Yeni Üyelik
29.
Bölüm

BÖLÜM - 29

@bayanclara

Ağız tadıyla yediğim tatlının ardından babamlar da kendi tatlılarını bitirince babam hesabı istedi ve ortağı olan adamla hesap üzerine küçük bir münakaşaya girdikten sonra hesabı ödedi. Bunun üzerine hep beraber ayaklandık ve ortağın eşinin yanaklarıma kondurduğu sulu öpücüklerden sonra onlardan ayrılarak arabamıza bindik.

Arka koltuğa yerleşir yerleşmez üzerimdeki elbisenin yeniyle yanaklarımı sildiğimi gören annem ön koltukta küçük bir kahkaha patlatıp “Çok ayıp Tamay!” dedi. Buruşturduğum yüzümle anneme bakarken “Çok iğrenç ama anne, ne yapayım?” diye mızmızlandım. “Ağzının suları yüzüme geçti resmen!”

Arabayı çalıştırarak gaza basan babam “Bak, sen böyle söyleyince ben de iğrendim ama,” diyerek güldü. Lakin hiç de iğrenmiş gibi görünmüyordu. Aksine keyfi oldukça yerindeydi.

Babama cevap verme ihtiyacı duymadan Zeyno’yu almak üzere yan tarafıma dönmüştüm ki babam bir kez daha “Kemerini takmayı yine unuttun, Tamay,” diyerek uyardı beni. Ama bu sefer suçlu ben değildim, vallahi kadının öpücükleri aklımı başımdan almıştı!

Huysuz bir ses tonuyla “Takıyorum baba,” diyerek kemerimi taktım ve Zeyno’yu kucağıma çekerek gökyüzündeki dolunaya odaklandım.

Annemle babam biraz önce yediğimiz yemek ve babamın yeni ortakları hakkında bana oldukça sıkıcı gelen bir sohbete giriştiklerinde Zeyno’yu cama doğru yaklaştırıp “Ay bu gece ne kadar da parlak, değil mi Zeyno?” diye mırıldandım. Oyuncak bebeklerle konuşma yaşını geçmiş olmak benim için bir şey ifade etmiyordu. Hem zaten onu bir oyuncak gibi de görmüyordum. O benim çocukluk arkadaşımdı. “Yeni her zaman çok parlak oluyor ama sanki bu gece bir ayrı güzel. Bir de peşimizden geliyormuş gibi duruyor ya, nasıl hoşuma gidiyor.”

İç çekerek alnımı arabanın camına yasladım ve arabanın hızı yüzünden sürekli sallanan başımı umursamadan ayı izlemeye devam ettim.

Annemin biraz öncekinden daha ciddi bir ses tonuyla “Ne oluyor, Tamer? Neden hızlandın?” diye sorduğunu işittiğimde kaç dakikadır öyle melül melül ayı izlediğimden bihaberdim. Aynı anneme benziyordum, bir daldım mı kendime gelmem uzun sürüyordu.

Başımı çevirdim ve annemin neden bahsettiğini anlamak amacıyla ön yolcu koltuğundaki anneme baktım. O da babama bakıyordu ve ince kaşları çatıktı.

“Bilmiyorum, Ahu,” diye cevap verdi babam. Homurdanmış da olabilirdi, lakin kızgından çok tedirgin gibiydi. “Şu arkadaki araç restorandan çıktığımızdan beri peşimizde ve beni bile isteye zor duruma sokmaya çalışıyor.”

Gözlerim korkuyla irileşirken annem de korkmuş olacaktı ki başını çevirdi ve arabanın arka camından yola baktı. “Siyah olanı mı diyorsun?”

“Evet,” diyerek arabanın yan aynalarını kontrol etti babam. Keskin bakışları hızla etrafı tararken dikiz aynasından kasılan çenesini görebiliyordum. Bir şeylerin sahiden yolunda gitmediği çok belliydi.

Elimde olmadan titreyen sesimle “Baba?” diye mırıldandığımda babamın benimkilerin aynısı olan gözleri ayna yardımıyla bana çevrildi.

“Korkacak bir şey yok bebeğim, muhtemelen trafik magandasının biri oyun oynayama çalışıyor ama senin baban kolay lokma değil.”

Bana en sevdiğim şekilde göz kırptığında bunu içimi rahatlatmak için yaptığını bilecek kadar iyi tanıyordum onu lakin içimin rahatladığı falan yoktu. Çünkü annemin dudaklarını dişleyerek arabanın sağ aynasından arka tarafı izlediğini görebiliyordum.

“Hız yapmayı hiç sevmiyorum ama bu magandadan da başka şekilde kurtulamayacağız sanırım.”

