Yeni Üyelik
26.
Bölüm

BÖLÜM - 26

@bayanclara

“Ahu! Güzelim, geç kalıyoruz. Hadi, artık!”

“Biliyorum, biliyorum ama Tuana’nın battaniyesini bulamıyorum, sen gördün mü?”

“Şu an Tuana’nın üzerinde olan battaniyeden mi bahsediyorsun acaba?”

“Ah, hayır, sarı olandan bahsediyorum. Ben bir odasına bakıp geliyorum.”

“Geç kalıp yeni ortaklarımıza ilk yemekten rezil olmasak bari.”

Babamın kendi kendine söylenmesi üzerine bakışlarımı gökyüzünde parıl parıl parlayan dolunaydan ayırarak pencereye arkamı döndüm ve kucağındaki Tuana’yı pışpışlamakla meşgul olan babama baktım.

“Geç kalınca rezil mi olunur baba?”

Babam, bakışlarını Tuana’nın yalnızca birkaç tel barındıran başından ayırarak bana çevirdi ve hafif bir gülümsemeyle “Seni bekleyen kişilerin statüsüne göre değişir,” diye mırıldandı. “Mesela şu an amcanlara da geç kalmış oluyoruz ancak onlara rezil olma gibi bir durumumuz yok. Anlatabildim mi?”

Kucağımdaki bebeği sıkı sıkı tutarken başımı salladım. “Anladım sanırım. Amcam bizim yakınımız olduğu için geç kalırsak bize kızmaz ve ortakların kızabilir.”

Babamın yüzündeki gülümseme büyürken “Onun gibi bir şey,” dedi ve bakışları kucağımdaki bebeğe kaydı. “Zeyno da mı bizimle gelecek?”

Zeyno, dördüncü yaş günümde babamın bana aldığı bez bebeğimdi ve benim her şeyimdi. Kimilerine göre on bir yaş, bebekle oynamak için büyük bir yaş olsa da benim için öyle değildi.

“Evet ama merak etme, onu restorana götürmeyeceğim. Sadece benimle birlikte dolunayı daha fazla izleyebilsin diye arabaya bindireceğim.”

Babam, Zeyno’ya olan aşkımı ve dolunaya olan takıntımı çok iyi bildiğinden başını sallamakla yetindi ve gözleri kısaca pencereye dokunurken “Bugün gerçekten de harika bir dolunay var,” diye mırıldandı.

“Annem bayılacak,” diyerek gülümsediğimde o da gülümsedi ve kardeşimin başına küçük bir öpücük bırakırken “Tuana’nın battaniyesini bulup sakinleşebilirse bayılır tabii,” dedi. Kıkırdadım.

“Hemen de dedikodumu yapın… Hiç gecikmeyin, hiç!”

Annem söylenerek odaya girdiğinde hızla ona döndük.

“Dedikodu yapmıyoruz ki Ahu’m, gerçeklerden bahsediyoruz sadece.”

“Kesin öyledir, Tamer,” diyen annem her ne kadar homurdanıyor gibi görünse de gülmemek için kendini tuttuğu her halinden belliydi ki bu hali babamı da beni de daha çok keyiflendirmişti. “Battaniye de beşiğinin arkasına düşmüş, bulana kadar kırk yeri aradım ya.”

Annem elindeki sarı battaniyeyi kafasını da örtecek şekilde Tuana’ya sardıktan sonra onu kendi kucağına aldı ve “Artık gidebiliriz,” dedi. “Çantamı girişteki vestiyerin üzerine bıraktım, Tamay onu sen alabilir misin bebeğim?”

Hızla başımı sallayıp “Alırım, anne,” dedim ve yanlarından geçip koridora çıkarak dediği yerden çantasını alıp boş koluma taktım. Zaten annemle babam da peşime takılarak yanıma gelmişlerdi. Sırayla ayakkabılarımızı giyip evden ayrıldık ve bahçedeki arabamıza binerek yola koyulduk.

Zeyno’yla birlikte arabanın arka camına yapışmış, gözümü bile kırpmadan bizi takip eden dolunayı izlemeye koyulmuştum ki babamın “Tamay, kemerini tak bir tanem,” dediğini işiterek hızla önüme döndüm.

“Ah, tamam, baba… Unutmuşum, affedersin.”

Zeyno’yu koltuğun diğer tarafına bıraktıktan sonra hızla kemerimi bağlarken “Ne yapsın kızım, benim gibi dolunayın cazibesine daldı. Unuttu her şeyi,” diyerek güldü annem.

Kemerden çıkan tık sesinin ardından başımı kaldırıp “Bu gece her zamankinden de daha parlak gibi sanki, değil mi anne?” diye sordum heyecanla. Bana bu ay takıntısı annemden mirastı, onun sayesinde sevmiştim dolunayı izlemeyi.

“Evet, anneciğim. Öyle gerçekten.”

Zeyno’yu tekrar kucağıma alarak yüzünü dolunaya çevirdim ve annemle babam sohbet ederlerken hiç ses çıkarmadan gökyüzündeki beyazlığı izledim.

Dakikalar sonra araba amcamların evinin önünde durduğunda annem kucağındaki kardeşimle birlikte aşağı indi ve “Ben Tuana’yı Sedef’e verip geliyorum hemen. Siz inmeyin, daha fazla geç kalmayalım,” diyerek amcamların bahçesinden içeri girdi.

