@bayanclara
|
“Yaşlanarak değil, yaşayarak tecrübe kazanılır. Zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.” Peyami Safa * Yüz üstü yere uzanmış, diz kapağımdan büktüğüm bacaklarım sayesinde havada kalan ayaklarımı usulca ileri geri sallıyordum. Bugün günlerden cumartesiydi ve hava o kadar güzeldi ki öğleden sonra hastaneden eve gelip yemeğimi yedikten sonra evde duramadığım için kendimi bahçeye atmıştım. Tuana ders çalışmak için Berfinlere gitmişti, bu yüzden onu en son kahvaltı masasında görmüştüm ancak en son yarım saat önce mesaj atıp ders molasında Berfin’le kahve içtiğini bildirdiği için içim rahattı. Tabii bu yarım yamalak bir rahatlıktı çünkü eski rutin hayatıma dönmeden tamamen rahatlayamayacağımı çok iyi biliyordum. Önümde açık halde bulunan kitabın az önce okuduğum paragrafına odaklandım. “Sevebileceğiniz birine öyle kolay rastlayamazsınız.” (Mehmet Rauf-Eylül) Cümleyi bir kez daha sesli bir şekilde dile getirirken aklım çoktan romandaki olaylardan uzaklaşmıştı. Sevebileceğim, hayır, ikinci kez sevebileceğim birine rastlamam gerçekten kolay olmamıştı. Hatta annemlerin kaybını saymazsak hayatımın en zorlu döneminde bile olabilirdim ve bu yüzden tanışmıştık Aral’la. Daha doğrusu tanışmak zorunda kalmıştık. İlk başta gözleriyle çekmişti dikkatimi, ardından hal ve tavırlarıyla. Birlikte vakit geçirdikçe onda gördüğüm ama nedenlerini anlayamadığım şeyler ilgi odağım haline gelmesine neden olmuştu. Kabullenmem, daha doğrusu fark etmem bile kolay olmamıştı ki fark etmekle kendime iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi yaptığımdan hala emin değildim. Onu görmeyeli neredeyse bir hafta olacaktı. Kara kara hislerimle ne yapmam gerektiğini düşündüğüm bir hafta geçirmiştim, ne kadar düşünürsem düşüneyim bir sonuca ulaşamadığım koca bir hafta. Ve şimdi burada, yani kendi bahçemde onun gelişini beklerken oyalanmak için okuduğum kitabın tek bir cümlesinde bile aklım bilmem kaçıncı kez ona kayarken hislerimle ne yapmam gerektiğine hala karar verememiştim. Karşısına geçip ondan hoşlandığımı söyleyemezdim, çünkü beni, daha doğrusu hislerimi reddetme olasılığı çok ama çok yüksekti. Davranışlarımla belli etmeye çalışmak da muhtemelen beni yormaktan öteye geçmeyecekti, zira Aral böyle şeylerden anlayan birisi değildi. En azından ben öyle düşünüyordum. Bu yüzden de dönüp dolaşıp sessiz kalmakta karar kılıyordum. Nihayetinde her şey olacağına varırdı. Ancak o ‘olacak’ benim istediğim yere ulaşır mıydı, işte o meçhuldü. Sıkıntıyla iç geçirerek en son lisede okuduğum ve Tuana’nın kitap rafında gördükten sonra tekrar okumak istediğime karar verdiğim kitaba döndüm. Tam kaldığım yerden devam edecektim ki onun sesini işittim. “Ne yapıyorsun burada?” Onun geleceğini bilsem de akşama doğru geleceğini söylediği için hazırlıksız yakalanmıştım. Bundandır ki sesi beni irkiltmiş ve hızla yerimde doğrulmama neden olmuştu. Hareketim neticesinde oluşan rüzgâr kitabın sayfalarını karıştırmıştı ve bu yüzden yerimi kaybetmiş olmanın verdiği küçük buruklukla birkaç saniye boyunca düz düz kitaba baktım. Tabii Aral’ın usul adımlarla yanı başımda bitivermesi tüm dikkatimi tekrar ona yöneltmemi sağlamıştı. Dizlerimin üzerinde oturduğum için yüzü benden epeyce yukarıdaydı gözlerine ulaşabilmem için boynumu bir hayli geriye bükmem gerekmişti. Gerçi gözüme giren güneş yüzünden çehresini tam olarak seçemiyordum ancak bu, onu bir hafta sonra görebilmiş olmanın verdiği heyecanı gidermekte yetersiz kalıyordu. Sağ elimi gözlerime siper ederek onu daha iyi görmeyi sağladıktan sonra sorduğu soruya cevap vermem gerektiğini düşünerek “Kitap okuyordum,” diye mırıldandım. Yeşilleri bir bana bir de hemen önümdeki sayfaları kapanan romana kaydıktan sonra kafasını sallayarak “Eylül, ha?” diye mırıldandı ve benden herhangi bir teklif beklemeden eğilip oturduğum örtünün boş olan kısmına, yani