Yeni Üyelik
19.
Bölüm

BÖLÜM - 19

@bayanclara

Üzerimdeki beyaz elbisenin eteğiyle oynarken bakışlarımı duvardaki saate çevirerek ofladım. Saat altıyı geçiyordu ama hala gelmemişti. Bu zamana kadar hiç geç kaldığı olmamıştı. Telefonuna da bakmıyordu, ne oluyordu?

Dudaklarımı dişleyerek ayaklarımı parke zemine pat pat vurduğum sıra odamın zaten aralık olan kapısı tamamen açıldı ve Tuana içeri girdi.

“Eniştemden haber var mı?”

Oflayarak başımı iki yana salladım. “Yok, aramadı hala. Ben arayınca da açmıyor.”

Ellerini banyodan yeni çıktığı için nemli olan saçlarında gezdirirken “Arel abiyi aradın mı peki?” diye sordu.

“Aradım ama onun da telefonu kapalı,” diye cevap verdim endişeli bir ses tonuyla.

Aral, yaklaşık on beş dakika önce beni almaya gelmeliydi ve Demet’in, abisi Doğu için organize ettiği partiye gitmeliydik ama başkomiser gelmemişti. Onunla en son bu sabah konuşmuş ve akşam saat altı için anlaşmıştık. Dört gündür hiç yüz yüze gelmediğimiz için Sadullah’ın yanına gidecek olsak bile buluşacağımız için heyecanla hazırlanmıştım oysaki.

Yanıma oturarak “Asaf amcayı mı arasan acaba?” diye sordu.

“Bilmiyorum ki,” diyerek dudak büktüm. Tuana, Aral’la normal bir akşam yemeğine çıkacağımızı sandığı için ağzımdan çıkanlara dikkat ederek konuşuyordum. Ayrıca ortada bir sorun varsa bile işle ilgili olmayabilirdi. Bu yüzden Asaf amcamı boş yere telaşlandırmak istemiyordum ama bir on dakika daha ikizlerden haber alamazsam Tuana’nın dediğini yapmaktan başka çarem kalmayacaktı.

“Asma suratını, makyajın bozulacak bak.”

Kafamı dağıtmaya çalıştığı bakışlarından belli olsa da kendimi tutamayarak hafifçe güldüm ve “Yanlış replik ama bu,” diye mırıldandım. “Bunu ağladığım zaman söylemen gerekiyordu.”

“Sen ağladığın zaman ben de otomatikman ağladığım için konuşacak halim olmuyor. O yüzden bununla idare edeceksin,” diyerek tatlı tatlı sırıttı.

“Şapşal,” diyerek burukça gülümsedim ve uzanıp yanağını sevdim.

Yanağını elime daha çok bastırırken “Tatlı bir şapşalım ama bence?” diyerek şımardı.

“Tatlı bir şapşalsın,” diyerek onayladım onu. Beni zaman zaman deli etse de ona olan sevgimden gram azalma olmuyordu. Çünkü daha önce de söylediğim gibi ben onu üç kişilik seviyordum.

Tuana, benden gördüğü yeşil ışık sayesinde daha çok sırnaşmak için koltukta yanıma doğru kayarken çalan telefonumun sesiyle ikimizin dikkati de kucağımdaki telefona kaydı. Arel arıyordu.

Nihayet birine ulaşabilmenin verdiği heyecanla hızla telefonu açıp kulağıma götürdüm. “Alo? Arel? Neredesiniz siz ya? Aral’a da ulaşamadım zaten bir-”

“Tamay, acilen bize gelmen gerekiyor.”

Lafımın kesilmesi ve ardından söylenen sözler içimdeki gömmeye çalıştığım endişeyi gün yüzüne çıkarırken “Ne oldu?” diye sordum hızla. “Aral’a mı bir şey oldu?”

Tuana, konuşmalarım sonucunda hüzünle kaplanan gözleriyle beni izlerken “Sakin ol önce,” diye cevap verdi Arel. Ardından da hızla ekledi. “Telaşa kapılacak bir şey yok. Bugün Aral’la birlikle bir operasyona katılmıştık, ufak bir yara aldı.”

“Yara mı aldı?” diyerek ayağa fırladım. “Ne yarası? Büyük bir şey mi? Niye hastaneye gitmiyorsunuz?”

“Hastanelik bir durum yok, yani en azından ben öyle umuyorum. Aral’a bakarsan sinek ısırığından farksız hatta ama ben yine de senin bir bakmanı istiyorum.”

Abartılacak bir şey olmadığını söylese de beni arayacak kadar şüphelenmiş olması içimi hiç rahatlatmamıştı.

“Aral yanında mı şu an?”

“Hayır, daha yeni geldik eve zaten. Arabayı park etme bahanesine sığınarak geride kaldım ben. Seni aradığımı bilse vurur beni zaten. Seni almaya geleceği için hazırlanmak için eve çıktı.”

“Tamam, tamam. Adresi at sen bana. Ben de hemen yola çıkıyorum.”

“Tamam, atıyorum. Sorun olmayacaksa biraz hızlı gel, evden çıkmadan yetişmen gerek çünkü.”

“Olur, gelirim. Hadi, görüşürüz,” diyerek telefonu kapattım ve yatağımın üzerindeki çantamı kaptığım gibi Tuana’ya döndüm. Merakla beni izliyordu.

“Aral bugün gittikleri bir operasyonda yaralanmış. Önemli bir şey olmadığını söylüyormuş ama Arel kontrol etmemi istedi. Ben şimdi Arallara gidiyorum, tamam mı?”

“Gerçekten ciddi değilmiş, değil mi?”

Emin olmasam da en azından onun içi rahatlasın diyerek “Öyle olsaydı Arel kolundan tuttuğu gibi hastaneye götürürdü Aral’ı, merak etme,” diye cevap verdim. “Sadece bir şey olmadığından emin olmak istiyormuş.”

“Yine de gidince bana da haber ver, olur mu? Merak ederim.”

Komodinin çekmecesinden arabamın anahtarını alarak “Veririm tabii,” diyerek kardeşimin yanına gittim ve saçlarına büyük bir öpücük kondurdum. “Hadi aşağı inelim.”

