@bayanclara
|
“Bunları alıyorum o zaman, tamam mıdır?” “Tamamdır ablaların en güzeli, ben kapatıyorum şimdi. Deneme çözmem lazım. Çok öpüyorum seni.” Tuana, öpücük sesleriyle telefonu kapattığında gülerek başımı salladım ve telefonumu çantama attıktan sonra elimdekilerle birlikte kasanın bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladım. Normalde alışverişe birlikte çıkmamız gerekiyordu lakin sınavına sayılı gün kaldığı için evde kalıp ders çalışmayı tercih etmişti. Bu yüzden kıyafetleri alırken küçük bir görüntülü konuşma gerçekleştirmemiz gerekmişti. Bu akşam Asaf amcanın elli beşinci yaşını kutlamak için çiftlik evlerine gidecektim, çünkü Berrin teyze Asaf amcadan habersiz bir kutlama yapmak istemişti. Genelde aile içi yemeklerle karşılarlardı doğum günlerini, hatta işten fırsat bulabildiğim zamanlar ben de Tuana’yı alıp giderdim ancak bu seferkinin böyle olmasını istemişti Berrin teyze. Sanırım Asaf amcanın yaşlılık psikolojisine girerek canının sıkıldığını düşünüyordu ki yıllarını sokaklarda geçiren bir adam için düşünüldüğünde bu halleri oldukça normaldi. Artık eski çevikliği yoktu ve mesleği ona yaşlandığını daha çok hissettiriyordu. Bu gece de ona biraz olsun moral olurdu. Mağazadaki kasa kuyruğuna girerek beklemeye başladığım sıra elimdeki gömleği ve ceketi tekrar süzdüm. Bir yerlerinde hasar olmasını istemezdim. “Tamay Hanım?” Duyduğum sesle bakışlarım elimdekilerden ayrılırken hafifçe arkama döndüm ve Hare Hanım’la karşılaştım. Elindeki birkaç parça eşyayla hemen ardımda duruyordu. “Aa,” dedim, hafif bir şaşkınlıkla. “Merhaba, nasılsınız?” Önüne gelen kıvırcık, sarı saçlarını kulağının ardına sıkıştırırken “İdare etmeye çalışıyorum,” diye mırıldandı ancak oldukça yorgun görünüyordu. “Siz nasılsınız?” “İyiyim, teşekkür ederim,” diyerek başımı salladım. Hare Hanım, çocuk sahibi olamama şikâyetiyle bana gelen hastalarımdan biriydi ancak yapılan tüm tahlil ve tetkikler göz önünde bulundurulduğunda tıbbi açıdan anne olamaması için bir nedene rastlayamamıştık. Bu yüzden de ona, eşi için bizim hastanedeki ürologlardan birini tavsiye etmiştim. Ancak sonradan kendisini hiç görmemiştim. Bu yüzden “Eşiniz söylediğim doktora gitti mi?” diye sordum. Gözlerini mahcup bir edayla benden kaçırırken “Şey, hayır,” diye mırıldandı. “Çünkü biz vazgeçtik.” Kaşlarım derince çatılırken “Çocuk sahibi olmaktan mı?” diye sordum. Ağırca yutkundu. “Hem ondan hem de birbirimizden,” diye mırıldandı oldukça kısık bir sesle. Yorgunluğunun fizikselden çok duygusal olduğunu o an anladım. “Boşanmaya karar verdik.” Ne diyeceğimi bilemeyerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne için boşanmaya karar verdiklerini anlayamamıştım ama soramazdım da, nihayetinde bu çok özel bir konuydu ve ben sadece bir doktordum. “Anladım,” diyerek başımı salladım hafifçe. “Umarım, hakkınızda hayırlısı olur.” “Umarım, teşekkür ederim,” diyerek iç çekti ve sıranın bana geldiğini fark ederek eliyle kasayı işaret etti. “Buyurun lütfen.” Hare Hanım’a ve elindeki tek parça tişörte kısa bir bakış attım ve biraz olsun gülümsemeye çalışıp önüme döndüm. Onun için üzülmüştüm ve açıkçası çocuk sorunu yüzünden boşanıp boşanmadıklarını da bir hayli merak etmiştim ancak bu merakla kalmak zorundaydım. Elimdekileri hediye paketi yaptırdıktan ve ücretini ödedikten sonra Hare Hanım’a dönüp “Hoşça kalın,” diye mırıldandım. Elindeki tişörtü -yanılmıyorsam bir erkek çocuğu tişörtüydü- kasadaki görevliye uzatırken “Siz de,” diyerek başını salladı. “Ve lütfen kendinize iyi bakın.” “Siz de,” diyerek usulca tebessüm ettim ve mağazadan çıkarak içinde bulunduğum alışveriş merkezinin çıkışına doğru ilerlemeye başladım. ღ Telefonumu elimdeki küçük çantaya tıktıktan sonra Tuana’nın odasının önünde duraksadım ve kafamı aralık kapıdan içeri uzatıp “Tuana, ben çıkıyorum ablacığım,” diye haber verdim. Tuana, başını önündeki test kitabından kaldırarak bana çevirdi ve yorgun gözlerini kırpıştırarak “Tamam, dikkatli git. Asaf amcamla Berin teyzeme de selamımı söyle,” dedi. “Söylerim, hadi görüşürüz.” Odanın kapısını kapatıp merdivenlere yöneldim ve aşağı kata inip evdeki pencere ve balkon-bahçe kapılarının kapalı veyahut kilitli olduğuna emin olarak dış kapıya yöneldim. Notları gönderen kişinin son zamanlarda yine çok sessiz oluşu canımı sıkıyordu lakin her daim ona göre hareket etmem mümkün değildi. Ben de bu yüzden hala hiçbir şeyden haberi olmayan kız kardeşimi önce Allah’a sonra da evin önündeki polislere emanet ederek dışarı çıkmak zorundaydım. Holdeki ayakkabılıktan siyah topuklularımı alırken vestiyerin önündeki aynadan üzerime kısa bir bakış attım. Siyah, ince askılı, göbeğinde küçük bir dekolte detayı olan mini bir elbise giymiştim. Siyah saçlarımın uçlarını dalgalandırmış ve at kuyruğu şeklinde sıkıca bağlamıştım. Yüzüme de elbiseye uyacak şekilde gölgeli bir makyaj yapmıştım ki hiç fena görünmüyordum. Tabii bu uğraşın sebebi Asaf amcam değildi, çiftliğe gelip gelmeyeceğini dahi bilmediğim başkomiserimdi. Eğer o gelirse diye bu kadar özenerek hazırlanmıştım geceye. Umarım gelirdi. Ayakkabıları ayağıma geçirdikten sonra evden çıktım ve kapıyı kilitleyip arabama atlayarak yola koyuldum. Asaf amcam karısıyla baş başa yemek yiyeceğini sanarak gittiği evdeki kalabalığı görünce ne tepki verecekti, merak ediyordum doğrusu. Berrin teyze, çiftliğe Asaf amcamın ekibini ve iş arkadaşlarını da davet ettiğini söylediğinde ilk işim Arel’le iletişime geçmek olmuştu. Ona davete gelip gelmeyeceklerini sorduğumda kendisinin geleceğini ama Aral konusunda emin olamadığını söylemişti ki Aral’ın iş dışındaki davetlere katılmadığını da bu sayede öğrenmiştim. Tabii bu iş canımı sıkmıştı ancak sadece bu gece için değildi hüznüm, Aral’ın genel olarak işi dışında yaşamayı unutmuş olmasına üzülüyordum en çok. Evet, inanması zor olsa da durum buydu. Aral; eğlenmeyi ve gülmeyi unutmuştu. Hayatında polislik dışında başka hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Ve bana sorarsanız mesleğini de canını hiçe sayarak yapıyordu. Yaklaşık bir saat sonra arabayı Asaf amcamın çiftlik evinin arka tarafında bulabildiğim boş bir yere park ettim ve yan koltuktaki çantamla hediye poşetini de alarak aşağı indim. Arabayı kilitleyerek çiftliğin arka kapısından içeri girdim ve bakışlarımı etrafta gezdirerek ilerlemeye başladım. Asaf amcamın davetten haberi olmadığı için herkesi evin içine doldurmuş olmalılardı ki ortalıkta kimse görünmüyordu. Çiftlik evinin etrafından dolanarak ön kapıya vardım ve uzanıp zili çaldım. Çok geçmeden kapı, Asaf amcamların çiftliğiyle ilgilenen Gizem abla tarafından açıldığında gülümseyerek içeri girdim. Gizem ablayla yaptığımız küçük hal hatır sorma faslının ardından onun yönlendirmesiyle davetlilerin bulunduğu geniş salona geçtim. Berin teyze Asaf amcamla birlikte buraya geleceği için davetlilere ev sahipliği yapan Asaf amcamın oğulları Akif ve Burak’tı. Akif, benden bir yaş büyüktü ve evliydi. Burak’sa Akif’ten beş yaş küçüktü. Burak’ın, Akif ve eşiyle birlikte salonun kenarında dikildiğini fark ettiğimde yüzümdeki gülümsemeyi söndürmeden yanlarına doğru ilerledim. Babamları kaybettikten ve amcamların yanına taşındıktan sonra onlarla olan bağım bir miktar kopmuş olsa da ara ara böyle organizasyonlarda bir araya gelebiliyorduk. Burak, kolunu yanında bulunan kızın omzuna attığı sıra beni fark etti ve yüksek sesle “Tamay?” diyerek tüm dikkatlerin üzerime kaymasına neden oldu. Adımlarımı hızlandırarak yanlarına vardığımda “Herkese merhaba,” diye mırıldandım sıcak bir sesle. Büyüdükçe birbirimizden kısmen kopmuş olsak da çocukken Akif’le çok iyi bir arkadaşlığımız vardı. Burak’ı da severdim ancak yaşı bizden küçük olduğundan onunla Akif’le oynadığım kadar oynayamamıştım. Yine de çok tatlı bir çocuktu. “Hoş geldin,” diyen Akif’e küçük bir baş hareketiyle “Hoş buldum,” dedikten sonra Akif’in eşiyle de selamlaşıp Burak’ın yanındaki kıza döndüm. “Tamay, bu Ece. Kız arkadaşım.” “Öyle mi? Çok memnun oldum,” diyerek kıza elimi uzattım. “Ben de Asaf amcanın eski bir arkadaşının kızıyım.” Ece, içten bir ifadeyle elimi sıkarken “Ben de memnun oldum,” diye mırıldandı. Onlarla ettiğim kısa sohbetin ardından elimdeki fazlalıklardan kurtulmak isteyerek “Hediyemi nereye bırakayım ben ya?” diye sordum. Akif, yardımcı