diğer ucuna oturdu. “Hımhım,” diye mırıldanarak oturduğum yerde bağdaş kurdum. “Aslında lisedeyken okumuştum ama unutmuşum. Geçenlerde Tuana’nın kitap rafında görünce tekrar okumak istedi canım.” “İyi yapmışsın,” diyerek başını salladı. Aramızda kısa bir sessizlik oluştuğunda “Akşama doğru geleceğini sanıyordum, en azından öyle söylemiştin,” diye mırıldandım gerginliğimi belli etmemeye çalışırken. Üzerimde siyah bir tayt ve bordo renkte düz, hatta eski diyebileceğim bir tişört vardı. Hastaneden geldikten sonra tepemde rastgele bağladığım saçlarımın yerde yuvarlanırken -güneş tam tepenizde olduğunda durduğunuz yerde masumca uzanamıyor ve çocuk gibi hareketler sergiliyordunuz- ne hale geldiğinden haberim bile yoktu. Kısacası hoş bir görüntüm olduğunu sanmıyordum ve bu halde Aral’ın karşısında duruyordum. Utanç verici. Aral, birkaç saniye boyunca yüzüme baktıktan sonra hafifçe iç çekip bacaklarını ileri uzattı ve ellerini de avuç içleri yere bakacak şekilde belinin iki kenarına yaslayıp bakışlarını tepemizde dikilen güneşe dikti. Hafif bir şaşkınlıkla onun hareketlerini izlediğim sıra “Kafamdaki plan öyleydi ancak müdürle görüşmem gerekince girmem gereken bir sorguya Arel’i gönderdim. Bu yüzden de erken çıktım Emniyet’ten,” diye açıklama yaptı. Saçlarımı çözüp tekrar bağladığım takdirde dikkatini çekip çekmeyeceğimi düşünürken “Anladım,” diye mırıldandım kısaca. Yeşilleri gökyüzünden ayrılarak bana kaydı ve “Tuana yok mu?” diye sordu. Başımı iki yana salladım. “Arkadaşına gitti.” Hafifçe başını salladıktan sonra yanaklarını şişirerek ellerini yerden ayırdı ve omuzlarını dikleştirip bana döndü. Halinden sıkıntılı olduğunu anlamak zor değildi ve bu beni biraz korkutmuştu doğrusu. Sabahleyin hastanedeyken beni aramış ve bugün içinde benimle konuşması gerektiğini söylemişti. Ben de öğleden sonra eve geçeceğimi, istediği zaman gelebileceğini söylemiştim ancak ne hakkında konuşacağı hakkında bilgi edinememiştim. Sorun neydi? Yine Sadullah ve ailesi yüzünden bir şeylere mecbur mu bırakılacaktım? Söyleyeceği şeyi merakla beklerken gözlerimi yeşillerinden ayırmıyordum ama konuşmaya niyeti yokmuş gibi duruyordu. “Ne söyleyeceksen söyler misin artık?” diye sordum kaygıyla. Bu şekilde beklemek beni daha çok tedirgin ediyordu. Birkaç saniye daha yüzüme baktıktan sonra sağ elini kaldırarak bana doğru uzattı ve afallamış bakışlarıma aldırmadan saçlarıma dokundu. Hızlanan kalp atışlarım eşliğinde şaşkınca onu izlerken elini geri çekti ve parmaklarının arasındaki otu gösterdi bana. “Kitap okurken yerde yuvarlandın galiba?” Utançla yanaklarım ısınırken dudaklarımı birbirine bastırarak elindeki ota bakmaya devam ettim. Bunu anlamamış olması gerekiyordu ama! “Şey,” dedim, ne diyeceğimi bilemediğimden kıvranarak. “Ben, şeyden, yani… Saçlarıma nereden gelmiş bilmiyorum, belki de uçmuş ve başıma konmuştur.” Kaşları havalandı. “Havada rüzgâr bile yok ama uçarken saçlarına konmuştur, öyle mi?” Hayatımda hiç bu kadar rüzgâr esmesini istememiştim sanırım! Omuzlarımı kaldırıp indirirken “Biraz önce esiyordu aslında,” diyerek yalan söyledim ama yüzüne bakarak saçmalamaya daha fazla devam edemeyeceğimi anladığımdan hızla bakışlarımı kaçırdım ondan. Muhtemelen ona yalan söylediğimi de bu şekilde kanıtlamış olmuştum… Çimen parçasını parmaklarının arasında bükerken “Peki, sen öyle diyorsan,” diye mırıldandı ancak sesindeki hafif alaycı ton bana inanmadığının ispatıydı. Bu yüzden bir şey demedim, doğruyu söyleyerek kendimi daha da fazla rezil etmek istememiştim çünkü. Aral da karşısında daha fazla ezilip bükülmeme dayanamamış olacak ki (!) ciddileşerek “Babanın en son katıldığı ihaleye dâhil olan şirketlerle ilgili araştırmayı bitirdik dün,” diye mırıldandı. Bense hiç beklemediğim bu açıklama karşısında öylece kaldım ve saniyeler sonra söylediklerini idrak edebildiğimde “Bitti mi?” diye sordum şaşkınca. “Bir