Annem tek başına geri gelene ve hatta tekrar yola koyulup restorana gidene kadar bakışlarım hep dışarı odaklıydı. Ayın güzelliği karşısında büyülenmiştim adeta. Babam arabayı restoranın otoparkına park ettiğinde de bebeğimi ayı izlemeye devam edebileceği bir açıyla koltuğa bırakıp annemin elini tutmuştum ve hep birlikte restorana girmiştik.

Babamın ortak olduğu kişilerin çocukları benden neredeyse on yaş büyük olduğu için kendime arkadaş bulamamış ve yemek boyunca sıkıntıdan patlamıştım. Allah’tan masamız cam kenarındaydı da yemek yerken sessizce dolunayı izlemeye devam edebilmiştim. Ayrıca babamın ortağının karısı da öyle neşeli bir kadındı ki annemle çok iyi anlaşmasının yanında bana da sürekli hayatım ve okulumla ilgili sorular sorup biraz olsun kafamın dağılmasını sağlayabilmişti.

Yemeklerin ardından sipariş ettiğim dondurmalı tatlı olmayan neşemi iyice yerine getirmişti. Hem tadı enfesti hem de tatlıdan sonra eve gideceğimizi biliyordum ve bunun için sabırsızlanıyordum.

Ağız tadıyla yediğim tatlının ardından babamlar da kendi tatlılarını bitirince babam hesabı istedi ve ortağı olan adamla hesap üzerine küçük bir münakaşaya girdikten sonra hesabı ödedi. Bunun üzerine hep beraber ayaklandık ve ortağın eşinin yanaklarıma kondurduğu sulu öpücüklerden sonra onlardan ayrılarak arabamıza bindik.

Arka koltuğa yerleşir yerleşmez üzerimdeki elbisenin yeniyle yanaklarımı sildiğimi gören annem ön koltukta küçük bir kahkaha patlatıp “Çok ayıp Tamay!” dedi. Buruşturduğum yüzümle anneme bakarken “Çok iğrenç ama anne, ne yapayım?” diye mızmızlandım. “Ağzının suları yüzüme geçti resmen!”

Arabayı çalıştırarak gaza basan babam “Bak, sen böyle söyleyince ben de iğrendim ama,” diyerek güldü. Lakin hiç de iğrenmiş gibi görünmüyordu. Aksine keyfi oldukça yerindeydi.

Babama cevap verme ihtiyacı duymadan Zeyno’yu almak üzere yan tarafıma dönmüştüm ki babam bir kez daha “Kemerini takmayı yine unuttun, Tamay,” diyerek uyardı beni. Ama bu sefer suçlu ben değildim, vallahi kadının öpücükleri aklımı başımdan almıştı!

Huysuz bir ses tonuyla “Takıyorum baba,” diyerek kemerimi taktım ve Zeyno’yu kucağıma çekerek gökyüzündeki dolunaya odaklandım. Ta ki annem güçlü bir şekilde çığlık atana ve gözlerim korkuyla kapanana dek…

Nefes nefese bir şekilde gözlerimi açtığımda saç diplerimdeki ter damlacıkları şakağımdan süzülüyordu. Birkaç saniye boyunca öylece beyaz tavanı izledikten sonra yatak çarşafını sımsıkı kavrayan parmaklarımı yavaşça çözüp elimi hızla inip kalkan göğsümün üzerine koydum ve sakinleşmeye çalıştım. Bu kâbusu görmeye alışıktım lakin uzun zamandır bu kadar uzun sürecek şekilde görmemiştim. Genelde ikinci kez arabaya bindiğimiz andan itibaren görürdüm ve bu yüzden büyük bir korkuyla anardım bu kâbusları. Bundandır ki şimdiki gördüğüm rüyaya kâbus demem pek de doğru değildi, çünkü annemle babamı çok uzun zaman sonra gülerken görmüştüm.

Ne zaman dolduğunu bilmediğim gözlerimden akan birkaç damla yaşı parmak uçlarımla kuruladıktan sonra yavaşça doğruldum ve komodinin üzerindeki sürahiden yanındaki boş bardağa biraz su doldurup içtim. Ardından da komodinin en alt çekmecesini açıp içindeki bez bebeği alarak tekrar yatağa yattım. Halen dolu olan gözlerimle birkaç dakika boyunca sessizce Zeyno’yu izledikten sonra onu sıkıca göğsüme bastırarak gözlerimi kapattım ve gözyaşlarım Zeyno’nun saçlarına akmaya devam ederken “Sizi çok özledim,” diye fısıldadım. “Sizi ölecek kadar çok özledim.”

“Gelin!”

Odamın kapısı açılır ve içeri öğleden önceki son hastam girerken bilgisayar ekranındaki hasta listesine kısa bir bakış atıp kadına döndüm.

“Hare Hanım’dı, değil mi?”

Odanın kapısını kapatarak masamın karşısına doğru ilerlerken “Evet, Doktor Hanım,” diyerek başını salladı. Bunun üzerine resmi bir şekilde gülümseyip masamın diğer tarafındaki tekli koltuklardan birini işaret ettim. “Buyurun lütfen.”

Kadın, hafifçe başını salladıktan sonra gösterdiğim yere oturup çantasını kucağına koydu.

“Evet, sizi dinliyorum,” diyerek ellerimi masanın üzerinde birleştirdim. “Nedir şikâyetiniz?”