Babamın kısık bir sesle mırıldandıklarını duymuş, benim ve annemin kemerlerinin takılı olduğunu teyit ettikten sonra gaza biraz daha yüklenmesini büyük bir sessizlik eşliğinde izlemiştim. İçime çöreklenen sıkıntı yüzünden ağzımı açmaya çekiniyordum ama korkuyordum da. Trafik magandalarının kimler olduğunu okulda öğrenmiştim ve yeri geldiğinde ne kadar tehlikeli olabildiklerinin de farkındaydım ki sıkıntımın en büyük sebebi de buydu. Bir şeyleri biliyor olmanın bazen bilmemekten daha kötü olduğunu ilk fark ettiğim andı bu an.

Aradan dakikalar geçti ancak ne arabamızın hızı azaldı ne de annemle babamın stresi. Kucağımdaki Zeyno’yu sıkı sıkıya göğsüme bastırıyor, korkudan içim içimi yerken ondan cesaret almaya çalışıyordum.

Babamın aniden direksiyonu kırmasıyla kemerime rağmen yanımdaki kapıya çarpmış ve kolum acıdığı için yüzümü buruşturmuştum. Buna rağmen ağzımdan en ufak bir inleme dökülmemişti, çünkü kendimi hiç olmadığı kadar kasmıştım. Annemle babam yeterince zor durumda gibi görünüyorlardı ki böyle bir durumda zihinlerini bir de kendimle meşgul etmek istememiştim.

“Bu sadece bir maganda değil,” diye mırıldandı babam fısıldarcasına. “Bir derdi var gibi görünüyor.”

“Bizimle mi?” diye sordu annem, sesindeki korku canımı acıtmıştı. “Kimin ne derdi olabilir ki?”

“Bilmiyorum ama bizi ısrarla kıstırmaya çalışmasının bir nedeni olmalı. Yeni ortağımızla yediğimiz yemeğin ardından böyle bir şey yaşamamız basit bir tesadüf olamaz.”

Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdığım sıra aklım babamın söylediklerine takıldığı için ellerim bir anlığına gevşemiş ve babamın ani dönüşüyle kucağımdaki Zeyno arabanın diğer köşesine savrulmuştu.

“Zeyno,” diyerek ona uzanmaya çalışsam da kemer yüzünden yerdeki bebeğime ulaşmam imkânsızdı. Oysa şu an ona hiç olmadığı kadar ihtiyacım vardı.

“Baba Zeyno koltuğun altına düştü, kemer yüzünden alamıyorum. Sadece bir dakikalığına kemeri açabilir miyim?”

Babam, arkasındaki koltukta oturduğumu unutmuş gibi hafifçe irkilerek gözlerini dikiz aynasından benimkilerle buluşturduğunda “Olmaz,” diyerek başını salladı ve bakışlarını tekrar yola çevirdi. Arabamız hala çok hızlıydı.

“Lütfen,” diye yalvardım. “Çok hızlı olacağım, ona ihtiyacım var.”

“Eve gidene kadar sabret Tamay,” derken çenesi kaskatıydı. Nedense yemek yediğimiz restoranın eve bu kadar uzak olmasından nefret ettiğini düşündüm. “Az kaldı zaten.”

Bakışlarımı bir anlığına dışarı çevirdiğimde yanından geçip gittiğimiz yerlerin hiç tanıdık gelmediğini fark etmem pek de uzun sürmemişti. Yani eve yakın falan değildik.

“Baba, lütfen,” diye mırıldandım bir kez daha.

“Babanı dinle ve daha fazla ısrar etme kızım,” diyerek araya girdi annem. Genelde babamla aramızdaki tartışmalara dâhil olmaz, konuyu kendi aramızda halletmemizi büyük bir sabırla beklerdi ancak şu an pek de sabredecek durumda değildi.

Peşimize maganda takıldığını duyduğumdan beri cesur olmaya çalışıyordum ancak kendimi daha fazla tutamayacaktım. Gözlerimin dolmasına izin verirken “Baba, lütfen,” dedim bir kez daha. “Korkuyorum.”

Babamın bakışları hızla bana kayarken usulca yutkundu ve “Korkacak bir şey yok, güzelim, tamam mı?” diye mırıldandı. Sözlerim canını acıtmış gibi konuşuyordu, korktuğumu itiraf ettiğim için pişmanlık duyuyordum. “Baban burada, yani korkmana hiç gerek yok. Bebeğini o kadar çok istiyorsan da çok hızlı bir şekilde alıp tekrar kemerini bağlayacaksın, anlaştık mı?”

Hızla başımı salladım. “Anlaştık.”

Babam, tekrar yola odaklanırken annem “Bu magandanın peşimizi bırakacağı yok. Polisi arayalım artık Tamer,” dedi endişeyle. “Bu psikopat gittikçe yaklaşıyor bize.”

“Tamam, çabuk çıkar telefonunu. Asaf’ı ara.”

