Yeni Üyelik
25.
Bölüm

BÖLÜM - 25

@bayanclara

“İşte geldi.”

Göbek bağından ayırdığımız bebeği küçük bir dokunuşla ağlattıktan ve onun sesini duyan annesinin huzurla nefes almasını sağladıktan sonra temizlemeleri için hemşireye uzattım. Doğum biraz zorlu geçmişti ancak çok şükür ki hikâyeyi mutlu sona ulaştırmayı başarabilmiştim.

Gerçi küçük tosuncuğun hikâyesi daha yeni başlıyordu.

Hemşirelerin yıkayıp giydirdiği bebeği kucaklayıp gözyaşları içindeki annesine gösterdim.

“Annene merhaba de, küçük Eymen.”

Annesi, tüm yorgunluğuna rağmen bebeği yanağına yasladığımda derin nefesler alarak kokusunu içine çekti ve “Canım oğlum benim,” diyerek sevdi onu. Usulca yutkundum. Sırf şu ana şahitlik edebildiğimden doktor olduğum için şükürler ediyordum. Alışılageldiği için halk içinde değeri pek bilinmiyordu ancak bir bebeğin doğumu ve hatta anne karnındaki oluşumu ne kadar mucizevi bir olaydı aslında.

Anneye yeterli süreyi tanıdığıma emin olarak bebeği tekrar hemşirelere teslim ettim ve anneyi de tekrar tebrik ederek çıktım doğumhaneden.

Öğle saatinde olduğumuz için üzerimi değiştirdikten sonra yemekhaneye gidip karnımı doyuracaktım ve bunun için oldukça kısıtlı bir zamanım vardı. Bu yüzden adımlarımı hızlandırdım.

Odama vararak hızla üzerimi değiştirdim ve doğumhanedeyken taktığım bonenin altında kendi saltanatını ilan eden saçlarımı çözüp sıkı bir atkuyruğu şeklinde tekrar bağladıktan sonra telefonumu ceketimin cebine atarak odadan çıktım. Bugün için beyaz gömlek üzerine bebe mavisi bir takım giymeyi uygun bulmuştum.

Odamın kapısını kilitleyerek merdivenlere yöneldim. Yemekhaneye girmem ve yemeğimi alarak boş masalardan birine oturmam on dakikama mal olduğu için büyük bir iştah ve hızla karnımı doyurmaya başladım. Tabii bu sırada da telefonumdaki bildirimleri kontrol etmeyi ihmal etmedim ki Asaf amcamdan iki cevapsız arama olduğunu görerek kaşlarımı çattım. Yine ne olmuştu acaba?

Numarasının üzerine tıklayarak onu aradıktan sonra telefonu sol kulağıma yasladım, zira sağ elim tıkınmam için bana lazımdı. Pilavdan bir kaşık daha alarak ağzıma attığım sıra üçüncü çalışın ardından Asaf amcam da açtı telefonu.

“Tamay?”

Ağzımdakileri hızlı hızlı çiğneyip “Beni aramışsın amca,” diye mırıldandım. “Doğumdaydım, görmedim.”

“Anladım kızım, sorun değil. Ben de senden hastane çıkışında Emniyet’e gelmeni isteyecektim. Şu Oktay denen herifin evinize girmesiyle ilgili verdiğin ifadenin olduğu belgelerin birkaçına imza attırmayı unutmuş bizim çocuklar.”

Anlaşılan bugün evime ulaşmam çok uzun sürecekti.

Suyumdan birkaç yudum aldıktan sonra “Olur amca, gelirim,” diye mırıldandım. Böylelikle belki Aral’ı da görme şerefine de nail olabilirdim ki şu geçen üç günde sadece bir kere telefonda konuştuğumuz göz önünde bulundurulduğunda (ki o da Oktay denen adam yüzündendi) başkomiseri gerçekten çok özlemiştim. Sadullahların evinde yaşanan olaydan sonra gece boyunca bir daha gözlerime bakmadığını hatırladığımda hafif bir utanç duygusu tüm vücudumu sarsa da yeşillerine olan hasretim bu utanca oldukça ağır basıyordu.

Hem ne olmuştu yani beni havluyla yarı çıplak gördüydüyse? Belki ileride çok daha fena hallerde görebilirdi. Neden olmasındı? Mesela, evlenince?

Aklımdan geçenlere salak salak güldüğüm sıra amcamın “Tamay, orada mısın?” dediğini işiterek irkildim ve yüzümdeki sırıtışı hızla yok ederek “Buradayım amca, dalmışım affedersin,” dedim. Amcam aklımdan geçenleri duymuş gibi hissettiğimden ateş basmıştı yüzümü. Aptal mıydım, neydim?

Ya da… Aşık?

“Sorun değil kızım, Emniyet’e geldiğinde ara beni. Haydi görüşürüz.”

“Ararım amca, görüşürüz.”

***

Arabamı Emniyet’in önünde uygun bir yere park ettikten sonra dikiz aynasından saçlarımı son bir kez kontrol ederek yan koltuktaki çantamı da alıp aşağı indim. Arabayı kilitleyip anahtarı çantamın ön gözüne attım ve çantayı da koluma asarak hızlı adımlarla büyük binaya doğru ilerledim.

Emniyet’e girdikten ve gerekli rutin kontrolden geçtikten sonra ziyaretçi kimliğimi boynuma asarak merdivenlere yöneldim. Bu sefer adımlarım aceleci değildi, çünkü gözlerim malum kişiye denk gelebilme umuduyla etrafta gezerken bir yere çarpıp rezil olmak falan istemiyordum.

Şanssız günümde olmalıydım ki kaplumbağa adımlarıyla ilerlememe rağmen aradığım yeşil harelere denk gelememiştim.

İstemsizce düşen yüzümle Asaf amcanın kapısında dikildiğimde omuzlarımı dikleştirdim ve yüzümdeki mahzun ifadeyi düzelterek kapıyı çaldım. İçeriden gelen “Girin!” sesini işittiğimdeyse vakit kaybetmeden kapıyı aralayıp içeri girdim ve binaya girdiğimden beri her yanda aradığım kişiyle göz göze geldim.

Başkomiserim buradaydı.

Kendimi tutamadan gülümseyeceğim sırada Aral’ın, hafif çatılı kaşlarının altındaki düz bakışlarını benden uzaklaştırarak Asaf amcama diktiğini görünce gülümseme istediğim de aradığımı bulma mutluluğumda hızla buhar olup uçmuştu.

“Hoş geldin, kızım. Gel, otur şöyle.”

Kahvelerimi Asaf amcaya dikerek zoraki bir gülümsemeyle başımı salladım ve kapıyı kapattıktan sonra ilerleyip Aral’ın tam karşısındaki tekli koltuğa yerleştim. Tabii bu süre zarfında bakışlarımı amcamdan ayırmamıştım, zira biraz önceki olaya epey bir bozulmuştum.

“Nasılsın bakalım?”

Başımı usulca sallayarak elindeki kâğıtları önüme bırakan amcama baktım.

“İyiyim, biraz yorgunum tabii. Sen nasılsın?”

Masadaki kalemliğinden bir tükenmez kalem alarak bana uzattığını görünce kalemi aldım ve konuşurken bir yandan da işaret ettiği noktaları imzalamaya başladım.

“Ben de aynı, nasıl olayım? İş, güç, uğraşıyoruz işte. Hala daha şu Oktay denen adamı senin eve not bıraktırmaya ikna eden kişiyi araştırıyoruz.”

Olayla ilgili kendi sözlü beyanlarımın olduğu belgeleri imzaladıktan sonra kafamı sallayarak elimdeki kalemin kapağını kapattım ve Asaf amcam kâğıtları alırken ben de elimdeki kalemi masadaki kalemliğin içine koydum. Ben bu konudan ümit keseli çok oluyordu, bu yüzden pek umursamamıştım.

“Bu kadar mı? Başka bir şey var mı?”

“Yok kızım, bu kadar. Seni de yorduk buraya kadar. Kusurumuza bakma artık, bizim çocuklar arada böyle dikkatsizlikler yapabiliyorlar.”

“Estağfurullah amca, olur mu öyle şey? Asıl siz benim dertlerim yüzünden uğraşıyorsunuz bir sürü.”

“Biz sadece işimizi yapıyoruz,” diyerek kafa salladı. “Hatta keşke daha düzgün bir şekilde yapabilsek.”

Bu uzayıp giden not işinin amcamın da aşırı derecede canını sıktığını bildiğimden hafifçe gülümseyerek uzandım ve masanın üzerindeki elini tuttum.

“Siz elinizden geleni yapıyorsunuz, öyle düşünme.” İç çektim. “Bazı şeyler için zamana ihtiyacımız var demek ki.”