Hare Hanım, ellerini kucağında kavuşturup parmaklarını birbirine geçirirken “Benim çocuğum olmuyor, Doktor Hanım,” diye mırıldandı. Halindeki çekingenlik oldukça alışık olduğum bir durumdu, bu yüzden büyük bir anlayışla onu dinlemeye devam ettim. “Evleneli dört sene oldu ve yaklaşık iki senedir çocuk için uğraşıyoruz eşimle ama… Olmuyor.”

Anladığımı belirtmek için hafifçe başımı salladım. “Daha önce bir hekime muayene olmuş muydunuz?”

“Hayır,” diyerek başını salladı. “İlk kez size geliyorum.”

“Anlıyorum. Peki, adet düzeninizde sıkıntı yaşıyor musunuz Hare Hanım?”

“Yani. Çok da düzenli bir periyoda sahip olduğumu söyleyemeyeceğim ama çocukluğumdan beri böyle bu.”

“Herhangi bir kalıtsal hastalığınız ya da küçükken geçirmiş olduğunuz bir hastalık var mı? Veyahut da ailenizde çocuğu olmayıp tedavi gören biri?”

Kısaca düşündükten sonra başını kısaca iki yana salladı. “Hayır, yok.”

“Pekâlâ,” diyerek bilgisayara döndüm ve isteyeceğim testler için gerekli işlemleri başlattım. “Öncelikle size birkaç test yapacağız. Sonuçlarınıza göre sürece nasıl devam edeceğimiz kesinleşir.”

Hare Hanım, beni dikkatli bir şekilde dinledikten sonra “Peki,” diyerek başını salladı. “Sonuçlar ne zaman çıkar?”

“Öğleden sonra iki gibi çıkacaktır.”

“Tekrar randevu almama gerek olacak mı?”

“Hayır,” diyerek hafifçe gülümsedim. “Dışarıdaki sekreterlerimizle konuşursanız size yardımcı olacaklardır.”

“Pekâlâ,” diyerek ayaklandı ve çantasını koluna taktı. “Teşekkürler, Doktor Hanım.”

Hare Hanım, odadan çıktığında derin bir nefes aldım ve ciddi bir sorunu olmamasını temenni ederek masamı toplamaya başladım. Annemden dolayı çocuğu olmayan kadınlara karşı kısmen bir zaafım vardı ve onlara yardım edebilmek için yeri geliyor kendimi paraladığım bile oluyordu.

Annemi düşünmek dün gece gördüğüm rüyayı aklıma getirirken usulca yutkundum ve daha fazla düşünüp içimdeki hasreti harlayarak ağlamak istemediğim için irice açtığım gözlerimi odanın penceresine çevirip bugün oldukça güzel olan gökyüzünü izledim.

Birkaç dakika sonra sakinleştiğime inanarak bakışlarımı tekrar masama indirdim ve masanın düzenli olduğuna kanaat getirdikten sonra ayaklanarak çekmecedeki telefonumu önlüğümün cebine atıp odadan çıktım. Önlüğümün diğer cebindeki anahtarla kapıyı kilitledikten sonra başımı çevirip Yasemin’in odasının olduğu kısma baktım. Kapısı kapalıydı ve odanın önünde kimse yoktu.

Adımlarım sekreter masasına yöneldiğinde Asuman’ın karşısında duraksadım. “Yasemin yemeğe mi indi, biliyor musun Asuman?”

“Hayır, Tamay Hanım. Yaklaşık on beş dakika önce Gökhan Bey geldi, onunla çıktılar.”

“Aa, öyle mi?” diyerek kaşlarımı kaldırdım. Gökhan öğlenleri boş vakti olduğunda bazen bizim hastaneye gelir ve Yasemin’i yemeğe çıkarırdı. Hatta bazen ben de onlara katılırdım. “Tamam, teşekkürler.”

Arkamı dönmek üzereyken Asuman çekingen bir ses tonuyla “Şey, Tamay Hanım,” dediğinde bakışlarımı tekrar yüzüne taşıyıp “Evet?” diye mırıldandım. Düşünceli bir ifadeyle yüzüme baktıktan sonra her söyleyecekse vazgeçmiş olacaktı ki zoraki bir gülümsemeyle “Afiyet olsun,” diye mırıldandı.

Kaşlarım usulca çatılırken “Bir sorun yok, değil mi?” diye sordum.

“Hayır, yok, merak etmeyin,” diyerek dudaklarındaki zoraki gülümsemeyi büyüttü.

Halinden şüphelenmiştim ancak üstelemeyecektim. Nasıl olsa çıkardı kokusu. “Peki, öyleyse.”

Asuman’ı ardımda bırakarak merdivenlere yöneldiğimde yanından geçtiğim birkaç hemşire ve doktorun bakışlarının üzerimde olduğunu fark edip gerildim. Başımı eğip üzerimde dikkat çekici bir şey olup olmadığına dahi baktım ancak bir şey anlayamadım. O halde neden hastanedekilerin dedikodumu yaptığı hissiyatına girmiştim? Hem de uzun zaman sonra.

İstemsizce çatılan kaşlarımla birlikte merdivenleri inerek zemin kata vardım ve yemekhanenin bulunduğu bölüme doğru ilerlemeye başladım. Üzerimdeki bakışların burada daha da artmasıyla iyice tilt olmaya başladığım sıra bakışlarım bir yere takıldı, daha doğrusu başhekimle konuşan birine.