Birlikte odadan çıktıktan sonra merdivenleri inerek dış kapıya vardık. Ayakkabılıktan çıkardığım beyaz topuklularımı ayağıma geçirip Tuana’ya sıkıca sarıldım ve herhangi bir durumda derhal beni aramasını tembih ederek evden ayrıldım. Arabama atladıktan sonra da telefonumdan Arel’in gönderdiği konumu açarak yola çıktım.

Arel laf arasında Aral’ın nasıl yaralandığını söylememiş olsa da içimden bir ses bıçakla yaralandığını söylüyordu. Anlamadığım şey, Aral’ın hastanelerle ne gibi bir derdi olduğuydu. Yaralandığı zaman neden yarasına baktırmak istemiyordu? Hastaneye gitmek bu kadar mı zordu? Kendiyle olan derdi neydi?

Trafiğin az olduğu yerlerde gaza biraz fazla yüklenerek yarım saat içinde vardım Arel’in attığı adrese. Arabamı evin önüne park ettikten sonra hızla aşağı indim ve her daim arabanın bagajında bulunan büyük ilkyardım çantamı alarak arabayı kilitleyip apartmana yöneldim.

Aralık olan demir kapıdan içeri girdikten sonra asansörün üzerindeki bozuk yazısını gördüğüm için duraksamadan merdivenlere yöneldim ve ayağımdaki topuklulara aldırmadan koşturarak dördüncü kata çıktım. Merdivenlerin sonunda duraksayarak daire numaralarını görebilmek için kattaki kapıları süzerken hemen sağımdaki kapı açıldı ve Arel olduğunu düşündüğüm kişiyle göz göze geldim. Arkasına kısa bir bakış attıktan sonra tekrar bana dönüp kısık tuttuğu sesiyle “Gel, gel,” dedi. Evet, Arel’di.

Ona doğru ilerlediğimde geriye çekilerek içeri geçmem için beklemeye başladı. İlkyardım çantasını onun eline tutuşturarak ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim.

“Çok sağ ol geldiğin için. İnadı tuttu yine, götüremedim hastaneye. Doğru düzgün baktırmadı da yarasına, endişelendim doğal olarak.”

“Nerede şimdi?” diye sordum, kare şeklindeki holü incelerken. Orta boylarda bir portmantodan ve ayakkabı dolabından oluşan holün duvarları krem rengine boyanmıştı.

“Odasında, banyodan çıktığı için giyiniyor.”

Gözlerimi irice açarak “Banyo mu yaptı?” diye sordum. Sesimin yüksek çıktığını sonradan fark etmiştim ancak bunu umursamadım. “Yarasına dikkat etti mi yıkanırken?”

“Bilmiyorum ki, ben eve çıkana kadar çoktan banyoya girmişti. Çıkar çıkmaz da odasına kapandı, seni beklediğim için yanına gireme-”

“Kiminle konuşuyorsun oğlum se-”

Hemen karşımızda bulunan odanın kapısı açıldığında sesi görüntüsünden önce ulaşmıştı bize. Arel’deki bakışları hızla bana kaydığında yeşilleri şaşkınlıkla irileşti. Onu belki de ilk kez bu kadar şaşkın görüyordum.

“Senin ne işin var burada?” diye sorduktan hemen sonra oldukça sinirli bir ifadeyle kardeşine baktı. “Sen çağırdın onu, değil mi? Oysa bir şeyim olmadığını yüz kere söylemiştim sana.”

Bakışlarım düğmelerinin yarısı ancak iliklenmiş beyaz gömleğine dikilirken “Arel doğru olan şeyi yaptı,” diyerek araya girdim. Sesimin haddinden fazla kızgın çıkması, şaşkın bakışlarının tekrar bana odaklanmasına neden olmuştu. Oysa hissettiğim kızgınlık yalnızca içimdeki telaşın dışavurumuydu. “Bir hastaneye gidip yarana baktırsan ölür müydün? Senin yüzünden gizli saklı beni aramak zorunda bırakmışsın çocuğu.”

Kendimden üç yaş büyük birinden bahsederken çocuk demek ne kadar doğruydu, bilmiyordum tabii ama şu an doğrularla zerre kadar ilgilenmiyordum.

“Çocuk derken?”

Aral da benim takıldığım yere takılmıştı lakin sorunumuz bu değildi. Bunu ona da söyledim. “Buna mı takılalım yani şu an?” Olduğum yerde beklemeyi bırakıp nereden geldiğini asla bilmediğim bir cesaretle ona doğru ilerledim. “Hem sen yaralı olmana rağmen nasıl banyo yapıyorsun ya? Tehlikeli olabileceğinin farkında değil misin?”

Ani çıkışım karşısında bana tuhaf tuhaf baktıktan sonra “Yarayı temizleyip sardım, merak etme,” diye cevap verdi. Beni karşısında görmenin verdiği şaşkınlığı hala atamamış gibi görünse de sakin bir şekilde konuşuyordu. “Ayrıca yıkanırken de yaraya su değdirmedim.”

Kendinden emin bir şekilde konuşuyor olması beni tereddütte bıraktığında başımı çevirerek Arel’e baktım. Bakışlarımdan ne sorduğumu anlamış olacak ki “Aral her şeyi basite indirgemeyi sever, sen yine de bir kontrol etsen iyi olur,” dedi.

Aral, çatık kaşlarıyla ikizine bakarak “Arel!” dediğinde, Arel umursamazca omuz silkip çantayı ayakucuma bırakarak arkasını döndü ve holdeki kapılardan birine doğru ilerlemeye başlarken “Ben duş alacağım, siz de başınızın çaresine bakın,” diye homurdandı. “Sürekli bir şeyleri idare etmekten yoruldum ulan.”

Arel, bizim sessizliğimiz eşliğinde banyo olduğunu tahmin ettiğim yere girdi ve kapıyı kapatmadan hemen önce bakışlarını bana dikip “O sana emanet,” dedi.

“Duyan da silahla yaralandım sanır,” diye söylendi Aral, ikizinin sertçe kapattığı banyo kapısına bakarken. “Altı üstü küçük bir çizik.”

Kahvelerim köşeli çehresine tırmanırken “O halde o küçük çiziğe bakmama izin ver,” diye mırıldandım.

“Yeterince geç kaldık zaten, oyalanacak vaktimiz yok.”

Cevabı üzerine kaşlarım havaya dikilirken “Ya yarana bakmama izin verirsin ya da şuradan şuraya gitmem,” dedim.

