@bayanclara
|
“İki hafta sonra kontrole bekliyorum, görüşmek üzere.” Bugünkü son hastam yüzündeki tatlı tebessüm eşliğinde elindeki ultrason fotoğrafına bakarak odadan çıktığında derin bir nefes verip sandalyeme yaslandım. Dün gece erken doğum yapmaya karar veren hastalarımın biri yüzünden gecenin bir yarısı hastaneye geldiğim için fazlasıyla uykusuzdum. Bu da yetmezmiş gibi epey yorucu bir gün geçirmiştim ve eve gidip yumuşacık yatağımla buluşmak için can atıyordum. Masamın karşısındaki ikili koltuğa kıvrılıp yatmak isteyen yanıma söz geçirmeye çalışarak yavaşça ayaklandım ve toparlanmaya başladım. Üstümdeki beyaz önlüğü askıya astıktan sonra askının yanındaki duvarda asılı olan boy aynasına bakarak üzerimi düzelttim ve salık saçlarımı toplayıp çekmeceden çıkardığım tokayla atkuyruğu şeklinde topladım. Dün gece eşofmanlarımla buraya koşmuş olabilirdim lakin odamdaki dolabımda böyle günler için hazırda bekleyen kıyafetlerim olduğundan doğumdan sonra su yeşili kumaş pantolonumla krem renk degaie yaka askılımı üzerime geçirmiştim. Yorgun olduğunuzu saklamak istiyorsanız şıklığınızla baş döndürmeyi tercih edebilirdiniz. elbise Masamın toplu olduğundan emin olduktan sonra çantamı almak için elimi tekrar askıya uzatmıştım ki kapım çalındı ve bir şey dememe fırsat olmadan aralandı. “Gidiyor muyuz, şeker?” Yasemin’in enerjik haline iç çekerek baktıktan sonra çantamı alıp omzuma taktım. Kadın, uzman doktor olduğu yetmiyormuş gibi bir de anneydi ve buna rağmen yaşam enerjisini yüksekte tutmayı başarabiliyordu. Bana da yalnızca ona bakıp nazar değmesin diye maşallah demek kalıyordu. “Gidelim, şeker,” diyerek onu taklit ettikten sonra yavaş adımlarla ona doğru ilerledim. Büzdüğü dudaklarıyla beni izlerken “Sare yüzünden uyuyamadığım günlerdeki halime benziyorsun,” diye mırıldandı. Yüzünde sahici bir anne üzüntüsü vardı. “Muhtemelen senden daha kötüyüm çünkü dün gece ikiz doğumuna girmemişim gibi bugün de peş peşe iki doğuma girdim. Ayrıca sabahki doğumlar dolayısıyla öğleden sonraya sarkan bir sürü hastaya baktım.” Öğle saatinde onun da doğumda olduğunu öğrenmiştim ve bu yüzden dün iş çıkışından beri hiç haberleşememiştik. Yasemin yüzündeki dehşet ifadesiyle ellerini havaya kaldırıp “Ov, tamam, sen kazandın…” diyerek başını salladı. Hâli dudaklarımın kıvrılmasına neden olurken Yasemin’in açık bıraktığı kapıdan Asuman girdi içeri. “Tamay Hanım, bunlar size geldi. Getirmek için hastanızın çıkmasını bekledim.” Asuman’ın elindeki renkli kasımpatı buketine büyük bir şaşkınlıkla baktım. Kasımpatı benim en sevdiğim çiçekti ve bunu öyle herkes bilmezdi. Üstelik bugün özel gün falan da değildi, kim göndermişti ki bunları? “Ay, Tamay… Bir de rengârenk koymuşlar. Çok güzel!” Yasemin’in coşkulu tavrı düşüncelerimden sıyrılmama neden olurken kısık gözlerle Asuman’a doğru yaklaştım. “Kim göndermiş ki bunları?” Asuman başını sallayarak “Bilmiyorum, kurye bir şey söylemedi,” diye cevap verdi. “Zaten özel bir kuryeydi, kıyafetlerinden belli oluyordu. Kafasında şapka vardı ve güneş gözlüğü falan takıyordu.” “Hastanenin içinde mi takıyordu?” diye sordu Yasemin şaşkınca. İçime düşen şüphenin doğru olmamasını dileyerek ve Asuman’ı da daha fazla zan altında bırakmak istemeyerek