Uğur.

Uğur, buradaydı.

Onca zaman sonra onu canlı kanlı görmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla adımlarım kısa bir duraksama yaşasa da üzerimdeki bakışların nedenini anladığım için bu duraksamayı oldukça kısa tutmaya çabalayarak odağımı hızla önüme çevirdim ve omuzlarımı dikleştirip ilerlemeye devam ettim. Elbette onu tekrar göreceğimi biliyordum, hatta İstanbul’da olduğunu duyduğumdan beri bunun yakın zamanda olmasını da bekliyordum ancak yine de afallamama engel olamamıştım.

Hisleriniz değişse de yaşanmışlıkların vermiş olduğu o ağırlık sizi hiç rahat bırakmıyordu. Hatıralar, peşinizden ayrılmıyordu ve en olmadık zamanlarda aklınıza gelerek sizi çok farklı duyguların dehlizlerine sürükleyebiliyordu.

Zaman iyi gelmişti, evet. Acınız büyük olduğunda işe yaraması çok uzun sürüyordu belki ama alışmaya başladığınızı hissettiğiniz an iyileşmeye de başlıyordunuz. Çok acı çekmiştim. Canımı çok yakmıştı. Umutlarımla oynamış, hayallerimin bir nevi çöpe atılmasına neden olmuştu. Bunlar gerçekten öyle basit şeyler değildi ve aklınıza geldiği an gözyaşlarınızın izinsizce dökülmesine neden olabilirdi.

Duygusal olarak çok ağır şartlardan geçmiş; sadece kendi kalp acımla değil, çevremdeki insanların bana acıyan tavırlarıyla da uğraşmıştım ancak hepsi geride kalmıştı. Hem de çok geride kalmıştı, çünkü şu an kalbimi hızlandıran başka bir adam vardı.

Her şeye rağmen adım gibi emindim ki hayatımda Aral olmasaydı ve ona bir şeyler hissettiğimin bilincinde olmasaydım biraz önceki duraksamam saniyelerle sınırlı kalmayacak ve onun beni fark etmesine neden olacaktım. Bu da hiçbir şey olmamış gibi yanlarından geçip gitmemi zorlaştırabilirdi ki neyse ki böyle bir an yaşanmamıştı. Gerçi onlar beni fark edemeden yanlarından geçmiş olsam da sırtım onlara dönükken beni görmüş olabilirlerdi lakin bu da bir şey ifade etmezdi. Nihayetinde benim varlığımdan haberdar olarak gelmişti buraya, yani beni görmeyi göze almıştı. Ancak ben onunla karşı karşıya gelmek de konuşmak da istemiyordum.

Doğal halimden taviz vermeden yemekhaneye girdikten sonra kendime yemek aldım ve tepsimle birlikte boş masalardan birine geçip oturdum. Sabah gördüğüm rüyanın etkisiyle pek bir şey yiyemediğim için karnım açtı ve şu an buna şükrediyordum. Karnımı doyurmakla uğraşırken zihnimi başka şeylerle oyalamak o kadar da zor olmayacaktı çünkü.

Üzerimde olduğunu bildiğim bakışlar umurumda değilmiş gibi davranıyordum ancak bir zamanlar bana acıyarak bakan gözlerin şimdi büyük bir merakla üzerimde geziniyor olması gerçekten çok can sıkıcıydı. Muhtemelen Uğur’un burada olduğunu biliyor ve bu yüzden nasıl davranacağımı kestirmeye çalışıyorlardı. Allah aşkına, ne bekliyorlardı ki? Onu görür görmez salya sümük ağlamamı falan mı? Ya da hiçbir şey olmamış gibi yanına gidip hoş geldiğini söylememi mi? Böyle davrandığımda onların nazarında güçlü bir kadın mı olacaktım? Hah.

İçimden söylene söylene ekmeğimden koparttığım parçayı ağzıma atarken önlüğümün cebindeki telefonumu çıkarıp internetimi açtım. Etraftakileri umursamamanın en güzel yollarından biri de yemek yerken sosyal medyada gezinmek olabilirdi.

Mesaj uygulamamdan gelen bildirimi gördüğümde gözlerimi kısarak bildirime tıkladım. Akıllı arkadaşım SMS atmak yerine uygulamadan mesaj atmayı tercih etmişti belli ki.

Gönderen: Yasemin

Tamay, Gökhan’ın ameliyatı ertelenince öğle yemeğine çıkarmaya gelmiş beni. Aslında seni de alacaktık ancak Asuman içeride hastan olduğunu söyledi, Gökhan’ın fazla vakti olmadığı için de bekleyemedik seni. Kusurumuza bakma lütfen, kuşum <3

Uğur’un buraya geleceğini bilseydi Gökhan’a da yemeği burada yedireceğinden adım gibi emindim. Hatta şu an söylediğim takdirde apar topar hastaneye döneceğini de biliyordum. Bu yüzden bu küçük ayrıntıyı ona sonra anlatmaya karar verdim ve tek elimle cevap yazmaya koyuldum.

