in Çetin’in peşine düşebileceğinden emin değiliz.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Ben işi hallettik sanıyordum oysa. “E, niye hala buradayız o zaman? Biz de çıkalım.”

“Beni ilk kez dans ederken görmek bile buradaki çoğu kişiyi şoka uğrattı, inan. Bunun üzerine hiçbir şey olmamış gibi bir anda biz gidiyoruz dersek çok dikkat çekeriz.”

“Aman,” diyerek gözlerimi devirdim. Vücudumdaki adrenalin salgısı eski haline döndüğü için olsa gerek biraz gevşemiştim. Ayrıca göz ucuyla da olsa Sadullah’ın bize son kez bakıp salondan çıktığını görmek de beni bir hayli rahatlatmıştı. Birilerinin göz hapsinde olmak çok rahatsız ediciydi. “Ne çetrefilli işler bunlar yahu.”

“Biraz öyle.”

“Böyle şeylerle uğraşmak hoşuna mı gidiyor?”

Bakışlarını bir anlığına omzumun üzerinden bir yere çevirip tekrar bana döndü.

“Pek sayılmaz, yalan dolandan hiç hoşlanmam. Görev icabı da olsa kaçak göçek işler yapıyor olmak hoşuma gitmiyor.”

Tek kaşım imayla havalandı. “Buna rağmen böyle görevlere gönüllü oluyorsun ama?”

Dudağının kenarı kıvrıldı ve ben, bu görüntü karşısında iç çekmemek için kendimi zor zapt ettim.

Aman başkomiserim, ne yapıyorsunuz? Kalbime geldi.

“İkisi aynı şey değil.”

Hıhlayarak dudaklarımı büktüm. Sanırım biraz fazla gevşemiştim.

“Bal gibi de aynı şey başkomiserim,” dedim, Arel’in arabayla buraya gelirken kullandığı ses tonunu taklit ederek. “Ama sen kabul etmeyeceksin, belli.”

Aral, bana tarif edemeyeceğim bir bakış attığı sırada telefonundan küçük bir bildirim sesi geldi ve bu dikkatinin hızla üzerimden ayrılmasına neden oldu. Yavaş hareketlerle cebindeki telefonu çıkardı ve mimiksiz çehresiyle ekrana baktı. Alnındaki çizgilerin yok olmasına bakılırsa iyi haberdi.

Telefonu kapatıp tekrar cebine atarken belimdeki diğer elini de kendine çekerek duraksamıştı. “Arel, Çetin’in peşine düşmüş. Burada daha fazla oyalanmamıza gerek kalmadı.”

Bir an itiraz edip dans etmeye devam etmek istediğimi söyleyecek gibi oldum ancak son anda kendimi toparladım. En kısa zamanda aklımı da başıma toplasam iyi olacaktı.

“Pekâlâ,” diyerek başımı salladıktan sonra bakışlarımı yavaşça misafirlerin arasında gezdirdim. “Ben Demet’i bulayım ve yarın mesaim olduğu için erken ayrılmak zorunda kaldığımızı söyleyeyim de gidişimiz dikkat çekmesin.”

“Olur,” diyerek beni onayladıktan sonra salonun dışını işaret etti. “Ben dış kapının orada seni bekliyor olacağım.”

“Tamam.”

Aral, yanımdan ayrıldığında bakışlarımı daha seri bir şekilde etrafta gezdirdim ve Demet’in, sarışın bir kadınla sohbet ettiğini gördüğümde adımlarımı ona yönelttim. Yanlarına varıp dikkatlerini üzerime çektikten sonra sarışın kadını hafif bir tebessümle selamladım ve ardından Demet’e dönüp yarın erkenden mesaim başladığı için eve gitmem gerektiğini söyledim. Beni anlayışla karşıladı ve tüm itirazlarıma rağmen kapıya kadar yolcu etti. Dış kapıdan dışarı çıkarken beni bekleyen Aral’a geniş bir tebessümle beni bulduğu için ne kadar şanslı olduğunu bir kez daha dile getirdi ve Aral’ın ne diyeceğini bilemiyormuş gibi görünen yüz ifadesi eşliğinde ona teşekkür etmesinin ardından Koroğlu malikânesinden ayrıldık.