kucağındaki çiçekleri aldım. “Sağ ol, Asuman.” “Rica ederim.” Asuman kapıyı kapatarak odadan çıktığında Yasemin’in bakışları bana döndü. “Aral başkomiserim göndermiş olmasın? Hani şu meşhur tangodan sonra falan…” Canım o kadar sıkkındı ki Yasemin’e laf yetiştirmeye çalışmadım bile. Tango yaptığımız gece kendi evimize gider gitmez Yasemin’i arayarak ballandıra ballandıra dansımızı anlatan Tuana’ya olan sinirimi dahi hissedemiyordum. Çiçeklerin kimden geldiğini biliyor gibiydim ve bu durum canımı sıkmıştı. Derince iç çektikten sonra çiçeklerin arasında kart var mı diye bakındım. İlk başlarda bir şey göremesem de çiçeklerin arasına aramadıkça bulunamayacak şekilde gizlenen küçük, katlanmış beyaz kâğıdı bulmam çok da uzun sürmemişti. Parmaklarımın ucunda tuttuğum kâğıdı gören Yasemin bakışlarını kâğıtla benim aramda gezdirdikten sonra yüz ifademden düşüncelerimi anlamış olacak ki “Yok artık,” diye mırıldandı hayretle. “Bu sefer de çiçekle mi göndermiş mesajını?” Ayaklarımın beni taşıyamadığını fark ettiğimde kâğıdı elimden bırakmadan masamın önündeki koltuklardan birine attım kendimi. Kâğıda bakmaya korkuyordum çünkü son seferki mesajında saçma sapan şeyler yazmıştı. Yavaş adımlarla gelip yanıma oturan Yasemin şefkat dolu bir ses tonuyla “Ben okuyayım mı?” diye sordu. Bakışlarımı kâğıttan ayırmadan başımı hafifçe iki yana salladım. Kendim yüzleşmeliydim, öteki şekil benim için daha da zor olurdu zira. Çiçekleri dizimin üzerine bıraktıktan sonra derin bir nefes daha alıp titreyen parmaklarımla açtım kâğıdı. Benimle oyun oynayan aptal bir süredir sessiz olduğu için içimdeki endişe daha da büyüyordu. Sessizliğini bozmak için neyi beklemişti? Beyaz kâğıdı yavaşça araladıktan sonra bakışlarımı kâğıdın üzerindeki yazılarda gezdirmeye başladım. Babanı kaybettiğinde daha çok küçükmüşsün. Belki de bu iyi bir şeydir, ha Doktor? Nihayetinde şu an senin gözünde baban bir kahraman. Onun gerçek yüzünü bilmiyorsun. Hırsı yüzünden can yakmaktan ne kadar hoşlandığını bilmiyorsun. Kendi refahı için başkalarının hayatını kararttığını bilmiyorsun. Ah, pardon. Artık biliyorsun… Öyle değil mi? Yasemin yanımda hayret dolu mırıltılar çıkarırken kâğıtta yazanları kaç defa okuduğumu sayamamıştım bile. Resmen beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Ne diyordu bu aptal? Hangi cüretle böylesine saçmalayabiliyordu? O pis dilini benim babama; benim, yüreği bir karıncayı bile incitmeyecek kadar şefkatle dolu olan babama nasıl uzatabiliyordu? Elimi yumruk yaparak avucumun içindeki kâğıdı buruştururken “Bunun hesabını verecek,” dedim. Sesim, kendimden beklemediğim kadar sert çıkmıştı. Biraz önce hissettiğim korku da endişe de hızla yok olmuştu. Kızgındım. Hem de çok kızgındım. “Bu geri zekâlı her kimse, babama iftira atmanın bedelini ödeyecek. Yemin ederim, onu bulacak ve bunun hesabını soracağım ondan.” “Tamay…” Yasemin’in kolumdaki elini hissettiğimde kendimi hızla geri çekip ayaklandım ve tutmadığım için yere düşen çiçeklerin üzerine basarak onları çiğnedim. En sevdiğim çiçeklerdi, belki de şu an buradaki en masum olan canlılar onlardı ancak bu, tüm hırsımı onlardan çıkarmama engel olamamıştı. Deliye dönmüştüm! Benim babam böyle biri değildi! Benim babam harika bir insandı! Bu