Asaf amca, boştaki elini benimkinin üzerine koyarak usulca okşadığında bu sefer içten bir şekilde gülümsedim ve elimi usulca çekerek ayaklandım. Tüm bu süre zarfında bakışlarını ara ara üzerimde hissetsem bile Aral’a dönüp bakmamıştım çünkü odaya girerken sergilediği hareket sonrasında ona küsmeye karar vermiştim.

“Eh, ben gideyim artık. Size de kolay gelsin.”

Amcam kısaca başını salladıktan sonra Aral’a dönüp “Sen de geçir istersen Tamay’ı,” diye mırıldandı. Aramızdaki soğukluğu mu fark etmişti yoksa öylesine mi söylemişti anlamamıştım ama elimi havaya kaldırıp iki yana salladım. Hala daha başkomisere bakmamıştım.

“Yok amca, gerek yok. Ben giderim.”

Aral, amcamın konuşmasına müsaade etmeden ayaklandı ve ona bakmama kararımı yememe neden oldu.

“Ben de Arel’in yanına gidecektim zaten. En azından alt kata kadar geçireyim.”

Odaya girdiğimde yaptığı hareketi abartıp abartmadığımı düşünürken renk vermemeye çalışarak “Peki,” dedim. Zira Asaf amcamın dikkatini çekmek istemiyordum.

Amcamla kısaca vedalaştıktan sonra birlikte odadan çıktık ve koridorda yan yana yürümeye başladık. Yanımda öylece yürüyor olmasının bile nasıl hoşuma gidebildiğini kendi içimde sorgularken beklemediğim bir anda “Bozuk muyuz?” diye sordu. Sorusu üzerine kaşlarım havalanırken başımı çevirip ona baktım.

“Bilmem, sana sormalı. Bozuk muyuz?”

Merdivenlerin önünde duraksayarak vücudunu bana çevirdi. Kafası karışmış gibi görünüyordu. Şaka mıydı? “Bozuk olmamız için bir sebep yok, sanki?”

Merdivenleri kullanan kişilerin önünü kapatmak istemeyerek usulca geriye çekilirken çatık kaşlarımla “Bence de yok ama sen varmış gibi davranıyorsun,” diye mırıldandım. Şaşırdı.

“Ben mi?”

Histerik bir gülüşle “Yok ben,” diyerek gözlerimi devirdim. Deminden beri kendimi sorguluyordum ancak hayır, abarttığım bir şey yoktu. “Odaya girdiğim an göz göze geldiğimizde gerildin ve yüzünü benden çevirdin.”

Bir an ne diyeceğini bilememiş gibi öylece yüzüme baktıktan sonra “Öyle mi yaptım?” diye sorarak bakışlarını benden kaçırdı. “Hiç farkında değilim.”

Ancak tam da şu an ben bir şey fark etmiştim. Başkomiser, aradan geçen üç güne rağmen hâlâ benden utanıyordu.

İçimdeki neşe utanç duyguma galip gelirken kendime hâkim olamayarak ağız dolusu sırıttım ve yüzümü baktığı noktaya getirerek yüzüme bakmasını sağladım. Sırıttığımı görmek kaşlarının çatılmasına neden olsa da bunu umursamayıp “Sen benden utanıyor musun?” diye sordum.

Evet, belki gerçekten utanç verici bir andı ancak Aral’ın benden daha fazla utanmış olması asla normal değildi.

“Ne alakası var? Ben sadece-”

Yüzünün aldığı ifade karşısında kendimi tutamayarak küçük bir kahkaha attım.

“Gerçekten utanıyorsun!”

“Ben ne dersem diyeyim kendi düşündüklerine inanmaya devam edeceksin, belli.”

Bir anda arkasını dönüp hızlı adımlarla merdivenleri inmeye başladığında iki metre açılmış ağzımla arkasından bakakalmıştım. Resmen kaçıyordu!

“Demek benden utandığın için yüzüme bakamadın ha, Başkomiserim,” diye mırıldandım kendi kendime. Bakışlarım geniş sırtındaydı ve keyfim hiç olmadığı kadar yerindeydi. “Keşke seni yesem…”

Aral’ın bakış açımdan çıkmasına izin vermemek adına üzerimdeki bakışları umursamadan koşar adımlarla merdivenleri indim ve binanın çıkışına doğru ilerleyen başkomiserimin yanına vardığımda hiç düşünmeden koluna girdim.

Evet, biraz cesur hareketler sergiliyordum ancak kendimce Arel’den gerekli izni aldığımı düşünüyordum. Aslında izin almam gereken kişinin Arel olup olmadığı konusunda da bir fikrim yoktu ancak ben kararımı vermiştim bile. Geri dönüşüm yoktu.

Aral, koluna girdiğim an gerilerek bakışlarını etrafta gezdirmeye başladığında onu taklit ettim ve birkaç polisin şaşkın bakışlarının üzerimizde olduğunu fark ettim. Tabii Aral’la göz göze gelen hızla bakışlarını ondan uzaklaştırıyordu ancak ben göreceğimi görmüş ve hatta istemeden de olsa alacağımı almıştım. Aral’ı tanıyanlar, yanındaki varlığımı apaçık garipsiyorlardı ve bu da demekti ki başkomiserleri normalde böyle hareketler sergileyen biri değildi.

Eh, artık bazı kalıpları kırmanın zamanı gelmişti de geçiyordu bile.

Ters bir sesle “Dalga geçmeye mi geldin?” diye sorsa da beni kolundan çıkarmak gibi bir hamlede bulunmamış ve binanın dış kapısına doğru ilerlemeye devam etmişti. Aklıma kimliğimi almam gerektiği gelince kolundan çekiştirerek kontrol yapan güvenliklerin oraya yönelmemizi sağlarken “Hayır tabii ki,” diyerek güldüm. Hem hep o mu beni utandıracaktı canım? Arabasındaki müzik listesi olayını unutmuş değildim! “Bana küsersin diye endişe ettim yalnızca.”

Ne yapacağımı anlamış olduğundan sessizce onu sürüklediğim noktaya doğru ilerlerken huysuz bir ses tonuyla “Çocuk muyum ben?” diye sordu. “Niye küsecekmişim?”

Kimliğimi almak üzere kolundan çıktığım sıra bakışlarımı yüzüne taşıdım ve istediği olmadığı için annesine huysuzluk yapan küçük bir erkek çocuğuna benzeyen suratını mıncırmamak için kendimi tutmaya çalıştım. Aslında bir yanım da şaşkın bir mutluluk hissediyordu, zira o düz bakışlı adamın da zamanı geldiğinde suratını şekilden şekle sokabildiğine şahitlik ediyordum. Bunu başaran kişi olmak gurur vericiydi doğrusu.

Bir şey söylemeyip birkaç saniye boyunca tatlı bir gülümseme eşliğinde yüzüne baktım ve hevesli bir iç çekişin ardından başımı sallayıp “Hemen geliyorum,” diyerek yanından ayrıldım. Girişteki güvenlik yerinden kimliğimi geri alıp boynumdaki ziyaretçi kartını da güvenliğe teslim ettikten sonra beni aynı noktada bekleyen Aral’ın yanına döndüm ancak bu sefer koluna girme cesaretinde bulunmadım. Zaten benimle dışarı çıkıp çıkmayacağını da bilmiyordum. Arel’e bakacağını söylemişti, Arel neredeydi ki?

Kimliğimi çantama yerleştirmemi bekledikten sonra hadi dercesine kısa bir baş hareketi uygulayarak binadan dışarı çıktığında hemen peşine düştüm. Arel dışarıda mıydı? Yoksa arabama kadar bana eşlik etmeye mi karar vermişti?

Emniyet binasının merdivenlerini indiğimiz sıra “Araban ön tarafta mı?” diye sordu, demek ki beni arabama kadar geçirecekti. İçten içe mutlu olmuştum.

“Hımhım,” diyerek başımı salladım, fazla hevesli görünmemeye çalışıyordum ancak bunu ne kadar başarabildiğim büyük bir soru işaretiydi tabii.

Sessizce arabaların bulunduğu kısma ilerlediğimizde söylememe gerek kalmadan arabamı gördü ve adımlarını o tarafa yöneltti.

Arabanın yanına vardığımızda çantamdan anahtarı çıkarıp arabanın kilidini açtım ve ön sürücü koltuğunun kapısını aralayarak Aral’a döndüm.

“Zahmet ettin, teşekkür ederim.”

Elleri ceplerinde öylece bana bakarken usulca omuzlarını kaldırdı. “Emir büyük yerdendi.”

Başka zaman olsaydı Asaf amcam yüzünden bana buraya kadar eşlik ettiğini düşünerek üzülebilirdim ancak şu an bunun doğru olmadığını biliyordum. Zaten amcama da Arel’in yanına kadar eşlik edeceğini söylemişti. Yani bu bir bahane değildi ve bunu bildiğimin de farkındaydı. Gülümsedim.

“Görüşürüz o halde.”