Annem, kucağındaki çantasını kurcalamaya başlarken bakışlarımı bacağını görebildiğim bebeğime diktim ve hızla kemerimi çıkarıp koltukta kayarak yere doğru eğildim.

İşte ne olduysa o zaman oldu.

Arabamız arkadan sert bir darbe aldığında dengemi sağlayamayıp yere, Zeyno’nun yanına düştüm. Ön taraftan küçük bir gürültü gelirken “Telefonu düşürdüm!” diye bağırdı annem. Benden bile çok korktuğunu fark ettim o an. Arkadan gelen darbeler artarken babamın hiç de âdeti olmadığı bir şekilde küfrettiğini duydum. Hem de peş peşe. Gözlerimi sıkıca kapayarak yanına düştüğüm Zeyno’yu kucaklarken annemin tiz bir çığlığını daha işittim. Babamın adını haykırıyordu. Dikkat etmesini söylüyordu lakin işe yaramamış olmalıydı. Bunu arabanın savrulmasından ve yerde oradan oraya çarpmamdan anlayabiliyordum.

Ve tabii bir de annemin o dehşet verici çığlığından.

Gözlerimi asla açmadım, açmak istemedim. Zaten bir zaman sonra karanlığa mahkûm olmuştum.

“Hayır, hayır, hayır, HAYIR!”

Kendi çığlığımla uyandığımda nefes nefeseydim. Ellerim göğüs kafesimde, yüzüm kan ter içindeydi. Gözlerim karanlığa alışıp odamda olduğumu idrak etmeme yardım ettiğinde ellerimden birini göğsümden çekip dudaklarımın üzerine koydum ve hıçkırarak ağlamaya başladım.

Hatırlamıştım. Sonunda hatırlamıştım. Tam tamına on sekiz senemi almıştı ama hatırlamıştım işte.

Ve yıkılmıştım.

Çünkü haklıydım. Annemle babamı biri almıştı benden. Babam kaza yapmamıştı, biri bile isteye bizi köşeye sıkıştırıp kaza yapmamıza neden olmuştu.

Annemle babamın bir katili vardı.

On sekiz senedir elini kolunu sallaya sallaya dışarıda gezen bir katil vardı.

Gözyaşlarım çoğalırken sesi artan hıçkırıklarımı ellerimle bastırmaya çalıştım. Tuana’yı uyandırmaya niyetim yoktu. Kızcağız zaten son günlerini o kadar az uykuyla geçiriyordu ki bir de benim yüzümden harap olmasını istemiyordum. Zaten odanın içindeki renge bakılırsa günün aymasına pek de bir şey kalmamıştı.

Lakin canımın acısı çok fazlaydı. Kendimi zapt edemeyeceğim kadar çok.

“Baba… Babacığım,” diye fısıldadım hıçkırıklarımın arasında. “Canım çok acıyor. Sizi benden, bizden almış olmalarına katlanamıyorum. Sizsiz büyümek zorunda kalmış olmak çok zoruma gidiyor.”

Ağlamam azalmak yerine gittikçe şiddetlenirken sesimi bastırmakta zorluk çektiğimi fark ederek alelacele bacaklarımı yataktan aşağı bırakıp ayağa kalktım. Tek elimle hıçkırık tutan ağzımı kapatırken diğeriyle dolaptan aldığım bornozla birlikte odanın içindeki banyoya girdim ve üzerimdeki pijamalardan çabucak kurtulup kendimi duşa kabinin içine attım. Suyu sonuna kadar açtıktan sonra sesimi bastırmasını umut ederek elimi ağzımdan çektim ve yere çömelerek ağlamaya devam ettim.

Annemin korkusu ve babamın endişesi gözümün önündeydi. Sanki on bir yaşıma geri dönmüştüm ve tekrar o arabanın içindeydim. Ön koltukta annemle babam oturuyordu ve endişelerini bana belli etmemeye çalışıyorlardı ama ben korkuyu iliklerime kadar hissediyordum.

Sular başımdan aşağı inerken açık gözlerimle duşa kabinin camlarına bakıyor ve ağlamaya devam ediyordum. Çok ağladığım zaman nefesim tıkanır, sürekli hıçkırmaya başlar ve soluk alamazdım. O evreye çok yaklaştığımın farkındalığıyla korksam da sol yanımdaki yangın, bu korkudan çok daha fazlaydı.

Düşüncelerimde haklı olmak hiç bu kadar üzmemişti belki de beni. Yıllarca o kemerin açık olmasının sebebini anlamaya çalışmış, kanıt olmadığı için amcamları kendime inandıramamıştım ancak işte her şeyi hatırlıyordum. Şu an nefes alıyor olmamın sebebi Zeyno’ydu, benim biricik bez bebeğim. Babam arabayı çok hızlı kullanmasına rağmen yaşadığı o sıkıntıyla kemerimi açmama izin vermişti ve ben bebeği almak için uğraşırken arka koltuğun ön tarafına düşmüş, kazadan da bu sayede küçük sıyrıklarla kurtulmuştum.