yaşıma kadar ondan kötülükle bahseden bir kişiyle bile karşılaşmamıştım ben. İftira atıyordu ve ben bu kişiyi bulup, onu attığı yalanların içine gömecektim. Yemin ederim, bunu yapacaktım. Yasemin’in beni sakinleştirmek için söylediği hiçbir şeyi duymazken elimdeki kâğıdı da hırsla çiçeklerin yanına gönderip çiğnedim ve çantamdaki telefonu çıkardığım gibi Aral’ı aradım. ღ Bir ileri, bir geri… Bir ileri, bir geri… Sol ayağımın yardımıyla oturduğum bahçe salıncağında yavaşça sallanırken bakışlarım gökyüzündeki aydaydı. Canım o kadar sıkkındı ki saatlerdir burada boş boş oturmuş ayı izliyordum. Hastaneden geldiğimden beri ne yemek yemiştim ne de uyumuştum. Uykusuzluktan yanan gözlerime ve çatlayan başıma rağmen uyumak istemiyordum. Hala delicesine öfkeliydim. Ne geçen saatler ne de son birkaç saat içinde yaşadıklarım geçirememişti sinirimi. Annemle babam benim kırmızı noktamdı. Onlara tek kötü söz söyleyemezdi kimse. Çünkü hak etmiyorlardı. Kimse de bunun aksine inandıramazdı beni. Aral, onu aradıktan yarım saat sonra gelmişti yanımıza. Ben sinirle odanın içinde dört döndüğüm için Yasemin anlatmıştı olanı biteni. Kasımpatının benim en sevdiğim çiçek olduğunu da söylemeyi ihmal etmemişti. Benim mantıklı düşünemeyecek kadar sinirli olduğumun farkına varan Aral, beni yanına almadan güvenlik odasına inmiş ve çiçekleri getiren şapkalı kuryenin görüntülerini almıştı. Her zamanki gibi bundan da bir şey çıkmayacağından ve o sözde kuryenin bir şekilde izini kaybettirdiğinden emin olduğum için onunla ilgilenmemiştim bile. Gerçi Aral da bu rutinleri gerçekleştirmenin bir anlamı olmadığını biliyordu, zira surat ifadesi yalnızca bir zorunluluğu yerine getirdiğini fazlasıyla belli ediyordu. Beni sakinleştirme işini Yasemin’e bırakan Aral, daha sonra arayacağını söyleyerek gitmişti hastaneden. Yasemin de Sare’ye annesi baktığı için yanımda kalmayı tercih etmiş ve yazılanların doğru olamayacağını söyleyerek beni rahatlatmaya çalışmıştı. Lakin ben zaten yazılanların doğru olmadığından adım kadar emindim. Benim sorun ettiğim şey, hadsizin tekinin seneler önce vefat etmiş biri hakkında bu şekilde konuşabilmesiydi. Ona bu hakkı kim vermişti? Yasemin biraz önce uykusuzluktan bayılacak gibi duran arkadaşını böylesine delirmiş gördüğü için fazlasıyla korkmuş ve beni sakinleştirmek için üstün bir çaba harcamıştı. Hatta bir şeyler içersem daha iyi olabileceğini söyleyip kantinden iki kahve alıp gelmişti lakin ağzıma en ufak bir şey koymamaya yeminli olduğumu görünce ikisini de söylene söylene kendisi içmişti. Elim kolum bağlıymış gibi hissetmek beni daha da sinirlendiriyordu. Kim olduğunu bilmediğim aptalın teki benle polisi resmen parmağında oynatıyordu ve biz, izlemek dışında bir şey yapamıyorduk. Delirmemek elde değildi. Allah’tan Yasemin benimleydi de o kafayla aklıma gelmeyen Tuana’yı düşünmüş ve onu arayarak benim acil ameliyata girdiğimi, yalnız kalmamak için amcamlara gitmesi gerektiğini söylemişti. Bu sayede eve geldiğimden beri iyiymiş rolü yapmama gerek kalmamıştı. Gerçi şu haldeyken ne kadar inandırıcı rol yapabileceğim de fazlasıyla meçhuldü. “Her şey senin yüzünden,” diye mırıldandım dişlerimin arasından. Bakışlarım hala ayın üzerindeydi ve yanımda sinirimi