şey çıktı mı peki?” Dudaklarını birbirine bastırıp kafasını iki yana salladı. “Her şeyi didik didik ettik ama bulamadık.” Hayal kırıklığıyla çöken omuzlarımı görünce bakışlarını kaçırdı benden ama anlatmaya da devam etti. “O ihaleden sonra iflas eden iki tane şirket var. Biri ihaleden birkaç ay sonra iflas bayrağını çekmiş, onun başındaki kişi öleli de yıllar olmuş. Ailesi dağılmış. Karısı başka bir adamla evlenip yoluna devam etmiş. Diğeri ihaleden üç sene sonra iflas etmiş ve şirketin sahibi kendi erkek kardeşinin yanında işe girerek hayatına devam etmiş. Gidip o adamla bizzat konuştum ama şüpheli bir tavrını göremedim. Diğer şirketlerin bazıları o zamandan bu zamana küçülmeye gitmiş, bazıları daha da büyümüş. Birkaçının başındaki kişiler aynı, birkaçının değişmiş. Elimizden geldiğince o kişilerle ve şirket çalışanlarıyla görüşmeye çalıştık ama dişe dokunur hiçbir şey yok.” Biraz önceki ruh halimden tamamen sıyrılarak hüzünlü bir ifadeyle yere diktim bakışlarımı. Demek bir şey bulamamışlardı. Hâlbuki benim bütün ümidim bu araştırmaya bağlıydı. Hem şimdi ne yapacaktık? Sürekli karşı taraftan atak bekleyerek nereye kadar devam edebilirdik ki? Notları gönderen kişi de uzun denebilecek bir süredir sessizdi. Yine ne planlıyordu? O ahkâm kesen cümlelerinden sonra neden kenara çekilmişti? Aramızda oluşan kısa sessizliği bozan Aral oldu ve sanki aklımdan geçenleri okumuşçasına “Kim olduğunu şimdilik bilmiyorum ama amacı her neyse yolunu değiştirdiğini düşünüyorum,” dedi. Çatılan kaşlarımla başımı kaldırıp ona baktım. “Nasıl yani?” “Notlarda yazanları hatırla. Beklemekten sıkıldığını ve gerçekleri öğrenme zamanının geldiğinden falan bahsediyordu. Buna rağmen notları gönderme aralığı seyrekleşip duruyor.” Haklıydı. Gerçekten notta yazılanlarla notları gönderme aralıkları birbirine tezattı. Niye böyleydi? “Bizi takip ediyor olabilir mi?” diye sordum aklım felaket senaryolarıyla doluyken. “Yani not göndermek için takip ettiğini zaten biliyoruz ama ben genel olarak bahsediyorum. Ya adım adım ne yaptığımızı kontrol ediyorsa? Sadece beni değil de ailemi, hatta sevdiklerimi kontrol ediyorsa? Daha da beteri… Ya seninle olduğumuz zamanlar bizi takip ediyorsa?” Kaşları çatıldı. Söylediklerim hiç hoşuna gitmemişti. “Takip edilsek farkına varırdım,” diye mırıldandı hoşnutsuzca. “Her zaman tetikte olamazsın, hiç mi dalgın olduğun zamanlar olmuyor? Belki de aklımıza gelmeyen bir şekilde yaptıklarımızdan haberdar oluyordur?” Bakışlarını benden uzaklaştırarak bahçedeki havuza dikti. Çehresi sert bir ifadeyle çevrelenmişti, söylediklerimi düşünüyordu. Bense içimi rahatlatması için birkaç kelam etmesini bekliyordum. Hayatımın her anını bilen ve ensemde olan birinin varlığı düşüncesiyle yaşamaya devam etmek her geçen gün daha a zorlaşıyordu. Aradan geçen dakikalar neticesinde Aral tekrar bana döndü ve “Böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum ama yine de daha dikkatli olacağım,” diyerek başını salladı. Sonra da muhtemelen konuyu değiştirmek amacıyla “Demet’le yarın mı buluşacaktın?” diye sordu. Endişem beni terk etmese de “Evet,” diye cevap verdim ona. Demet, bu haftaki kontrolde beni evlerine kahveye çağırmıştı ve gelmem için öyle çok ısrar etmişti ki sırf susması için kabul etmiştim teklifini. “Yalnız gitme, ben götüreyim seni.” Normalde onca işinin arasında ona yük olmak istemezdim ancak bu kadar korkmuşken teklifini reddedemezdim. “Olur,” diyerek başımı salladım. İç çekti ve çevik bir hareketle ayağa kalktı. “Gideyim ben artık, Emniyet’e dönmem gerek tekrar.” Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Bu işin peşini bırakmayacaksın, değil mi?” “Asla,” diyerek gözlerini kıstı. “Bunca sıkıntıya sebep olan her kimse, zamanı gelince bileklerine kelepçeyi bizzat ben takacağım.” Yutkundum. “İnşallah.” “Yarın evden çıkmadan bir saat kadar önce bana haber ver, öyle gelirim.” “Olur, veririm.” Ellerimi yere yaslayarak onu geçirmek için ayağa kalkacaktım ki kolunu kaldırıp beni durdurdu. “Kapının yerini biliyorum, kendim giderim. Sen kitabına devam et.” Edemeyeceğimi biliyordum, bunu o da biliyordu ancak yine başımı salladım. “Yarın görüşürüz o halde.” “Görüşürüz.” Buruk bir ifadeyle Aral’ın bahçeden çıkışını izledim ve gider gitmez kendimi yere bıraktım. Tek umudum bu araştırmalardan gelecek ufak da olsa bir bilgiydi ama o da yoktu işte elimizde. Hatta hiçbir şey yoktu, korku ve endişenin dışında. Sırtüstü yattığım yerde ellerimi yüzüme kapayarak derin nefesler alıp verdim. Ağlamamalıydım. Artık ağlayamazdım. Korkuyordum, deli gibi korkuyordum ancak bundan sonra dik durmalıydım. Dik duracak ve Aral’a inanacaktım. Çünkü biliyordum, beni bu durumdan kurtaracak biri varsa o da Aral’dı. ღ Yatağın üzerindeki deri ceketi üzerime geçirdikten sonra dolabın aynasının önüne geçerek bakışlarımı üzerimde gezdirdim. Kırmızı, kumaş bir mini etek ve beyaz ince askılı bluz giymiştim. Saçlarımı sıkı bir atkuyruğu, yüzüme de hafif bir makyaj yapmıştım. Kulaklarımdaki halka küpeler siyah ceketim sayesinde ön plana çıkmıştı. İyi göründüğüme kanaat getirdiğimde arkamı döndüm ve makyaj masamın üzerindeki küçük el çantamı alarak odadan çıktım. Tuana’nın aşağı kattan gelen neşeli kahkahasını duyduğumda merdiven başında duraksayarak sıkıntıyla iç çektim. Aral’ın yanında yine kendinden geçmiş olmalıydı… Demet, birkaç saat önce arayıp evde kimse olmayacağından kız kıza uzunca vakit geçirmek istediğini ve bu yüzden kahveyi brunch’a çevirdiğinden öğlen bir gibi onda olmamı istemişti. Bende buna uyarak saat on bir civarı Aral’ı aramış ve evden çıkmadan bir saat kadar önce ona haber vermemi istediğini belirtmiştim. O da yolda olduğunu ve Emniyet’e gittiğini belirtmiş, iki defa git gel yapmamak için de yönünü değiştirip bize gelmişti. Daha hazır olmadığım için erken gelecek olması elimi ayağıma dolandırmıştı ki Tuana bir kahraman edasıyla yanıma gelip Aral’ı kendisinin karşılayıp onunla ilgileneceğini söylediğinde denize düşen yılana sarılır misali bir nebze rahatlamıştım. Şimdi ise merdivenlerden inerken düşündüğüm tek şey yaklaşık bir saat önceki rahatlamanın bana pahalıya patlayıp patlamayacağıydı. Aşağı kata inerek salona geçtiğimde Aral ve Tuana’nın yan yana oturduğunu gördüm. Aral, içeri girdiğimde bakışlarını bana çevirip birkaç saniye boyunca üzerimi süzmüştü. Tuana’ysa benimle asla ilgilenmeden elindeki kahve fincanının içine bakıyordu. Kaşlarım çatıldı. Ne yapıyordu o? “Ah, bak enişte, işte burada! Gördün mü?” Tuana, işaret parmağıyla fincanın içinde bir yeri işaret ederken parlayan gözlerini Aral’a dikmişti. Aral, bakışlarını benden ayırıp kardeşime çevirdikten sonra fincana kısa bir bakış attı ve gergin bir ses tonuyla “Tam olarak ne görmem gerekiyordu?” diye sordu. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırarak yanlarına doğru ilerlerken “Neyi olacak, ablamı!” diye atıldı Tuana. “Üzerinde harika bir gelinlik var hem de!” Attığım adımlar yarıda kesilirken kocaman açılmış gözlerimi kız kardeşime diktim. “Tuana! Ne saçmalıyorsun yine sen?” Tuana, baygın bakışlarını bana çevirip “Saçmalamıyorum,” dedi, büyük bir ciddiyetle. “Fal bakıyorum.” “Sen falın f’sinden bile anlamazsın.” “Şşt, bir kere de bozma abla ya! Hem seni gelinlikle gördüm diyorum, duymuyor musun?” Başını sallayarak bakışlarını tekrar fincana dikti ve yapmacık bir çığlıkla “Aa! Eniştem de burada!” dedi. “Hem de üzerinde damatlık var. Görüyor musunuz şu işi? Düğünüzü görüyorum resmen!” Güzel hayaller olabilirdi lakin bunları ben tek başımayken bile düşünmeye çekiniyordum! Aral, ne yapacağını bilememiş bir ifadeyle bir bana bir de kız kardeşime bakarken Tuana bir kez daha atıldı heyecanla. “Yok artık, inanamıyorum… Bakın şurada bir çıngırak-” “Bu kadar zırvalık yeter.” Hızlı