Sıkkın bir ifadeyle nemli olduğu belli olan saçlarını karıştırıp “Niye bu kadar inat ediyorsun?” diye sordu. “Bir şeyim olmadığını söylüyorum ya işte.”

“Söylediklerinle tavırların çelişiyor çünkü,” diye cevap verdim tersçe. O böyle davrandıkça Arel’e olan inancım artıyor ve bu da sinirlenmeme neden oluyordu. “Madem küçük bir sıyrık, bakayım da bitsin işte. Nihayetinde ben bir doktorum ve içim rahat etsin istiyorum.”

“Yalnızca kadınlarla ilgilendiğini sanıyordum.”

“İstisna olarak seninle de ilgilenesim gelmiş demek ki,” diyerek kaşlarımı çattım. Farkında olmadan büyük bir itirafta bulunmuştum ve bunu anlamaması için hızla konuşmaya devam ettim. “Şimdi bunu mu tartışalım gerçekten?”

Sesli bir şekilde ofladı. “Vazgeçmeyeceksin değil mi?”

“Hayır.”

Birkaç saniye gözlerimin içine baktıktan sonra elini kaldırıp arkamda kalan odayı işaret etti. “Önden buyur o halde.”

Başımı sallayarak “Buyurayım,” dedim ve yerdeki çantayı alıp arkamı dönerek işaret ettiği odaya doğru ilerledim. Aralık kapıdan içeri girdiğimde buranın oturma odası olduğunu fark ettim. Oda, iki erkeğin yaşadığı bir eve nazaran oldukça topluydu ve içinde griyle beyaz renklerin hâkim olduğu bir oturma grubu, vitrin olarak da kullanılan büyük bir televizyon ünitesi ve dört kişinin sığabileceği bir yemek masası bulunuyordu.

Bakışlarımı eşyalarda gezdirmeye son verip ilerleyerek geniş ikili koltuğa oturdum. Çantayı ayaklarımın dibine bırakarak içini açarken Aral’a bakmadan elimle yan tarafımı işaret edip “Otur lütfen,” diye mırıldandım. Hiçbir şey demese de sözümü dinleyerek yan tarafıma oturdu. Çantadan çıkardığım eldivenleri ellerime geçirdikten sonra ondan tarafa dönüp “Yara nerede?” diye sordum.

Parmağını kaldırıp karın bölgesini işaret ettiğinde kafamı usulca sallayarak zaten çoğu düğmesi açık olan gömleğini işaret ettim. “Çıkarır mısın gömleğini?”

İsteyerek yapmadığı yüz ifadesinden belli olsa da sözümü dinleyerek düğmelerini açtı ve gömleğini yavaşça üzerinden çıkardı.

Onu ilk defa üstsüz gördüğümden biçimli vücudunu veyahut kendini fazlasıyla belli eden kaslarını büyük bir mutlulukla izleyebilirdim, şayet yara izlerine şahitlik etmeseydim.

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırırken bakışlarımı karın bölgesindeki izlerde gezdirdim. Bir tanesi yeniliğiyle göze çarpıyordu, bunun tanıştığımız gün olduğunu tahmin etmek zor değildi; tabii o günden sonra bir kez daha yaralanmadıysa…

Harelerim yüzüne tırmanarak gözlerini bulduğunda gözlerini kırpmadan beni izlediğini fark ettim ancak şu an bunu umursayacak halde değildim. “Bu izler de ne böyle?” diye sordum endişeyle karışık bir şaşkınlıkla.

“Kolay bir mesleğe sahip olmadığımın kanıtı.”

“Hepsi bıçak yaralanması mı?”

Bakışlarını benden ayırarak odanın içinde gezdirdikten sonra “Hemen hemen,” diye cevap verdi. Bunları konuşmak istemediği tavırlarından belli oluyordu lakin o izleri gördükten sonra sessiz kalmam mümkün değildi. Zaten üzerimdeki şaşkınlığı nasıl atacağımı da bilemiyordum. Evet, polisti. Evet, operasyondan operasyona koşuyordu ama bu kadarı normal miydi? Biri büyük, ikisi daha küçük diyebileceğim üç tane dikiş izi, birkaç tane de sıyrık izi vardı ve bu sadece şu an görebildiklerimdi. Asaf amcamda da görmüştüm ufak tefek izler ama Aral’ınkiler kadar değildi asla.

“Bütün bıçakların önüne sen mi atlıyorsun, ne yapıyorsun?” diye sordum hayıflanırcasına. “Bu kadar çok yaralanman normal mi?”

“Benim için çok normal Doktor,” diyerek parmağıyla karnının sol tarafındaki sargı bezini işaret etti. “Şunu kontrol et de gidelim artık, o davette bulunmamız gerekiyor.”

Hala davet diyordu yahu!

Endişeyle dudaklarımı kemirmemek için kendimi zorlarken derin bir nefes aldım ve sakinleşmeye çalışarak uzanıp yavaş bir şekilde sargıyı açtım. Karşılaştığım şey, en başından tahmin ettiğim gibi bir bıçak yarasıydı. Allah’tan büyük değildi.

Eğilerek yarayı incelerken “Güzel temizlemişsin,” diye mırıldandım. Gördüğüm izlerden sonra bunu yapabilmiş olmasına zerre kadar şaşırmamıştım. “Yara çok derin değil ama müdahalesiz iyileşmesi uzun sürebilir. Dikilirse daha iyi olur.”

“Vaktimiz yok.”

Hiç beklemeden verdiği cevap karşısında gözlerimi kırpıştırdım ve yanlış anladığımı umarak “Vaktimiz mi yok?” dedim sorarcasına. “Söz konusu olan senin sağlığın farkında mısın, ne vaktinden bahsediyorsun?”

“Uzatma, Doktor. Bir şey olmadığını kendi ağzınla söyledin, sargıyı kapat da gidelim hadi.”

Umursamaz hali sinirlerimi iyice zıplatırken “Ben seni bir uzatacağım, göreceksin gününü,” diye homurdandım. Madem beni ciddiye almıyordu, ben de ona anladığı dilden konuşacaktım. Yeterdi ama canım! “Yarayı dikeceğim, sonra gideriz nereye gideceksek. Aksi takdirde şu koltuktan asla kalkmam. Sen de tek başına nereye gitmek istersen gidersin.”