çıkarabileceğim ondan başka kimse yoktu. Ya da ben, delirme yolunda emin adımlarla ilerliyordum. “Bizi bu yüz bilinmeyenli denklemin içinde bırakacağına kimin ne yaptığını söylesen ölür müsün?” “Muhtemelen söylemek için can atsa bile söyleyemez.” Duyduğum sesle yerimde sıçrarken başımı hızla çevirip bahçe sandalyesinin yanında dikilen Aral’a baktım. Ellerini cebine atmış, biraz önce benim yaptığım gibi ayı izliyordu. “Başkomiser,” diye mırıldandım, hayret dolu bir sesle. “Sen ne zaman geldin?” Yeşilleri bana döndü. Hava karanlık olsa da bu gece oldukça kuvvetli olan ay ışığı yüzünü net görebilmemi sağlıyordu. Yorgundu. Hem de en az benim kadar. “Beş dakika kadar oldu herhalde,” diyerek iç çekti. “Kapıdayken aradım ama açmadın. Ben de mutfak kapısını deneyeyim dedim ama gerek kalmadı.” Kollarımı göğsümde kavuşturarak sırtımı sandalyeye yasladım. “Telefonum içeride bir yerlerde.” Sıkkın bir tavırla iç çektim. “Doğrusunu istersen nereye koyduğumu bile hatırlamıyorum.” Hafifçe başını salladıktan sonra sandalyenin çevresinden dolanıp yanıma, aramıza bırakabileceği en fazla mesafeyi bırakarak oturdu. Onun oturmasıyla dengesi şaşan salıncak ileri geri salınımlar yapmaya başlayınca yerdeki ayağımı da kaldırıp kalçamın altına aldım ve bu sayede bağdaş kurmuş oldum. Altımda siyah bir pijama şort, üstümde de siyah askılı bir tişört vardı. Üşürüm diye yanıma şal bile almıştım ancak içimdeki yangın dışarı vurduğu için omuzlarıma örtmemiştim, salıncağın sırt kısmında asılı duruyordu. Aral da benim gibi kollarını göğsünde kavuşturup sırtını sandalyeye yaslayınca başımı omzumun üzerinden ona çevirip “Kayıtlardan bir şey çıkmadığını söylemeye mi geldin?” diye sordum. Sonra da cevap vermesine müsaade etmeden konuşmaya devam ettim. “Öyleyse boşa yormuşsun kendini. Mesaj atsan da yeterdi.” Başını hafifçe iki yana sallayarak “Bunun için gelmedim,” diye mırıldandı. “Yani gelmişken kayıtların boş çıktığını da söylerim diye düşündüm tabii ama gelme amacım bu değil.” Aral’ın ne için geldiğini bilmesem de içimden geçen tek şeyi söyledim ona. “Benim babam öyle biri değil.” Gözleri yüzüme çevrildi. Tuhaftı ancak yeşillerinin bana iyi geldiğini söyleyebilirdim. “İstersen babamı tanıyan herkesle konuş, istediğin kadar araştırma yap. Benim babam kötü biri değildi. Tam tersi, diğer insanların hakkını da gözetirdi. Eli açık biriydi, hele ki çalışanlarını kendinden bile çok düşünürdü. Şirketini açtıktan sonra yardıma ihtiyacı olan kişilere ya da kurumlara yaptığı onlarca bağışın kanıtı amcamda var. Bunları göz boyamak için söylemiyorum, yanlış anlama. Yalnızca… Babam eğer o kâğıt parçasında yazıldığı gibi biri olsaydı böyle şeyler de yapmazdı.” Sustum ve Aral’ın yüzüme odaklı olan bakışlarının ne anlama geldiğini çözmeye çalıştım lakin başarılı olmak çok zordu. Zaten ben onu ne zaman çözebilmiştim ki? “Bunu bana kanıtlamak zorunda değilsin.” Kaşlarım çatılmıştı. Beklediğim karşılık böyle bir şey değildi. “Sen ya da başka birisi… Önemli olan bu değil. Önemli olan babamın hakkında saçma sapan şeyler düşünülmesine engel olmak.” “Başkalarının düşüncesi seni bu kadar ilgilendirmemeli, Doktor.” Oturduğum yerde ona doğru dönüp aramızdaki mesafeyi az da olsa kapatırken “Benim hakkımda kim ne düşünürse