Babam aslında hata olarak göreceği bir davranışla canımı kurtarmıştı.

Ama ben, bunca sene elim kolum bağlı bir şekilde oturmuş ve onları benden alan kişiyi bulamamıştım. Bu beni hayırsız bir evlat yapar mıydı?

Nefes alamadığımı hissettiğimde kendimi tamamıyla yere bırakıp ellerimi boğazıma dayayarak sakinleşmeye çalıştım. Birazdan geçecekti, biliyordum. Daha önce de yaşamıştım, hep böyle olmuştu. Bu sefer de öyle olacaktı, biliyordum. Tek yapmam gereken sakin olmaya çalışmaktı.

Başımı su başlığının altından çıkararak derince nefes almaya çabaladım. Başta pek işe yaramasa da yavaş yavaş nefeslerimin düzene girdiğini fark edince sakin kalmaya devam ederek aynı hareketleri tekrarladım.

Dakikalar sonra kendime gelebildiğimde ağlamaktan yorgun düşmüştüm lakin içimdeki üzüntü ve çaresizliğin intikam hırsına dönüşmesi yorgunluğumu bastırıyordu. Böyle ağlamaya devam ederek bir yere varamazdım. Bir an evvel kendimi toparlamalı ve Aral’ı arayarak hatırladığım şeyleri anlatmalıydım. Anlattıklarımın ona ne tür bir yardımı olabilirdi, bilmiyordum ancak içimden bir ses o gece kaza yapmamıza neden olan kişinin bana notlar gönderen kişiyle bir alakası olduğunu söylüyordu.

Duvardan destek alarak ayağa kalktıktan sonra yüzümü suya doğrulttum ve defalarca kez yüzümü yıkadım. Ağlamak başıma ağrılar girmesine neden olmuştu ki duştan sonra ağzıma birkaç lokma bir şey atıp ağrı kesici içsem iyi olacaktı.

Hızlı bir duş sonrası bornozumu giyerek kendimi tekrar odaya attım ve saçıma küçük bir baş havlusu sarıp dolaptan giyebileceğim bir şeyler bakındım. Banyoda sandığımdan daha fazla vakit geçirmiş olacaktım ki saat altıyı bulmuştu. Yine de kendi alarmımın çalmasına daha çok vardı.

Aral’ı da bu saatte aramak istemiyordum. Aramak için can atmadığımdan değildi elbette, hatta kendimi zor tutuyorum bile denebilirdi ancak normal şartlarda bu saatte hala uyuyor olması lazımdı ki işi yüzünden gün boyunca çok yorulduğunu bildiğimden onu arayarak uyandırmak istemiyordum. Daha doğrusu ona kıyamıyordum.

Saçlarımı kurutup gelişigüzel topladıktan sonra üzerime beyaz bir kumaş pantolonla lila renginde, düz bir tişört giydim ve ardından saçlarımı düzleştirip sıkı bir atkuyruğu yaptım. Feci halde cansız görünen yüzümü hafif bir makyajla bakılır hale getirsem de kızaran gözlerime yapacak bir şey şeyim yoktu.

Hazırlandıktan sonra kolumdaki saate kısa bir bakış atıp Aral’ı aramak için biraz daha vakte ihtiyacım olduğunu düşünerek odamdan çıktım ve merdivenleri hızla inerek mutfağa girdim.

Haziran ayının başındaydık, üniversite sınavıysa ayın sonundaydı ki son dönemecin içinde olduğundan ve okulda ders işlemedikleri için Tuana deneme olmadığı günler okula gitmiyordu. Buna rağmen okula gidermiş gibi kalkıp kahvaltısını ediyor, ardından da odasına çıkıp ders çalışıyordu.

Kahvaltı hazırlamak amacıyla ocağa çay suyu koyduktan sonra patates kızartması ve omlet yapmak için harekete geçtim. Patatesi soyarken de omlet için gerekli malzemeleri dolaptan çıkarırken de ezbere iş yapıyordum. Zira zihnimin içinde gördüğüm rüya başa sarılıp duruyordu. Hala başım ağrıyordu lakin ilk anki gibi değildi, yine de düşünmek kendimi daha da zorlamama neden oluyordu ancak bunu yapmazsam delireceğimi bildiğimden rüyamı düşünmekten ve detayları hatırlamaya çalışmaktan vazgeçmedim.