Mümkünse en kısa zamanda.

Başını sallayarak beni onayladığında ona küçük bir gülümseme gönderip arabama binmek üzere önüme dönmüştüm ki bir ses duydum, bana hiç de yabancı gelmeyen bir ses.

Bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde uzun boylu, siyah ceketli bir adamın iki metre ötemizdeki bir arabaya doğru ilerleyerek telefonla konuştuğunu gördüm. Adam fazla sesli konuşmuyordu ancak bize yakın bir mesafeden geçtiği için sesini işitebilmiştim. İlk başta sesin neden tanıdık geldiğini anlayamadım, zira onu yalnızca arkadan görüyordum ve bu açıdan adamı tanıyıp tanımadığımı anlamam pek mümkün değildi. Lakin birkaç saniye süren küçük bir beyin fırtınası sonucunda sesi nereden tanıdığımı fark ettim.

Adam telefonunu kapatıp cebine atarak arabasının kapısını açtığında aceleyle arkamı dönüp kaldırdığı kaşlarının altından muhtemelen neden hala arabaya binmediğimi sorgulayan Aral’a baktım ve bağırmaktan korkarak “Bu o!” diye fısıldadım. Kaşları derhal çatılırken ne dediğimi anlamaya çalışarak “Kim?” diye sordu. Yüzümü ona doğru yaklaştırdım ve sanki adam arabasının içinden beni duyabilecekmiş gibi sesimi biraz daha kıstım.

“Arkadaki adam var ya? Arabaya binen hani? Sadullahların evinde sesini duyduğum polis!”

Ellerini aceleyle cebinden çıkararak bana bir adım yaklaştı ve “Emin misin?” diye sordu. Gözleri çoktan omzumun üzerinden arkaya kaymıştı ve vücudu gerilmişti.

“Eminim,” diyerek başımı salladım. “Yüzünü göremedim yine ama sesinden tanıdım zaten. Eminim, o.”

Arkadaki arabanın motor sesini işittiğimizde Aral hızla bana doğru uzandı ve avucumun içindeki anahtarı alarak “Arkaya bin,” dedi. “Acele et.”

İlk başta ne dediğini idrak edemesem de beni kolumdan tutup sert olmayan bir hareketle kenara çektiğinde adamı takip edeceğini anlayarak hızla arka kapıyı araladım ve kendimi arabaya attım. Arabayı çalıştırıp bahsettiğim adamın peşine düşmemiz yalnızca birkaç dakikamızı almıştı.

Arka koltuğun ortasında oturduğumdan dikiz aynasına rahatça bakabiliyor ve Aral’ın yüzündeki ifadenin ne kadar korkunç olduğunu fark edebiliyordum. Merdivenlerden kaçarcasına inen adam yalnızca saniyeler içinde yok olmuştu.

Gözlerini takip ettiği arabadan bir saniye olsun ayırmazken “Kimin arabası ki bu?” diye mırıldandı ancak muhatabının ben olmadığımın bilinciyle ağzımı açmadım. Zaten hala yaşadığımız anın şokunu atlatabilmiş değildim.

“Doktor, telefonunu çıkarıp Arel’i ara çabuk.”

Başımı hızla sallayarak çantamdan telefonumu çıkardım ve Arel’in numarasını tuşlayarak aramayı hoparlöre verdim. Birkaç çalışın ardından sesi duyuldu.

“Oo Jülide! Ne zamandır görüşmüyoruz, özlettin kendini. N’aber, nasılsın ya?”

Arel’in her zamanki neşeli ve samimi tavrı bende bir etkiye neden olmazken -zira fazlasıyla gergindim- Aral’ın dikiz aynasından bana kötü kötü baktığını fark ettim. Bu yüzden saçma bir şekilde suçluymuş gibi hissederek ağzımı açıp tek kelime etmedim. Zaten bakışlarını tekrar yola sabitleyerek yüksek sesle konuşan Aral, benim eksiğimi fazlasıyla gidermişti.

“Laubaliliği bırak ve hemen sana söyleyeceğim plakayı araştır.”

“Aa, Başkomiserim! Doktorcuğumun telefonunun sizde ne işi var?”

Arel’in sözlerine gözlerimi devirsem de alaylı imasının hoşuma gittiğini kendimden saklayamayacaktım…

“Zevzekliği kes dedim, Arel! Tamay, şu köstebek polisin sesini tanıdı ama yüzünü görme fırsatını bulamadan Emniyet’in ön tarafındaki arabalardan birine atlayıp gitti. Peşindeyim şu an. Arabanın hangi bölüme ait olduğunu öğrenmen gerek.”

Arel, duyduğu şeylerden sonra derhal ciddileşti ve “Plakayı söyle,” dedi. Arkasından gelen seslere bakılırsa yer değiştiriyordu. Aral, bakışlarını iki araba ötemizdeki araca dikerek plakayı iki kez sesli bir şekilde tekrar etti.

“Hemen bakıyorum.”

Arel’in arkasından gelen sesleri dinlediğimiz birkaç dakikanın ardından “Cinayet büroya ait araba,” diye mırıldandı. Yalnızca sesinden bile anlaşılıyordu gergin oldu ki Arel’in kolay kolay gerildiğini sanmıyordum. Bakışlarımı yavaşça dikiz aynasına taşıdım. Başkomiserin bakışları hala yoldaydı ancak yeşillerinde fırtınalar esiyordu.

“Şerefsiz herifler,” diye konuştu büyük bir kızgınlıkla. “Onca cinayetin üstünü bu şekilde örttüler demek ki.” Yumruk haline getirdiği elini direksiyona vurduğunda istemsizce irkilerek koltukta geriye gittim. Bir şey yapacağından korktuğumdan değildi de sinirliyken ona yakın olmak istememiştim.

“Arabayı kimin sürdüğünü göremedin mi hala?” diye sordu Arel.

“Hayır,” derken direksiyonu kıracakmış gibi sıkıyordu. “Trafik var, yanına yaklaşamıyorum. Aslında biraz da bilerek yaklaşmıyorum, takip edildiğini anlamaması gerek. Tek başına nereye gidiyormuş bir bakalım.”

“İyi yapıyorsun,” diyerek derin bir soluk verdi Arel. “Bu arada… Sen aramadan on ya da on beş dakika evvel Yılmaz’ı görmüştüm. Merdivenlerden koşturarak iniyordu ve telefonla konuşuyordu. Acelesi varmış gibiydi.”

Aral’ın direksiyondaki elleri bembeyaz kesilirken bakışlarımız dikiz aynasında buluştu. Yılmaz kimdi bilmiyordum ancak telefonla konuştuğuna göre peşinde olduğumuz adam olma olasılığı çok ama çok yüksekti.

Aral, bakışlarını tekrar yola çevirerek “Tamam,” dedi kısaca.

“Bir şey olursa beni ara hemen ve kendine sahip çık Başkomiser. Görevini tehlikeye atacak herhangi bir davranışta bulunma.”

“Tamam.”

“Doktora da dikkat et.”

Arel’in sesindeki samimiyet dudaklarıma belli belirsiz ancak samimi bir tebessüm yerleştirdi.

“Ederim, sen de gidip Asaf amire anlat durumu. Acele et.”

“Anlaşıldı, görüşürüz.”

Arabanın içinde telefonun kapandığını belli eden ses yankılandığında telefonu kendime çekerek ekranı kapattım ve tekrar çantama attım. Bakışlarım ön cam sayesinde yol kenarındaki tabelalarda geziniyordu ki anladığım kadarıyla Tuzla civarına yaklaşıyorduk. Acaba nereye gidiyordu?

Hemen önümüzdeki araba yan şeride geçtiğinde boşluğu doldurmak için acele etmedi Aral. Oraya geçseydik muhtemelen takip ettiğimiz aracın şoförünü rahatça görebilirdik ancak sanki bilerek bunun olmasına izin vermemişti. Zaten çok geçmeden sağ şeritten bir araba önümüze geçerek aradaki boşluğu doldurmuştu.

Bu duruma daha fazla seyirci kalamayacağımı fark ettiğimde “Yılmaz kim?” diye sordum, oldukça yumuşak çıkarmaya çalıştığım bir ses tonuyla. İç çekti. Nefesi göğsüne yetmiyormuş gibiydi.

“Cinayet büroda başkomiser,” diye cevap verdi yavaşça. Dudaklarımı dişledim ve merakla bir soru daha sordum.

“Arkadaş mısınız?”

Yutkundu ve bakışlarını yoldan ayırmadan cevap verdi. “Öyleydik.”

Geçmiş zaman eki kullanmıştı, çünkü görmese de takip ettiğimiz aracı kimin kullandığını biliyordu. Ve belki de zaten bunun için gözüyle görmekten kaçıyor, bunu erteleyebildiği kadar ertelemeye çalışıyordu. Onun adına üzüldüğümü hissettim. Tanımadığı biri olsaydı belki yalnızca kuvvetli bir sinir ve nefret hissedecekti ama tanıyordu. Arkadaşıydı. Kim bilir nasıl bir hayal kırıklığı içindeydi.