Sözlerim karşısında yüzünün aldığı ifadeyi tarif etmek zordu ancak bakışlarında yakaladığım şaşkınlıktan emindim. Yalnızca neden şaşırdığını anlamıyordum. Sağlığını aptal bir davetten daha önemli bulmam mı hayrete düşürmüştü onu?

“Sen ciddi misin?”

“Çok ciddiyim,” diyerek başımı salladıktan sonra bir şey demeden uzanıp çantadan gerekli malzemeleri çıkararak koltuğun önündeki sehpanın üzerine dizmeye başladım. Sessizce beni izliyor oluşunu sözlerimi kabullendiğine bağlayarak işime odaklandım. Yaranın olduğu kısmı uyuşturmak için önce iğne yapmalıydım.

İğne paketini açarken “Yine mi kapkaççıydı?” diye sordum, odadaki gergin sessizliği bozmak istercesine. Baskın yanımla doğru dürüst ilk kez karşılaşıyordu ve muhtemelen bu da onu şaşkınlıktan kaynaklanan bir sessizliğe itiyordu. Gerçek beni yavaş yavaş tanıyacaktı.

Ayrıca her an kaçıp gitmesinden korktuğum için onu lafa tutmak daha iyi olabilirdi.

“Hayır, kuyumcu soymaya çalışan bir hırsızdı.”

Hazırladığım iğneyi yaraya vurmadan evvel derin bir nefes almasını rica ettim ve iğneyi yaparken yüzünde ufacık bir hareketlenme bile olmamasını büyük bir sükûnetle izleyerek önüme döndüm. İğneyi paketinin üzerine bırakarak çantadan çıkarttığım iğne ipliği ayarlarken “Peki neden bu kadar ileri gidildi?” diye sordum. “Yani zarar görmeden yakalayamaz mıydın?”

Yarasını dikmeye başladığımda bakışlarının yüzümde olduğunu fark etsem de umursamıyormuş gibi davranarak dikiş atmaya devam ettim. Lakin ilgisinin üzerimde olduğunu hissetmek yanaklarıma sıcaklık basmasına neden oluyordu. Allah’tan esmerdim de kızarıp bozardığım pek belli olmuyordu.

“Kuyumcuyu rehin almıştı. Ya kaçmasına izin verecektim ya da kuyumcuya zarar vermesine.”

Duyduklarımı sindirmeye çalışırken alayla gülümsedim. “Sen de kuyumcu için kendini feda ettin demek.”

Tavrı beni fazlasıyla sinirlendirmişti doğrusu. Bu adam hep mi böyleydi?

“Öyle bir şey demedim elbette,” diye söylendi. “Olan oldu zaten, bu saatten sonra konuşmanın bir anlamı yok.”

“Yaralarının hepsini bu şekilde normale indirgedin sanırım,” diye mırıldandım. Sesimin kızgın çıkmasına engel olamıyordum. Böyle laf sokarcasına konuşmaya hakkım yoktu, biliyordum. Nihayetinde ondan hoşlanıyor olmam bana herhangi bir hak tanımıyordu ancak bunu yüzüme vurmadıkça kendimi dizginleyebileceğimi de sanmıyordum. Kendine biraz daha dikkat etse ölür müydü?

“Bunu niye bu kadar umursuyorsun?”

Yara pek büyük olmadığı için dikiş kısa sürmüştü. İpi makasla keserek elimdekileri masanın üzerine bıraktıktan sonra gözlerinin içine bakıp “Sen neden hiç umursamıyorsun?” diye sorusuna soruyla cevap verdim. Kafasını karıştırmak en iyisiydi, şu an gerçekleri anlatmak pek mantıklı değildi zira. “Seni tanıyalı öyle uzun bir zaman olmadı ama nedense adım gibi eminim Arel’de bu yaraların üçte birinin olmadığına.”

“Ben başkomiserim.”

“İstersen amir ol, ne fark eder?” diye sordum kaşlarımı çatarak. “Aldığın yaraların mevkiinle bir alakası yok, seninle bir alakası var. Kendini yeterince önemsememenle alakası var.”

Dudaklarını birbirine bastırarak derin bir nefes aldıktan sonra gözlerini yaranın üzerine indirip “Sarmamız gerekmiyor mu?” diye sordu. Lafı çeviriyordu. Konudan kaçmak istiyordu çünkü cevap vermeye niyetli değildi. Aklındakileri öğrenmeyi delicesine istesem de gereksiz ısrardan kaçındım ve gözlerimi devirerek masanın üzerine bıraktığım yeni sargı bezini elime aldım.

“Gerekiyor, aksi takdirde sen bu dikişleri de patlatırsın.”

Asık bir suratla yaranın üzerini sargı beziyle kapatırken sessizce beni izledi. Ona şu an delicesine kızıp kendine gelmesini söylemek istiyordum ve bunu yapmamak için dilimi ısırıyordum.

Hoşlanacak başka adam mı bulamamıştım Allah aşkına?

“Her şey yolunda mı?”

Arel’in sesi odayı doldurduğu sıra sargıyla işim bittiği için geri çekilerek bakışlarımı ona çevirdim. Kapı ağzında durmuş, elindeki havluyla saçlarını kurutuyordu. Sakinliğimizden olsa gerek yarayla ilgili bir şey sormamıştı.

Çöpleri bir kenara ayırıp arta kalan eşyaları çantaya doldururken “Değil ama öyleymiş gibi yapıyoruz,” diye konuştum imayla. Sözlerimin üzerine Aral’ın bakışlarının üzerime çevrildiğini hissetsem de dönüp bakmadım ona. Kızgındım. Hakkım yoktu belki ama trip atmadan duramıyordum.

Ayağa kalkarak masadaki artıkları kucakladım ve Arel’e doğru ilerleyerek “Bunları nereye atayım?” diye sordum. Elindeki havluyu omzuna attıktan sonra kollarını ileriye uzatıp “Bana ver, ben atarım,” dedi. Normalde kabul etmez, ellerini boş yere kirletmesini istemezdim ancak şu an bunu düşünmek istemedim ve çöpleri ona uzattım. Ardından da “Ben bir ellerimi yıkayayım, lavabo neredeydi?” diye sordum.

Geri geri giderek odadan çıktı ve kafasıyla ileriyi işaret etti. “Soldan ikinci kapı.”

“Teşekkürler.”