Peşimizdeki arabanın plakasına bakmayı akıl edemediğim için kendime kızmamaya çalıştım. O yaşta bir çocuğun bunu akıl edememesi çok normaldi, bu yüzden diğer şeylere odaklandım. Babam, başlangıçta bizi sıkıştırmaya çalışan kişiyi herhangi bir trafik magandası zannedip pek umursamamış ama sonrasında bunun kişisel bir mesele olduğunu anlamıştı. En azından anneme söyledikleri bu anlama geliyordu. Belki bunu hafife almasaydı ve anneme daha evvelinden Asaf amcamı aramasını söyleseydi, annem de endişeye kapılıp telefonu koltukların arasına düşürmek yerine amcamı arayabilseydi şu an nefes alıyor olabilirlerdi.

Bu gerçek, nefesimi kesiyordu.

Ne babama o magandayı başta önemsemediği için kızabiliyordum ne de telaşla telefonu düşüren anneme. Biliyordum ki ikisi de böyle olsun istemezdi. Bizi bir başımıza bu koca dünyada bırakıp gitmek istemezlerdi. Ellerinde olsaydı eğer buna mani olur ve dizlerinin dibinde büyümemize izin verirlerdi.

Ama olmamıştı.

Gözlerimin tekrar dolduğunu fark edince gözlerimi sıkıca yumup birkaç saniye bekledim. Tuana’nın uyanıp mutfağa inmesi an meselesiydi ve beni böyle görmesini istemiyordum.

Biraz olsun kendime gelebildiğimde kaldığım yerden kahvaltı hazırlamaya devam ettim ve çayı demledim. Dolaptan çıkardığım kahvaltılıkları masaya dizdiğim sıra “Allah’ım, bu kokular da ne böyle ya Rabbim!” diyerek tüm enerjisiyle mutfağa daldı Tuana. Evet, gerçekten daldı ve düşmek üzereyken sandalyeden destek alarak yere yapışmaktan son anda kurtuldu.

Ona endişeyle irileşmiş gözlerimle bakarken, renkli gözlerini çevirip bana baktı ve yaramaz çocuk sırıtışıyla “Kokular başımı döndürdü, ondan,” diye zevzekleşti.

“Kafanı masaya çarpsaydın dönecek bir başın kalacak mıydı acaba?” diye homurdandım, kızgın anne moduna geçerken. “Bir kere de indirme yüreğime be kızım, bir kere be.”

Kuş yuvasına dönmüş saçlarına -okula gitmediğinde gerçekten tam bir pasaklı oluyordu- aldırmadan pıtı pıtı yanıma geldi ve kollarını belime dolayıp yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. Öpücüğü hoşuma gitmemiş gibi yalandan yüzümü buruşturdum ve “Çek şu salyalarını üzerimden,” diyerek homurdandım. Daha çok sırıttı.

“Biliyorum ablacığım, biliyorum. Benim yerimde şu an eniştemin olmasını ve yanağına öpücük bırakanın o olmasını isterdin ama ne yazık ki elimizde ben varım. Üzgünüm ama benimle idare etmek zorundasın.”

Kendime engel olamadan Aral’la şu pozisyonda olduğumuzu hayal ettiğimde yüzümde nasıl bir ifade oluşmuşsa gülerek geri çekildi ve işaret parmağını yüzüme dikti, Tuana. “Ay, şu sıfata bakın! Gerçekten hayal ediyorsun, değil mi? Ama sanki hayallerinde eniştemin öptüğü yer yanağın olmamış gibi ablacığım, ha?”

Sözleriyle kendime gelirken elimdeki kaşığı tehditvari bir ifadeyle kaldırıp “Pis pis konuşma,” diyerek kızdım ona. “Hiçbir şey hayal ettiğim yok benim, ne çok seviyorsun saçmalamayı ya.”

Tabağa koyduğum patateslerden birini alıp sıcaklığına aldırmadan ağzına attıktan ve sonra yanarak ağzını yelpazelemeye çalıştıktan sonra “Beni kandıramazsın ama şu an bu tartışmayı sürdüremeyeceğim, çünkü yanıyorum!” diye çığırıp masaya koştu ve kendine bir bardak su doldurup kafasına dikti.

“Şapşal kız.”

Kafamı iki yana sallayarak omletin altını kapattım ve ardından tavayla birlikte patates tabağını alıp masanın üzerine bıraktım. “Hadi otur ama öyle her bulduğunu hemen ağzına atma.”

Dili dışarıda bir şekilde ilerleyip sandalyelerden birine yerleşirken “Tomom,” diye mırıldandı. Dili dışarıdayken konuşma çabasına gözlerimi devirip kaynayan çaydanlığın altını kapattım ve çaydanlığı alarak masaya taşıdım. Bardakları Tuana gelmeden evvel masaya yerleştirdiğim için de Tuana’nın karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum.

Pek fazla iştahım olmasa da Tuana’ya renk vermemek için çaylarımızı koyduktan sonra tabağıma bir parça omlet ve bir miktar da kızartma koyup yemeye başladım. Tuana ise çoktan omlete gömülmüştü.