Yarasını deşmek istemediğim için daha fazla soru sormadım ve kollarımı göğsümde kavuşturarak yolu izlemeye başladım. Nereye gittiğimiz merak konusuydu, gittiği yeri görünce Aral’ın ne yapacağı da öyle. Lakin saptığımız orman yoluna bakılırsa pek de hayra alamet şeyler göremeyecektik.

Bir süre daha yol aldık. Arabada nefes seslerimizden başka bir şey duyulmuyordu. Ayna yardımıyla görebildiğim alnının kırışıklığına bakılırsa aklından birçok şey geçiriyor olmalıydı. Düşünmesine mani olmamak adına nefeslerimi bile daha sessiz almaya başladım. Sanırım bir tık da korkmaya başlamıştım.

Aral, muhtemelen takip edildiğini anlamasın diye arada hatırı sayılır bir mesafe bırakıyordu ancak arabayı görüş açısından da çıkarmıyordu. Geldiğimiz ormanlık alan ve gittikçe sıklaşan ağaçlar da bize takip konusunda yardım ediyordu doğrusu.

Dakikalar sonra adam arabayı ağaçların arasında kör bir noktada durdurduğunda Aral da derhal frene bastı. Bunu beklemediğim için hızla öne savrulan bedenimi de yandaki koltuğa doğru uzattığı koluyla durdurdu. Bakışlarını metrelerce ötemizdeki arabadan ayırmadan “Ne olursa olsun kemerini takmalısın, Doktor,” dedi. Sesi ve yüz ifadesi o kadar donuktu ki o an için bir robottan farkının olmadığını düşündüm. Ceketin üzerinden de olsa göğsüme dokunan kolundan haberi yokmuş gibiydi. Veyahut da hissetmiyordu. Ancak kolunun sıcaklığı benim vücudumda hızla yankı uyandırmıştı.

Takip ettiğimiz aracı görebileceğimiz bir noktaya arabayı park ederek kontağı kapattı. Bunu yaparken biraz önce beni tutan elini kullanmıştı ki şöyle bir durumda düşündüğüm şey, beni gerçekten dehşete düşürmüştü. Bu kaçıncı seviyeydi?

Ben oturduğum yerde kendi kendimle hesaplaşırken Aral’ın arabanın direksiyonuna sert bir yumruk geçirdiğini gördüğümde boş bulunarak bir kez daha irkildim ve bu tepkiyi verecek ne görmüş olduğunu anlamaya çalışarak hızla başımı kaldırdım.

Adam arabadan inmişti.

Verdiği tepkiden emin olmuş olsam da “O mu?” diye sormaktan geri alamadım kendimi. Bakışları bir şahin gibi adamı takip ederken “O,” dedi ve adamın etrafını kolaçan ederek ağaçların arasına daldığını gördüğünde elini hızla kapı kulpuna attı.

“Ben onu takip edeceğim, sakın buradan ayrılma. İki saat sonunda hala yanına gelmemiş olursam arabayı çalıştır ve uzaklaş buradan.”

Kaşlarım derhal çatılırken “Ama-” demiştim ki beni dinlemeden çevik bir hareketle arabadan indi ve kapıyı kapamadan evvel yeşillerini yüzüme dikerek “Sözümü dinle, Doktor,” diye mırıldandı. “Bir de senin güvenliğini düşünmek zorunda bırakma beni.”

Benden bir cevap bile beklemeden kapıyı kapattığı gibi koşar adımlarla ağaçların arasına daldı.

Yüksek sesle oflayarak arkama yaslandım ve kollarımı göğsümde kavuşturdum. O benim güvenliğimi düşünmeyecek diye neden ben onun güvenliğinden endişe duymak zorundaydım? Polis olabilirdi ancak tek başınaydı ve Allah bilir kaç kişinin arasına girmeye çalışıyordu?

Düşünerek kötüyü çağırmak istemediğimden aklımı başka şeylerle oyaladım. Arel ne yaptığımızı biliyordu. Endişe edilecek bir durum olsaydı zaten en başta o endişeye kapılır ve buraya gelmek isterdi. İstemediğine göre bildikleri bir şey vardı.

Biraz daha oflayarak cam kenarına kaydım ve vücudumun üst tarafını arka koltuğa yatırdım. Bugün epey yorucu bir gün olmuştu ve biraz zorlarsam burada uyuyabileceğimi biliyordum ancak burada uyumanın iyi bir fikir olup olmadığını bilmiyordum. Nihayetinde Aral, iki saat sonra dönmemişse gitmemi istemişti benden. Elbette onu burada bırakıp bir yere gitmeyecektim ancak böyle bir uyarıda bulunduğuna göre uyumamakta fayda vardı.

Bu düşünceyle arabanın içinde bir müddet yatıp yuvarlandım. Telefonumu çıkarıp biraz internette gezindim ancak şarjımın az kaldığını görerek geri kapattım. Telefonum lazım olabilirdi, hor kullanmasam iyi olurdu.

Arabanın içinde biraz daha oyalandıktan sonra üşümeye başladığımı hissederek kollarımı ovuşturdum. İlkbaharın sonlarında olmamıza rağmen akşam vakitleri serin olabiliyordu. Hele ki İstanbul’un yüksek kesimlerinden bir yerdeyseniz rüzgâra kapılıp gidebilirdiniz bile. Arabada biraz daha durursam üşüteceğimi fark ederek kontaktaki anahtarı alıp aşağı indim ve sık sık etrafı kontrol etmeyi ihmal etmeden arabanın arkasına geçip bagajı açtım. Allah’tan ki bu gibi durumlara özellikle de mesleğim sayesinde hazırlıklıydım. Kıyafetimin ne zaman batacağı hiç belli olmuyordu çünkü.

Bagajdaki çantadan kendime bir hırka çıkardıktan sonra ceketi çıkarıp hırkayı giydim ve hırkanın tek başına yetmeyeceğini bildiğimden ceketi de hırkanın üzerine geçirdim. Muhtemelen görüntüm pek iç açıcı değildi ve hırkanın üzerine giydiğimden ceket kollarımı sıkmış, rahat hareket etmeme engel olmaya başlamıştı ancak üşümektense böyle durmayı tercih ederdim.

Bagajı kapayıp tekrar arka koltuğun önünde dikildim ve koltuktaki telefonumu alarak saate baktım. Aral gideli neredeyse bir buçuk saat olmuştu ama ne o ne de Yılmaz denilen adam geri dönmüştü. Zaten hava usul usul kararmaya başlamıştı. Burada daha ne kadar kalmamız gerekiyordu?

Aral’ı bırakıp bir yere gitmeyeceğimi ve biraz daha arabanın içinde beklersem sıkıntıdan patlayacağımı bildiğimden ani bir kararla telefonumu çantamın içine attım ve çantayı da koluma taktıktan sonra kapıyı kapatıp arabayı kilitledim. Etrafta küçük bir geziye çıksam sıkıntı olmazdı bence. Yani Aral bu yaptığımı öğrendiğinde muhtemelen bana güzel bir fırça çekecekti ama olsundu. Zaten sözünü dinlemeyip onu bırakmadığım için kızacaktı, biraz daha kızsa da sorun olmazdı.

Etrafı kolaçan etmeyi bırakmadan ağır adımlarla ağaçların arasına girip yürümeye başladım. Görünürlerde tehlikeli bir durum yoktu zaten ki her geçtiğim yeri iyice incelemeden ilerlemiyordum da. Geri dönüşte sıkıntı çıkmasını istemezdim çünkü.

Uzaklaşmayı göze alamadığımdan hemen hemen aynı yerlerde yaklaşık yarım saat boyunca aylaklık ettikten sonra Aral’ın geri dönmüş olabileceğini düşünerek adımlarımı geriye çevirdim. Gerçi dönmüş olsa beni kırk kere arayacağını biliyordum ancak gezmekten de sıkılmıştım doğrusu. Ve tabii hava giderek daha da soğuduğu için üzerimdekiler de yetmemeye başlamıştı.

Ağır adımlarla geldiğim yerleri geri dönmeye başladığımda arabadan indiğimden beri olmayan bir şey oldu ve ben kendi adımlarımın dışında adım sesleri duymaya başladım. İlk başta Aral’ın geri döndüğünü düşünerek sevinmiştim bile lakin bu mutluluk yalnızca birkaç saniye sürmüştü. Çünkü adım sesleri birden fazlaydı.