Gönderilen: Yasemin

Sorun değil, tatlım. Size afiyet olsun, Gökhan’a selamlarımı ilet :*

Mesaj uygulamasından çıkarak sosyal medya hesaplarımdan birine girdim ve bir yandan çorbamı içerken bir yandan da takip ettiğim kişilerin paylaşımlarına bakmaya başladım. Lakin bu zevkim pek uzun süremedi, çünkü başım masadaki telefonuma doğru eğikken masanın diğer tarafındaki sandalye çekilmiş ve karşıma biri oturmuştu.

İşin kötü yanı, o kişiyi göz ucuyla bile göremiyor olmama rağmen onun kim olduğunu biliyordum. Bu yüzden bilinçli bir ağırlıkla telefonumun ekranını kapayıp başımı kaldırdım ve bakışlarımı karşımdaki kişiye diktim.

Elbette yanılmamıştım, Uğur’du.

Bir süre öylece birbirimizin gözlerinin içine baktık. Öylece. Sessizce. Gözlerimizi bile kırpmadan.

Belki saniyeler belki de dakikalar sonra oldukça düz bir yüz ifadesiyle ona bakmaya devam edeceğimi fark ettiğinde ilk konuşan o oldu ve “Merhaba,” diye mırıldandı usulca. Sesini duymayalı birkaç sene, gözlerinin içine böyle bakmayalı çok daha uzun bir zaman olmuştu. İçimde varlığını bile unuttuğum bir kısmın kırıldığını hissettim ancak bunu belli etmedim. Bir zamanlar aşkından öldüğüm adam karşımda oturuyordu. Bir zamanlar yüzündeki her bir noktadan öptüğüm adam gözünü bile kırpmadan bana bakıyordu. Lakin artık bana ait birisi değildi. Başkasının kocasıydı. Başkasından olan bir çocuğun babasıydı. Uğur, artık bana çok yabancıydı.

İstifimi bozmadan çorbamdan bir kaşık daha aldıktan sonra “Merhaba,” dedim, soğuk bir sesle. Karşısında dik durmaya çalışıyordum elbette ama sesimin böyle çıkması özellikle yaptığım bir şey değildi, bana karşı olan tavırları ve hatta benden sonra yaptıkları karşısında sesim bile soğumuştu ondan.

Soğukluğum karşısında irkildi ve bunu fark ettim ancak yine herhangi bir harekette bulunmadım. Bunun üzerine bakışları kısa bir an için içtiğim çorbaya takıldı ve “Domates çorbası,” diye mırıldandı dalgınca, sanki bilinçsizce dökülüyordu kelimeler ağzından. “Soğuduğunda içmeyi sevmezsin.”

Bir an ne diyeceğimi şaşırsam da “Öyle,” dedim ve yemekhanedekilerin kaçamak bakışları altında sözlerimi kanıtlar niteliğinde bir kaşık daha aldım çorbamdan.

Sessiz bir iç çekişle çorbamı içişimi izledikten sonra “Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu,” dedi bu sefer. Rahat olmadığı, konuşmakta zorluk çektiği her halinden belliydi. Benim konuşmak istemediğim ise metrelerce uzaktan bile fark edilirdi ve beni çok iyi tanıyan biri olarak halimi anlamaması imkânsızdı. Buna rağmen ne diye yanıma gelip böyle bir çabaya sokuyordu kendini? Buraya geldi diye benimle karşı karşıya gelmek zorunda değildi. Keşke gelmeseydi de.

Çorbamdan bir kaşık daha aldıktan sonra umursamaz bir ifadeyle tekrar “Öyle,” dedim ve masanın üzerindeki çatalımı alıp tepsideki patateslerden birine batırdım. Domates çorbası ve köfte-patates vardı bugünkü menüde. Karşımda yıllardır görmediğim eski sevgilim oturuyor olmasa büyük bir keyifle mideye indireceğim bir menüydü doğrusu.

Patates dilimini ağzıma atarak çiğnemeye başladığımda “Pek konuşma havasında değilsin sanırım,” dedi ve sesindeki sitem ilk kez ona karşı bir ifadede bulunmamı sağlayarak beni güldürdü. Lakin alaylı bir gülüştü bu, sinirimi bozmuştu çünkü.

Elimdeki çatalı tekrar masaya bıraktıktan sonra gözlerimi gözlerine diktim ve “Ne söylememi beklediğini anlamadım,” diye mırıldandım. Sessizliğimden bir şey anlamayacaktı belli ki. “Onca yaşanmış şeyden sonra ve geçen bunca senenin üzerine karşıma geçmiş normal bir şekilde sohbet edebileceğimizi mi düşündün? Ne diyeyim? Karınla bebeğinin halini hatırını mı sorayım? Yoksa Amerika’daki işlerinin nasıl gittiğini mi?”

Suratı asıldı. “Tamay, bak-”

“Bakamam,” diyerek kestim sözümü. “Buraya benimle dalga geçmeye falan mı geldin? Sahiden merak ettiğimden soruyorum Uğur, onca yaşanan şeyden sonra hiçbir şey olmamış gibi karşıma geçip oturma cesaretini kendinde nasıl buluyorsun? Geçmişi tek kalemde silip birbirimize hal hatır mı soralım istiyorsun?”

“Hayır, elbette hayır… Hiçbir şey olmamış gibi davranmanı beklemiyorum tabii ki. Ancak geçmişte geçirdiğimiz güzel günlerin hatırına düşman gibi de olalım istemiyorum.”

Alaylı bir hıh’lama döküldü dudaklarımdan. Besbelli dalga geçiyordu benimle.