Evin büyük demir kapısından çıktıktan sonra kaldırımda ilerlemeye başlayan Aral’ın peşine düştüm ve kendime hâkim olamayarak “Öyle bir iltifatın ardından teşekkür etmek biraz abes kaçtı,” diye dalga geçtim onunla. “Her zamanki soğukkanlılığında biliyorum ya da farkındayım gibi şeyler söyleseydin daha havalı olurdun.”

Ellerini cebine soktu ve bakışlarını ilerlediğimiz yoldan ayırmadan “Havalı olmak gibi bir derdim yok,” diye mırıldandı. Gözlerimi devirdim.

“Neyle derdin olduğunu bir anlasam zaten…”

Ağzımın içinde homurdansam da beni duymuş ve başını omzunun üzerinden bana çevirmişti.

“Çenen mi açıldı acaba senin biraz?”

Ağzım hayretle açıldı. Resmen az önce bana hakaret etmişti! Ama bundan daha önemli bir şey vardı. “Sen az önce bana takıldın değil mi?” diye sordum şaşkınca. “Bildiğin laf soktun yani?”

Kendinden beklemediğim bir şekilde “Laf sokmak kaba bir tabir,” diyerek kaşlarını çattı. “Ayrıca niye bu kadar şaşırdın?”

“Çünkü bu fazlaca insancıl bir tavır,” dedim, ses tonumdan şaşkınlık akarken. Tamam, biraz abartıyor olabilirdim ama bunun suçlusu oydu. “Yani hiç senlik değil.”

Adımları duraksadı ve ellerini ceplerinden çıkarmadan usulca bana döndü. “Beni insan yerine koymuyor musun?”

“Estağfurullah,” diyerek başımı omzuma eğdim ve içten içe bu konuşmadan, daha doğrusu nereye gittiğimizi bilmesem de onunla baş başa yürüyor olmaktan oldukça hoşlandığımı fark ettim. “Ben sadece gerçekleri söylüyorum. Yani sen biraz fazla soğuk birisin. Bunu, senin aksine birkaç kez gördüğüm kardeşinle bile neredeyse kanka olmuş olmamdan ama seninle hala daha bir arpa boyu yol alamamış olmamızdan anlayabilirsin.”

Gözleri kısıldı. “Bence sen bana taktın.”

“Ne alakası var yahu?” diye sordum, kaşlarım hafiften çatılırken. Ufukta ikinci bir patlama var gibiydi. “Bu akşamki olanlardan sonra gayet anlaşıldığı üzere bir süre daha sık sık görüşeceğiz. Tüm bunlar göze alındığında seninle arkadaş olmak istememin neresi tuhaf?”

“Benimle arkadaş mı olmak istiyorsun, Doktor?” diye sordu hayretle. Niye bu kadar şaşırmıştı anlamamıştım doğrusu.

“Evet, olamaz mı?” Ona dik dik baktım. “Sen benimle arkadaş olmak istemez misin?”

Ay ışığı altında parıldayan yeşilleri bir şey arıyormuşçasına yüzümde gezindi ama ağzını açıp tek kelime etmedi. Sanırım bu biraz kırmıştı beni.

“İstemiyorsun anladığım kadarıyla,” diyerek başımı salladım ve bakışlarımı ondan kaçırdım. “Pekâlâ, öyle olsun. Seninle buraya kadar gelmiş olmamız da bir mucize neticesinde.”

Kırılan kalbimin sesini duymasından endişe ederek tekrar önüme döndüm ve boş kaldırım boyunca ilerlemeye devam ettim. Artık kabul etmek mecburiyetindeydim. Aral, Arel gibi biri değildi ve hayatına yeni bir arkadaş dâhil etmek istemediği belliydi. Ona saygı duymalıydım. Hakkımda mecburen de olsa birçok şey öğrenmiş olması, bizi yakınlaştırmış sayılmazdı sonuçta.