Telaşla yanından geçtiğim geniş gövdeli bir ağacın arkasına saklandım ve arabaya gidemeyeceğimin farkındalığıyla ne yapacağımı düşünmeye başladım. Çarem olmadığını ve bana kızmasını göze alarak Aral’ı aramaya karar vermiştim ki adım seslerinin bulunduğum yere doğru yaklaştığını işitince yeterli vaktimin olmadığını fark ederek arkamı dönüp geldiğim yere doğru koşturdum. Mümkün olduğunca ağaçların arkasına gizlenmeye çalışıyor ve bir yandan da arkamı kontrol ediyordum. Adım seslerini giderek duyamaz hale gelmiştim ama iyiden iyiye kararan hava sakinleşmem konusunda bana hiç yardımcı olmuyordu doğrusu.

Ne yapacağımı bilemez halde bir kez daha arkamı kontrol etmek amacıyla duraksamıştım ki ağzıma kapanan elle neye uğradığımı şaşırdım. Yüzümün yarısını ele geçiren el yüzünden ağzımdan fırlayan çığlık küçük bir inilti gibi etrafa yayılırken arkamdaki kişi boştaki kolunu da sıkıca belime dolayarak beni kaldırdı ve benimle birlikte birkaç adım atarak ağaçlardan birinin ardına sığındı.

Her şey saniyeler içinde gerçekleşmişti ve ben bir an için korkudan öleceğimi sanmıştım.

Neyse ki böyle bir şey olmadı. Zira beni büyükçe bir ağacın arkasına gizleyen adamın kulağıma oldukça kısık bir ses tonuyla “Şşt,” demesiyle onu tanıdığımı fark ettim. Sesini de, o an telaşla fark edemediğim kokusunu da çok iyi tanıyordum.

Vücudum hızla gevşerken onu tanıdığımı fark ederek ağzımdaki elini çekti ve beni hızla kendine çevirdi. Bakışlarım yeşilleriyle buluştuğunda yaşadığım rahatlama öylesine büyüktü ki bana sinirli bir şekilde bakmasını ve hatta kızgınca neden sözünü dinlemediğimi sormasını umursamadan kollarımı boynuna dolarak göğsüne sığındım. Yüzüm boyun boşluğuna gömülürken kokusunu arsızca içime çektim ve ağlamaklı bir tonda “Çok korktum,” diye mırıldandım.

Halim, bana acımasını sağlamış olacaktı ki oflar gibi bir ses çıkarıp iki yanında salınan kollarını havaya kaldırıp sırtıma sardı. Benim kadar sıkı değildi ama sarılıyordu işte, onun için bu da büyük bir gelişmeydi.

Ellerinden birini, beni sakinleştirmek amacıyla sırtımda yukarı aşağı yavaşça hareket ettirirken “Güvendesin,” diye mırıldandı. Yüzüm hala boynuna gömülüydü ve dudaklarım teninin üzerindeydi.

Bir kerecik öpsem beni kötü adamlara yem eder miydi ki?

Kollarımı biraz daha sıkarak -adamı nefessizlikten öldürsem şaşırmazdım- “Evet,” diye mırıldandım. Konuşurken boynuna dokunan dudaklarım gerilmesine neden olmuştu ama umursamadım. Bugün ayrı bir arsızlık vardı sanki üzerimde. “Güvendeyim.”

Bir süre daha öyle durduktan sonra omuzlarımdan tutarak beni hafifçe kendinden uzaklaştırdı ve gözlerimin içine bakarak “Sana iki saat sonunda dönmediğim takdirde basıp gitmeni söylemiştim,” diye mırıldandı. Ses tonu yaramazlık yapan öğrencisine kızan bir öğretmen edasındaydı. “Neden beni dinlemedin? Hadi diyelim dinlemedin, burada ne yapıyorsun Allah aşkına? Arabanın içinde beklemen gerekiyordu.”

“Özür dilerim,” diyerek omuzlarımı düşürdüm. Şebeklik yapsam kızgınlığı biraz olsun azalır mıydı acaba? “Arabanın içinde üşüdüm, bagajdan hırka alayım diye aşağı indim.”

“İnince de etrafta biraz dolanayım dedin galiba?”

Cevap vermedim ve öylece güzel yüzüne bakmaya devam ettim. Sessizliğim gerekli cevabı veriyordu zaten. Uzunca iç çekti ve gözlerini kısaca etrafta gezdirdikten sonra tekrar bana döndü. Aklına yeni bir şey gelmiş gibi kaşları biraz daha çukurlaşmıştı.

“Niye koşuyordun sen?”

“Ah,” diyerek gözlerimi kırpıştırdım. Ona kavuşunca asıl tehlikeyi unutmuştum. Gerçekten leyla olmuştum galiba ben… “Ben aslında birazcık dolandıktan sonra arabaya geri dönecektim, hatta bayağı da yaklaşmıştım ama adım sesleri duyunca daha fazla ilerlemeye cesaret edemedim. Sonra adım seslerinin bana doğru geldiğini fark edip bu tarafa koştum işte.”

Sıkıntıyla çenesini sıvazladı. “Burası epeyce karışık, etrafı Hamdi’nin adamları sarmış.”

“Hamdi de kim?” diye sordum gayriihtiyari.

Bunun cevabını verip vermemek arasında kalmış olacaktı ki birkaç saniye boyunca düşünceli bir ifadeyle yüzüme baktı, ardından da oflayarak “Sadullah’ın düşmanı olan bir başka mafya,” dedi. Sanırım bilmemem gereken birçok şeyi zaten bildiğimden açıklamakta bir sakınca görmemişti. “Yılmaz, Hamdi’yle buluşmak için gelmiş buraya. Neler çevirdiklerini anlayabilmek için çok uğraştım ama Hamdi adamlarını öyle bir yaymış ki etrafa, bulundukları yerin yakına bile yaklaşamadım.”

Ağzım şaşkınlıkla açılırken “Bu iş daha ne kadar karmaşıklaşabilir?” diye sordum. “Gerçi ne zaman bu soruyu sorsam işler daha da karışıyor.”

Aral, sözlerime bir cevap vermedi. Kendince başka şeyler düşünüyor gibi görünüyordu. Üstelemedim ancak o an için aklıma gelen şeyi dilime dökmeden de edemedim.

“Sence Sadullah’ın haberi var mıdır bu işten? Yoksa iki mafyayı da ayakta mı uyutuyordur, bu Yılmaz denen adam?”

Gözleri arka tarafımda dolanırken “İkisini birden idare etmesi çok zor,” diye cevap verdi ve gözlerini kahvelerime dikti. “Ama imkânsız değil. Yılmaz uyanık bir adamdır.”

Alayla güldüm. “Evet, belli oluyor uyanık olduğu.”

Bir an için bana ters ters baksa da pek alınmamıştım doğrusu. Zaten o da bunu uzatmayıp oflayarak başını salladı. “Şimdi geri de dönemeyiz. Adamlar arabanın yakınında bir yerlerde konumlamış olabilirler. Tek başıma olsaydım sorun olmazdı ama yanımda sen varken bunu göze alamam.” Yanaklarını şişirdi. “Seni burada bırakıp etrafı kontrol edeyim desem, buraya gelme ihtimalleri de var.”

O anlamda söylememesine rağmen ona yük olduğumu fark etmek bir tık canımı sıkmıştı doğrusu ancak içimdeki o arsız yan Aral’ın yanında bulunmaktan oldukça mutluydu. Bu yüzden suratımı asmadım.

Biraz daha sessizce etrafı süzdükten sonra “Yapacak tek bir şey var,” diyerek beklemediğim bir anda uzanıp sağ elimi avcunun içine aldı ve parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi. Bu hareketi yaparken bakışları yüzümde olduğu için renk vermemeye çalıştım ama bunu başarmak gerçekten çok zordu. “Buraya gelirken küçük, eski püskü bir prefabrik bina görmüştüm. Seni orada güvenli bir noktaya bırakıp etrafı kolaçan etmeye gelirim.”

Tutulan dilimi zar zor harekete geçirerek başımı salladım ve kekelememeye çalışarak “Olur,” dedim.

“Çıt çıkarmadan beni takip ediyorsun, anlaştık mı?”

Bir kez daha salladım başımı. “Anlaştık.”

Aramızdaki son konuşma bu olurken Aral ters tarafa doğru dönüp ilerlemeye başladı. Karanlık iyice çöktüğünden etrafı görme yetim azalmıştı ve telefon feneri yakamayacağımızın bilinciyle karanlıktan çok da etkilenmiş gibi durmayan Aral’a biraz daha sokulup sol elimi, sağ elimi tutan elinin üzerine kapadım. Artık eli, iki elimin arasında duruyordu. Bu küçük hareketim çok kısa bir anlığına bakışlarının ellerimize kaymasına neden olsa da kendini hızla toparladı ve ağaçların ardına saklanarak yürümeye devam etti.