Yanından geçip söylediği yere giderek banyoya girdim ve bakışlarımı kısaca geniş banyonun içinde gezdirip lavabonun olduğu kısma geçtim. Başka bir vakit banyoyu uzun uzun incelemek isteyebilirdim ancak şu an istediğim tek şey sakinleşmekti. Böyle davranarak hislerimi bir nevi açığa çıkartmaya çalışıyormuş gibi oluyordum ki böyle bir amacım yoktu. Daha doğrusu hislerimle ilgili ne yapmam gerektiğine hala karar verememiştim ve pot kırarak ona duygularımı belli edersem her şey daha karmaşık bir hale gelebilirdi. O yüzden şimdilik yapmam gereken tek şey normal davranıp zamana yaymaktı.

Zırt pırt yaralanan bir adam karşısında ne kadar normal davranılırdı, bilemiyordum gerçi ama davranmam gerekiyordu işte.

Ellerimi güzelce yıkadıktan sonra makyajımı bozmayacak şekilde yüzüme hafifçe su çarptım ve ellerimi sıkıca at kuyruğu şeklinde topladığım saçlarımda gezdirdim. Herhangi bir bozukluk görünmüyordu. Bakışlarımı son olarak elbiseme indirip iyi durduğuna emin olarak aynanın karşısından çekildim. Beyaz, uzun kollu, mini bir elbise giymiştim. V şeklindeki hafif dekoltesi esmer tenimi ortaya çıkarıyor ve boynumdaki kolyenin daha çok dikkat çekmesine neden oluyordu ki bu dert edilecek bir şey değildi. Neticesinde gören kolyedeki harfleri bize göre yanlış ama olması gerektiği gibi yorumluyordu.

elbise

Banyodan çıkarak Aralların olduğu odaya doğru ilerlerken kısık bir ses tonuyla konuştuklarını işiterek duraksadım. Çünkü konuşmalarında adım geçiyordu.

“Hala daha inanamıyorum onu çağırdığına.” Bunu söyleyen elbette ki başkomiserdi ve sesi kızgın çıkıyordu. “Bir şeyim olmadığını kırk kere söylemiştim sana.”

“Ve ben de asla inanmamıştım,” diyerek tersledi onu Arel. “Çok iyi yaptım, onu çağırdığım için hiç pişman değilim. Hatta iyi ki de çağırmışım, yoksa dikiş atılabilecek yaranın iyileşmesini zor hale getirecektin.” Kısa bir an duraksadıktan sonra konuşmasına devam etti. “Ne var biliyor musun? Tamay hayatımıza girdiği için fazlasıyla memnunum. Hem çok iyi biri hem de bundan sonra seni hastaneye gitmeye ikna etmekle uğraşana kadar ona telefon etmek yeterli olacak.”

“Bunu bir daha yapmayacaksın, Arel.”

Aral’ın yükselen sesini duyduğumda daha fazla dayanamayıp içeri girdim ve bakışlarımı direkt Aral’ın yeşillerine odaklayarak “Yapacak,” dedim. “Ne zaman bu tür bir sıkıntı çıksa ilk beni arayacak. Ha, benden bu kadar rahatsız oluyorsan hastaneye gitmeyi de tercih edebilirsin. Hatta yaralanmamayı bile deneyebilirsin. Bak, bu en mantıklısı.”

Aral, beni gerçek bir şaşkınlıkla dinlerken Arel’in gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmasını görmezden gelerek ilerledim ve kenardaki ilk yardım çantasını alıp “Ben iniyorum,” diye mırıldandım. “Sen de hazırlanır gelirsin artık.”

Arkamı dönerek odanın çıkışına doğru ilerlemeye başladığımda “Ben seni geçireyim,” diyerek peşime düştü Arel. Birlikte dış kapının oraya gittiğimizde Aral da oturma odasından çıkıp bize kısa bir bakış attıktan sonra kendi odası olduğunu düşündüğüm yere girip kapıyı kapattı. Oldukça gergin olduğu kapıyı sertçe kapatmasından belliydi.

Hah, sanki çok umurumdaydı!

Elimdeki çantayı bir kez daha Arel’in eline tutuşturup ayakkabılarımı giydim ve doğrularak ilkyardım çantasını geri aldım.

“Çok sağ ol Tamay, geldiğin için minnettarım.”

Aral’ın duymasını istemediği için kısık sesle konuştuğunu düşünerek aynı şekilde cevap verdim ona.

“Lafı bile olmaz aslında ama ikizin beni o kadar deli etti ki iğneyle her yerini delmek istediğimi saklayamayacağım.”

Hafifçe gülerek başını salladı. “Hakkındır ama sen de bayağı iyi dayandın ona. Hatta neredeyse benden bile iyiydin. Böyle özelliklerin olduğunu bilmiyordum doğrusu.”

“Beni doğru düzgün tanımıyorsun ki,” diyerek iç çektim. “Hep ağladığım veyahut korktuğum anlara şahitlik ettin. Normalde daha deli ve gözü kara biriyimdir.”

Genişçe sırıttı. “Gerçek seni tanımak için can atacağım desene Jülide.”

“Ay, yine başlama lütfen,” diyerek yüzümü buruşturdum. “Şu an hiç çekemeyeceğim.”

Kafasını sallayarak güldü. “Tamam, tamam. Demedim bir şey. Hadi sen de in aşağı, tutmayayım daha fazla.”

“Hadi görüşürüz,” diyerek merdivenlere yöneldim lakin aklım da fikrim de Aral’daydı hala. Bu yüzden homurdanarak iniyordum basamakları.

“Kalın kafalı başkomiser bozuntusu,” diye söylenerek apartmandan çıktıktan sonra arabamın yanına vardım ve elimdeki çantayı arabanın bagajına yerleştirdikten sonra ön koltuktaki kol çantamı alarak arabayı tekrar kilitledim. Görünürde Aral’ın kullandığı araçlardan biri olmadığı için de arabamın yanında dikilerek çantamdaki telefonu çıkardım ve Tuana’ya Aral’ın turp gibi olduğunu bildiren bir mesaj attım. Hatta o kadar iyiydi ki onu tokatlamak istiyordum.

“Kızgınlığının sebebi ben miyim yoksa telefonda mesajlaştığın kişi mi?”