adımlarla Aral’ın yanına gidip hiç düşünmeden uzandım ve elini kavrayarak onu ayağa kaldırdım. Elbette benim çabamla ayağa kaldırılacak bir cüsseye sahip değildi ancak onu ayağa kaldırmaya çalıştığımda bana ayak uydurmuştu. Bunun için ona minnettardım, zira kardeşimin o gördüğü çıngırağın başında üç çocuk olduğunu söylemesi pek de uzak sayılmazdı. Tuana’ya kötü kötü baktıktan sonra Aral’ı elinden çekerek peşimden sürükledim ve odanın çıkışına doğru ilerlerken yüzüne bakmasam da Tuana’ya ithafen “Çok geç kalmam, bir sorun olursa ararsın,” diye homurdandım. “Ararım abla ama önce gelinliğinin üzerindeki detayları not almam lazım!” Gözlerimi kısa süreliğine kapatarak “Ya sabır,” diye mırıldandığım sıra Aral’ın boğazından tuhaf bir ses yükseldi. Kaşlarımı kaldırarak ona döndüğümde bakışlarını benden kaçırdığını fark ettim. Dudakları da belli belirsiz titriyordu. Resmen gülmemeye çalışıyordu! Odadan çıkarak koridora girdiğimizde Aral’ın elini bırakarak ayakkabılığa doğru ilerledim ve dolabın kapaklarını aralarken “Tutma kendini, gül, gül,” diye söylenerek düz tabanlı siyah ayakkabılarımı elime aldım. “Gülesim yok ki, niye güleyim?” Ayakkabıları yere bıraktıktan sonra ona kısa bir ‘yemedim’ bakışı attım ve ayakkabıları ayağıma geçirdim. Kendi ayakkabılarını giydikten sonra benden önce davranarak kapıyı açtığında ben de doğrulup peşine düştüm ve kapıyı kapatmadan evvel mutfağın kapısından bana sinsi bakışlar atan kardeşimi görünce gözlerimi kısarak kafamı salladım. “Eve gelince görüşeceğiz seninle.” “Ben de seni çok seviyorum ablacığım,” diyerek öpücük attı. Şapşal kız. Kapıyı kapatıp dışarı çıkarak beni bekleyen Aral’ın yanına gittim ve birlikte arabasına doğru ilerlemeye başladık. Bahçe kapısına varmamıza birkaç adım kalmıştı ki “Bu arada çıngırak derken neyden bahsediyordu Tuana?” diye sordu. “Yılandan falan mı?” Elim kapının demirinde kalırken afallamış bir ifadeyle ona döndüm. Hayır, şaka falan yapmıyordu. Ciddi ciddi soruyordu bu soruyu. “Hayır,” diye mırıldandım yavaşça. Tam da şu an yerin yarılıp beni içine alması gerekiyordu ama! “Bebeklerin oynadığı oyuncak çıngıraktan bahsediyordu.” Duraksadı. “Bebek mi?” Yanaklarımın utançla yandığını hissediyordum. Allah da seni bildiği gibi yapsın Tuana, bana bu açıklamayı yaptırıyorsun ya… “Düğünden bahsediyordu ya, düğünden sonra işte çoluk çocuk diye devam edecekti saçmalamaya.” “Ha, sen ondan diyorsun.” Bu kadar utanmasaydım şayet verdiği tepkiye kahkahalarla gülebilirdim. Boğazımı hafifçe temizleyerek “Hımhım, ondan diyorum,” deyip kapıyı açtım. “Hadi gidelim, geç kalırsam Demet kafamı ütüler.” “Olur.” Evden çıkıp Aral’ın kendi arabasına bindikten sonra yola koyulduk. Bakışlarım biraz önce fütursuzca Aral’ın elini kavrayan parmaklarımdayken “Dünden sonra daha iyi misin?” diye sordu. Başımı çevirip ona baktım. Yeşilleri yola odaklıydı. Birkaç günlük olduğu belli olan sakallarına bakarken “İyi olmaya çalışıyorum,” diye mırıldandım. Öyleydi de. Hayal kırıklığı berbat bir şeydi, çaresizlik ondan da beterdi. Sürekli dönüp dolaşıyorduk ama elimizde sıfırdan başka bir şey kalmıyordu. Düşünmekten gece gözüme uyku girmemişti. Etrafımızdaki tehlikeleri, sevdiklerime zarar gelme ihtimalini düşündükçe ağlayasım gelmiş ve bu da beni uykudan tamamen sıyırmıştı. Bu yüzden gece üç gibi kalkıp Tuana’nın yanına gitmiş ve yanına kıvrılmıştım. Varlığımı hissederek uyanan Tuana hiç sorgulamadan göğsüme sokulduğunda ona sıkıca sarılıp gözlerimi yummuştum. Kendi kokumdan bile daha iyi tanıdığım kokusu sayesinde de kısa sürede uykuya dalmıştım. Aslında bu uyuyamadığımızda sergilediğimiz bir alışkanlıktı. Tuana liseye başlayana kadar aynı yatakta yatıyorduk zaten ama sonrasında yengem ileride ayrılmakta zorluk çekebileceğimizi söyleyerek ayrı odalar yapmıştı bize. Başta alışması zor olmuştu ama bir süre sonra başarmıştık ayrı uyumayı. Lakin o