Yaklaşık on dakika sonra bahsettiği prefabrik yere geldiğimizde ay ışığının altında parıldayan binanın bahsettiğinden de kötü durumda olduğunu fark ettim. Eski bir kulübeyi andırıyordu ve yandıktan sonra kullanılmadığı renginden ve şeklinden belliydi.

Binanın kapısı olduğunu tahmin ettiğim boşluktan içeri girmeden hemen evvel Aral bir kez daha bana dönüp boştaki elini yüzüne doğru götürerek işaret parmağını dudağının üzerine yasladı. Sanki konuşuyormuşum gibi uyarıda bulunmasını anlamlandıramasam da usulca başımı salladım ve bakışlarımı dudaklarından kaçırdım.

Sessizce içeri girdiğimizde beni girişte üst üste konumlandırılan sandığa benzer kutuların arkasına bırakıp beklememi işaret ederek yanımdan ayrıldı. İçeriyi kontrol edeceğini anladığımdan sessizce olduğum yere beklemeye başladım ancak Aral’ın yanımdan ayrılmasıyla gerçek hayata dönüş yaptığım için binanın içindeki pis kokuyu fark ederek yüzümü buruşturdum. Ayrıca burası arabanın bulunduğu noktadan daha yüksekte olmalıydı ki prefabriğin açık yerlerinden giren rüzgâr tüm vücudumu titretiyordu. Kollarımı etrafıma dolarken içimden olmayan kapı ve pencerelere sövmeye başlamıştım bile.

Dakikalar sonra yanıma gelen Aral “İçerisi temiz,” diye mırıldandı. Kollarımı sıvazlamaya devam ederken “Ve soğuk,” diye ekledim. “Havanın bu kadar soğuk olması normal mi ya?”

Söylediklerim karşısında bakışları üzerime düştü ve pencere boşluklarından içeri sızan ay ışığı sayesinde moda katliamımı fark etti. Dudağının bir ucu hafifçe havalanırken “Anlaşılan yeni tarzın bile üşümene mani olamamış,” dedi. Adamın ayarlarını öyle bir bozmuştum ki bulduğu her fırsatta benimle alay etmeyi ihmal etmiyordu. Gerçi Emniyet’te yaptıklarımdan sonra bu hakkı ona tanımam gerekiyordu sanırım.

“Olamıyor, çünkü rüzgâr çok fena esiyor,” diyerek iç geçirdim.

Gerçekten donduğumu fark edince bakışlarını etrafta gezdirmeye başladı ve çok geçmeden prefabriğin karanlık bir köşesini işaret etti. “Pencere boşluklarından en uzak yer orası gibi görünüyor. Gel, oraya gidelim.”

Arkasını dönüp söylediği yere doğru ilerlemeye başladığında hemen peşine düştüm. İçeride yer yer konumlandırılmış tahtadan sandıkların arasında bir yerde duraksadığımızda sandıkların rüzgârı büyük ölçüde kestiğini fark ederek omuzlarımı gevşettim.

“Daha iyi ama yine de soğuk,” dedim, sesimin mızmızlanıyormuşum gibi çıkmasını engellemeye dikkat ederek. Üşümenin yanında ayakta durmaktan da yorulmuştum ama bunu ona söylemedim. “Ne kadar duracağız burada?”

“Bilmiyorum,” diyerek başını salladı. “Sen burada bekle beni, ben bir etrafın nabzını ölçüp geleyim.”

Gitmesini hiç istemesem de başımı sallayarak onayladım onu. “Peki.”

Aral’ın yokluğunda geçirdiğim yaklaşık on beş dakika boyunca ısınmak için bulunduğum bir metrekarelik alanda hoplayıp durdum. Yetmedi kollarımı sallayarak saçma sapan hareketler sergiledim. Nefes egzersizleri yaptım. Kısacası kendimi oyalamak ve üşümeme engel olabilmek için aklıma ne gelirse yaptım ancak bu konuda çok da başarılı olduğum söylenemezdi.

“Sanırım seni yalnız bırakmamalıydım.”

Ellerimi belime koymuş vaziyette sabah sporu yaparmışçasına bir sağa bir sola eğilip bükülürken Aral’ın sesini duymamla hızla doğruldum ve utanç içinde gözlerimi kırpıştırdım. Geldiğini nasıl duymamış olabilirdim?

Allah’tan salak saçma zıplarken gelmedi, diyerek kendimi teselli ederken “Isınmaya çalışıyorum, ne yapayım?” diye mırıldandım. Homurdanmış da olabilirdim.

“Onu fark ettim,” diyerek sıkıntılı bir nefes çekti içine. “Ve sana kötü bir haberim var, çünkü bir süre daha buradayız.”

Gözlerim irice açılırken “Niye ama ya?” diyerek isyan ettim. Isınmaya çalışırken Aral geldiğinde gideceğiz diye avutmuştum kendimi. Daha fazlasına katlanabileceğimi sanmıyordum.

Elindeki o ana kadar fark edemediğim karton kutuyu ellerinin arasında düz bir hale getirdikten sonra sandıkların birinin önüne bıraktı ve bakışlarını bana çevirip “Çünkü etraftaki adamların sayısı iki katına çıkmış,” diye cevap verdi. “Sen yanımdayken arabaya ulaşmam çok zor.” İç geçirdi. “Ne olduğunu anlayamıyorum ama burada çok pis işler dönüyor.”

“Ne yapacağız peki?” diyerek omuzlarımı düşürdüm. Söyledikleri fazlasıyla canımı sıkmıştı.

“Dediğim gibi burada biraz daha saklanmamız gerekiyor. Şu durumda Arel’i arayıp yardım falan da isteyemem, bu kendimizi boşu boşuna riske atmamıza neden olur çünkü. Varlığımızı kimseye belli etmemeliyiz.”

Yanaklarımı şişirerek ofladığım sıra bakışlarım yerdeki kartona takıldı ve konuyu dağıtmak adına “Bu ne için?” diye sordum.

“Prefabriğin arkasında buldum. Oturursun diye getirdim. Uzun zamandır ayakta bekliyorsun, yorulmuşsundur.”

Etrafımızı saran sandıklar çürümüşe benzedikleri için bu tavrını garipsemedim. Zaten her yer o kadar leşti ki istesem de oturamazdım. Bu yüzden hissettiğim minneti saklamadan yüzüne baktım ancak kafama yatmayan bir yer vardı.

“Sen benden daha uzun süredir ayaktasın, sen ne yapacaksın?”

Sorun yok, dercesine başını salladı. “Ben alışığım, merak etme.”

Tek kaşımı havaya kaldırırken “Bazen doktor olduğumu unutarak konuşuyorsun,” diye mırıldandım.

“Unutmuyorum, yalnızca senden daha dirayetli olduğumun bilincindeyim.”

Eh, haklıydı. Nihayetinde en başta fiziksel olarak farklıydık. Yine de onu ayakta bırakıp kendim oturmak istemedim.

“Başka karton yok muydu?”

Ellerini ceplerine sokarak bana baygın bir bakış attı. “Olsaydı getirirdim, Doktor.”

Onu sıktığımın bilincindeydim ve bu yüzden tavrına alınmamıştım. Lütfedip getirdiği kartona da oturmamıştım. İçim rahat etmiyordu.

Oturmayacağımı fark ettiğinde sıkıntıyla iç geçirip “Pekâlâ,” dedi ve ellerini ceplerinden çıkararak çevik bir hareketle kartonun üzerine oturup bacaklarını ileri doğru uzattı. Öylece ne yaptığını izlerken ellerini bacaklarına vurarak bana imayla baktığını görünce kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.

“Ne?”

Gayet rahat bir tavırla sırtını arkasındaki sandığa yaslayarak “Kartonu bana bıraktığına göre oturabileceğin başka bir yer kalmadı,” dedi. “Ha, ayakta kalmayı tercih ediyorsan sen bilirsin. Ancak şimdiden uyarayım, saatler boyunca beklememiz gerekebilir.”

Resmen benden kucağına oturmamı istiyordu. Aslında istemekten ziyade kibarlık yaparak bana bu seçeneği sunuyordu. Gün boyunca hissettiğim arsızlık yok olmuş ve hücrelerimi alışkın olduğum utanca bırakmıştı. Bu yüzden olduğum yerden bön bön suratına bakmaya devam ediyordum.

Teşvike ihtiyacım olduğunu fark etmiş olacak ki “Yapmadığın bir şey değil, değil mi?” diye mırıldandı. Kucağında ağladığım zamandan bahsediyordu. “Şartlar aynı değil gerçi ama şimdi de zor durumda sayılırsın.”

Biraz daha konuşursa utançtan yerin dibine girmek isteyeceğimi fark ederek eğildim ve kendimi bacaklarının üzerine bıraktım. Sopa yutmuş gibi oturduğumdan hiç rahat değildim ve bu diken üstündeki halim onun da canını sıkmış olacak ki “Böyle yaparsan ikimize de işkence çektirirsin ancak,” diye homurdandı. Bacaklarını hareket ettirmeye çalışmasından anladığım kadarıyla canını acıtmıştım.