Aniden duyduğum sesle irkilerek başımı hızla kaldırdım ve birkaç metre ötemde duran Aral’a baktım. Beyaz gömleğinin üstüne koyu gri renkte bir ceket giymişti ve saçlarına şekil vermişti. Her zamanki gibi çok yakışıklı görünüyordu. Lakin bu bile içimdeki sıkıntıyı atmama yardımcı olmuyordu. Ya o bıçak başka bir yerine ya da daha derine saplanmış olsaydı? Şu an nefes almıyor olabilirdi ve bu onun umurunda bile değildi. Üstüne üstlük onu delicesine önemseyen kardeşine de bunun için kızıyordu. Deli miydi bu adam?

Yeşillerine ters ters bakarak “Tuana’ya iyi olduğunu söylüyordum,” diye mırıldandım. “Senin aksine senin için üzülen, endişelenen insanlar da var çünkü.”

Sözlerim ona tesir etmiş olmalıydı ki suratı asıldı. “Tuana da mı duydu bıçaklandığımı?”

“Yaralandığını biliyor sadece,” diyerek telefonumu kapatıp çantama attım. “Detaylardan haberi yok. Zaten Arel aradığında yanımda olduğu için haberi oldu.”

“Hepsi Arel’in suçu. Boş yere telaşlandırmış sizi.”

Hala buna takıldığına inanamıyordum. Omuzlarımı dikleştirerek ona doğru birkaç adım atıp tam karşısına dikildim ve yeşillerine olabildiğince yakından bakarak “Sorun gerçekten bu mu Aral?” diye sordum inanamıyormuş gibi. “Yani gerçekten anlam veremiyorum şu tavırlarına. Bıçaklanmışsın, kardeşin endişeden delirmiş ama sen onu görmezden gelerek her şeyi kendin halletmeye kalkmışsın.”

“Bunda şaşılacak ne var?” diye sordu kaşlarını çatarak. “Her zaman böyle oldu. Olmaya da devam edecek.”

“Yahu niye? Niye ya? Aral, göğsünde kaç tane yara olduğunun farkında mısın gerçekten? Bir önceki dikişin üzerinden ne kadar zaman geçti ki? Üstelik bunlar sadece benim görebildiklerim. Allah bilir daha neler var? Hatta Allah bilir, son anda çizik almaktan kurtulduğun ne anlar yaşadın?”

“Polis olduğumu unutarak konuşuyorsun.”

“Hayır, hiçbir şeyi unuttuğum falan yok,” diyerek başımı salladım. “Asıl sen çok umursamazsın. Etrafında senin için endişelenen kaç tane insan var, niye umurunda değil? Arel’e beni çağırdığı için ciddi ciddi kızdın ya! Hayır, ben anlamıyorum gerçekten. Sen ne olsun istiyorsun?”

“Peki ya sen bunu niye bu kadar umursuyorsun, Tamay? Beni bu kadar çok mu düşünüyorsun?”

Hiç duraksamadan “Evet, elbette düşünüyorum,” dedim. Şaşırdı. Sanki böyle bir cevap beklemiyormuş gibiydi. Kaşlarımı çattım ve konuşmaya devam ettim. “Niye şaşırıyorsun? Düşünmemem daha saçma olmaz mıydı? Tanışalı çok uzun zaman olmamış olabilir ama bu kısa zamanda hiç kimseyle yaşayamayacağım şeyler yaşadım seninle. Ya en yakınımdaki insanlardan başka kimselerin bilmediği özelimi anlattım ben sana, ağlayarak hem de! Sırlarımı, yaralarımı, acılarımı döktüm karşında. Evet, tanışmamız mecburi yollardan oldu ve hatta öyle de devam etti ama ben seni herhangi biri gibi görmüyorum. Tamam, ben senin için herhangi bir şey ifade etmiyor da olabilirim,” diyerek duraksadım. Son cümleyi kurmak canımı acıtmıştı. “Bunu anlayabilirim de, gerçekten anlayabilirim ama ben seni bir yakınım, arkadaşım olarak görüyorum. Bırak da endişeleneyim. Bırak da yaralandığın zaman bakmaya geleyim. Bırak da azıcık kızayım ya, ikizinin senin için endişelenmesinin umurunda olmamasına az da olsa kızayım!”

Patlamıştım. Evet, yaptığım şey buydu. İçimdekileri, hislerimi tam olarak ortaya saçmadan dökmeyi başarmıştım. Ne kadar umurundaydı bilmiyordum, söylediklerimin kaçta kaçını anlayabildiği hakkında da en ufak bir fikrim yoktu lakin az da olsa rahatlamıştım. Arel telefon açarak Aral’ın yaralandığını söylediğinden beri kalbim ağzımdaydı ve bunu yapmaya ihtiyacım olduğunu şu an daha iyi anlıyordum.

Aral, gözlerini bile kırpmadan yüzüme bakıyordu. Çehresindeki ifadeyi istesem de anlatamazdım sanırım. Merak, şaşkınlık, hüzün… Sanki her türlü duyguya ev sahipliği yapıyordu yeşilleri.

Aramızdaki uzun sessizliği kısık bir ses tonuyla konuşarak bozdu. “Sen ciddisin?”

Duymayı beklediğim şey asla bu değildi. Sözlerimi umursamaması veyahut haklılığımın farkına vararak özür dilemesi bile daha olasıydı ama inanamaması?

Kaşlarımı derinden çatarak boştaki elimi havaya kaldırdım ve avucumu iyice açarak “Seni şu an dövebilirim, biliyor musun?” diye sordum ve elimi yumruk haline getirerek geri indirdim. “Vallahi o kadar sinirliyim ki sana şu an, ayağımdaki topukluyu alıp kafana geçiresim var.” Sinirle soluklandım. “Yahu ben gelmiş neler anlatıyorum, beyefendi geçmiş karşıma ciddi olup olmadığımı soruyor.”

Aral, gözlerini kırpmadan bana bakmaya devam ederken usulca başını iki yana salladı ve dudakları içten bir tebessüme ev sahipliği yaparken “İnanılmaz birisin gerçekten,” diye mırıldandı.

Tebessümü kalp atışlarımın ayarlarıyla oynarken tavrımdan taviz vermemek için “Şimdi de varlığıma mı inanamıyorsun?” diye sordum ters ters. Tamam, biraz saçmalamış olabilirdim lakin Aral her gün karşımda böyle tatlı tatlı gülümsemiyordu ya!

Kafasını geriye atarak küçük çaplı bir kahkaha attığında büyük bir şaşkınlıkla baktım ona. Kızdığım için mi gülüyordu bu kadar? Ayrıca… Ne güzel gülüyordu be bu adam.