Aral’ı kahvaltıdan sonra aramanın en uygunu olacağını düşünürken Tuana’nın sorusuyla bakışlarımı tabağımdaki omletten kaldırdım ve kız kardeşimin gözlerinin içine baktım.

“Ağladın mı sen?”

Kaşlarım usulca çatılırken “Ne?” diye mırıldandım anlamamış gibi. Bu konuda kendimle gurur duymuyordum ama özellikle son birkaç aydır yalan söyleme kabiliyetim bir hayli artmıştı. “Nereden çıktı bu? Sabah sabah neden ağlayayım ki?”

“Bilmem ki,” diyerek dudaklarını büzdü. Sorum kafasını karıştırmıştı. “Gözlerin bir kızarık geldi gibi bana.”

“Gece kâbus falan gördüm, erken uyanınca da tekrar uyuyamayıp banyoya girdim,” diyerek doğruları söyledim. “Uykumu alamadığım için öyledir.”

Omuzları düştü. “Yine aynı kâbus mu?”

İç çekerek “Hımhım,” diye mırıldandım. Yalan sayılmazdı, yine aynı kâbusu görmüştüm sonuçta. Yalnızca bu sefer yarıda kesilmemişti.

“Anladım,” diyerek başını salladıktan sonra çayından birkaç yudum aldı ve konuyu değiştirmek istercesine “Bugün öğleden sonra Berfin gelecek, birlikte çalışacağız,” diye haber verdi bana. “Dün gece son anda karar verdik, o yüzden söyleyemedim sana.”

Ağzımdaki lokmayı yuttuktan sonra “Sorun değil, birlikte güzel güzel çalışın,” diyerek başımı salladım. “Zaten bugün yoğun bir gün geçireceğim, akşama kadar bir sürü radevum var.”

“Olur, anneciğim,” diyerek sırıttı. “Uslu uslu çalışırız, hiç de yaramazlık yapmayız.”

“Dalga geçme ablayla,” derken kızıyormuş gibi görünsem de gülmemek için kendimi sıkıyordum. Şu hayatta kafamı dağıtma konusunda başarılı iki insan vardı ki biri şüphesiz Tuana’ydı. Çoğu zaman beni sinir etse de aklımı karıştırmayı hakikaten çok iyi başarıyordu. Diğer kişi ise çok sevgili başkomiserimdi ki bunun sebebi de onun yanındayken aklımın bambaşka konularda çalışıyor olmasıydı.

Tabağımdakileri zar zor bitirdikten sonra ayaklandım ve dolapların birinden aldığım ağrı kesiciyi içtim. Tuana normalde de baş ağrılarım için ağrı kesici almama alışık olduğundan bir şey söylemek yerine yemeye devam etti.

Kendi tabağımla bardağımı tezgâha taşırken “Masayı toplarsın, değil mi güzelim?” diye sordum.

Tek elini havada sallarken “Hallederim ben, sen çık hadi. Geç kalma,” diye mırıldandı. Yanına gidip eğilerek yanağına ve şakağına uzun birer öpücük bıraktım. Farkında değildi belki ama yemek sırasında kafamı dağıttığı için minnet öpücüğüydü bunlar.

“Ben çantamı alıp geleyim.”

Mutfaktan çıkıp merdivenlere yönelerek üst kata vardığımda önce lavaboya girip elimi yıkadım, ardından da giyinirken yatağımın üzerine bıraktığım ceketimi giyip kol çantamı omzuma astım. Telefonuma kısa bir bakış attıktan sonra onu da çantamın içine koydum. Tuana’nın konuşmamı duymasını istemediğimden arabaya bindiğimde arayacaktım Aral’ı.

Odamdan çıkıp tekrar mutfağa inerek Tuana’ya son kez veda edip dışarı çıktım ve arabaya biner binmez çantamdaki telefonu çıkararak Aral’ı aradım. Gözlerim evim kapısındayken oldukça gergin bir tavırla parmaklarımı belli bir ritimle direksiyona vuruyordum.

Telefon çaldı, çaldı, çaldı ama açan olmadı. Arama meşgule döndüğünde oflayarak telefonu kulağımdan çektim ve telefonun sağ üst köşesindeki saate kısa bir bakış attıktan sonra tekrar aradım Aral’ı. Bu saatte uyanık olması lazımdı, tabii dün gece devriyeye çıkmamışsa.

Arama bir kez daha meşgule düşünce sıkıntıyla nefes aldım ve mesaj yerine girdim.

Gönderilen: Başkomiserim

Aral, günaydın. Dün gece yine kâbus gördüm, yani şu kazayı ve bu sefer sonunu da gördüm. Kaza denilen şeyin nasıl olduğunu artık biliyorum, lütfen mesajı görür görmez beni ara.