Bu duruma daha fazla katlanamayacağımı bildiğimden hırçın bir tavırla başımı çevirip yeşillerine baktım ve “Bunu sen istedin,” diye mırıldandım. “Şikâyet edemezsin.”

Sözlerim karşısında kaşlarının çatılmasını umursamadan kendimi biraz daha geri çekip kucağında yayıldım ve topladığım dizlerimle birlikte başımı da göğsüne yasladım.

Benden böyle bir tavır beklemiyor olacaktı ki birkaç dakika boyunca hiç ses çıkarmadan öylece durdu. Kalakalmış da olabilirdi. Ancak bu sefer de benim çenem açılmıştı ve arsızlığım yeniden su yüzüne çıkmıştı. Aslında bunun çıkmasına yardımcı olan biraz da vücudunun soğuk olduğunu fark etmemdi. Kendimi düşünürken nasıl olmuştu da onu aklımın ucuna bile getirmemiştim? Adam demirden değildi ya, ince bir tişört ve ceketle elbette bu soğuğa o da dayanamazdı.

“Buz gibi olmuşsun,” diye fısıldarken kucağımdaki ellerimi belinin iki kenarından kaydırıp ona sarıldım. Hayır, amacım yalnızca onu biraz olsun ısıtabilmekti. Kesinlikle bulduğum her fırsatı değerlendirmeye falan çalışmıyordum.

Sırtının da göğsü gibi buz kestiğini fark edince ellerimi hızla sırtında ileri geri sürtmeye başladım. Aklımca onu ısıtmaya çalışıyordum lakin bu hareketim onu daha fazla germek dışında pek de bir şey yapmamıştı.

Umursamadım ve kendi yöntemlerimle onu ısıtmaya çalışmaya devam ettim. Nihayetinde kucağına oturmamı isteyen oydu, öyle değil mi?

Hiçbir tepki vermemesinden aldığım cesaretle ona biraz daha sokuldum ve yanağımı omzuna yaslayarak ellerimi sırtında gezdirmeye devam ettim. Aklımda yalnızca onu ısıtma düşüncesi olduğundan hislerim şefkatin ötesine geçmiyordu lakin bu, sırt kaslarının oldukça sert olduğunu fark ettiğim gerçeğini de değiştirmezdi.

Vücudunun gevşemesi biraz uzun sürse de nihayetinde varlığıma alışarak o ana kadar nerede durduğunu bilmediğim kollarını sırtıma yasladı. Benim gibi sıvazlamakla uğraşmamıştı lakin buna gerek de yoktu zaten. Ellerini koyduğu yerden bütün vücuduma sıcaklık dağılıyordu.

Kollarımı sürekli hareket ettirmek beni yorduğunda ellerimi belinin etrafında kavuşturdum ve “Kollarım yoruldu,” diye sanki benden onu ısıtmamı istemiş gibi açıklama yapmaya koyuldum. “Üşümeye başlarsan sonra tekrar yaparım.”

“Yok,” diye mırıldandı yavaşça. Sesinde ufak tefek kahkaha kırıntıları var gibi hissetmiştim. “Sağ ol yani, bu kadarı yetti bana.”

Konuyu uzatmadım. Ne de olsa üşüdüğünü fark edersem ona danışmadan yeniden kendi yöntemlerimi uygulayabilirdim. “Peki, madem.”

Aradan geçen saniyeler boyunca aramıza sessizlik hâkim olurken buna hiç takılmadım. Zira şu an keyfim o kadar yerindeydi ki sabaha kadar susabilirdik. İnanın hiç itiraz etmezdim. Hatta keşke sabaha kadar böyle oturabilseydik.

“Ben buraya gelirken Arel’e mesaj çektiğim için durumumuzdan haberi var ama Tuana seni merak etmesin?”

Sorduğu soruyla kardeşimi unuttuğumu fark ederek küçük bir dehşete düştüm. Tuana’yı kendimden bile önce düşünen biri olarak yaptığım bu ihmalkârlık benim için büyütülecek bir durumdu lakin aklımın yerinde olmadığını düşünürsek kendime kızmanın da bir anlamı yoktu. Başkomiser etrafımda olduğu ve hatta bana bu şekilde sarıldığı takdirde düzgün düşünebilme yetime bir süreliğine veda etmek zorunda kalıyordum.

İstemeyerek de olsa Aral’ın belindeki kollarımı kendime çektikten sonra kucağında hafifçe doğruldum ve ona bakmadan çantamdan telefonumu çıkararak Tuana’ya eve geç gideceğimle ve beni beklemeden yemek yemesiyle ilgili kısa bir mesaj gönderdim. Bugün etüde kalacağı için ancak eve varacağı saatlere geliyorduk ki beni aramamasına bakılırsa henüz eve varmış değildi.

“Haber verdim şimdi,” diyerek kilitlediğim telefonu tekrar çantama atarak duraksadım. Hadi biraz önce üşüdüğünü söyleyerek ona yanaşma fırsatını elde etmiştim, şimdi ne diyecektim? Kararsız bakışlarımı yeşillerine taşıdığımda aklımdan geçeni okumuş gibi gözlerini benden kaçırıp etrafı izlemeye koyuldu. Sanırım bu hadi sarıl, ben bakmıyorum, demekti.

Gülmemek için yanaklarımı ısırdım ve tekrar göğsüne sokularak kollarımı sırtına doladım. Aslında bu garipsenecek veyahut utanılacak bir durum değildi. Vücut ısılarımızı birbirimizle paylaşarak üşümemeye çalışıyorduk neticesinde, yani bilim yapıyorduk bilim!

Aklımdan geçen düşüncelerle kendi kendime eğlendiğim sıra “Geldi mi?” diye sordu. Kimden bahsettiğini anlayamadığım için kaşlarım çatılırken “Kim geldi mi?” diye sordum gayriihtiyari.

“Eski erkek arkadaşın,” diye mırıldandı yavaşça ve beni tam anlamıyla dehşete uğrattı. “Hani Yasemin’in doğum günü partisindeki kadın bir şeyler söylemişti ya, ondan soruyorum.”

Kendi kendime bunu hatırlamasına ve hatta bana soracak kadar dert edinmesine sevinip sevinmemem gerektiğini sorgularken “Bilmem,” diye cevap verdim. “Bayağı gün geçti, gelmiştir herhalde.”

“Çalıştığın hastaneyi ziyaret etmeden yurt dışına döner mi sence?”

Bunları sahiden merak ederek sorup sormadığını anlamaya çalışırken “Dönmez sanırım,” dedim. “Hastanede çok sevdiği hocalar var hala, onları ziyaret etmeden giderse bozulacaklarını bilir.”

Kısa bir sessizliğin ardından “Yani karşılaşmanız çok olası,” diye mırıldandı. Ses tonundan bir şey anlamak mümkün değildi, bu konuları yüzüne bakarak konuşmak istemediğimden de başımı kaldırmıyordum ancak “Nereye varmaya çalışıyorsun?” dememek için de zor tutuyordum kendimi.

“Galiba,” diyerek dudak büktüm. Bu konuda da olsa benimle ilgili bir şeyleri merak etmesi hoşuma gitmişti. “Ama umursamıyorum. Ölene kadar ondan kaçacak halim yok ya.”

Üstelik aklım ve kalbim sende takılı kalmışken?

“Tabii de ne bileyim, onca zaman sonra karşı karşıya gelip birkaç kelam etmek değişik olur gibi geldi bana.”

Başımı omzundan kaldırmadan hafifçe çevirdim ve bu hareketimle çenesine sürtünen alnımdaki ufak karıncalanmaları hissederken “Herhalde,” diye mırıldandım. “Ama bunu düşünmüyorum çünkü onunla karşı karşıya gelip konuşacak değilim.”

Şaşırdı. “Nasıl yani?”

“Eski sevgiliden arkadaş olacağına inanmıyorum. Hatta bana kalırsa tanıdık bile olmaz ki beni yüzüstü bırakıp giden birini düşman olarak dahi görmem. Hiç görmem yani. Yokmuş varsayarım. O zamanında, yani ondan gelecek en ufak bir haber için hevesle beklerken benimle konuşmuş mu ki ben onunla hiçbir şey olmamış gibi sohbet edeyim? Aradan uzun zaman geçmiş ve hatta ona dair hissettiğim her şey değişmiş olsa da bir zamanlar yaşadığım acıyı unutmuş değilim. Buna rağmen sırf elitlik olsun diye gidip onunla muhabbet mi edeceğim bir de? Hah, saçmalığın daniskası…”

“Farklı bir bakış açısı tabii,” diye mırıldandı usulca. Sesindeki hayret beni gülümsetmişti.

“Doğru bir bakış açısı da aynı zamanda.”