günlerden kalma bir huyumuz vardı. Herhangi bir sebepten hangimiz uyuyamazsak diğerimizin yanına gidiyorduk. Korktuğunda ya da uyuyamadığında anne ve babasının yanına giden küçük çocuklara benziyordu halimiz. Yalnızca bizim anne-babamız hayatta değildi ve biz de bu yüzden birbirimize sığınıyorduk. Aral, her zamankinden daha sık bir şekilde dikiz aynasını kontrol ederken “Ben elimden geldiğince araştırmaya devam edeceğim,” diye mırıldandı. “Görünürde dosya kapanmış gibi görünebilir ama o kişi bulunana kadar benim için dosya kapanmayacak.” Usulca yutkundum. “Teşekkür ederim.” “Etme, ben sadece görevimi yapıyorum.” Aslında yapmıyordu. Yani tam olarak yapmıyordu ama bunu ona söylemedim, çünkü zaten onun da bildiği bir şeydi bu. Gerçek görev ilkesine dayandığımız takdirde benim de burada olmamam gerekirdi çünkü. Sessiz ama bir o kadar düşünceli bir yolculuğun ardından araba Sadullahların evinin önünde durduğunda Aral bir kez daha etrafı kolaçan ettikten sonra bakışlarını bana çevirdi. Bir şey söylemese de dün söylediğim şeylerin kafasını karıştığı tavırlarından belli oluyordu. “İçerideyken nasıl davranman gerektiğini biliyorsun. Evde kamera yok ama bu birine yakalanabileceğin gerçeğini değiştirmez. O yüzden kapı dinleme huyundan da vazgeçmen gerek.” Dudaklarımı birbirine bastırarak kafamı salladım. Yanımda o yokken böyle bir şeye cesaret edebileceğimi sanmıyordum zaten. “İşin bittiğinde tekrar beni ara, seni almaya gelirim.” “Taksiyle de dönebilirim aslında.” Gözlerini yüzümden ayırmadı. “Ben gelirim.” Daha fazla ısrar etmedim. “Peki. Görüşürüz o halde.” Başını salladı. “Bir sorun olursa da ara.” “Ararım.” Arabadan inerek kapıyı kapattıktan sonra arabanın önünü dolanarak büyük demir kapının karşısında duraksadım ve Aral’ın buraya geldiğinde kapıya nasıl vurduğunu hatırlamaya çalıştım. Yarım yamalak hatırlıyordum da aslında ama o şifreli vuruşun özel davet gecelerine ait olup olmadığından emin olamadığım için normal bir şekilde iki kere vurdum kapıya. Birkaç metre arkamda ve hatta arabanın içinde bile olsa Aral’ın beni izlediğini bilmek azımsayamayacağım bir güven veriyordu bana. Kapı açıldı ve birkaç kere gördüğümü sandığım bir koruma hafifçe başını sallayarak selamladı beni. Ona aynı şekilde karşılık verdikten sonra arkama dönüp hala beni izlemekte olan Aral’a havaya kaldırdığım elimi salladıktan sonra içeri girdim ve alışık olmadığım şekilde boş olan bahçede yürümeye başladım. Onca koruma neredeydi? Evin kapısına vardıktan sonra uzanıp zili çaldım ve saniyeler içinde açılan kapının arkasındaki Demet’le karşılaştım. “Hoş geldin!” Cıvıldayarak beni kollarının arasına çektiğinde bu davranışına pek fazla şaşırmadığımı fark ettim. Sanırım ona ve tavırlarına alışmıştım. Ellerimi sırtına yaslarken samimi olmaya gayret ederek “Hoş buldum,” diye mırıldandım. Benden ayrıldıktan sonra “Hadi geç,” diye mırıldandı. “Senin için kendi ellerimle çok güzel şeyler yaptım, bayılacaksın!” Hevesli hali hafif hafif bana da bulaşırken “Ellerine sağlık şimdiden,” diyerek gülümsedim. Çıkardığım ceketi portmantoya asan Demet koluma girerek beni mutfağa soktu. “Masayı bahçeye kurdurttum, hava mis gibi.” Mutfağın bahçeye açılan kapısından geçerek muhtemelen kuş sütünün bile eksik olmadığı masanın önünde duraksadık. Demet’in oturmamı söylediği sandalyeye geçerken “Bu kadar şeyi nasıl yiyeceğiz biz?” diye sordum şaşkınlıkla. “Seni bilmem ama ben yerim,” diyerek hemen karşımdaki sandalyeye kuruldu. “İki canlıyım sonuçta.” Gülerek başımı salladım. “Yiyebileceksen ye tabii, seni tutmam.” Yanımıza gelen yardımcının çay servisinin ardından tabaklarımızı doldurarak yemeğe başladık. Demet’in dediği gibi hava çok güzeldi ve açık havada yemek yemek ekstra iştah açıyordu. Demet’in asla bitmek bilmeyen enerjisiyle konuşmamız asla bitmiyor, hatta konudan konuya atlayıp duruyorduk. Demet’e yiyemeyeceğimi söylesem