olmak için “Gizem abla topluyordu hediyeleri. Sen uzat bana, ben verip geleyim,” diyerek hediyeme uzandığında ona engel olup “Gerek yok yahu, ben veririm,” dedim ve Gizem ablayı bulmak üzere yanlarından ayrıldım. Davetlilerin arasında tanıdık bir yüz görebilme umuduyla etrafa baka baka yürüsem de ne yazık ki aradığımı bulamamıştım. Lakin umut etmeye devam ediyordum, çünkü Arel’in geleceğini biliyordum. Onu tek başına görene kadar karalar bağlama seremonimi erteleyebilirdim nihayetinde. Koridora çıktığım an Gizem ablanın dış kapıya doğru yürüdüğünü fark ederek peşine takıldım. İçerideki uğultudan kapı çaldığını duymamış olmalıydım. Ben ona seslenemeden dış kapıyı açtığında kapının diğer tarafında dikilen adamları gördüm ve ilerlemeyi bırakarak olduğum yerde kalakaldım. Çünkü saatlerdir aklımda olan kişiler tam karşımda duruyordu. Gizem abla onları içeri davet ettiğinde beni ilk fark eden Arel olmuştu ki bunu, gözleri benimkilerle buluştuğunda çaldığı ıslıktan anlamıştım. Adımlarını bana yöneltirken neşeli bir tavırla “Jülide!” diye seslendi. “Bu ne güzellik böyle?” Bakışlarım bir anlığına Aral’a kaydığında çatık kaşlarıyla ikizini izlediğini fark ederek yarım yamalak gülümsedim ve “Teşekkür ederim,” diye mırıldanıp üzerine kısa bir bakış attım. Kot ve düz bir tişört üzerine ceket giymişti ki yakışıklılıkları baz alındığında bu basit kıyafetlerle bile gereğinden fazla iyi görünüyorlardı. “Sen de çok şık görünüyorsun.” Elini şöyle bir sallayıp “Eh, yaptık işte bir şeyler,” diye sırıttı. Karizmatik bir adamdı ve bunun farkındaydı. Dik bakışlarıyla birlikte Arel’in hemen çaprazında duraksayan Aral’a döndüm ve saklayamadığım bir neşeyle “Siz de hiç fena gözükmüyorsunuz başkomiserim,” diye mırıldandım. Ondan iltifat gelmeyeceğinin bilincinde olduğumdan ilk adımı ben atmak istemiştim ki sanırım, aramızdaki o ne olduğunu bilmediğim ilişkide ilk adımı atan kişi hep ben olacaktım. Lakin bundan gocunmuyordum. Amacım onu kendime alıştırmak ve dikkatini çekmekti, bunun için de gururumu ezmeyecek şekilde her şeyi yapabilirdim. Arel’in aksine gömlek giymeyi tercih etmişti lakin ikizindeki ceketin benzerinden onda da vardı. Ayrıca Arel onu buraya gelme konusunda nasıl ikna etmişti bilmiyordum ama iyi ki etmişti. Sözlerim neticesinde dikkati dağılırken yeşilleri bana döndü ve “Hım?” deyiverdi. Tabii ardından da kendini toparlamaya çalıştı. “Şey, sağ ol.” Şaşkın şey seni… Onu utandırdığımı fark etmek neşemi katlarken bunu belli etmemek için yanımızdan geçip gitmeye hazırlanan Gizem ablaya dönerek hediyemi uzattım. “Abla sen topluyormuşsun sanırım hediyeleri.” “Ah, tamam, kızım. Ben diğerlerinin arasına koyarım.” Gizem abla hediyeyle birlikte mutfağa yöneldiğinde Aral’la Arel’in tuhaf tuhaf bakıştıklarını görerek “E, beyler?” diye seslenip bakışmalarını böldüm. “Burada dikilmeye devam mı edeceksiniz? Hadi içeri girelim.” Arel, dünden razı bir şekilde “Bakalım güzel hanımlar var mı içeride?” diye sorarak yanımdan geçtiğinde irileşen gözlerimde peşinden bakakaldım. “Aa, bunun buraya gelme niyeti de bayağı farklıymış yalnız.” Gülerek yüzümü Aral’a döndüğümde bakışlarının üzerimde gezindiğini fark ettim ve içten içe mutlu olurken ifademi değiştirmemeye gayret gösterdim. Onun için süslendiğimi göz önünde bulundurduğumdan beni incelemesini bir başarı olarak görebilirdim. Hatta tanıştığımız ilk zamanlarda yeşillerinin pek üzerime takılmadığını göz önünde bulundurduğumda bu gerçekten büyük bir başarıydı. Usulca yutkunarak bakışlarını benden kaçırırken “Her zamanki hali,” diye bir şeyler gevelediğinde yüzümdeki gülümseme büyüdü. “Öyle mi?” diyerek dudaklarımı büktüm. “Sandığımdan da çapkınmış öyleyse.” Bu konudan haz etmiyormuş gibi “İçeri mi geçsek?” diye sorduğunda hızla başımı sallayarak “Tabii tabii,” diye mırıldandım. Adam ayda yılda bir kere davete gelmişti zaten, benim düşük çenem yüzümden kaçmasaydı bari. Davetlilerin olduğu yere girdiğimizde Akiflerin davetlilerin arasında dağıldığını gördüm ve bu yüzden kendimize oturacak bir yer bulma amacıyla bakışlarımı etrafta gezdirmeye başladım. Bu sırada da Arel’in kızlı erkekli bir grubun arasına dâhil olarak neşeli bir sohbette olduğunu fark ettim. Cidden ondan hızlısı mezardaydı. Ve iyi ki Aral onun gibi biri değildi. Koltuklarda oturabileceğimiz iki kişilik boşluğun olmadığını kabullendikten sonra odanın bazı köşelerine atılmış pufları gördüm. Duvar kenarındaki pufların boş olduğunu fark edince başka birilerinin pufları bizden evvel kapmasını istemediğimden bir anlık heyecanla uzanıp Aral’ın bileğini yakaladım. “Hadi gel, şuraya geçelim.” Aral’ı bileğinden çekiştirerek ilerlediğimi pufların önünde duraksadığımda fark etmiş ve peşimden sürüklenmesine rağmen hiç itiraz etmemesini büyük bir memnuniyetle kabullenmiştim ancak bunu ona belli etmedim. Hatta tam tersine mahcup bir ifadeyle bileğini bırakırken “Pardon,” diye mırıldandım. Burada olduğu için o kadar mutluydum ki utanasım bile gelmiyordu. “Başkası kapmasın diye acele etmek istemiştim sadece.” “Sorun yok,” diyerek başını salladıktan sonra puflardan birine oturdu. Pufa oturmasını izledikten sonra elbisemin kısa eteğine dikkat ederek çömeldim ve Aral’ın yanındaki pufa oturdum. Göçtüm desem daha doğru olurdu sanırım, çünkü Aral halimi fark edip son anda kolumdan yakalamasa arkaya doğru devrilmeme az kalmıştı. Beni tutan eline sarılarak pufun üzerinde düzgün bir pozisyon aldığımda hafif kıvrık dudağıyla bana baktığını görünce dayanamayıp sırıttım. “Biraz daha zorlasam ters takla atacaktım galiba.” Kendimle alay etmem onu güldürmüştü ve şunu da özellikle belirtmem gerekiyordu ki kısık tondaki gülüşü şahit olduğum en çekici gülümseme olabilirdi. Ya da ben başkomiserime düşmeye yer arıyordum, bu da çok muhtemeldi. “Olmayan cüsseni hesaba katmadan kendini öylece bırakıverirsen olacağı buydu.” Benimle eğleniyordu ve bunu seviyordum. Gerçekten… “Zayıf olmak da başa bela yani başkomiserim, ha?” “Yani,” diyerek dudaklarını büktü. “Kıyaslandığı konuya göre değişir aslında bu.” “Doğru,” diyerek başımı salladığım sıra bakışlarım eteğime takıldı. Dikkat etmeye çalışsam da çok sağlıklı bir şekilde oturamadığım için eteğim fazlasıyla kısalmıştı ve oturduğum yerden eteği çekiştirmekle düzelecek gibi görünmediğinden ayağa kalkmam lazımdı. Oflaya puflaya ayağa kalkmak için ellerimi pufun iki kenarına yaslamıştım ki Aral’ın önüme uzanan eli dikkatimi dağıttı. Ne ara çıkarttığını fark etmediğim ceketini bana uzatıyordu. Küçük bir şaşkınlıkla bakışlarımı ona taşıdığımda “Rahatsız görünüyorsun,” diye mırıldandı. Bakışları yüzümden ayrılmıyordu. “İstersen kullanabilirsin.” “Ah, şey, teşekkür ederim.” Niye utanmıştım bilmiyordum ama bu hareketinin kalbimi çarptırdığını saklayamazdım. Ceketini alıp bacaklarımın üzerine örttükten sonra halimden memnun bir şekilde başımı çevirdim ve onunla göz göze geldim. Bakışlarının üzerimde olması içimi sıcacık yaparken “Ee,” dedim, kontağımızın bozulmasını istemeyerek. “Asaf amcaya hediye aldınız mı?” “Arel halletti o işi ama ne aldığını bilmiyorum,” diye mırıldandı umursamaz bir ifadeyle. “Pek önemli değil sanırım doğum günleri senin için?” diye sordum, bir nevi ağzını aramaktı amacım. “Doğrusunu söylemek gerekirse uzun zamandır umursamıyorum.” Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı salladım. Demek ki umursamadığı şeylerden biri de buydu. “Neden geldin peki?” diye sordum bu sefer lakin sesim biraz hesap sorar gibi çıktığından hızla açıklamaya koyuldum. “Yani madem önem vermiyorsun, neden gelme ihtiyacı duydun, demek istedim.” Bakışlarını kahvelerimden uzaklaştırıp “Arel, çok ısrar etti,” dedi. “Hatta o kadar şişirdi ki başımı, gelmek zorunda kaldım.” “Anladım,” diyerek dudaklarımı birbirine bastırdım. İyi ki Arel’in benim için ısrar ettiğini bilmiyordu… Konunun değişmesi için bahsedecek yeni şeyler aradığım sırada Akif heyecanla içeri girip “Babamlar geliyor!” diye haber verdi. “Evde kimse yok sandığı için ışıkları kapatacağım, bir süre öyle durmak zorundayız maalesef. Babam salona girip ışıkları açtığında hep birlikte sürpriz diye bağırırız.” Odanın içindekiler onay dolu mırıltılar çıkarırken Aral çevik bir hareketle ayağa kalktı ve başını bana doğru çevirip elini uzattı. Önce bana odaklı yeşillerine, ardından da eline baktıktan sonra küçük bir gülümsemeyle elimi sıcak avucunun içine bıraktım ve boştaki elimle de kucağımdaki ceketini tutarak beni kaldırmasına izin verdim. Ayaklarım sağlam bir şekilde yere bastığında hiç istemesem de elimi avucundan yavaşça çektim ve “Teşekkür ederim,” diyerek ceketini ona uzattım. “Yani… Her ikisi için de.” Küçük bir baş hareketiyle “Rica ederim,” diyerek ceketini aldı ama tekrar giymek yerine koluna asıp bakışlarını salonun girişine çevirdi. İçerideki davetliler de teker teker ayaklanıp yönlerini kapıya dönüyorlardı. Kolum, Aral’ın koluna değecek şekilde yanında beklerken ışıklar söndü. Cam tarafında olmadığımız için bulunduğumuz kısma ay ışığı etki etmiyordu ve bu yüzden karanlığa alışmış olsam da pek bir şey gördüğümü söyleyemeyecektim. Hissettiğim tek şey Aral’ın kısık nefes sesleriydi. Burak’ın direktifiyle salondaki uğultu yerini koyu bir sessizliğe bırakırken tüm dikkatimi duyulacak kapı sesine odaklamıştım. Öyle ki sol tarafımda birinin olduğunu ani bir darbe yiyerek Aral’ın üzerine doğru yalpaladığımda anlamıştım. Küçük bir iniltiyle dengemi kaybettiğimde Aral hızlı reflekslerini konuşturarak beni belimden yakaladı ve düşmeme engel oldu. “Ay, çok affedersiniz. Bir an sizi fark edemedim.” Muhtemelen bana çarpan kişiye dönüp yüzüne baktığımı farz ederek -sadece siyah bir siluet görüyordum- “Sorun değil,” diye mırıldandım. Gerçekten hiç sorun değildi, çünkü kadının sayesinde Aral’ın göğsüne yaslanmıştım. Beni yakalayabilmek için boştaki eliyle karnıma sarılmış, ceketi tutan eliyle de kolumu tutmuştu. Tabii ben de bu süreçte boş durmamış ve o can havliyle iki elimle, belimi sararak avuç içini karnıma yasladığı koluna tutunmuştum. Evet, biraz fırsatçıydım, kabul ediyordum. Kadın bir kez daha özür dileyerek ayak seslerinden anladığım kadarıyla diğer tarafa doğru adımlarken “İyi misin?” diye sordu Aral. Sesi oldukça kısıktı lakin kulağımın dibinde konuşuyor olması bütün tüylerimi ayağa dikmişti. Cevap vermek için ona dönmek istediğimde yakınlığını fark edemediğimden burnum çenesine sürttü ve bu, belime sarılı olan kolunun kasılmasına neden oldu. Ona neredeyse yapışık haldeyken ve vücut sıcaklığını tenimde hissederken dilim tutulmuş, tek kelime edemez hale gelmiştim. Evin kapısının açıldığını ve Asaf amcanın bir şeyler söylediğini işittim ancak aklım da fikrim de bir nefes uzağımdaki adamda olduğu için ne dediğini anlayamadım. Üstelik Aral’ın da geri çekilmek yerine kıstığı yeşilleriyle -şu karanlıkta görebildiğim tek yeri parlayan gözleriydi- yüzümü net bir şekilde görüyormuşçasına bana bakması aklımı fena halde karıştırıyordu. Işıklar ansızın açıldığında ve salonda koca bir gürültü koptuğunda tek yapabildiğim gözlerimi kırpıştırmak olmuştu. Arka planda dizi oynuyormuş da ben televizyonun önünde başka şeylerle uğraşıyormuşum gibi hissediyordum şu an. Salonda her kafadan bir ses çıkarken konuşulan şeyler uğultu gibi geliyordu kulağıma. Aklım, kalbim ve hatta tüm vücudum tek bir kişiye odaklanmıştı. Şu an, herkesin içinde, öyle birdenbire öpseydim onu… Ne olurdu ki? “Başkomiserim?” Çok yakınımızdan gelen sesle gerçek dünyaya iniş yapmış gibi irkildik ikimiz de. Bakışlarımız hızla birbirinden koptu. Aral’ın kendine gelmesi benden hızlı olmuştu, zira yalnızca saniyeler içinde ellerini üzerimden çekip birkaç adım gerileyerek ona seslenen kişiye dönmüştü. Bense meczup gibi bakakalmıştım ona öylece. “Biraz önce Arel’le konuşmuş olmasam sizi Arel sanacaktım, malum sizi böyle yerlerde görmeye pek alışık değiliz.” Duyduğum ses, beni düştüğüm aşk çukurundan çıkarırken çatılan kaşlarımla belki de bu zamana kadar ki en mahrem anımızı bölen kadına döndüm. Kimdi ve Aral’a ne hakla başkomiserim diyebiliyordu? Aral, bir tek benim başkomserim olmalıydı. En azından onu yalnızca ben bu şekilde sahiplenebilmeliydim! Kendime hâkim olamadan benden küçük olduğu belli olan kadına kötü bakışlar atarken “Bu seferlik öyle olması gerekti, Nisan,” diye mırıldandı Aral. Ses tonu bir tuhaf çıkmıştı, sanki sert çıkarmaya çalışıyordu da aklı başka yerlerde olduğu için ciddiyetini konuşmaya veremiyordu. Ya da ben bir taraflarımdan felaket güzel sallıyordum… Ve nedense içimden bir ses, Tutku’dan yeni yeni kurtulduğum şu zamanlarda bu kızla uğraşmak zorunda kalacağımı söylüyordu. “Bir seferlikle kalmasın ama Başkomiser’im, sizi aramızda görünce çok mutlu oluyorum. Yani… Oluyoruz, ekipçe.” İşte kırılmıştı o beklediğim pot… Konuşurken gözlerini bana asla çevirmemesinden de anlaşılıyordu gerçi. Parmak uçlarımın elektriklendiğini hissederken avuç içimi elbiseme sürterek sakinleşmeye çalıştım. “Sen yine de çok ümitlenme, Nisan.” Nisan, başını usul usul salladıktan sonra bana göz ucuyla kısa bir bakış atıp tekrar Aral’a döndü. “Ben diğerlerinin yanına döneyim, bize katılmak isterseniz şu taraftayız.” Aral, Nisan’ın gösterdiği tarafa şöyle bir baktıktan sonra başını salladı. “Bakarız. Siz eğlenmenize bakın.” Nisan, kısa bir vedayla yanımızdan ayrıldığında kollarımı göğsümde kavuşturdum ve ağırlığımı tek bacağıma verip etrafı izliyormuş gibi yaparken “Bu kız kim?” diye sordum, oldukça umursamaz olduğunu düşündüğüm bir tavırla. Kızın ekipten bahsetmesi aklıma birkaç fikir sokmuştu tabii ama emin olmak zorundaydım. Düşmanın nerede olduğundan emin olmak lazımdı çünkü. Aral’ın bakışlarının üzerime kaydığını hissetsem de dönüp ona bakmadım. Asaf amcanın yüzündeki geniş gülümsemesiyle oğullarına sarılışını izliyordum. “Nisan, benim ekibimden biri.” Demek polisti. Dişli bir rakibim vardı anlaşılan. Ve Aral’ı benden daha fazla görüyordu… “Yaşı küçük gibi geldi bana,” diyerek ağız aramaya devam ettim. “Bizden küçük ama tam olarak kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. Ekibe katılalı da iki sene olacak zaten.” Kaşlarımı kaldırıp ona yandan bir bakış attım. “Bir de hesapladın yani?” Duraksadı. Ani çıkışım onu şaşırtmıştı, kendimi tutmayı başaramıyordum ki! “Nasıl yani, anlamadım?” diye sordu samimi bir kafa karışıklığıyla. Buradan da kıvırılmazdı ki. “Ne zaman ekibinize katıldığını hatırlıyorsun ya, onu diyorum. Ekibindeki herkesi bu kadar yakından tanıyor musun?” “Yani, aşağı yukarı bilirim ekibe katılma zamanlarını,” diyerek dudağını büktü. Neden böyle şeyler sorduğumu anlamamış gibi görünüyordu ki böylesi benim için kesinlikle daha iyiydi. “Zaten benden başka toplamda sekiz kişi var ekipte ki biri Arel. Böyle şeylerin akılda kalması çok zor değil yani.” “Hım,” diyerek başımı salladım. Tüm keyfim kaçmıştı doğrusu ve bunu fark etmemesi imkânsızdı. Neticesinde çiftliğe geldiğinden beri adama gülücükler saçıyordum. “Anlıyorum.” Konuşmaya devam ettikçe Aral’a saçma bir şekilde trip atabileceğimin farkında olduğumdan “Gidip Asaf amcamın doğum gününü kutlayayım,” diye mırıldandım ve onun gelip gelmeyeceğini umursamadan tanımadığım birkaç kişiyle konuşan Asaf amcaya doğru ilerledim. Tekrar Nisan’ı görüp sinirimi katlamak istemediğimden bakışlarımı Asaf amcadan ayırmadan yürüyordum ki beni fark etmesi çok da uzun sürmemişti. “Tamay?” İsmimi seslenmesiyle yanındakiler de bana dönerken bakışlarımı amcamdan ayırmadım ve yanına vardığımda ona sarılıp “Doğum günün kutlu olsun koca çınar,” diye mırıldandım. “Nice nice nice yılların olsun.” Başımı geri çekerek yüzüne baktım. “Tabii ki bizli!” Gülerek başını salladı ve uzanıp kolumu okşadı. “Sizsiz olur mu hiç zaten? Siz bana babanızın emanetisiniz.” Gülümsemem buruk bir hal alırken ağlamamak için usulca yutkundum ve konuyu değiştirmek isteyerek “Tuana gelemedi, malum sınavına sayılı günler kaldı. Ders çalışıyor evde ve size çok selam söyledi,” dedim. “Ayrıca hediyeni beraber seçtik. Umarım beğenirsin.” “Beğeneceğime hiç şüphem yok,” diyerek gülümsedi. “Zevkinize her zaman bayılmışımdır, bilirsiniz.” Gülümseyerek başımı salladığım sıra o ana kadar yüzlerine bakma ihtiyacı duymadığım adamlardan biri lafa girerek “Amirim?” diye mırıldandı. “Bu güzel hanımefendiyle bizi tanıştırmayacak mısınız?” Başımı çevirip konuşan kişiye baktım. Benim yaşlarımda, belki birkaç yaş büyük de olabilirdi, yakışıklı biriydi lakin ismi lazım olmayan birileri gözlerimi öylesine boyamıştı ki dünyadaki en yakışıklı adamı da görsem onun yeşillerine baktığım andaki gibi hissedemeyeceğimi biliyordum. Asaf amca, konuşan kişiyi göstererek “Tamay, bu Sait. Kaçakçılık şubede başkomiser,” diye açıkladıktan sonra Sait’in yanındaki adamı işaret etti. “Bu da Yusuf, Sait’in ekibinden.” Bakışları beylere döndü. “Tamay da benim çok yakın bir arkadaşımın kızı.” “Öyle mi? Tanıştığımıza memnun olduk. Özellikle de ben çok memnun oldum.” Sait denen adam yakışıklılığının farkında olarak cesur hareketler sergilese de pek umurumda değildi, zira başka bir başkomiserle kalbim fena halde dertteydi. Lakin yalandan gülümsemeyi de ihmal etmedim. “Bende memnun oldum.” “Asaf Amir’im?” Hemen ardımdan duyulan sesle birlikte omzumda hissettiğim dokunuş kalp çarpıntılarımı artırırken bakışlarımı Asaf amcama çevirerek usulca yutkundum. Ne ara gelmişti yanımıza bilmiyordum ancak omzum göğsüne dokunurken düşünebildiğim tek şey burnuma dolan kokusunun bağımlılık yapacak türde bir koku olduğuydu. “Aral?” diyerek gözlerini irice açtı Asaf amcam. “Seni burada görmek ne büyük sürpriz.” Altı üstü amirinin doğum gününe gelen bir adama böyle tepki verdiklerine göre Aral, işi haricinde evden çıkmıyordu bile herhalde. “Bugün bir değişiklik yapayım dedim,” diye cevap verdiğinde kendimi tutamayıp başımı çevirdim ve Aral’la göz göze geldim. Yeşillerinde tuhaf parıltılar vardı, anlamlandıramamıştım doğrusu. “Ne iyi yapmışsın,” diyen Asaf amcam bakışlarını bir şeyi anlamaya çalışır gibi benle Aral arasında gezdirmeye başladığında umursamaz bir ifade takındım. Daha Aral’ı elde edememişken duygularımı bilen insanların çoğalmasını istemiyordum. “Aral, n’aber ya?” Sait’in sesiyle hepimiz ona döndüğümüzde Aral, düz bir ifadeyle “İyidir,” diyerek hafifçe öne doğru eğildiğinde omzum tam anlamıyla göğsüne yaslanmıştı. “Senden n’aber?” “Benden de iyidir,” derken bakışları bir anlığına Aral’la olan küçük temasımıza takıldı ancak yüzündeki gülümsemeyi bozmadan “Tamay Hanım’la tanışıyorsunuz sanırım?” diye ekledi. “Aynen,” diyerek başını salladı. “Tanışıyoruz, Tamay Hanım’la.” Hanım derken ki imayı anlamamak mümkün değildi ancak nedenini anlayamamıştım. Bu yüzden ona garip bir bakış yollamıştım ki “Pasta geliyor! Pasta geliyor!” sesleriyle dikkatim dağıldı. Asaf amcam “İşte doğum günlerinin en sevdiğim kısmı,” diyerek şakacı bir tavırla ellerini birbirine sürttüğünde haline gülerek kenara çekildim. Aral da beni izleyerek diğer tarafa gerilediğinde Akif ve Burak sürdükleri tekerlekli pasta sehpasıyla babalarının önünde duraksadılar. Konuklar teker teker yanımıza gelmeye başlarlarken Berrin teyze de Asaf amcamın yanına geçti ve amcam, alkışlar eşliğinde pastasındaki mumları üfledi. “Asaf amirle tanışıklığınız çok eski sanırım?” Asaf amcanın karısına ve çocuklarına sarılışını izlediğim sıra yanımdan gelen sesle kafamı çevirdim ve Sait’le göz göze geldim. Tüm ilgisi benim üzerimdeymiş gibi görünüyordu. “Babamla çocukluk arkadaşıymışlar,” diye cevap verdim. “Yani kendimi bildim bileli hayatımda Asaf amcam.” Kaşları havalanırken “Öyle mi?” diye mırıldandı. “Babanız da mı polis yoksa?” Küçük bir duraksamanın ardından kısık bir sesle “Hayır,” diye mırıldandım. “Babam, mühendisti.” Kullandığım geçmiş zaman eki, ona anlaması gerekeni anlatmış olacaktı ki yüzü hızla mahcup bir ifadeye büründü. “Çok affedersiniz, ben öyle bilemeden… Başınız sağ olsun.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Sorun değil... Sağ olun.” Zaten düşük olan modum iyice kayıplara karışırken sessizce iç çekerek önüme döndüm ve Aral’la göz göze geldim. Aramızdaki insanları saymazsak tam karşımda duruyordu ve hoşuna gitmeyen bir şeyler olduğu belliydi. “İçecek bir şeyler almaya gidiyorum, size de bir şey getirmemi ister misiniz?” Sait’in kulağıma eğilerek söylediği şeyleri dinlerken hala Aral’ın yüzüne bakıyordum ki bu sayede kararan bakışlarının Sait’e kayışını net bir şekilde görebilmiştim. Bir dakika… Beni kıskanmış olamazdı değil mi? Yani Sait’ten? Küçük çaplı bir aydınlanma yaşarken bir yanım saçmalamamı ve boş yere ümitlenmememi söylüyordu. Yani tamam, şu durumda Aral’ın beni kıskanıyor olması biraz hayale kaçabilirdi ancak şu anki tavırlarını neye bağlayacaktım? Acaba Sait zaten sevmediği biriydi de burada görmek mi hoşuna gitmemişti? Şu anki düşüncelerini öğrenmeyi o kadar istiyordum ki. “Tamay Hanım?” Aral’a öyle çok dalmıştım ki yanımdaki adamı unutuvermiştim. Hızla Sait’e dönerek “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. “Ama şu an bir şey içmek istemiyor canım.” Sait, tavrıma bozulduğunu belli eden bir yüz ifadesiyle “Pekâlâ,” diyerek yanımdan ayrıldığında Aral’ı görmek için önüme dönmüştüm ki biraz önceki yerinde olmadığını fark edip kaşlarımı çattım. Kaşla göz arasında nereye kaybolmuştu ki bu adam şimdi? Pastayı dilimlemek için geri götürürlerken etraftaki insanların ayağına bağ olmamak için geriye doğru birkaç adım atmıştım ki sırtım birinin göğsüyle buluştuğunda olduğum yerde kalakaldım. Belime konan elle neye uğradığımı şaşırırken Aral’ın nefesinin saçlarıma dokunduğunu hissettim. “Sait’ten uzak durmalısın.” Bulunduğum durumdan dolayı duyduklarımı anlamlandırabilmem normalden biraz uzun sürmüştü. Anladığımdaysa yanlış yorum yapmadığımı fark edip coşan kalbimi sakinleştirmeye çalışarak başımı çevirdim ve “Anlamadım?” diye mırıldandım. Gözlerini kısarak oldukça ciddi bir ifade takınırken “Arel’e çapkın diyorsun ya?” diyerek başını salladı. “Sait, Arel’in onla çarpılmış hali. Hatta çok daha beter.” Beni uyarıyordu ama neden? Kalbimin kırılmasını istemediğinden mi yoksa sahiden kıskandığından mı? Seni anladığım gün miladım olacak be Başkomiser’im. Hafifçe ona doğru döndüğümde belimdeki eli boşluğa düştü ve bu yüzden hareket ettiğim için anında pişman oldum lakin ne yazık ki zamanı geri alma gibi güçlerimiz yoktu. “Bu bilgiyle ne yapmam gerektiğini tam olarak anlayamadım,” diyerek kaşlarımı kaldırdım. Biraz daha salağa yatmam lazımdı. Ellerini ceplerine sokarak umursamaz bir ifadeyle omuzlarını kaldırıp indirdi. “Bir şey yapman gerektiği için söylemedim, benimki sadece küçük bir uyarı.” “Peki,” diyerek dudaklarımı birbirine bastırdım. “Lazım olursa kullanırım bu önemli bilgiyi o halde.” “Lazım olursa?” diye sorarken şaşkın görünüyordu. Sanki benim böyle bir cevap verdiğime inanamıyor gibiydi. “Lazım olabilir yani, öyle mi?” Şu an uzanıp yanaklarını sıkmıyorsam veyahut daha da beteri, dudaklarına yapışmıyorsam üç dakika içinde ölmeyeceğimi bildiğimdendi. Eğer ölecek olsam sonrasını asla düşünmeden yapardım bunu. Zira Nisan kişisi yüzünden kaçan keyfim misliyle geri gelmişti. Ona biraz daha yaklaşarak aramızda bir nefeslik mesafe bıraktıktan sonra “Sait’le işim olmaz. O yüzden boşa endişelenme, Başkomiser’im,” diye mırıldandım. Sonra da muzır bir ifadeyle ekledim. “Zaten başım bir tane başkomiserle yeterince dertte, bir yenisi daha kaldırabileceğimi sanmıyorum.” Bir an söylediğim şeyi anlayamamış gibi yüzüme bakakalsa da imamı anlaması çok uzun sürmedi. Muhtemelen gülmemek için bakışlarını benden kaçırsa da dudak kenarlarındaki kıvrımları görebilmiştim. Onu gülümsettiğimde bu kadar mutlu olmam ne kadar normaldi, bilemiyordum doğrusu. “Ne yapıp edip bir şekilde bana laf sokuyorsun ya,” diyerek yeşillerini tekrar bana çevirdiğinde bir kez daha göz göze geldik. “Sana ne desem bilemiyorum gerçekten.” Engelleyemediğim bir cilveyle omuz silktim. “Ben bir şey yapmıyorum, Başkomiser’im. Sen her şeyi üzerine alınıyorsun. Biraz fazla alıngan olduğunu düşünmeye başladım artık.” Geniş salonun içinde çalmaya başlayan şarkı aramıza girdiğinde aramızdaki muhteşem (!) konuşma kesintiye uğradı ve ne olduğunu anlayabilmek için etrafa bakındık. Akif’in eşi, Berrin teyzeyi elinden tutarak Asaf amcamın karşısına dikti ve coşkuyla “İlk dans sizin,” dedi. Anlaşılan davetin, gerçek bir partiye dönüştüğü anlardaydık. Salondaki davetliler geri çekilerek orta alanı Asaf amcamlara bıraktıklarında yüzümdeki ufak tebessümle ben de birkaç adım geriledim ve Aral’ın hemen yanında durarak muhteşem çiftimizin düğünlerinde çalan şarkıyla -Berrin teyzeden öğrenmiştim- açılış dansını izledim. Onları izlerken aklımın bir kenarı annemle babama kaymıştı. Birbirlerine çok âşıktılar ve bunu belli etmekten asla çekinmezlerdi. Televizyonda çalan en ufak bir şarkıda dahi babam annemi dansa kaldırır ve durup dururken odayı dans pistine çevirirlerdi. Onları izlerken öyle mutlu