“Sen öyle diyorsan.”

“Öyle diyorum.”

“Peki.”

“Peki.”

Aradan biraz daha zaman geçtiğinde bu sefer konuşma sırasının bende olduğunu varsayarak “Aral,” diye mırıldandım. Hem konuyu da değiştirsek iyi olacaktı, şöyle bir durumda Uğur denen uğursuzu düşünmek istemiyordum.

“Hım?”

“Otuz iki yaşına yeni mi girdin yoksa bitirmek üzere misin?”

Küçük bir duraksamanın ardından “Doğum günümü mü sormaya çalışıyorsun?” diye sordu. Tüh, yakalanmıştım.

Görmeyeceğini bildiğimden genişçe sırıttım ancak ses tonumdan gülümsediğim belli oluyordu sanırım.

“Yo, onu öğrenmek istesem direkt öyle sorardım. Ben yaşını öğrenmek için sordum. Aramızda kaç yaş olduğunu hesaplayacağım da.”

“Niye ki?”

“Hiç,” diyerek omuz silktim. “Öylesine. Merak ettim.”

Beni yeterince kıvrandırdığına ikna olmuş olacaktı ki “Ocaktaydı doğum günüm,” diye mırıldandı. “Yani otuz ikinci yaşımın ortasındayım sayılır.”

Kaşlarım havalanırken “Hımm,” diye mırıldandım. “Ocağın kaçı peki?”

“Bu sefer de burcumu mu merak ettin?” diye sordu alayla. Kendimi tutamayıp benimle alay eden ağzından bir öpecektim, görecekti burcu.

Allah’ım, neler geçiyordu aklımdan benim böyle?

“Tam gün hesaplayacağım ya, amma uzattın,” diye mızmızlandım. Amacım aklımdaki düşüncelerden kurtulmaya çalışmaktı aslında. “İki dakika Arel’e mesaj atsam daha hızlı öğrenirdim yemin ederim.”

Arel’in adını duyduğunda “19 Ocak,” diye cevap verdi hızla. Kendi kendime sırıttım. Her ne kadar nedenini anlamasam da ağzından laf almak için araya sokmam gereken tek kişiydi Arel.

“Hımm,” diye mırıldandım. “Oğlak burcusun yani?”

“Burç için sormamıştın hani?”

“Sen soktun aklıma,” diyerek savunmaya geçtim. “Benim niyetim o değildi.”

“Senin doğum günün ne zaman?” diye sordu, konuyu uzatmadan. Gülümsemeye devam ettim. Kaderde benimle ilgili merak ettiği şeyleri cevaplamak da vardı demek ki.

“24 Ağustos.”

“Hım,” diye mırıldanma sırası ona geçmişti. “Otuzuna girmene daha çok var yani.”

Yüzümdeki ifade anında yok olurken “Ne otuzu?” diye sordum, ters ters. “Ben otuza falan girmeyeceğim.”

“Nasıl yani?” diye sordu, anlamayarak. “Yirmi dokuz değil miydin sen?”

“Evet.”

“Ee, o halde?”

“Doğum günümde yirmi sekiz olacağım ben, otuz değil.”

Güler gibi bir ses çıkardı. Bunu garipsemiyordum artık. Onu eğlendirmeye alışmıştım.

“O nasıl olacak?”

Umursamazca omuz silktim. “Ben istediğim için olacak işte. Bundan sonraki her doğum günümde bir yaş gençleşeceğim.”

“Bilim kurgu filminde başrolsün de haberimiz mi yok?” diye dalga geçti benimle ama moralimi bozmayı başaramadı.

“Yo, kendi hayatımın başrolüyüm ben bir kere.”

“O halde yaşadığın yer Dünya değil? Öyle olsa gençleşemezsin çünkü.”

Kurulduğum yer bu kadar rahat olmasa kafamı kaldırıp o güzel yüzüne kötü kötü bakardım ancak göğsü o kadar güzeldi ki ayrılasım gelmiyordu. Bu yüzden sesimdeki huysuzluğu bir tık daha artırdım.

“Niye uzatıyorsun ki? Ben böyle istediğim için böyle olacak. Nerede yaşadığım falan önemli değil.”

“Doğum gününden sonra yaşını soran birine ne diyeceksin yani?” diye sordu inanamamış gibi.

“Yirmi sekiz yaşımda olduğumu söyleyeceğim.”

“Yalan söyleyeceksin o zaman?”

“Bence yalan değil.”

“Kimliğine göre yalan ama.”

Sesli bir şekilde ofladıktan sonra “Sen ne olsun istiyorsun ya?” diye sordum. Sesim homurtu gibi çıkmıştı.

“Sadece… Otuz yaşından niye bu kadar korktuğunu anlamaya çalışıyorum.”

İç çekerek birkaç dakika boyunca sessiz kaldım. Sorusunu tekrar edip benimle alay eder sanmıştım ancak sessizliğime saygı duyarak konuşmamıştı. Bu yüzden ona dürüst olmaya karar verdim.

“Çünkü,” diye mırıldandım, kısık bir sesle. “Otuz altıya çok yakın…”

“Otuz altı?”

“Annem vefat ettiğinde otuz altı yaşındaydı.”

Sesim içime kaçmış gibi çıksa da beni duyduğunu biliyordum. Bunu, sırtıma doladığı kolların sıkılaşmasından ve beni biraz daha göğsüne bastırmasından da anlamak mümkündü gerçi.

Aramızda kısa bir sessizlik daha oluştuğunda “Herkes… Aynı yaşta vefat edecek diye bir şey yok, biliyorsun değil mi?” diye sordu. Ses tonu o kadar yumuşaktı ki ninni gibi çıkmıştı.

İç geçirdim. “Biliyorum ama bilmek kabullenmek anlamına gelmiyor ne yazık ki.”

Bir şey söylemedi. Bunun yerine başını biraz daha eğerek yüzümün boynuna daha çok gömülmesine neden olmuştu ki halimden fazlasıyla memnun olduğumu söylememe gerek bile yoktu.

Konuşacak konumuz kalmamış gibi dakikalar boyunca susmaya devam ettik. Benim için sıkıntı yoktu ama sıcak göğsü ve muhteşem kokusu mayışmama neden olmuştu. Şurada azıcık uyusam ne olurdu acaba?

Aral’ın göğsünde iyiden iyiye mayıştığım sırada bir ses duyarak uyku moduna geçmeye çalışan gözlerimi hızla araladım. Sesin dışarıdan geldiğini ve giderek yükseldiğini fark ettiğimde “Aral,” demiştim ki beni sıkıca göğsüne bastırıp “Şşt,” diye mırıldandı. “Sessiz ol.”

Sözünü dinleyerek ona iyice sokulduğumda duyduğum seslerin adım sesleri olduğunu fark ettim. Prefabrik binanın dışından geliyordu ancak oldukça yakınımızda gibiydi. Sanırım bu yüzden Aral, binanın pencere boşluklarından görünmeyelim diye tahta sandıkların arasına biraz daha gömüldü.

Ceketinin altından tişörtünü yumruk yaptığım ellerimin arasına aldığım sıra birinin konuştuğunu duyduk. Fazlasıyla tanıdık bir sesti bu.

“Efendim, Doğu?”

Yılmaz denen adamın fısıltı niteliğindeki sesini işittiğimde şaşkınlığım korkuma ağır bastı ve başımı Aral’ın boynundan kaldırarak onunla göz göze geldim. Aynı şaşkınlık onun harelerinde de vardı ancak yeşillerine hâkim olan duygu çok daha farklıydı.

Yapbozun parçalarını birleştiriyordu.

“Evet, Hamit’in yanındayım. Evet. Evet, anladım. Tamam, sonra görüşürüz.”

Adam o kadar hızlı konuşuyordu ki söylediklerine odaklanacağım derken Aral’ın kendini tutamayıp küfretmesine engel olmak için geç kalmıştım. Gerçi çok da geç kalmış sayılmazdım, zira “Hasi-” dediği anda belindeki ellerimden birini hızla ağzına kapamış ve küfrünün devamını getirmesine izin vermemiştim.

Bunu küfrettiğini duymamak için yapmamıştım bu arada. Yalnızca dışarıdaki adamın onu duyması bir felakete yol açabileceğinden bunun önüne geçmeye çalışıyordum.

Adamın ayak seslerinin uzaklaştığını duysam da elimi Aral’ın ağzından çekmek gibi bir hamlede bulunmadım. Zira bu kadarına dayanamıyormuş gibi kafasının ağırlığını elime bırakmış ve gözlerini kapamıştı.

Yılmaz denen adam Sadullah için sadece Emniyet’te değil, Hamit denen mafyanın içinde de köstebeklik yapıyordu.

Ve Yılmaz denen adam, Aral’ın arkadaşı olan bir polisti.

*

Loading...
0%