Telefonumu ve çantamı yan taraftaki koltuğun üzerine bıraktıktan sonra düşen omuzlarım eşliğinde arabayı çalıştırarak bahçeden çıktım. Çalınca zil sesini duyacağımı bilmeme rağmen bakışlarım sürekli telefonuma kayıp duruyordu lakin arayan soran yoktu. Aslında aklıma Arel’i aramak geliyordu ancak meşgullerse ya da daha farklı bir durum varsa rahatsız etmek de istemiyordum. Neticesinde müsait olsaydı telefonuma bakardı, çünkü hep bakmıştı.

Anayola girmeden önce karşılaştığım trafik ışığının son anda kırmızıya dönmesiyle frene basarken istemsizce bir kez daha baktım telefonuma. Mesaj atmış olmama rağmen bir kez daha arayıp aramama konusunda derin düşüncelere dalmışken arabanın arka kapısının açıldığını işiterek korkuyla irkildim ve bağırarak “Ne oluyor ya?” dediğim sıra belimde hissettiğim şeyle adeta donakaldım.

“Sesini kes ve gaza bas, Doktor.”

Duyduğum tanıdık sesle bakışlarım dikiz aynasına kayarken arka koltukta başındaki şapka yüzünden yüzünü göremediğim kişiye baktım. Kesinlikle bir kadındı ve bana hitap şekli aklımı karıştırmıştı.

“Se-sen de kimsin?”

“Soru sormayı bırak ve gaza bas, yeşil yandı görmüyor musun?”

Ne gaza bastım ne de gözlerimi aynadan ayırdım. Belime dayatılan şeyin silah olması beni dehşete düşürüyordu lakin bir şeyleri anlamaya başlamış olmak içimdeki merakın, korkumun üzerine çıkmasına neden oluyordu.

“Ses tonun çok tanıdık,” diye mırıldandım dalgın bir ses tonuyla. “Seni tanıyorum, öyle değil mi?”

Söylediği gibi yeşil ışık yanmış olmalıydı ki arkamızda sıraya giren arabalardan korna sesleri yükselmeye başlamıştı ve bu zaten gergin olan vücudumun iyice kasılmasına neden oluyordu.

Onu görmeden arabayı hareket ettirmeyeceğimi anlayarak boştaki elini başına götürdü ve şapkasını çıkardı. Kadının kıvırcık, sarı saçları omuzlarına dökülürken şaşkınlıkla “Hare Hanım?” diye soludum. Şu an burada tam olarak ne oluyordu Allah aşkına?

“Biraz daha böyle durmaya devam edersen işimi burada halletmek zorunda kalacağım ve beni, evine girmeye çalışırken kendini fark ettiren, bununla da yetinmeyip arabanın altında kalan aptalla sakın karıştırma. Olur mu, Doktor?”

İşte şimdi gerçek manada şok olduğum andaydık. Olduğum yerde öylece kalakalırken ne artan korna ve insan seslerini umursuyordum ne de belime yaslı olan silahı.

“Se-sen? Sen, o musun?”

Sabırsız bir ifadeyle silahı belimden ayırarak saçlarımın arasına yasladı ve “Zaten hiçbir şey yolunda gitmiyor; bir de senin bu hallerinde uğraşamam, anlıyor musun beni?” diye çıldırmış gibi bağırdı. “Gaza bas ve ilerlet şu lanet olasıca arabayı!”

Korku, telaş, kafa karışıklığı ve merak birbirine girmişti. Bu yüzden de akıllıca hareket edemiyordum, daha doğrusu hareket bile edemiyordum, ta ki başımdaki silahı tenime biraz daha bastırarak canımı yakana dek.

“Gaza bas, dedim!”

“Ta-tamam, tamam, sakin ol, basıyorum.”

Benim hareket etmeyeceğimi anlayarak yanımdan kornalar ve küfürler eşliğinde geçen insanları umursamadan bakışlarımı yola çevirdim ve usulca gaza yüklendim.

“İlerideki kavşaktan U dönüşü yapacaksın. Sözümden çıkmayı denersen tetiğe basmakta hiç tereddüt etmem.”

Silahı sertçe başıma bastırmaya devam ederken “Ta-tamam,” diye kekeledim bir kez daha. Eğer düşünme yetim durmuş olmasaydı hemen yan koltukta duran telefonumu ondan önce alıp alelacele birini aramayı akıl edebilirdim. Hiç değilse saklamayı denerdim ancak çok geç kalmıştım. Zira ben ne olduğunu bile anlamadan telefonumu eline alıp camı açarak dışarı fırlatmış ve birilerine haber verme şansımı elimden almıştı.