düşünsün, umurumda bile değil,” diyerek başımı salladım. “Ama kimse annemin ya da babamın hakkında doğru olmayan şeyler söyleyemez. Düşünemez bile. Buna izin vermem. Ölürken rahat olamadılar, bari öldükten sonra rahatça uyusunlar yattıkları yerde.” Sona doğru kısılan sesim, bakışlarının kısılmasına neden olmuştu. Bir süre öylece yüzümü izledikten sonra “Zaten böyle bir şeyi hiç düşünmedim,” diye mırıldandı yavaşça. “Babanı tanımıyor olabilirim ama Asaf amirimi çok iyi tanıyorum. Baban, o kâğıtta yazıldığı gibi biri olsaydı Asaf amirimin en yakın arkadaşı olamazdı.” Rahatladığımı hissettim. Nedense onun, babam hakkında kötü düşüncelere sahip olmasından daha bir korkuyordum. “Bu notları gönderen aptal ne istiyor sence?” diye sordum başımı omzuma yaslayarak. Vücudum yorgunluktan ve uykusuzluktan iflas edecek gibiydi. “Niye böyle şeyler gönderiyor bana? Amacı ne?” Göğsünde kavuşturduğu kollarından birini kaldırıp yavaşça birkaç günlük olduğu belli olan sakallarını sıvazladı. Bakışlarını yere dikmişti, düşünceli görünüyordu. “Senin aklını karıştırmak istediği muhakkak,” dedi, yavaşça. “Sözlerinde belli bir kızgınlığın olduğunu da anlamak mümkün… Bu notları gönderen her kim ise öç almak istiyor bence. Yani bu benim düşüncem tabii ama şu an en yakın seçenek buymuş gibi geliyor bana.” Kaşlarım derinden çatılırken “Öç mü almak istiyor?” diye sordum şaşkınca. “Kim, neyin öcünü almak istesin ki benden? Babamla ne alakası var ki?” Oflayarak ellerime gömdüm yüzümü. “Delireceğim vallahi. Düşünmekten deli olacağım.” “Bilmiyorum,” dediğini duydum Aral’ın. “Biri kendince hesap sormaya çalışıyor. Ailenizden ya da akrabalarınızdan biri olduğunu düşünmüyorum, çünkü babanın tüm akrabalarıyla arası iyiymiş. Hatta çoğuna yardım da edermiş.” Ellerimi yüzümden çektikten sonra hafifçe salladım başımı. “Evet, öyle. Hatta babamdan sonra da amcam devam ettiriyor bunu. Babamın izinden yürümek onu gururlandırıyormuş.” “Bunu da öğrendim,” diyerek iç çekti. Araştırmasını iyi yapmıştı demek ki. “Bu yüzden şüphelerim iş ortamına kayıyor. İş yaptığı ya da yapamadığı birileri olabilir. Yine söylüyorum, bunlar benim düşüncelerim ama daha farklı bir şey de gelmiyor aklıma.” Polis olan oydu, böyle işlerin peşinde yıllardır koşan da. Sezilerinin kuvvetli olabileceğini düşündüm bu yüzden. “Babamın iş yaptığı kişileri araştırıyordunuz, ne oldu onlara? Hala bir şey çıkmadı mı?” “Ben de bunun için gelmiştim aslında buraya. Babanın en son girip de kazandığı ihaleye katılan şirketleri araştırdık. O ihaleye toplam dokuz şirket katılmış ve kazanan iki şirket olmuş. Zaten yaşadığınız kaza da ihaledeki ortağınızla yediğiniz yemek sonrasında gerçekleşmiş.” Başımı salladım onaylarcasına. Bunları biliyordum zaten. Defalarca kez dinlemiştim Asaf amcamdan. “İhaleyi kazanan diğer şirketi araştırdık öncelikle. Bu olayın onlar için herhangi bir fayda sağlayıp sağlamadığını anlamaya çalıştık ve açıkçası gözüme pek de suçlu gibi görünmediler. Zira bu olay onların da zararına olmuş çünkü işi veren kişi kazadan sonra bundan vazgeçmiş. İhaleye ortak olan şirket de öncesinde bu ihaleye güvenerek kuvvetli harcamalar yapmışlar ve ihale suya düşünce maddi olarak bayağı zarara uğramışlar.” “Asaf amcam da böyle