de konuşurken ağır ağır yediğimden çok yemiştim. Kaç bardak çay içtiğimi hatırlamıyordum bile. Demet sürekli kendinden, arkadaşlarından ve bebeği için planladığı şeylerden bahsederken konu neredeyse bana hiç uğramamıştı. Bu kendi açımdan iyi bile olmuştu çünkü bu sayede gerilmeden konuşabiliyordum. Aradan geçen saatlerin ardından Demet’in telefonu çalınca Ekin’in aradığını söyleyerek heyecanla açtı ama Ekin her ne dediyse düşen yüzüne bakılırsa morali bozulmuştu. “Niye daha önce haber vermedin Ekin ya? Tamay bizde biliyorsun…” Çayımın sonunu birkaç yudumda içtiğim sıra “Tamam, Ekin, tamam,” diyerek ofladı. “Tamam, hadi kapat.” Telefonu kapatarak masanın üzerine bıraktıktan sonra asık suratıyla bana döndü. “Ya Tamay, ben seni uzun bir süre daha bırakmayacaktım aslında ama Ekin akşam bir yere davetli olduğumuzu söyledi. Son dakika çıkmış sanırım ve benle birlikte katılması gerekiyormuş.” “Sorun değil,” diyerek başımı salladım. “Zaten kaç saattir laflıyoruz, karnımızı da fena halde doyurduk. Çok güzel vakit geçirdim, teşekkür ederim.” “Ne demek, ben teşekkür ederim asıl geldiğin için ama böyle olmadı bak. En kısa zamanda bunu tekrarlayacağız, tamam mı?” Başımı sallayarak onayladım onu. “Ben de Aral’a haber vereyim de beni almaya gelsin,” diyerek kendi telefonuma uzanıp rehberden Aral’ın numarasını buldum ve müsaitse beni almasını rica eden bir mesaj gönderdim. “Senin için kendi ellerimle meyveli pasta bile yapmıştım ama yiyecek vakit kalmadı,” diyerek dudak büktü Demet. “Yardımcılara söyleyeyim de senin için birazını paket yapsınlar. Evde kardeşinle yersin, olur mu?” Normalde gerek olmadığını söyleyerek teklifini reddederdim ama planı bozulduğu için öyle üzgün görünüyordu ki “Olur,” diye mırıldandım. “Hem Tuana da bayılır meyveli pastaya, ellerine sağlık.” “Öyle mi?” diyerek biraz olsun heveslendi. “Ben gidip kızlara söyleyeyim o halde.” Sandalyemi geriye iterek onunla birlikte ayaklandım. “Ben de Aral gelmeden bir lavaboya gideyim.” “Aa, tamam. Mutfağa kadar birlikte gidelim o halde.” Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra peşi sıra mutfağa gittim ve o mutfaktaki yardımcıyla konuşmaya başladığında yanlarından ayrıldım. Daha sonra mutfaktan çıkarak merdivenlere yöneldim ve üst kata çıkıp tuvalete girdim. O kadar çayı içerken bu denli sıkışacağımı bilmeliydim sonuçta. İşlerimi halledip elimi yüzümü yıkadıktan ve saçımı el yordamıyla düzelttikten sonra lavabonun kapısını açarak dışarı çıktım. Tam merdivenlere doğru yönelmiştim ki Sadullah’ın sesini duyunca olduğum yerde kalakaldım. Demet, babasının evde olmadığını söylememiş miydi bana? “Senin burada ne işin var? Haber vermeden asla buraya gelmemeni söylememiş miydim ben sana?” Ne olduğunu anlamadım. Sadullah’ın kiminle konuştuğunu ve neden böylesine sert olduğunu da. Yine de merdivenlere gitmeye cesaret edemedim ve bu yüzden lavaboya geri döndüm ancak içeri girmedim. Bir elim kapı kulpunda öylece bekledim. Aral hissetmiş gibi buraya gelirken beni uyarmıştı lakin ne zaman birilerini dinlesem bir şeyler öğreniyordum ve bu şeyler bir şekilde Aral’ın işine yarıyordu. Bu yüzden riske girmeyi göze aldım. Daha önce hiç duymadığım bir sesin sahibinin “Acil olmasaydı gelmezdim Sadullah baba,” dediğini duydum. “Ama Emniyet’te işler karıştı, seninle konuşmam gerek.” Emniyet mi demişti o? “Yoksa bana çalıştığını mı öğrendiler?” Olduğum yerde donakaldım. Bu denemekti? Sadullah’ın Emniyet’te adamı mı vardı? Gerçek bir adamı? Yani mesleğine gerçekten ihanet eden bir polis? “Hayır, hayır, kimsenin bir şey öğrendiği yok. Bahsedeceğim şey çok daha farklı ama seninle yalnız konuşmam gerek.” Kısa bir duraksamanın ardından “Tamam,” diye mırıldandığını duydum Sadullah’ın. “Benim odama çıkalım, yürü.” Benden uzaklaşan adım seslerini işittim ilk önce. Ardından da bir kapının kapanma sesini duydum. Kapı kulpunu tutan elimi