Aklımdan geçen düşünceler eşliğinde yürürken arkamdan gelen adım seslerini fark edememiştim. Bu yüzden bir anda omuzlarıma bırakılan şeyin ağırlığıyla hafifçe irkilerek hemen yanımda dikilen Aral’a döndüm. Oysa o bana değil yola bakıyordu ve ellerini tekrardan cebine atmıştı. Ha, bir de ceketi üzerinde değildi, çünkü az önce onu omuzlarımın üzerine bırakmıştı.

Ceketinden yayılan kokusunun hoşuma gittiği gerçeğini kabullenmek istemeyerek “Bu da ne şimdi?” diye sordum. Sesimin huysuz çıkmasına engel olamamıştım lakin belli etmemeye çalışsam da oldukça da şaşkındım. Bu ondan asla beklemediğim bir hareketti.

“Biz içerideyken hava serinlemiş ve farkında olmasan da titriyordun.”

Ceketinin sıcaklığıyla buluşana kadar fark etmemiştim sahiden de üşüdüğümü. Yine de bunu ona söylemedim.

“Böyle şeyleri arkadaşlar yapar yalnız,” diye söylendim. Benimle arkadaş olmak istemiyor oluşu beni yalnızca kırmamıştı, aynı zamanda gururuma da dokunmuştu.

Hafifçe gülerek başını salladı ve ben daha bu tepkisinin şaşkınlığını üzerimden atamamışken “Başta farklı olduğunuzu düşünmüştüm ama Tuana’nın kime çektiği belli oluyor,” diye mırıldandı, daha çok kendi kendine konuşuyormuş gibi. “Sen de en az onun kadar zevk alıyorsun konuşmaktan, şakalaşmaktan ve senin tabirinle laf sokmaktan.”

Kaşlarım usulca çatılırken “Evet,” diye onayladım onu. Bunu fark etmesi hoşuma gitmişti sanırım. “Sen hep acı çekişme şahit oldun. Yoksa oldukça eğlenceli biriyimdir ben aslında. Çok şey kaçıyorsun yani.”

Dudaklarını birbirine bastırdı. Karanlıkta da olsak sokak lambaları sayesinde yanaklarının gerildiğini anlayabilmiştim. Gülmemeye mi çalışıyordu o?

“Seninle arkadaş olmak istemediğimi söylemedim ki ben Doktor,” dedi, kısık bir ses tonuyla. “Ama ben senin aradığın türde bir arkadaş olmaktan çok uzağım. Yani kişiliğim bundan çok uzak. Ne yazık ki ben senin aksine kardeşimden çok farklıyım.”

Kollarımı göğsümde kavuştururken kendimi tutmayıp “Bence değilsin,” dedim. Bakışları omzunun üzerinden bana döndü. Yeşillerinin tam gözlerimin içine bakıyor oluşu sol yanıma adlandıramadığım bir sıcaklık akmasına neden oluyordu. “Değilsin ama nedenini anlamadığım bir şekilde öyleymiş gibi davranıyorsun.” Hafifçe iç çektim. “Bir şeyler yaşadığın belli, zaten bir insanın kabuğuna çekiliyor olmasının tek büyük sebebi yaşadıklarıdır. Bunları benimle paylaşmak istememene saygı duyuyorum, yani bana güvenmiyor olabilirsin. Hayatına yaklaşık bir ay önce giren birine içini dökmek istemiyor da olabilirsin. Bu yüzden diyecek bir şeyim yok ama şunu tekrar belirtmem gerekir ki, söylediğin ya da davrandığın gibi biri olmadığına eminim. Seni doğru düzgün tanımıyorum ama bundan adım kadar eminim.”

Bakışları bir süre daha yüzümde oyalandıktan sonra önüne döndü. “Gerçekten değişik birisin.”

Güler gibi bir ses çıkardım. “Değişik olan sensin, ben değil.” Bu konuşmanın bir yere varmayacağını tahmin ettiğimden lafı değiştirmeye çalıştım. “Arel’i arasan mı bir? Yalnızca Çetin’in peşine takıldığını söyledi, o zamandan beri haber yok.”