şeyler söylemişti,” diye mırıldandım. Bu şirketler zamanında da araştırılmıştı ancak bir şeye ulaşılamadığı için ve dolayısıyla olayın kaza olmadığı ispatlanamadığı için dosya kapatılmıştı. Bana gönderilen notlardan sonra dosya bunca sene sonra tekrar açılmıştı. “Geriye kalan yedi şirketten ikisi iflas etmiş birkaç sene içerisinde,” diye devam etti Aral anlatmaya. “İflas edenlerden birinin sahibi her şeyini kaybettikten sonra elinde avucunda kalan son parayla kendine küçük bir dükkân açıp başka işler yapmaya başlamış ve öyle sürdürmüş hayatını. Diğerinin sahibi ise şirketi iflas ettikten yaklaşık beş sene sonra ölmüş.” Hafifçe iç çekti. “İhaleye katılan diğer beş şirket de zaman içerisinde farklı farklı işler yaparak büyütmüşler kendilerini.” Başımı salladım bir kez daha. “Yani yine bir şey çıkmadı mı demek istiyorsun?” Dudaklarını birbirine bastırarak bir süre yeri izledi. Bu hala daha kafasında tilkilerin dolaştığının göstergesiydi. Kısa bir sessizliğin ardından “Bana bir şeyleri kaçırıyormuşuz gibi geliyor,” diye mırıldanarak başını salladı. “Çünkü şirketlerden de bir şey çıkmazsa neyi nasıl araştırabiliriz, inan bilmiyorum. Hiçbir ipucu yok ve bu çok tuhaf.” İç çekerek kafamı geriye attım ve bakışlarımı tam tepemizde dikilen aya çevirerek fısıldarcasına konuştum. “Desene yine döndük dolaştık ve ağzını bıçak açmayan dolunaya geldik.” “Onun da bize bir yardımı dokunamayacağına göre boşa kürek çekiyoruz.” Yanaklarımı şişirerek ofladım ve ayı izlemeye devam ettim. Aral’ın da dediği gibi elde var sıfırdı. Bu daha ne kadar böyle gidecekti? Bir müddet daha ikimizden de ses çıkmadığında konuyu değiştirmeye karar verdim. Daha doğrusu iki gündür aklımı kurcalayan ve kendimce yorumda bulunduğum bir şeyi soracaktım. “Tango yapmayı nereden biliyorsun?” Bakışları bana döndüğünde kaşlarının çatıldığını fark ettim. “Nasıl yani?” “Yani nasıl öğrendin?” diye sordum bu sefer de. “Pek tangoyla arası olabilecek birine benzemiyorsun da, o yüzden merak ettim.” Bakışlarından sorumun onu rahatsız ettiğini anlamak o kadar da zor değildi lakin bu beni şaşırtmamıştı. Nedense bu konunun altının derin olduğunu hissediyordum ve tabii Aral’ın anlatmayacağını da. Buna rağmen şansımı denemek istemiştim. Kollarını tekrar göğsünde topladıktan sonra yüzünü çevirdi ve tam karşımızda duran orta boyutlardaki havuza bakmaya başladı. “Sen kendi isteğinle mi öğrendin?” Soruma soruyla cevap vermesi beni bir tık umutsuzluğa sürüklese de pes etmedim. “Evet. Annemlerden sonra amcam beni çeşitli kurslara göndererek aklımı bir şeylerle meşgul etmeye çalışmıştı. Yani çocukluğumdan beri farklı kurslara gider, yeni hobiler edinirim. Bu yüzden çoğu şeye heves eder ve gitmek isterim. Tangoya da üniversitede heves etmiştim. Sonra da Yasemin’i peşime takmıştım ve bir dans kursuna yazılmıştık.” Hafifçe iç çektim. “Peki ya sen?” Bakışlarımın onda olduğunu bildiğine emindim. Buna rağmen havuza bakmaktan vazgeçmedi ama beni şaşırtarak cevap verdi. “Ben de Yasemin gibi biri yüzünden öğrenmiştim.” Kaşlarım havalandı; sözlerini her tarafa çekmek mümkündü ancak ben nedense onun da bir aşk yarasına sahip olduğuna inanmayı tercih ediyordum. “Demek bir kadın yüzünden tango öğrendin?” Şansımı zorladığımı biliyordum, yine