çekerek kalbimin üzerine koydum ve sakinleşmeye çalıştım. Biraz önce resmen Sadullah’ın polis teşkilatında gerçek bir ajanı olduğunu öğrenmiştim. Yani Aral’ın, hatta Asaf amcamın bile haberinin olmadığı biri vardı. Mesleğine kara leke süren ve mafyaya çalışan biri. Bu, korkunçtu. Derin nefesler alarak başımı salladım. Aral’ın bunu derhal öğrenmesi gerekiyordu. Bu adamın Aral’dan haberi var mıydı, bilmiyordum ama eğer olsaydı olaylar şimdikinden de karışık halde olurdu muhtemelen. En azından ben kendimi böyle avutmayı tercih ediyordum. “Sakin ol, sakin ol ve aşağı in,” diye mırıldandım kendi kendime. Daha fazla burada duramazdım. Hızlı adımlarla merdivenlere ilerleyip basamakları atlaya atlaya inerek alt kata vardım. Mutfağa girdiğim an Demet de bahçe kapısından içeri girip beni gördü. “Hah, geldin mi? Ben de tam sana bakmaya geliyordum. Aral aradı da, telefonun masada olunca merak etmesin diye açtım ben de. Kapıdaymış, seni bekliyormuş.” “Öyle mi?” diye sordum saçma bir tepki vermemeye çalışarak. “O halde çıkayım ben, beklemesin daha fazla.” Demet, başını sallayarak elindeki telefonu ve çantayı bana doğru uzattı. Onları tuttuğunun bile farkına varamamıştım. Teşekkür ederek aldıktan sonra telefonumu çantanın içine atıp çantayı da omzuma taktım ve Demet’in elinde kalan poşetle beni kapıya kadar geçirmesine izin verdim. Vestiyerdeki ceketimi bana uzattığında bir kez daha teşekkür ederek ceketi koluma astım ve Demet’in bir dahaki buluşmamızın daha güzel olacağıyla ilgili söylediği şeyleri zar zor gülümseyerek geçiştirdim. Kapıyı açarak dışarı çıktıktan sonra Demet’in bana uzattığı pasta poşetini de alarak “Teşekkür ederim her şey için, görüşürüz sonra,” diyerek ona sarıldım. İçten içe koşarak Aral’ın yanına gitmek istesem de Demet’in dikkatini çekmemem lazımdı. Demet de bana sarılarak “Ne demek, çok keyifli zaman geçirdim. Kısa zamanda tekrarlayım bunu,” diye mırıldandı. Onu onaylayan birkaç mırıltı çıkardıktan sonra ondan ayrılıp arkamı döndüm ve hızlı adımlarla bahçede ilerlemeye başladım. Korumanın açtığı kapıdan dışarı çıktıktan sonra kapının birkaç metre ilerisinde arabasının önüne yaslanmış bir şekilde beni bekleyen Aral’ı gördüm. Beni fark ettiğinde doğruldu ve göğsünde kavuşturduğu kollarını çözerek kaşlarını çattı. Yüzümde nasıl bir ifade varsa artık, bir şeylerin kötü gittiğini anlamıştı. Yerimde daha fazla durmaya dayanamadım ve koştum. Biraz önce kulak misafiri olduğum ve kaldıramadığım şeyi bir an önce onunla paylaşmalıydım. Ona doğru koştuğumu görmek Aral’ın kaşlarını daha da çatmasına neden olurken bunu umursamadım ve yanına varır varmaz kollarımı boynuna sardım. Bunu yapmaya ihtiyacım vardı çünkü. “Tamay… Tamay, ne oldu?” Ellerinin sırtıma dokunduğunu hissettim. “Biri bir şey mi söyledi? Tamay-” Çenemi ensesine bastırarak fark ettirmeden kokusunu içime çekerken “Biri daha varmış,” diye mırıldandım. “Sadullah’a çalışan gerçek bir polis varmış, Aral. Mesleğini satan biri varmış.” Muhtemelen benden duymayı beklediği son şeyi söylediğimden vücudu kaskatı kesildi ve diyebildiği tek şey “Ne?” oldu. Kollarımı boynundan ayırmadan başımı geri çekerek bakışlarımı yeşillerine diktim. Fazlasıyla afallamış görünüyordu. “Onları konuşurken duydum, Aral,” diye mırıldandım gözlerinin içine bakarak. “Sadullah’ın Emniyet’te bir adamı daha varmış, gerçek bir adamı.” ღ Ay noluyo arkadaşlar noluyooo Bu kitapta size tek bir garanti verebilirim, o da her bölüm kötü bir şey öğrenecek olmanız :d Her şey giderek birbirine giriyor şahit olduğunuz üzere ve sanırım ortalığın nasıl toparlanacağını ben bile bilmiyorum… Umarım bölümü sevmişsinizdir, oy ve yorum bırakmayı, özellikle de bölüm hakkındaki düşüncelerinizi benimle paylaşmayı ihmal etmeyin lütfen. Vize haftama gireceğim için bir süre bölüm gelmeyecek, sınavlardan sağ salim kurtulabilirsem şayet yeni bölümde görüşmek üzere!
|
0% |