olurdum ki olduğum yerde büzüşür gözlerimi bile kırpmadan seyrederdim her bir hareketlerini. Boğazımın yandığını hissedince dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım ve ana dönmeye çalıştım. Şu an hüzünlenmenin ne yeriydi ne de zamanı. Şarkı bittiğinde ve Asaf amcam danslarını, Berrin teyzenin alnına kondurduğu öpücükle sonlandırdığında salonda kocaman bir alkış tufanı koptu. Bu hareke herkes öyle yükselmişti bir anda ben de kendimi salondaki birkaç kişiyle birlikte ıslık çalarken buluvermiştim. Aral’ın bana attığı şaşkın bakışı tahmin edebilirsiniz sanıyorum. Şarkı değiştiğinde salondakiler birer ikişer dans etmeye başladıklarında hevesle Aral’a dönüp bileğinden tuttum. “Hadi biz de dans edelim.” Tam onu diğerlerinin arasına çekiştireceğim sıra boştaki elini, bileğini tutan elimin üzerine koyarak beni durdurdu. Kahvelerim ona döndüğünde etrafa attığı kısa bakışı yakalayabilmiştim. Bu hareketi kaşlarımın istemsizce çatılmasına neden olurken bileğini nazikçe elimden kurtardı ve hafif gergin bir tavırla “Etmesek daha iyi olur sanki,” diye mırıldandı. “Hem canım da istemiyor.” Birkaç saniye ne diyeceğimi bilemeden yüzüne baktıktan sonra kırıldığımı belli etmemeye çalışarak “Peki,” diye mırıldandım ancak bunu pek başaramamıştım. Bu yüzden bakışlarımı ondan kaçırdım ve başımı salonun diğer bir ucundaki yiyecek-içecek masasına doğru çevirdim. “O zaman, şey…” Yanından ayrılmamı sağlayacak bir bahane bulmam lazımdı. “Ben içecek bir şeyler almaya gidiyorum.” Ona da isteyip istemediğini sormadım çünkü tekrar yanına gelmek istemiyordum. Beni reddetmesine bu kadar alınmamam gerekirdi belki ama sanırım aramızdaki neşenin arttığını düşünürken böyle bir tepki vermesini beklemediğimden hissettiğim kırgınlık da büyük olmuştu. Ayrıca bileğini benden kurtardığı sıra etrafa attığı bakış da kafamı karıştırmıştı. “Tamam,” diyerek başını salladığında yanından ayrıldım ve etraftaki insanlara pek bakınmadan karşıdaki masaya doğru ilerledim. Masadaki yiyeceklerden atıştıran iki kişinin biraz uzağında durup limonata bardaklarından birini aldıktan sonra limonatadan birkaç yudum aldım. Bu akşam duygularım oldukça inişli çıkışlıydı ki bunu yaklaşan regl günüme bağlamayı şimdilik daha uygun buluyordum. Aslında aşkın insanı oyuncağa çevirdiğini de biliyordum ancak şu an her şeyi hormonlarıma bağlamak kesinlikle daha kolaydı. Yanan boğazımı ferahlatmasını umarak limonatayı bitirdikten sonra boş bardağı masaya bırakacakken içimdeki meraka engel olamayıp başımı omzumun üzerinden çevirdim ve Aral’ı bıraktığım yere baktım. Eğer beni izlediğini görürsem belki kalbimdeki kırgınlık bir miktar sarılır diye ummuştum lakin yanılmıştım. Çünkü Aral bana değil, yokluğumu fırsat bilerek kendini Aral’ın yanına atan Nisan’a bakıyor ve onun hararetle bir şeyler anlatmasını dinliyordu. Canımın sıkıntısı artarken istemsizce elimdeki bardağı sıktım ve bakışlarımı hızla önüme taşıyıp salonun çıkışına doğru ilerlemeye başladım. Elimdeki bardağı bahane ederek mutfağa girdikten sonra bardağı uygun bir yere bıraktım ve Gizem ablanın beni görüp halimi fark etmesini istemediğimden aceleyle mutfaktan ayrılıp çiftlik evinin merdivenlerine yöneldim. Buraya daha önce defalarca kez geldiğim için evin krokisine hâkimdim. Üst kata çıktıktan sonra kimseyle karşılaşmamış olmayı memnuniyetle karşılayarak koridorun sonuna doğru ilerledim ve balkon kapısını açıp kendimi bu katın teras balkonuna attım. Kapıyı ardımdan kapatıp ağır adımlarla yürüyerek balkonun korkuluklarına yaslandım ve başımı arkaya atarak gökyüzünü izlemeye başladım. Düşünceler beynimi kemiriyordu. Aral’dan istediğim gibi tepkiler alamadığım için neyi, ne derece doğru yorumladığımı bilememek can sıkıcıydı. Sadece bir saat içinde Aral’ın hem beni umursamadığını hem de kıskandığını düşünmüştüm, sonrasında dans teklifim reddedilince de kendimi berbat hissetmiştim. Aslında şöyle bir düşününce suçu kendimde de bulamıyordum, çünkü bu adı olmayan şey için tek başıma çabalamaya çalışırken duygusal anlamda inişler ve çıkışlar yaşamam çok normaldi. Çünkü Aral dengesizdi, gerçekten çok tutarsız tavırları vardı ve anlam vermek mümkün olmuyordu. “İkizim olan adam yine canını sıkmışa benziyor.” Arkamdan gelen sesle hafifçe irkilerek geriye döndüm ve Arel’in her zamanki ukala sırıtışlarının aksine buruk denebilecek bir tebessümle bana doğru ilerlediğini gördüm. Sessizce iç çekerek yanıma ulaşmasını ve benim gibi korkuluklara yaslanmasını izledikten sonra “Senin ikizin olacak adam bana birçok şey hissettiriyor,” diye mırıldandım. Sesim isyan eder gibi çıkmıştı. “Beni kızdırıyor, kırıyor ama bunlarla başa çıkmayı bir şekilde öğrendim. Benim halledemediğim şey başka.” “Senin halledemediğin şey,” diyerek başını salladı. “Aral’dan emin olamamak, doğru mudur?” Alaylı bir hıhlama döküldü dudaklarımdan. “Yanlış, desem inanacak mısın?” “Hayır.” “Niye soruyorsun o zaman?” “Kendine söyleyebilesin diye.” Dudaklarımı birbirine bastırarak bir süre sessiz kaldım ve karanlık geceyi aydınlatan aya baktım. Bu gece hilal şeklindeydi ve her zamanki gibi göz alıcıydı. “Burada olduğumu nereden bildin?” “Ekiptekilerle konuşurken aranızda ne yaşandığını fark edemedim ama senin asık bir suratla salondan çıktığını görünce konuşmaya ihtiyacın olduğunu düşünerek peşine düştüm.” Hafifçe iç çektim, çünkü haklıydı. “Nisan kim?” Böyle bir soru beklemiyor olacaktı ki kaşları çatıldı. “Hım?” Vücudumu ona doğru döndürdüm ve içimi biraz olsun rahatlatabilmesi için sorumu yeniledim. Biliyordum ki bu sorunun cevabını, yani istediğim cevabını bir tek ondan öğrenebilirdim. “Sizin ekipte Nisan diye biri varmış, neyin nesi bu kız? Aral’a bakışları, tavırları falan da hiç hoşuma gitmedi doğrusu.” “Ha, sen onu diyorsun,” diyerek başını salladı. “Kadınlar harbi anlıyor bu işlerden he. Gözünüzde radar falan mı var?” Gözlerim kısılırken “Açık konuşur musun?” diye homurdandım. “Tamam, tamam, sakin ol Jülide,” diyerek hafifçe sırıttı. “Demek istediğim, Nisan’ın Aral’a ilgisi olduğu çok açık. Yani bence. Aral’ı buna pek inandıramıyorum, etrafa kör gözlerle bakmaya bayılır da kendisi.” İç çekti. “Ekipteki kadın-erkek herkesi kardeşi gibi görür, ona da o şekilde baktığından kızın ilgisini fark etmiyor.” “Tahmin etmiştim,” diyerek dişlerimi sıktım. “Bir de gelmiş cilveli cilveli ‘iyi ki geldiniz, sizi daha çok görmek isteriz’ falan diyor. Her gün işte gördüğü yetmiyor mu sanki?” “Uu fena halde kıskançlık kokuları alıyorum,” diyerek eğlendi benimle. “Ama hiç gerek yok böyle şeylere. Kız çömez zaten, yaşı da küçük. Aral’ın öylelerle işi olmaz.” Duraksadı. “Gerçi Aral’ın uzun zamandır kimseyle işi olmuyor.” Sinir bozukluğuyla güldüm. “Aslında sorun da tam bu ya. Çömezler daha cesur olur, gençliğine ve güzelliğine güvenerek cesaret patlaması yaşayabilir.” Bakışları yüzümde gezinirken “Güzellik kıyaslayacaksak senin yanında onun lafı bile olmaz,” diye mırıldandı. “Gençlikten de ne kastın olduğunu anlayamadım. Kendini kırk yaşında falan mı sanıyorsun? En fazla dört beş yaş vardır aranızda.” İlk söylediğini iltifat kabul ederek “Teşekkür ederim ama o küçümsediğin dört beş yaş, cesaret için fazlasıyla büyük bir neden,” diye söylendim. “Ayrıca her gün yan yana olmalılar. Bense bir zorunluluk olmadıkça yüzünü bile göremiyorum Aral’ın.” Alaylı bir hıhlama döküldü dudaklarımdan. “Gerçi sanırım böylesi daha iyi. Ona daha fazla alıştığım takdirde kalbim çok daha kötü hallere düşebilir.” Bana anlayış dolu bir bakış attı. “Ne oldu? Neye kırıldın bu kadar?” Dirseklerimi korkuluklara yaslayarak yüzümü avuçlarımın arasına aldım. “Bu zamana kadar Aral’la az çok bir uyum yakaladığımızı düşünüyordum. Daha doğrusu biraz olsun yakınlaştığımızı umuyordum ama yanılmışım. Hatta ne var biliyor musun? Salondayken beni Sait denen adamdan kıskandığını bile düşündüm. Çünkü ondan uzak durmamı çünkü senden çok daha beter bir çapkın olduğunu söyledi bana. Ümitlendim ben de salak gibi ama çok sürmedi tabii bu halim. Onunla dans etmek için elini tuttum ama o, etrafa şöyle bir bakıp elini benden kurtardı; sonra da dans etmek istemediğini söyledi. Ona da hak vermek lazım gerçi. Sevgili rolü yapmamızı gerektiren bir durum yok. Etraf sizin tanıdığınız insanlarla dolu, yanlış anlamalarını istemeyiz.” Kendi kendime söylenircesine