de susup köşeme çekilmek istemiyordum. Usulca yutkundu ama bana dönmedi. Cevap vermesini istediğim için ısrarla yüzüne bakmaya devam ettim ama o da susmayı tercih etmişti. Gerçi bu da sessiz bir itiraf sayılmaz mıydı? Daha fazla zorlamak istemedim onu. Hem bu bile onun için büyük bir gelişme sayılırdı. Konuyu bir daha değiştirmek için seslice iç çektim ve “Şimdi ne olacak?” diye sordum. Yeşilleri bana dönmedi ancak bu sefer soruma cevap verdi. “Ben arka planda araştırma yapmaya devam edeceğim ama genel olarak soruyorsan bekleyeceğiz.” “Ben beklemek istemiyorum. Sürekli tedirgin olmaktan, sırada ne var diye merak etmekten ve her notta daha fazla delirmekten bıktım.” “Farkındayım ama yapacak bir şey yok. Bizim bu kişiye ulaşmamız için hata yapmasını beklememiz gerekiyor.” “Ya yapmazsa?” diye sordum kaşlarım çatılırken. “Şu ana kadar yapmadı, bundan sonra da yapmazsa ne olacak?” Başını nihayet bana çevirdi. Yüz ifadesinden bir şey anlamak mümkün değildi çünkü her zamanki gibi düzdü ancak bakışları gerginliğini ele veriyordu. “Kendisi gelecek.” Anlamamıştım. “Bu da ne demek?” “Notları gönderen kişinin biz bilmesek de bir amacı var, öyle değil mi? Sana ulaşmasının, sana tüm bu tuhaf şeyleri söylemesinin bir nedeni var. Öyle ya da böyle ortaya çıkacak ama nasıl çıkacak, çıktığında neler olacak, orası meçhul.” Oflayarak yüzümü sıvazladım. Bilinmezliklerle dolu bir denizde kulaç atmaya çalışıyordum ama bunu başarmanın bir önemi bile yoktu. Bunca şeyin üstüne bir adım bile ilerleyememiştik. “Umarım o zamana kadar sabredebilmenin bir yolunu bulurum,” diye homurdandım. Aral’ın da elinden gelen bir şeyin olmadığının farkındaydı ancak bu sinirlerimin gerilmesini engelleyemiyordu. Elim kolum bağlı oturmak beni delirtiyordu. En büyük zaafımla, ailemle oyun oynanması canımı fena halde sıkıyordu. “Buna mecbursun çünkü başka çaren yok,” dedi Aral, gerçekleri yüzüme vurmaktan çekinmeyerek. Ona kötü kötü baktım. “Sağ ol ya, çok motive oldum şu an.” Bakışları alaylı yüz ifademde takılı kalırken dudağının bir köşesi kıvrıldı. İsyanım hoşuna gitmişti besbelli. “O halde seni daha çok motive edecek bir şey söyleyeyim,” diyerek iç çekti. “Önümüzdeki hafta sonu Sadullah oradaki adamlarıyla toplantı yapmak için Antalya’daki yazlığına gidecek. Ben de mecbur yanında gideceğim ve Sadullah senin de gelmeni istiyor.” Ruh halim anında değişti ve şaşkınlıkla soludum. “Ne?” “Özel hastanede olduğun için hafta sonlarını hastanede geçirebileceğini ve iki günlüğüne de olsa Antalya gezisinin seni zora sokacağını söyleyerek onu vazgeçirmeye çalışıyorum ama ne kadar başaralı olurum, bilemiyorum. Normalde reddetmek daha kolay olabilirdi ancak yazlığa Demet de kocasıyla birlikte geleceğinden seni getirmem için baskı yapmış Sadullah’a. Adam zaten kızının bir dediğini iki etmiyordu, şimdi hamile diye iyice üzerine titriyor ve onun için benim sözlerimin eskisi kadar önemi yok. Hastanenin başhekimden senin için izin bile aldırtır ama kızını kırmaz o adam.” Onu dinlerken açık kalan ağzımı zar zor kapayıp “Hastaneden izin alsam bile amcamlara açıklama yapamam ki,” diye söylendim. Şimdiden strese girmiştim çünkü Aral, Sadullah’la başa çıkamazdı. Ve tabii Aral’la iki günlüğüne Antalya’ya gittiğimi