“Yaşamamayı dilediğim şeylerin hatırı olmaz bende.”

Sözlerim ağrına gitmiş gibi gözlerini yumarak usulca yutkundu. Bense hiçbir şey olmamış gibi çorbamın kalan kısmını iki kaşıkta bitirdim ancak Uğur yüzünden soğumaya yüz tutan çorba yüzümü buruşturmama neden olmuştu.

Ağzımdaki soğuk çorba tadını yok edebilmek için köftelerimden birini ağzıma attığım sıra açtığı gözlerini tekrar bana dikti Uğur. “Biliyorum, bana çok kızgınsın. Hatta kırgınsın. Belki de yüzümü bile görmek istemiyorsun ki bu konuda da oldukça haklısın ama böyle yapma Tamay. Seni öylece arkamda bırakmak benim için de hiç kolay olmadı, inan bana.”

Ağzımdaki lokmayı hızla yuttuktan sonra söylediklerine inanamıyormuş gibi “Ya evet, hiç kolay olmamıştır eminim,” diye mırıldandım. Sözlerim buram buram alay kokuyordu. “Beni terk ettikten kaç ay sonra buldun karını? Üç müydü, yoksa beş mi? Evlenmek ve hatta çocuk yapmak için o kadar bile beklememiştin değil mi? Kolay olmayan hali buysa gerisini düşünmek bile istemiyorum.”

“Tamay-”

“Gerçekten anlamıyorum,” diyerek başımı salladım. Sinirlenmiştim. “Şu an hiçbir şey olmamış gibi karşımda oturuyor olmana, benimle sohbet etmeye çalışmana inanamıyorum. Uğur, biz normal bir şekilde ayrılmadık, farkındasın değil mi? Sen beni kandırdın. Umutlarımla, hayallerimle oynadın. Geleceğim, bekle, deyip gittin ama dönmedin. Yıllarca bana geri gelmeni bekledim ben senin. Acılar içinde kıvrandım, seni çocukluk hayallerinden koparacağım için üzüldüm. Çektiğim vicdan azabı öyle büyüktü ki ne dilediğimce seni özlediğimi söyleyebildim sana ne de senden daha fazla ayrı kalmak istemediğimi. Orada 7/24 birlikte olduğun insanları deli gibi kıskanmama rağmen ağzımı açıp tek bir kelime bile etmedim. Seni yılda birkaç defa görmeye razı oldum. Sürekli ağladım ama sana ne üzüntümü ne de hasretimi belli etmedim. Her yılın bitişinde, sonunda döneceksin ve kavuşacağız diye heyecanla beklerken açtığın bir telefonla dönmeyeceğini söyledin bana. Telefonla ya, telefonla… Buna rağmen katlandım be. Sıktım dişimi, devam ettim beklemeye. Ama ne oldu? Değişmedi hiçbir şey. Bir değil, iki değil; kaç kez gelmeyeceğini söyledin sen bana ya? Kaç kere hayal kırıklığına uğrattın beni? Tüm bu yapıklarına rağmen tek bir sitem sözcüğü duydun mu benden? Bir tane ya, bir tane… Hayır, duymadın. Çünkü hepsini içime attım, her şeyi içime attım. Peki, ya mükâfatım ne oldu? Bunca derdi, acıyı, hüznü sırtladım da ne kazandım ben? Ne kazandım, söylesene Uğur?”

Ağzını açıp bir şey diyemedi. Diyemezdi de zaten, hakkı yoktu.

“Ben söyleyeyim,” diyerek devam ettim konuşmama. Kaç yıldır içimde biriktiriyordum ben bunları? Saymaya halim yoktu. “Koca bir hiç. Boşluk. Sıfır. Kaybedilen zaman da cabası. Ben senelerce yolunu gözledim geri döneceksin diye ama sen ne yaptın? Bir gün aradın beni ve dedin ki, ben dönmeyeceğim. Ya oraya gelip seninle olacaktım ya da ayrılacaktık. Böyle devam edemem, dedin bana. Hatırlıyorsun, değil mi? Sen edemiyordun da ben edebiliyor muydum sanki? Çok mu mutluydum sence? Etrafımdaki insanlar bana acır gözle bakarken, senin beni oyaladığını söylerlerken onlara kulak tıkamak kolay mıydı sanıyorsun?” Dudaklarımı birbirine bastırdım ve etrafa daha fazla malzeme vermemek için kafamı sallayarak sakinleşmeye çalıştım. “Ben, benden ayrıldığında bile ağzımı açıp tek kelime edemedim sana. Şu ana kadar içimi dökme fırsatı tanımadın çünkü bana.” Sinir bozukluğuyla gülmeye devam ettim. “Sana gözyaşları içinde yanına gelemeyeceğimi söylediğimde, o zaman bitsin, dedin. Çok basit bir şeyden bahsediyormuş gibi, aramızda yaşanan bilmem kaç senelik ilişki bir hiçmiş gibi öylece bitirdin, vazgeçtin. Şaşkınlıktan ağzımı açıp iki kelime edemedim ben sana ya.” Kafamı salladım iki yana. “Sen o bahsettiğin geçmişin hatırına benden kısacık bir telefon görüşmesiyle ayrılmayı kendine hak görüyorsun da ben şimdi yüzüne bakmak istemiyorum diye mi ayıp ediyorum Allah aşkına?”