hırsla konuşmamı büyük bir sakinlikle dinledi ancak benim aksime mutlu görünüyordu. Yani gülmüyordu tabii ama yüzünde memnuniyet dolu bir bakış vardı. “Gerçekten kırılmışsın ve bunları düşünmekte de haklısın,” diyerek başını salladı. “Ama ben şu an Aral’ın kat ettiği yolu çok net görebildiğim için bu halinden fazlasıyla memnunum.” “Kat ettiği yol mu?” diyerek kaşlarımı çattım. “Adam beni mecburiyet olarak görüyor diyorum sana, ne yolu Arel ya?” Tavrımı hiç umursamadan “Aral, Sait’i sevmez; çünkü dediği gibi çapkınlığı abartan bir adamdır,” dedi. “Ama kimseye de gidip Sait’ten uzak durmasını söylemez, çünkü uyaracak kadar önemsemez kimseyi. Sana gelip böyle söylediyse ki bir ara dip dipe olduğunuzu da görmüştüm içeride, üstelik temas halindeydiniz de, sana sandığımdan daha çok değer veriyor. Hatta düşüncende haklı olabilirsin, seni gerçekten kıskanmış bile olabilir.” Sözleri, kalbimdeki kırgınlığa iyi gelmişti. Bunu inkâr edemezdim ama kendimi kaptırmaya da niyetim yoktu. “Hımhım, evet, kesin kıskandı. O yüzden de onunla dans etmek isteyince beni geri çevirdi. Ben bozulup yanından ayrıldığımda da dibinde biten Nisan’la koyu bir sohbete girişti.” Dudağının kenarı kıvrılırken “Sen o kırgınlıkla görmemiş olabilirsin ama Nisan’la koyu bir sohbet falan yaptığı yoktu,” diye açıklama yaptı. “Ayrıca senin odadan çıktığını görünce hemen Aral’a baktım. Nisan ona bir şeyler anlatırken gözünü kırpmadan salondan çıkışını izliyordu.” Duraksadım ve şaşkınca sordum. “Beni mi izliyordu gerçekten?” Büyük bir keyifle başını salladı. Bu kadar mutlu görünmesine de bir anlam veremiyordum doğrusu. Kendimi zorla ikna ediliyormuş gibi hissettiğimden “Bu bir şeyi değiştirmez,” diyerek omuz silktim. Umutlanmaya ve yaşadığım hayal kırıklığını unutmaya ne kadar da meyilliydim… “Sonuç olarak beni geri çevirdi.” “Çünkü onu bocalatıyorsun,” diyerek bana doğru bir adım attı. Dersini öğrencisine anlatmaya çalışan bir öğretmen gibiydi. “Aral’ı burada görenlerin tepkisini az çok sen de gördün, onu yıllardır böyle ortamlarda görmüyorlar Tamay. Evet, konu iş olunca sana tereddütsüz yaklaşıyor olabilir; çünkü sana yakın davrandığında onu yargılayacak kimsenin olmadığını biliyor. Bunu iş icabı yaptığını düşünerek içini rahatlatıyor aslında. Gerçek hislerinin farkında değil ve sen bu gece onun bir şeylerin farkında olmasına, daha doğrusu fark etmeye başlamasına neden oldun. Bu da hoşuna gitmedi. Ayrıca seninle dans ettiğinde etrafındakilerin daha da çok şaşıracağını ve belki de seninle ilgili dedikodular yapacaklarını bildiği için dans teklifini reddetmiştir. Üstelik seni kırdığının farkındaydı, bunu sen odadan çıkarken sana attığı bakışlardan anlayabildim ki bu da hiç hoşuna gitmemişti.” Ben kendimi avutmamaya çalıştıkça Arel’in anlattıklarını yüksek derece mantıklı bulmam can sıkıcıydı. Ayrıca düşündürücüydü de. Gerçekten böyle mi hissediyordu Aral? Bu yüzden mi bir öyle bir böyle davranıyordu? Kollarımı kendime çekerek doğruldum ve Arel’e ters bir bakış attım. “Beni sürekli böyle avutuyor olman canımı sıkıyor, ayrıca polislikle uğraşacağına ilişki uzmanı olsaymışsın ya sen.” “Anlattıklarım hoşuna gittiği için bana kızıyorsun şu an,” diyerek gülümsedi. “Ayrıca ilişki uzmanı değilim, ben sadece ikizimi çok iyi tanıyorum.” Yanaklarımı şişirerek ofladım. “Söylediklerin doğru olsa bile ne olacak ki? Bir insanı değiştirebilmek öyle kolay değil. Hatta çoğu zaman mümkün de değil. Ben ona aşığım ve bir şeyler için kendimden fedakârlık yapıyorum belki ama o kendini böyle geri çektikçe bu işin sonu nereye varabilir?” Kaşları havalandı. “Ona âşıksın mısın?” Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı salladım. Aral’a karşı boş olmadığımı elbette biliyordu ama duygularımın bu kadar ciddi olduğunu hiç söylememiştim ona. Gerçi kendime itiraf edeli de ne kadar olmuştu ki? “Öyleyim. Yani öyleymişim, Yasemin sayesinde fark ettim.” Abartıyla iç çekti. “Şu sarışın arkadaşın güzel olduğu kadar zeki de demek ki. Evli olması çok acı.” Yalancı bir sinirle “Sakın arkadaşıma bulaşayım deme,” diye uyardım onu. “Çünkü o sadece evli değil; evli, mutlu ve çocuklu.” “Jülide…” diyerek başını iki yana salladı. “Bazen şakalarımı hiç anlamıyorsun.” “Her şakanın altında küçük de olsa bir doğruluk payı olurmuş, ben baştan uyarayım da.” “Yalnızca evli değil, ilişkisi olan birine de asla bakmam. Çapkınlığımın keskin sınırları vardır.” “Doğru olan da bu zaten,” diyerek başımı salladım. Sonra da esas konuya döndüm. Asla kaçamadığım ve dönüp dolaşıp başa döndüğüm o konuya. “Ne yapacağım şimdi ben? Aşağı inince hiçbir şey olmamış gibi mi davranmam gerekiyor Aral’a? Duygularımı saklayarak yaşamaktan da nefret ediyorum hâlbuki.” Çünkü bir zamanlar bütün duygularımı içime gömüp yaşamam gerekmişti. Kırgın, üzgün, mutsuz ve oldukça özlem dolu değilmişim gibi davranmak o kadar zordu ki bir daha o durum düşmek istemiyordum. “Sanırım sana bunu söyleyen kişi ben olmamalıyım ama araya girmezsem daha çok kırılacağa benziyorsun,” diyerek sıkıntıyla iç çekti. Sözleri aklımı karıştırmıştı. “Ne demek istiyorsun?” “Sana Aral’ın önceden, yani o kadına âşık olmadan öncesinde benden beter biri olduğunu söylesem inanır mıydın?” diyerek belli belirsiz gülümsediğinde ağzım açık bir şekilde bakakaldım ona. “Nasıl yani?” diye sordum büyük bir kafa karışıklığıyla. “Belki şu anki halimiz sana tam tersini düşündürüyor olabilir ama çocukluğumuzdan beri felaket bir ikiliydik biz Aral’la. Hani ikizlerin çok iyi anlaştığı, birbirlerini konuşmadan da anlayabildikleri söylenir ya, biz bunun canlı örneğiydik. Birbirimizin en yakın arkadaşıydık. Bütün yaramazlıkları birlikte yapardık.” Bir eliyle korkulukları tutarken sözlerindeki geçmiş zaman eki çekti dikkatimi. Artık öyle değiller miydi yani? Peki, ama neden? “Şimdi benimle dalga geçiyorsun ya çapkınsın falan diye, Aral eskiden benden de beterdi. Çünkü benim aksime ağzı felaket laf yapardı ve kızları kendine hayran bırakırdı.” Büyük bir şaşkınlıkla “Şaka yapıyor olmalısın,” diye mırıldandım. Anlattıklarına inanmak benim için öyle zordu ki. “Yapmıyorum,” diyerek başını salladı. “Biz girdiğimiz her ortamda bir şekilde dikkatleri üzerimize çekmeyi başarırdık ve hep de bunun bilinciyle dolaşırdık. Zaten bu yüzden kızların dikkatini çekmemiz daha kolay olurdu.” Belli belirsiz güldü. “Hani dizilerde filmlerde falan süper ikililer olur ya, hiçbir farkımız yoktu onlardan.” “Sonra ne oldu peki?” diye sordum. “Ne değişti?” Gözlerimin içine baktı ve hala inanamıyormuş gibi “Âşık oldu,” dedi. Sesinde duyduğum şey, saf çaresizlikti. “Hayatımdaki en büyük şoku yaşamıştım biliyor musun? Aral âşık oldu ve bambaşka birine döndü. Hani biraz önce birini değiştirmenin mümkün olmadığını falan söyledin ya, mümkün. Hem de öyle bir mümkün ki. Sana yemin ederim, hayatımda aşkı bu kadar iyi taşıyan kimseyi görmedim. Görmedim ve bundan nefret ettim. Çünkü ikizim bir kadına âşık oldu, onu asla hak etmeyen bir kadına, sonrasında da bambaşka birine dönüştü. Beni bıraktı, alışkanlıklarını bıraktı, her şeyi bıraktı ve kendini o kadına adadı. Ona öyle çok âşıktı ki o kadından aldığı darbe yüzünden hayata küstü. Aynı kadın yüzünden ikinci kez dönüştü ve ben bu dönüştüğü ruhsuz kişiyi görmemek için o âşık halini mumla arar oldum.” Gözlerim yanıyordu. Aral’ın böyle bir adam olduğunu, yani bir zamanlar da olsa aslında bir aşk adamı olduğunu asla tahmin edemezdim. Ancak bunun yanında yaşadığı hayal kırıklığının onu kendini bile umursamayacak hale getirmesi, o kadına bu duruma gelecek kadar âşık olması kalbimi fazlasıyla acıtmıştı. Ve bir miktar da kıskanmıştım sanırım. Aral tarafından böylesine sevilen kişinin ben olmayışı çok üzücüydü. “Ben,” diyerek başımı salladım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. “Ben çok şaşkınım şu an. Hiç beklemiyordum böyle bir şeyi.” “Nasıl bir şeyi beklemiyordun?” Duyduğum soruyla irkildim. Çünkü soruyu soran kişi Arel değildi, hakkında konuştuğumuz kişinin ta kendisiydi. İrice açtığım gözlerimle Arel’e bakmaya devam ettim, zira ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Gerçi Arel’in de benden daha iyi durumda olduğunu sanmıyordum fakat sakin numarası yapmayı iyi beceriyordu. Usulca yutkundum ve ona doğru dönüp pot kırmamaya çalışarak “Hiç,” diye mırıldandım. “Hiçbir