duyan amcam da benimle bir daha konuşmazdı. Sıkıntılı bir yüz ifadesiyle “Sadullah’ı ikna edemezsem bir çaresini bulmak zorundasın,” diye mırıldandı. “Üzgünüm ama operasyonu riske atacak bir davranışta bulunamam.” “Ben dolap çevirme konusunda çok acemiyim ama ya,” diyerek çenemi elime yasladım ve çimlere bakarak dertli dertli düşünmeye başladım. “Yasemin bu konularda daha başarılı ama o da Sadullah’ı bilmiyor. Yani ondan yardım istesem bile ona da farklı bir yalan söylemem gerekiyor. Bu kadar iyi yalan söyleyebilen biri olsaydım doktor olmazdım zaten ben. Oyuncu ya da dolandırıcı falan olurdum.” Sesli bir şekilde düşündüğüm için söylediğim her şeyi Aral da duyuyordu ancak ben onun beni dinlediğini gülme sesini işittiğimde fark edebilmiştim. Duyduğum şeyden emin olamayarak havaya kaldırdığım kaşlarımla Aral’a döndüm ve gülmenin onda bıraktığı hafif kıvrık dudaklarıyla bana baktığını gördüm. Gülünce yakışıklılığı katlanıyordu sanki. Yeşilleri de daha bir parlıyordu. Şaşkınca gözlerimi kırpıştırırken “Ne?” deyiverdim. Sen gülüyor musun? “Ne gülüyorsun ya?” Nasıl güzel gülüyorsun ya? Bakışlarını kahvelerime odaklayarak “Komik birisin,” diye mırıldandı. “Daha doğrusu doğalsın. Endişe ve telaş halinde karamsar bir hale bürünüyorsun gerçi ama normalde daha eğlencelisin.” Elimi çenemden çekerek doğrulduktan sonra ondan böyle şeyler duymanın verdiği şaşkınlıktan olsa gerek “Yeni mi anladın?” diye sordum. Ağzımdan çıkan kulağıma ulaştığında ise gözlerimi kocaman açtım. Bu halim onu daha da eğlendirdi. Hatta küçük kahkaha attı. Şaşkınlığım rezilliğimin bile üstünde olduğu için “Aa,” diye mırıldandım. “Sen hakikaten gülmeyi biliyormuşsun he.” Dudağındaki gülümsemeyi yok etmeden başını iki yana salladı. “Tuana’nın kime çektiği belli oldu.” Gözlerim kısılırken “Övdün mü sövdün mü sen şimdi beni?” diye sordum. “Ona göre cevap vereceğim de.” Bakışları yüzümde takılı kaldı. Sanırım bu yüzden de soruma cevap vermedi. Dudaklarındaki küçük tebessüm yokluğa karışırken “Çok yorgun görünüyorsun,” diye mırıldandı. Konuyu neden değiştirdiğini anlamadığım için kaşlarımı çattım ama yine de doğruyu söyledim. “Üç saatlik uykuyla ayakta duruyorum. Ayrıca son yirmi dört saat içerisinde üç doğuma girdim ve bir sürü hastaya baktım. Sonra bunlar da yetmiyormuş gibi belalımdan, birkaç saat öncesine kadar en sevdiğim çiçekler olan kasımpatı demeti içinde beni delirten bir not aldım ve deliye döndüm. Yani yorgun görünmem normal.” Beni şaşkınlık içinde dinlediği havalanan kaşlarından belli oluyordu. “Bayağı zorlu bir gün geçirmişsin.” “Hastanede çok daha zor günler geçirdiğim olmuştu ama bunun yanına psikolojik yorgunluk da katılınca dayanılmaz bir hal aldı.” “Eve geldiğinde biraz dinlenseydin keşke.” İç çektim. “Sinirden uyumak istemiyordum ama biraz daha direnirsem bayılacağım zaten.” Dudaklarını birbirine bastırarak hafifçe başını salladı ve ayağa kalktı. “Bayılmadan gidip yat, ben de şu Antalya işinden seni nasıl kurtarabileceğimizi düşüneyim.” Gideceğini anladığımda onu yolcu etmek için ayaklanmak istedim ama kaldırdığı eliyle durdurdu beni. “Yolu biliyorum, boşuna yorulma.” Gözlerimi gözlerinden çekmeden başımı salladım. “Pekâlâ, iyi geceler o zaman.” “İyi geceler, Doktor.” *
|
0% |