Masadaki çatalı sinirle kavrayıp tepsideki son köfteye batırdım ancak yiyemeyeceğim kadar sinirliydim. Boş vermiş tavrıma geri dönemiyordum. Eteğimde bunca yıldır sakladığım ne kadar taş varsa dökmek, hatta suratına fırlatmak istiyordum.

“Bana deseydin ki Tamay, ben dönmek istemiyorum ama ne yapacağımı da bilmiyorum, inan bir çaresini bulurdum. Belki biraz daha beklerdim seni. Her şeye ve herkese rağmen, kendime olan saygımı hiçe sayacak olmama rağmen yine beklerdim ben seni. Ya da ne bileyim, bir olurunu bulurdum işte ama izin vermedin. Beni öylece terk ettin. Ben daha bunun acısını hazmedememişken kendine yeni birini buldun ve etrafımda dolu olan acıyan bakış sayısını ikiye katladın. Ailem, arkadaşlarım, hastanedeki herkes aylarca arkamdan ne kadar zavallı olduğumu konuşup durdular. Onları duymamış gibi yapmak ne kadar zordu, tahmin edebilir misin? Sen bilmem kaç kilometre uzakta başka biriyle evlenirken, hatta ondan çocuk yaparken ben burada rahat rahat acımı bile çekemedim. İzin vermediler çünkü.”

Yüzünde acı çektiğini belli eden bir ifade vardı ancak onun samimiyetine inanmayı bırakalı bir hayli oluyordu.

“Buradan ilk gittiğin gün biliyordun değil mi İstanbul’a geri gelmeyeceğini?” Beklentiyle yüzüne, gözlerinin en içine baktım ve orada gördüğüm şeyle dilinden dökülecek herhangi bir kelimeye ihtiyaç duymadan “Biliyordun elbette,” diyerek başımı salladım. “Ne sandın, Uğur? Senden uzak kalmaya dayanamayıp peşinden geleceğimi mi, yoksa uzak mesafe ilişkisiyle başa çıkamadığımı söyleyerek senden ayrılacağımı mı?” Cevap vermesini beklemedim. “Beni çok iyi tanıyordun, oysaki. Yani en azından ben öyle sanıyordum… Gelemeyeceğimi biliyordun, neden gelemeyeceğimi de öyle. Sebeplerim benimle alakalı değildi çünkü, ailemden kaynaklıydı. Bunu çok iyi biliyordun sen ve buna rağmen uzun uzun açıklama bile yapmıştım ben sana büyük bir mahcubiyetle.” Bir kez daha salladım başımı. “Neden yaptın ki bunu? Neden gitmeden evvel ayrılmadın benden? Bu yaptığın işleri yokuşa sürmekten ve canımı daha fazla yakmaktan başka ne işe yaradı? Hadi söyle Uğur, konuşmak için gelmedin mi buraya? Soruyorum işte, cevap versene.”

Masanın üzerindeki eli yumruk halini alırken “Özür dilerim,” diye fısıldadı. Üzgün olduğunda sesi çatlardı ki şu anda da çatlıyordu ve bu sahiden benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. “Çok pişmanım, her şey için. Hiçbir şeyi geri alamayacağımı biliyorum ve buna rağmen senden çok özür diliyorum. İnan bana Tamay, gerçekten çok üzgünüm. Çok.”

“İnansam ne değişecek ki?” diyerek başımı salladım. “Ne fark edecek?” Derince iç çektim. “Neden yapıyorsun şu an bunu ya? Her şeyi boş vermişim, unutmuşum ben. Seni de, sana karşı hissettiğim şeyleri de yokluğa kavuşturmuşum. Daha ne istiyorsun benden? Ayrılırken yapmadığımız konuşmayı şu an yaparak ne geçireceksin eline?”

“Sana hala âşıkken başkasıyla evlendim ben,” dedi, beni şaşırtarak. “Seni tek başımayken unutamayacağımı bildiğim için hayatıma yeni birini almaya kalktım. Bir nevi mantık evliliği yaptım. Düzenli bir hayatım olursa monotonluğa alışır, eskiyi aramam sandım. Olmadı. Hayatımda hep bir boşluk kaldı. Bu yüzden çocuk istedim. Hissettiğim o boşluğu canımdan olan birinin sevgisiyle kapatırım sandım. Doğrusu kapattığıma inandım da ama seni dakikalar önce o koridorda gördüğümde yaptığım şeyin kendimi kandırmaktan ibaret olduğunu fark ettim.”

Konuşurken masaya odakladığı bakışlarını yüzüme kaldırarak çatık kaşlarıma ve buruşan yüzüme baktı. Aklımdan ne geçtiğini anlamış gibi “Benden iğrenme,” diye devam etti hızla. “Karım ona âşık olmadığımı biliyordu. Hatta sana âşık olduğumu da biliyordu, çünkü evlendiğim kadın orada edindiğim en yakın arkadaşımdı. Bunu bilerek evlendi benimle, bunu bilerek çocuğumun annesi oldu. Onu hiçbir zaman kandırmadım, ona karşı hep dürüsttüm. Zamanla ona alıştım hatta sevdim de ama hiç âşık olmadım.” Dudaklarını birbirine bastırdı ve birkaç saniye öylece yüzüme baktıktan sonra “Bunları şu an neden sana anlattığımı sorguluyorsun muhtemelen,” diyerek burukça gülümsedi. Aslında biliyordum, yani evlendiği kadının yakın arkadaşı olduğunu. Hala birlikte olduğumuz zamanlarda anlatıyordu çünkü bana o kadını ve farkında olmadan kıskançlıktan deliye dönmeme neden oluyordu. Gerçi sonradan kıskanmakta haklı olduğumu düşünmüş ve Uğur’un bir bakıma beni aldattığını sanmıştım. Demek ki olaylar tam olarak benim kafamda kurduğum gibi gerçekleşmemişti.