şeyi.” Çatık kaşlarının altındaki bakışları benimle Arel arasında gidip gelirken “Hiç mi?” diye sordu, inanmadığını belli eden bir tonda. “Öyle havadan sudan konuşuyorduk,” diyerek konuyu toplamaya çalıştı Arel. “Önemli bir şey değil yani.” Ellerini ceplerine soktu ve “Ben yanınıza geldiğimde neden gerildiniz o halde?” diye sordu. Sanki onun hakkında konuştuğumuzu biliyordu da bizim ağzımızdan duymak istiyordu. Ona istediğini verdim. Çünkü öğrendiğim bunca şeyden sonra kaybedecek bir şeyimin olmadığını hissetmeye başlamıştım. Gözlerimi yeşillerinden ayırmadan “Arel bana eskiden nasıl biri olduğunu anlatıyordu,” diye mırıldandım ve Arel’in havaya sert bir soluk bıraktığını işitsem de bakışlarımı Aral’dan ayırmadım. Çünkü duydukları onu sinirlendirmişe benziyordu ve ben bunun için Arel’e kızmasını istemiyordum. Yeşilleri beni es geçerek ikizine odaklandı. “Neden yaptın bunu?” “Çünkü senin aslında böyle bir adam olmadığını bilmemi istedi,” diye araya girdim ancak o bakışlarını Arel’den ayırmadı. “Neden yaptın dedim, Arel?” Beni umursamıyor oluşu canımı sıkarken ona doğru bir adım attım ve “Belki de senin aksine seni düşünüyordur, ha Başkomiser’im?” diye mırıldandım. “Belki de etrafında sana iyi gelebilecek, tekrar güvenmeni sağlayabilecek insanların var olmasını istiyordur. Senin aksine. Olamaz mı?” Dikkatini çekmeyi başarmıştım. Kaşlarını daha da derinden çatarak yeşillerini bana döndürdüğünde ona bakmayı kesmeden “Arel, bizi yalnız bırakabilir misin?” diye sordum. Daha doğrusu rica görünümlü emir verdim, zira sesim beklediğimden de sert çıkmıştı. Bu gece bu konu konuşulacaktı, aksinin olmasına, Aral’ın kaçmasına izin vermeyecektim. Arel, tereddütlü olduğu bariz bir sesle “Ama-” dese de “Lütfen,” diyerek sözünü kestim. “Biraz konuşacağız. Buna ihtiyacımız var.” Üçümüzün arasında oluşan birkaç saniyelik sessizliğin ardından “Peki,” dedi, Arel. Aral’la olan bakışmamız devam ettiği için ona bakmadan ama ona ithafen “Teşekkürler,” diye mırıldandım. Arel’in adım sesleri kesilene dek Aral’la birbirimize bakmaya devam ettik. Biraz daha böyle kalsak gözlerimizle konuşmayı bile öğrenebilirdik ancak sözlü bir şekilde konuşmaya, kendimizi ifade etmeye ihtiyacımız vardı. Yalnız kalmamızı isteyen kişi olarak konuşmayı başlatmanın da bana düştüğünü bildiğimden “Arel’e böyle davranma,” dedim. “İstediği tek şey, kimsenin hakkında kötü şeyler düşünmemesi. Yani asıl seni tanıyabilmesi.” “Ben ondan böyle bir şey istemedim,” dedi soğuk bir sesle, anlaşılan Arel’in bana anlatmış olabileceği şeyler fazlasıyla canını sıkmıştı. “Ben, birilerinin beni doğru bir şekilde tanımasını da istemedim. Kimse umurumda değil çünkü.” Abartılı bir şekilde başımı sallayıp “Biliyorum,” diye mırıldandım. “Hatta kendini bile umursamıyorsun. İnsanları, seni sevenleri, hayatı… Hiçbir şeyi umursamıyorsun. Aslına bakarsan mesleğini de umursamıyorsun sen, sadece umursuyormuş gibi yapıyorsun çünkü bir şeyin aklını kurcalamasına ihtiyacın var ve it kopuk peşinde koşmak bu ihtiyacını fazlasıyla karşılıyor, öyle değil mi?” Cevap vermedi. Haklıydım ve bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden konuşmaya devam ettim. “Kendini bu kadar çok yaralaman ve bunu umursamaman da bu yüzden, değil mi Başkomiser’im? Ne kadar çok yaralanırsan, hatta ne kadar çok ciddi bir şekilde darbe alırsan bu umurunda olmayan hayattan kurtulman o kadar kolay olacak, değil mi?” Bu konu üzerinde çok kafa patlatmıştım. Gerçekten. Ve ulaştığım sonuç buydu. Aral, yaşamak istemiyordu ve ölmek için bir bahaneye ihtiyacı vardı. “Operasyonda aldığın bir darbe sonucu hayatını kaybettiğinde mesleğini icra ederken vefat eden bir kahraman olacaksın, bu sayede de arkandan ‘neden?’ diye soran olmayacak, öyle değil mi? Seni seven o insanlar, ailen sana kızamayacak onları bırakıp gittiğin için. Kader, diyecekler. Ömrü bu kadarmış, diyecekler. Değil mi, Başkomiser’im?” Onu suçlarcasına söylediğim şeyleri dinlemeye dayanamamış olacak ki “Öyle!” diye bağırdı birden. “Yaşamayı sevmiyorum, insanları sevmiyorum, kimseye güvenmiyorum. Ot gibi yaşayıp gidiyorum zaten. Buna hayat diyebilir misin? Ben diyemem. Nefes almak için sebebim yokmuş gibi hissediyorum, çünkü yalnızım. Etrafımda beni seven, değer veren birçok kişi olabilir ama kimse beni anlayamıyor. Ben, onca insanın içinde yapayalnızım.” Nefesim sıklaştı. Onu bu hale getiren, aklına gelenleri diline vuran şey siniriydi, biliyordum ve bundan memnundum. Bana açılmasını istiyordum, içinde ne kadar zehir varsa döksün istiyordum. O kara zehrin açtığı ne kadar yara varsa ben iyileştireyim, ona iyi geleyim, yaşamak için bir sebep vereyim istiyordum. Ben, onu gerçekten çok seviyordum. “Böyle olmaz,” diyerek başımı iki yana salladım. Gözlerim doluyordu ama ağlamamam gerekiyordu. “Ona kendinden vazgeçecek kadar âşık olmuş olabilirsin, kimseye güvenmediğin kadar güvenmiş de olabilirsin ama o sana ihanet etti diye, o iğrenç bir insan olmayı tercih etti diye hayatı yaşamaya çalışmaktan vazgeçemezsin. Uğur beni bırakıp siktir olup gitti, başkasıyla evlenip ondan çocuk peydahladı diye kendimi bıraksaydım kendime yazık etmekten başka ne işe yaramış olurdum? Benim hayatım, duygularım, yaşadıklarım veyahut yaşayacaklarım ondan daha mı değersiz? Ben, o heriften daha mı değersizim? Ya da ben o herif var oldukça mı varım?” Sesli bir şekilde yutkunup şiddetle salladım başımı. “Hayır. Ben değerli bir insanım. Hatta o hayatımda olmayınca çok daha değerli bir insanım.” “Herkes senin kadar güçlü değil,” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı. “Herkes yaşadığı acı tecrübelerle başa çıkamaz, bunu yapamayabilir.” “Ama sen yapabilirsin,” diyerek bir adım daha yaklaştım ona. “Çünkü sen çok güçlüsün. Benden bile daha güçlüsün.” Gözlerimin en içine baktı. Bakışlarındaki avutulma ihtiyacını görebiliyordum. Arel, haklıydı. Onun birine ihtiyacı vardı. Hayır, onun bana ihtiyacı vardı. “Bunu bilemezsin.” “Bilebilirim. Hatta biliyorum.” “Nasıl?” diye sordu yakarır gibi. Sanki boğuluyordu ve onu boğulduğu o çukurdan bir tek ben çıkarabilirmişim gibi bakıyordu bana. “Kurtulmak istiyorsun ama cesaretin yok. Bunu bakışlarından anlayabiliyorum. Seni artık az çok tanıyorum ve bazı şeyleri görüyorum işte. Yapmak istediğini ama korktuğunu görüyorum. Birinin senin itici gücün olmasına ihtiyacın var ama sen herkesten kaçıyorsun. Kendi kardeşinden bile.” “Bu dünyada yapabileceğin en büyük saçmalık ne, biliyor musun Doktor? Birine güvenmek. Kimseye güvenmeyeceksin. Kardeşine bile. Hayatta en sevdiğin kişiye bile güvenmeyeceksin. Güvenin getirdiği tek şey acı çünkü.” “Bu doğru değil,” diyerek inkâr ettim. “Biri güvenini yıktı, hatta seni paramparça etti diye başkalarına güvenmeyi bırakamazsın. Çünkü insansın, tek yaşayabilme lüksün yok. İllaki birilerine ihtiyaç duyacaksın ki duyuyorsun da, yalnızca duymuyormuşsun gibi davranıyorsun.” “Bir değil ki benim güvenimi yıkan,” diyerek güldü. Bu çok sinir bozucu ve bir o kadar da korkunç bir gülüştü. “Ben âşık oldum. Hayır, ben kör oldum ya. Kör oldum ben. Herkesi sildim, her şeyi sildim, tek bir kişi gördü bu gözlerim. Hayatın çok güzel, insanların çok mutlu olduğuna inandım. Sevildiğimi sandım ben ya, gözlerimi kör eden kişi de beni seviyor sandım. Benim kadar sevmediğini biliyordum ama yine de sevdiğini sanıyordum. Azıcık sevseydi bile yeterdi beni, yemin ederim yeterdi ama sevmiyormuş. En başından beri hiç sevmemiş beni. O, en yakınımdaki insana yaklaşabilsin diye kullanılmışım meğer. Ve bunu en yakınımdaki insan da biliyormuş, buna rağmen gelip tek kelime etmemiş bana. Edememiş, çünkü yanlış anlamamdan korkmuş.” Sinirle güldü. Anlattıklarına hala inanamıyormuş gibiydi. “Şimdi daha mı iyi oldu amına koyayım? Yanlış anlamadım da ne oldu? Dünyadaki en mutlu insan falan mıyım ben şimdi? Dışarıdan öyle görünüyor muyum, söylesene Doktor?” “Aral-” dedim ama konuşmama izin vermedi. “İşin kötüsü ne biliyor musun? Ben eğer onları yakalamasam sevildiğimi sanmaya devam edip en yakın arkadaşıma âşık olan biriyle evlenecektim ve bunu en yakınım dediğim arkadaşım da biliyor olacaktı. İdrak edebiliyorsun değil mi? Ben aradan geçen onca yıla rağmen hazmedemedim bunu. Kabul etmiyor ya,” diyerek önce kalbini sonra da alnını işaret etti. “Ne burası ne de burası kabul ediyor