Gülmeyi bıraksa da kıvrık kalan dudaklarıyla bana bakmaya başlayınca bocalayarak “Ne?” diye sordum. “Niye öyle bakıyorsun ya?”

“Bunu nasıl başardın?”

“Neyi?”

“İçimi bu kadar rahatlatabilmeyi? Kafamı böylesine dağıtabilmeyi?”

Hayretle dinliyordum onu. Kafasını dağıttığımı söylüyordu ve bundan iyi bir şey olarak bahsediyordu. Yani sanırım…

“İçini hangi hareketimle rahatlatabildiğimi söylersen belki yardımcı olabilirim,” diyerek kaşlarımı beklentiyle havaya diktiğimde dudaklarını birbirine bastırarak başını usulca salladı ve zaten dip dibe durduğumuz için kollarını havaya kaldırıp omuzlarıma dolayarak bana sarıldı.

Daha geçen gün kucağında otururken ona geçmişimi anlatmış olabilirdim, başkalarına rol yaparken sürekli temas halinde olabilirdik ama bu daha farklıydı. Ağlamıyordum, beni teselli etmek zorunda değildi, yanımızda birileri olmadığı için rol de yapmıyorduk ama Aral, bana sarılmıştı.

Beklemediğim bu hareketi neticesinde o kadar şaşırmıştım ki iki yanımda salınan ellerimi kaldırıp ona karşılık veremedim. Öylece durdum ve arkasında kalan boş yola diktim bakışlarımı.

Ayağımdaki topuklular sayesinde aramızdaki boy farkı beş altı santime düştüğünden çenem omzuna yaslanmıştı. O ise ellerini kürek kemiklerimin üzerine yerleştirmişti ve hafifçe aşağı yukarı hareket ettiriyordu.

“Sağ ol, Tamay,” diye mırıldandı. “Gerçekten, sağ ol.”

Usulca yutkunurken “Ne için?” diye sordum. Sesim kısık çıkmıştı. Hala anın şokundaydım. Biraz önceki cesaretim kuş olup uçmuştu sanki.

Merakla ondan bir yanıt bekliyordum ancak soruma cevap vermek yerine bir kez daha “Sağ ol,” diyerek birkaç adım uzaklaştı benden. Sonra da hiçbir şey olmamış, hal ve tavırlarımız çok normalmiş gibi “Cipi arka sokağa bırakmıştım,” diye mırıldandı. “Bazı tedbirler yüzünden evin önüne park etmiyorum.”

Şu an derdimiz bu mu, diye sormak istedim. Biraz önce bana sarıldın, niye böyle bir şey yaptın, demek istedim ama yapamadım. Biraz önce esip gürleyen benken üzerime çöken duygu yükü yüzünden ağzımı bile açamadığım için kafamı sallamakla yetindim.

“Daha fazla geç kalmayalım öyleyse,” diyerek yürümeye başladığında birkaç saniye boyunca gözlerimi kırpıştırarak arkasından baktıktan sonra aceleci adımlarla ona yetişip yanında yürümeye başladım. Son bir saat içinde olanlar kafamın içinde dönüp dolaşırken bunları daha sonra sakin bir kafayla düşünmek üzere zihnimin kuytularına yollayarak derin bir nefes aldım. Ana odaklanmalıydım.

Düşüncelere boğulmamak ve hemen yanımdan gelen kokusuna odaklanmamak için adımlarımı saymaya başladım. Çocukçaydı ama işe yaramıştı. Büyük, siyah cipin yanına gidene kadar doksan üç adım atmıştık mesela.

Cebindeki anahtarı çıkarıp kilidi açtığında sessizce arabanın etrafından dolanıp yolcu koltuğuna yerleştim. O da kendi yerine geçerek arabayı çalıştırdı ve yola koyulduk.

Ne diyeceğimi bilemediğimden sessiz kaldığım yaklaşık bir on dakikanın ardından aşina olduğum yerlerden gitmediğimizi fark ederek “Sadullah’ın evine gitmiyor muyduk?” diye sordum.

Bakışlarını yoldan ayırmadan sakin bir ses tonuyla cevap verdi. “Doğu’nun evine gidiyoruz.”

“Ayrı bir evi mi varmış?” diye sordum şaşkınca. Nedense onun da Demetler gibi Sadullah’ın o lüks malikânesinde yaşayacağını düşünmüştüm.

“Aslında orası da Sadullah’ın mülkü ama kullanılmıyordu. Doğu da bunca zaman sonra yurt dışından temelli dönüş yapınca orada yaşamaya karar vermiş. Sanırım uzun yıllar tek başına bir hayat yaşadığı için buna alışmış ve kız kardeşi yakın bir zamanda evlerinin nüfusunu çoğaltacağı için orada yaşamak istememiş.”

“Hah,” diyerek dudak büktüm. “Küçük bir bebeğin olduğu yerde yaşamak varken tek kalmak istemek de tuhaf.”

“Herkes çocuk sevmek zorunda değil.”

Başımı ona çevirerek “Zaten benim tuhafıma giden şey de bu ya,” diye mırıldandım. “Yani şöyle avucun kadar bir şey,” diyerek havaya kaldırdığım elimi ona gösterdim. “Pamuk gibi yumuşacık, kokusu desen o biçim… Tabii ağlamaları zırlamaları büyük dert ama yani hissettiğin o huzurun yanında hiçbir şey bence.” Güler gibi bir ses çıkardım. “Sare’yi daha sık görebilmek için Yasemin’e sürekli dil döküyorum, bizim yakınımızda bir yere taşınsınlar diye.”

“Seninki çocuk hastalığı gibi bir şey yani,” diyerek dudaklarını kıvırdığında bu halini artık yadırgamadığımı fark ettim. Zaman geçtikçe ve sanırım bana alıştıkça daha insancıl tavırlar sergiliyordu.

“Öyle,” diyerek iç çektim. Fark etmiştim de Sare’yi görmeyeli bayağı olmuştu. İçim o tombik ellerini öpme isteğiyle kavrulurken düşüncelerimin yönünü değiştirebilmek adına “Siz Doğu’yla ne zaman tanışmıştınız?” diye sordum.

“Bu salı.”

Kaşlarım hayretle havalanırken “Ne yani, daha yeni mi tanıştınız?” diye sordum.