“Aslında vicdanımı susturmaya çalışıyorum biraz. Biraz da senden sonra çocuğum doğana kadar doğru dürüst hiç mutlu olmadığımı söyleyerek acınası yanımı gör istiyorum. Gör ki benden nefret etme. Gerekirse bana acı ama nefret etme. Benden nefret edişini kaldırmak hiç kolay değil çünkü.”

Şaşkındım, kırgındım ve hatta şu an adını koyamadığım çok daha fazla duygular içerisindeydim. Bu yüzden anlattıkları karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Öyle ki saçmalamamak ve kendime düşünme vakti kazandırmak için tepsideki buza dönmüş köfte-patatesimi bile bitirdim ancak söyleyecek bir şey bulamadım. Bunun üzerine dakikalar sonra aklıma gelen ilk şeyi söyledim ona.

“Benim hayatımda biri var.”

Saçmaladığımı düşünüyordum ancak Uğur, sanki benden tam olarak bunu duymayı bekliyormuş gibi yüzündeki buruk gülümsemesini büyüttü ve “Biliyorum,” diye mırıldandı. “Yani duymuştum. Yeni galiba?”

Başımı salladım hızla. “Birkaç aylık.” Sonra anlattıklarından hiç etkilenmemiş gibi alayla gülümsedim. “Malum, insanlara olan güvenim bir hayli azaldığı için kendime sevecek yeni birini bulmam epey zamanımı aldı.”

Usulca yutkundu ve imama karşı bir şey demezken “Doktor değilmiş sanırım,” diye mırıldandı. Ben onun hakkında nasıl bilgi edindiysem o da boş durmamıştı besbelli.

İfademi bozmadım ve “O hataya bir daha düşmem,” diye cevap verdim. Anlattıklarından sonra ona karşı yumuşayacağımı sandıysa yanılmıştı. Söylediği hiçbir şey geçmişte yaşadığım şeyleri değiştirmiyordu. Yalnızca benimle birlikteyken beni aldatmadığından emin olmuştum, o kadar.

“Anladım,” diyerek usulca başını salladığında konuşmanın sonuna geldiğimizi fark ettiğimden masanın üzerini toparlayıp telefonumu da önlüğümün cebine atarak ayaklandım.

“Yemek saati bitmeden gitsem iyi olacak.”

Başını kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinde hafif bir hayal kırıklığı görmüş gibi hissetsem de üzerinde durmadım. Bir zamanlar parmağına kıymık batsa canımın ondan daha çok yandığı adamdı ancak yaşanılan acılar insanı hissi olarak körleştirebiliyordu. Ve aslında bu gerçekten mucizevi bir şeydi.

“Her şeye rağmen seni uzun zaman sonra tekrar görmek güzeldi, Tamay. Aslında seninle konuşma çabamın arkasında biraz da en azından arkadaş kalmayı ummam yatıyor.”

Elimdeki tepsiyi sıkıca tutarken ilk kez buruk bir gülümseme gönderdim ona. “Karının yerinde olsaydım, bana âşık olmadığını bilsem dahi eski sevgilinle arkadaş kalmanı istemezdim.” Yüzümdeki gülümseme büyüdü. “Bazı şeyleri zorlamasak daha iyi olur sanki, Uğur.”

Yenilmiş bir tavırla ağır ağır salladı başını. “Pekâlâ. Kendine iyi bak.” Hafifçe iç çekti. “Umarım hayatındaki kişiyle gerçek mutluluğu yakalayabilirsin.”

“Umarım,” diyerek dudaklarımı birbirine bastırdım ve gözlerinin içine bakarak ona küçük bir baş selamı verdikten sonra yanından ayrıldım. Sırtımda hissettiğim bakışlar eşliğinde elimdeki tepsiyi kirlilerin olduğu kısma bıraktım ve hemen ardından ellerimi cebime sokup dik omuzlarımı da alarak yemekhaneden ayrıldım.

Bir nevi geçiş bölümüydü, bu bölüm. Aral olmadığı için canınız bir miktar sıkılmış olabilir ancak bir sonraki bölümle bunu telafi edeceğime olan inancım tam :’)

Aral’sız da olsa umarım severek okuduğunuz bir bölüm olmuştur. Neticesinde sonu net olmasa da kaza günü yaşananları öğrendiniz ve Tamay’ın meşhur eski sevgilisiyle tanıştınız. Neler düşündüğünüzü merak ediyorum, benimle paylaşmayı ihmal etmeyin lütfen ^^

Yeni bölüm ne zaman gelir, inanın bilmiyorum. Başta söylediğim gibi bu bölüm de hava durumu yüzünden finallerim ertelendiği için geldi, yoksa sınavlarım bitince yazacaktım. O yüzden kesin bir şey söylemiyorum ve yalnızca yeni bölüme kadar kendinize iyi bakmanızı diliyorum!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%