bu olanları.” Sinirle çenesini sıvazladı. “Ben kız isteme gününde, sevdiğim kadının mutfakta bizim için kahve yaptığını sanarak su içmeye gittiğimde öğrendim her şeyi ya. En mutlu günümde yanımda olsun istediğim arkadaşımı lavaboda sanırken ben, onlar mutfakta hararetle tartışıyorlardı. Gözümü kör eden kadın, arkadaşıma benimle sırf onun için evleneceğini söylüyordu. Beni asla sevmediğini, bunu onun da çok iyi bildiğini ama kendisine yüz vermediği için böyle bir dolap çevirmesine neden olduğunu söylüyordu. Bunları kulaklarımla duydum ben. Duymasaydım sadece dakikalar sonra parmağıma onun yüzüğünü takmış olacaktım ama duydum. Duydum. Sağır olsaydım da duymasaydım ama duydum.” Daha fazla dayanamadım. Ne anlattıklarına ne de o günü tekrar yaşıyormuş gibi acılar içinde kıvranan yüzüne katlanabilirdim artık. Bu yüzden kendime düşünme fırsatı tanımadım, gözümden o ilk damla yaş düşerken hızla ona doğru adımladım ve kollarımı boynuna dolayarak ona sıkıca sarıldım. Boğacak kadar sıkı sarıldım hem de. Ama o sarılmadı. Hatta vücudu gerildi ve sert bir sesle “Bana acıma,” dedi. “Bana sakın acıma, Doktor.” “Sana acımıyorum!” dedim, neredeyse bağırırcasına. Sonra iyice göğsüne sakladım kendimi. Onun yerine de sarıldım ona. İki kişilik sarıldım. “Neler yaşadığımı en iyi sen biliyorsun. Sence sana acıyacak hal mi var bende? Ben sadece çok üzgünüm, kalbim kırık ve ben bu yüzden sana sığınıyorum. Senin için kırılan kalbim yüzünden sana sığınıyorum.” “Bu,” diye mırıldandı tereddütlü bir ses tonuyla. Ne diyeceğini bilememiş gibiydi. “Biraz saçma sanki.” “Olabilir,” diyerek daha çok sokuldum ona. Parmak uçlarımda yükseldiğim için yanağım saçlarına sürünüyordu. “Ama ben böyle olsun istiyorum.” Derince soluklandığını işittim, hatta göğsüyle birlikte inip kalktığımdan bunu hissettim ama yine de bırakmadım ona sarılmayı. Kalbim hiç iyi durumda değildi ve ona ihtiyacım vardı. Bencillikse bencillikti, benim ona sarılmam gerekiyordu işte. Aradan geçen birkaç saniyenin ardından boşlukta sallanan ellerinden birini belimde, diğerini ise sırtımda hissettim. Bana sarıldı, benim kadar sıkı değildi ki bunu beklemiyordum da zaten, ama sarılmıştı işte. “İşte böyle,” diyerek dolu gözlerimin altından gülümsedim. “Kalbin acıdığında, yalnız veyahut üzgün hissettiğinde seni seven insanlara sığınmak acizlik değildir. Tam tersine, bu seni insan yapan şeydir. Ve biliyor musun? Bana sorarsan kırık bir kalbe en iyi gelen şey sıkı bir sarılıştır.” Öpüşmek de iyi gelirdi bence ama şu an bunu dile getirmenin zamanı değildi tabii. Beni kavrayan ellerini sıkılaştırırken “Öyle mi?” diye sordu. “Kesinlikle.” Bana biraz daha sıkı sarıldı. Öyle ki vücutlarımızın tek parça haline geldiğini düşünebilirdim. Nefesi, çıplak omuzlarıma dokunurken “Üzgünüm,” diye mırıldandı. “Aşağıda dans teklifini geri çevirdiğim için yani. Seninle dans etmek istemediğim için reddetmedim seni. Sadece, bilemiyorum, korktum galiba. Buraya gelişim bile herkesi oldukça şaşkına uğratmışken seninle dans ettiğim gördüklerinde farklı şeyler düşünebilirlerdi. Başkalarının düşüncelerini önemsediğimden değil tabii ama-” Kendini düzgün ifade edemese de ne demeye çalıştığını çok iyi anlamıştım. Çünkü o gelmeden önce Arel, onun yerine aydınlatmıştı beni. Bu yüzden başımı hafifçe geri çekerek yüzüne baktım ve içten bir tebessümle “Sorun değil,” diyerek kestim sözlerini. Şu an gerçekten de hiç sorun değildi. “Anlıyorum ben seni. O yüzden kırgın ya da kızgın değildim. Başta biraz üzülmüştüm tabii ama şu an hiçbir kırgınlığım yok sana karşı.” Minnetle baktı gözlerimin içine. “Buna sevindim. Bana iyi gelmeye çalışan birinin kalbini kırmayı gerçekten istemem çünkü.” “Arel’i de kırma olur mu?” diyerek dudaklarımı büktüm. “İnan bana tek istediği şey senin iyi olman ve sanırım seni çok özlüyor. Yani eskiden olduğunuz ikiliyi.” Dalgın bir şekilde başını sallayıp “Biliyorum,” diye mırıldandı. “Ama yine de benim hayatıma burnunu sokmaması gerekiyor.” “Burnunu sokmuyor, sadece yardımcı olmaya çalışıyor. Ayrıca o olmasaydı şu an bu halde olamazdık muhtemelen.” Söylediğim şeyi idrak edince şaşkın bir bakış attı ve bana hala sarılı olduğunu yeni fark etmiş gibi hızla kollarını geri çekti. Buna üzülmedim çünkü feci halde utanmışa benziyordu ve çok tatlıydı. Gözlerini benden kaçırması kendimi daha fazla tutamayıp aramıza küçük bir kahkaha koyuvermeme neden olurken kollarım hala onun boynuna sarılı olduğundan uzandım ve oldukça içten gelen bir istekle yanağına dudaklarımı bastırdım. Ardındansa geri çekilmeyip dudaklarımı kulağına doğru yaklaştırdım ve “Çok tatlısın, Başkomiser’im,” diye mırıldandım. Tabii bu hareketim onun daha fazla gerilmesine neden olmuştu ancak bu beni rahatsız etmek yerine oldukça keyiflendirdi. Başımı hafifçe geri çekerek yüzüne baktığımda bocalamış bir ifadesi olduğunu gördüm. Öyle ya da böyle onu bir şekilde etkiliyordum. Artık bunun farkındaydım. “Dans edelim mi?” Asla beklemediğim bu soru karşısında şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırırken “Dans mı?” diye sordum. Aramızdaki o garip konuşmadan kaçmak için beklemediğim bir yol bulmuştu doğrusu. “Burada mı?” Bir elini ensesine atıp kaşıdı, şaşkındı benim tatlı Başkomiser’im. “Şey, evet, olmaz mı?” Hızla başımı salladım. Bu teklifi nasıl reddedebilirdim ki? “Olur, olur tabii de şarkımız yok.” Kısa bir an düşündükten sonra “Ben söyleyebilirim,” dedi. Hevesle gözlerimi açtım. “Sahi mi?” “Hımhım.” “Şahane olur, o zaman.” Kollarım hala boynuna sarılı olduğundan -tüm konuşmamız bu şekilde gerçekleşmişti ve bundan daha doğal bir şey yokmuş gibi hissettiriyordu- ilk adımı atması gereken oydu. Attı da. Elleri havalanıp belimdeki yerine konduğunda ellerinin sıcaklığını her bir noktamda hissediyordum. Ellerimiz dans için gerekli konumlara yerleştiğinde göz göze geldik. “Ne söyleyeyim?” Gülümsedim. “Bilmem, sen seç.” “Peki,” diyerek bakışlarını boşluğa dikti. Sadece saniyeler sonra dudaklarındaki belli belirsiz gülümsemeyle kafasını hafifçe salladı ve bana biraz daha yaklaşarak yanağını saçlarıma yasladı. Bu hareketi kalbimi kanatlandırırken hafifçe salınmaya başlamasıyla ona eşlik ettim. Saniyeler sonra fısıltı halindeki sesini işittiğimdeyse gözlerim şaşkınlıkla irileşti. Gözlerim gözlerine kitlenir Doyamam seyretmelere seni Boynundaki ellerimden birini yumruk yaparak yavaşça omzuna vurdum. “Dalga geçiyor olmalısın!” Adımlarımın duraksamasını önemsemeden ve hatta sesini bir tık arttırarak şarkıyı söylemeye devam ettiğinde “Çok kötüsün ya!” diye isyan ettim ama gülüyordum. Özlerim, birkaç saat fazla gelir Yağızım, yiğidim, erkek güzelim Aral’ın beni asla umursamadığını fark edince tekrar hareketlendim ancak hissettiğim hafif utanç, yüzümü Aral’ın boyun girintisine yaslamama neden oldu. Çünkü biliyordu, bu şarkının bana onu hatırlattığını çok iyi biliyordu ve bunu kullanmaktan çekinmiyordu. Aral, o güzel sesiyle şarkıya devam ederken gözlerimi kapattım ve delicesine mutlu olduğum şu dakikaları hafızama kazıdım. Bugün çok şey öğrenmiştim ve hakkında öğreneceğim daha çok şey olduğunu da biliyordum ki bunu büyük bir hevesle karşılayacağıma da emindim. Belki yarın eski haline dönecekti, belki de kaldığımız yerden devam edecektik, bilemiyordum ama şu an bunu umursamıyordum da. Çünkü içini biliyordum artık. Hislerini, korkularını, düşüncelerini… Bana düşen onu değiştirmek değildi, onu benliğine kavuşturmaktı. Arel, Aral’ın iki kez değiştiği konusunda yanılıyordu. Aral, yalnızca âşık olmuştu ve aşkı yaşamak insana elbette ki farklı davranışlar ve yükümlülükler getirecekti. Aral’ın esas değişimi ihanete uğradığında gerçekleşmişti. Ve mademki Aral aslında bir aşk adamıydı, o halde benden çekeceği vardı. Çünkü şu saatten sonra onu kendime âşık edebilmek için elimden gelen her şeyi yapacaktım. Her şeyi. ღ Umarım beklediğinize değen bir bölüm olmuştur. Aral’ı hep çok merak ediyordunuz ve ben size onun esas kişiliğini ileride göreceğinizi söylemiştim. Şu an çok göremediniz, ikinci bir ağızdan dinlediniz ama onu daha iyi anlayabildiğinizi umuyorum. Ayrıca yakın bir zamanda şahitlik de edeceğinizi söylemek isterim. Bölümle, karakterlerle ilgili düşüncelerinizi benimle paylaşmayı ihmal etmeyin lütfen. Yeni bölümde görüşmek üzere! İnstagram: rabiaclr – dolunayinvechi
|
0% |