“Ben onu zaten çok uzun zamandır tanıyordum,” diyerek operasyona gönderme yaptı. “Sadullah’ın yanına girdikten bir süre sonra da Sadullah yanına yeni birini aldığını söylemiş, kulaktan duyma biliyordu beni yani.”

“Polis olduğunu biliyor mu?”

“Henüz değil ama Sadullah söylemeyi planlıyor. Yaşamına İstanbul’da devam edeceği için bilmesi gerektiğini düşünüyor. Nihayetinde öz oğlu ve bir zaman sonra işlerin başına Doğu geçecek.”

“Geçebilecek mi gerçekten?” diye sorduğumda, ne demek istediğimi anlayarak bana kısa bir bakış attı ve “Kim bilir?” demekle yetindi. Anlaşılan bu konuda bana herhangi bir bilgi vermeyecekti. Bunu normal karşılayarak arkama yaslandım ve “Peki daha ne kadar yolumuz var?” diye sordum.

“Yaklaşık yirmi dakikalık yolumuz var.”

“Çok varmış,” diyerek dudak büktüğümde “Radyoyu aç istersen,” diye öneride bulundu.

Önerisi hoşuma giderken “Senin listen açık mı?” diye sordum. Kafasını sallayarak radyoyu açtı ve birkaç tuşa basarak geri çekildi. “İsteğini açabilirsin.”

Hevesle ileri doğru atıldım ve Aral’ın listesindeki şarkılarda göz gezdirmeye başladım. Birkaç saat içinde yaşadığım olaylardan sonra ruh halimin daha fazla çöküntüye uğramasını istemiyordum lakin Aral’ın listesinde de çoğunlukla ağır şarkılar bulunuyordu. Listede biraz daha gezindikten sonra en azından sevdiğim bir parça açayım diyerek Barış Akarsu – Rüzgâr’ın üzerine tıkladım.

Arabanın içini hafif bir gitar sesi doldururken Aral’ın kafasını çevirip radyoya kısa bir bakış attığını fark ettim. Sanki yeşillerinde onay pırıltıları görmüştüm ancak bunun üzerinde durmadım ve geri çekilerek sırtımı tekrar koltuğa yaslayıp bakışlarımı önümüzde akan trafiğe çevirdim.

Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr

Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr

Gir içeri usul usul, beni bu dertten kurtar

Radyodan gelen sesin dışında hafif bir mırıltı işittiğimde başımı yavaşça diğer tarafa çevirdim ve Aral’ın şarkıya eşlik ettiğini gördüm. Hatta yüz ifadesine bakılırsa bunu yaptığının kendi bile farkında değildi.

Yabancısın buralara nerelerden geliyorsun

Otur dinlen başucuma belli ki çok yorulmuşsun

Bana esmeyi anlat, bana sevmeyi anlat

Sesini çok net duyamadığım için merakım giderek artarken kendimi tutamayıp “Yüksek sesle söyler misin?” diye sordum. Sorum onu hafif de olsa dışarıdan bakıldığında belli olacak şekilde irkiltti ve kafası hızla bana döndü. Kaşları havalanmıştı.

“Efendim?”

Kısa eteğimin frikik vermemesine dikkat ederek ondan tarafa döndüm ve “Şarkıyı diyorum,” diye mırıldandım. Barış Akarsu’nun sesi arka planda dönmeye devam ediyordu. “Biraz daha sesli söyle lütfen.”

Bakışlarını gergin bir tavırla benden kaçırıp tekrar yola odaklanırken “Yok, yani ben farkında değildim. Hem-” diyerek lafı gevelemeye devam ediyordu ki “Lütfen,” diyerek kestim sözünü. “Şarkı bitmeden birazcık söyle bari, çok merak ettim sesini.”

İç çektiğini geniş göğsünün havalanmasından belli oluyordu ancak bu, kararlılığımdan taviz vermeme neden olamamıştı. Bu yüzden beklenti dolu bakışlarla ona bakmaya devam ettim.

Ben sessizce ondan bir cevap beklerken geçen saniyelerin ardından hiçbir şey demeden şarkının kalan kısmına eşlik etmeye başladı. Sesi yeterince yüksek değildi ancak en azından bu sefer onu net bir şekilde duyabiliyordum.

Yabancısın buralara nerelerden geliyorsun

Otur dinlen başucuma belli ki çok yorulmuşsun

Bana esmeyi anlat, bana sevmeyi anlat

Bana esmeyi anlat, esip geçmeyi anlat

Anlat ki çözülsün dilim, ben rüzgârım demeliyim

Rüzgârlığı anlat bana, senin gibi esmeliyim

Bana esmeyi anlat, bana sevmeyi anlat

Bana esmeyi anlat, esip geçmeyi anlat

Aral, şarkı söylemeyi bıraktığında şarkının bitimindeki melodi arabanın içinde yankılanmaya devam etti. Bense sesinin güzelliği karşısında tutulan dilim yüzünden ağımı açıp tek kelime bile edemedim.

Normalde de güzel bir ses tonu olduğunun bilincindeydim ancak şarkı söylerken daha da güzel olduğunu yeni keşfedebiliyordum ve ona olan hayranlığım biraz daha artmıştı.

Otomatik olarak listeden açılan başka bir şarkı arabadaki sessizliği bizim yerimize doldururken “Sesin çok güzelmiş, teşekkür ederim,” diye mırıldanarak önüme döndüm ve kollarımı göğsümde toplayıp yolu izlemeye devam ettim. Bu süre zarfında ondan sesli bir cevap alamasam da başını hafifçe öne eğip kaldırdığını görebilmiştim.

Aslında bölümü burada bitirmeyecektim ancak yeterince uzun olduğuna karar verdiğim için Doğu’nun davetindeki olayları sonraki bölüme bıraktım :d

Bölüme gelirseeeeek, Aral’ın yaraları hakkında neler düşünüyorsunuz? Ya da tavırları hakkında? Onu çözemediğiniz için şikayetçi olduğunuzu biliyorum ama Aral da böyle bir adam ne yapalım? :D

Yine de Tamay’ın diretmeleri sayesinde biraz açılıyor gibi sanki……..

Tamay’ın tavrı hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bölüm hakkındaki genel düşüncelerinizi benimle paylaşmayı ihmal etmeyin lütfen.

Yeni bölüm için arayı açmamaya çalışacağım, görüşmek üzere!

 

Loading...
0%