“Birini takip etme konusunda Arel’in üzerine kimseyi tanımam,” diyerek başını salladı. “Ayrıca beni aramıyor oluşu, olayların istediği gibi gittiğinin bir işareti. Asıl yolunda olmayan bir şeyler olsaydı bana haber vermeye çalışırdı.”

“Hım,” diye mırıldanarak onu anladığımı belirttim. Sonuçta Arel’in ikizi olan oydu, vardı bir bildiği. Ancak sözleri beni bir miktar da şaşırtmıştı. “Asaf amcam takip konusunda senin çok iyi olduğunu söylemişti hâlbuki bana.”

“Ben, birileri tarafından takip edildiğimi anlama konusunda daha iyiyim. Arel’se birilerini takip etme konusunda daha iyi ve bu yönlerimiz çoğu zaman işlerimizi kolaylaştırıyor.”

“Ne diyebilirim ki?” diyerek omuz silktim ve gülerek ekledim. “Polis olmak için doğmuşsunuz.”

“Yani,” diyerek dudak büktü. “Mesleğimizi seviyoruz.”

Aramıza kısa süreli bir sessizlik girdiğinde bakışlarımı boş sokakta gezdirdim ve o ana kadar akıl edemediğim şeyi sordum. “Bu arada nereye gidiyoruz biz?” Arabayı Arel aldığı için yaya kaldığımızın farkındaydım ancak Aral, nereye gittiğimiz hakkında bir açıklamada bulunmamıştı.

“İki sokak sonra caddeye çıkacağız. Oradan bir taksi çeviririz.”

Bu makul bir açıklamadıydı ve nasılsa aklıma başka bir acil durum bilgisi düşürmüştü. “Bu arada,” diye mırıldandım bir kez daha. Aral’ın da dediği gibi çenem düşmüştü. Bu ajancılık oyunu enerjimi yerine getirmişti belli ki. “Amcam sizi, yani seni ve Arel’i yemeğe davet etti. Sizi daha yakından tanımak istiyor.” İç çekme dürtümü engelleyemedim. “Onun da derdi ayrı tabii. Benim bu sefer düzgün bir adam bulduğum konusunda emin olmak istiyor.” Beli belirsiz kafamı salladım ve kendi kendime konuşuyormuşçasına ekledim. “Adamcağıza gerçekleri söylesem kalbine iner muhtemelen.”

Aral, söylediklerim hakkında yorum yapmazken “Olur,” diye mırıldandı kısaca. “Arel’le ikimizin boş bir gününde haber veririm sana.”

Bir sokağı daha bitirirken aramızda oluşan sükûneti kabullendim ve yanağımı, bana bir hayli büyük gelen ceketin yaka kısmına yaslayarak yürümeye devam ettim.

Ve bölüm sonu :’)

Tamay’ın gidişi gidiş değil, söyleyeyim ben size asfdghj

Umarım bölümü beğenmişsinizdir, düşüncelerinizi benimle paylaşmaktan çekinmeyin lütfen.

Hiç derdimiz yokmuş gibi aramızda bir de bir hayli tutkulu bir hanımefendi olan Tutku katıldı, ileride başımıza iş açar mı dersiniz?

Arel’le Tuana’nın, asıl çiftimizi delirtmesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Fazla harika değiller mi?

Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.

Bu arada küçük bir duyuru yapacağım. Bildiğiniz üzere Kızıl Yıldız odaklı olduğumdan Dolunay’ın bölüm araları biraz uzuyor ve okurken kopukluk yaşıyorsunuz. Farkındayım. Aslında ben bile bazı küçük detayları unutuyorum bu süre zarfında ki böyle bir kurgusu olan bir kitap için bu biraz tedirgin edici. Bu yüzden bir karar verdim, KY bitene kadar Dolunay’a bölüm atmayacağım. Bu sizi endişelendirmesin, çünkü pek fazla beklemeniz gerekmeyecek. Kızıl’ın finalinin de eli kulağında zira. Bu yüzden sizden biraz anlayış rica ediyorum. Kızıl’dan sonra Dolunay’a tam gaz devam edeceğiz.

O zamana kadar kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere.

İnstagram Sayfası: dolunayinvechi

 

Loading...
0%