Doğruyu söylemek gerekirse şu an telefonumu dışarı atmış olması, geceleyin gördüğüm rüyanın üzerine bunları yaşıyor olmam kadar etkileyememişti beni. Şu an ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Her şey takip edemeyeceğim kadar hızlı gerçekleşiyordu. Ayrıca muhtemelen yaşadığım şok yüzünden gerektiği gibi tepki de gösteremiyordum ama düşünmeye çalışıyordum. Bu kadın hasta olarak gelmemiş miydi bana? Oyun mu oynamıştı? Ama neden? O oyunun ne gibi bir faydası olmuştu ki ona?

Sabah saatlerinde olduğumuz için trafik oldukça yoğundu. Bu yüzden sürekli ilerleyemiyor, arada dur kalk yapmak zorunda kalıyorduk. Yani istesem arabayı duraksattığım bir sırada kapıyı açarak dışarı fırlayabilirdim tabii ama arkamdan ateş etmeyeceğinin bir garantisi yoktu. Ve ben gerçekleri öğrenmeden ölmek istemiyordum.

Kahvelerim yoldan dikiz aynasına kaydığında onunla göz göze geldim. Bakışlarında bir şey vardı, onda daha önce hiç görmediğim bir şey.

“Sen miydin?” diye sorarken sesim adeta bir demir gibiydi. “O notları gönderen kişi, sen miydin?”

Hiç beklemediğim bir şekilde dudakları kıvrıldı lakin bu normal bir gülümseme değildi. Korkunç bir sırıtıştı ve bu sayede bakışlarındaki o şeyin ne olduğunu anlayabilmiştim. Delilik.

“Sence?” diye mırıldandı, tuhaf bir ses tonuyla. “Sence o muyum?”

“Osun,” diyerek başımı salladım. “Sen, osun.”

Sırıttı.

“Acele etme, Doktor,” diyerek bakışlarını yola çevirdi. “Bunları konuşacak çok zamanımız olacak.” İç çekti. “Ama bir konuda seni tebrik etmem gerek. Hastan olmadan evvel beni fark etmiştin. Tabii yakalayamadın, hatta bana yaklaşamadın bile ama fark etmen bile büyük bir başarı.”

Nasıl oldu bilmiyorum ama kafam bir an beklemediğim kadar hızlı çalıştı ve aklıma bir görüntü düştü.

Biraz önce dediğim gibi kayıtları biraz geriye alıp benim hastaneden çıkış anımdan tekrar başlattığında nefes almadan izlemeye başladım.

Hastanenin ön kapısından çıktıktan sonra arabama doğru yöneldiğim sıra ekranın diğer kısmına kalabalık bir grup giriş yapıyordu. Karşılıklı olarak birbirimize doğru ilerlerken ben onların farkında bile olmayarak çantamla ilgileniyordum ancak o kalabalığın içinde duran bir kişinin başı bana dönüktü.

Bu kişi benim boylarımda, uzun ve kıvırcık saçlara sahip bir kadındı ancak taktığı güneş gözlüğü ve maske yüzünden çehresi görünmüyordu. Kadının kalabalığın arasında benim olduğum tarafa doğru süzülüşünü ve tam yanımdan geçerken ayağı takılmış gibi yapıp üzerime çullanışını ağzım açık bir şekilde izledim. Kadın yalnızca saniyeler içinde elindeki bir şeyi, yani notu çantamın içine bırakıp hızla kalabalığın içine dalmış ve bir kez dahi arkasına bakmadan hızla yürümeye devam etmişti. Ben ne yaşadığımı idrak edene kadar sarışın kadın çoktan kalabalıkla birlikte kameranın odağından çıkmıştı.

“Hastane bahçesindeki kişi sendin,” diye fısıldadım dalgın bir tavırla. Ondan çok kendimle konuşuyordum. “O kalabalıkta cebime not sıkıştırıp kaçan kişi… Sendin.”

“Benden ikinci tebriği kaptın, helal olsun,” diyerek güldü. Gülüşü çok iticiydi, çünkü normal gülmüyordu. Aslına bakarsanız hiçbir hareketi normal değildi, bakışları bile.

Birden ciddileşerek “Şu aradan sap çabuk,” diye emir verdi bana. Şu an arka koltukta oturan kadınla, çocuğu olmadığını söyleyerek muayeneye gelen kadının aynı kişi olması imkânsız gibi geliyordu. Hastanedeki hali o kadar inandırıcıydı ki çift kişilikli olup olmadığını merak ettim. Akıl sağlığının yerinde olmadığını bakışlarını gördüğüm an anlamıştım zira.

Sözünü dinledim ve gösterdiği araya saptım. Kartal sokaklarındaydık ve buraları pek bildiğim söylenemezdi. Ayrıca sapmamı söylediği her sokakta daha da tenha yerlere giriyorduk. Çatık kaşlarla etrafıma bakınırken “Şurada dur,” diyerek eski bir apartmanın önünü gösterdi. İçimdeki korkunun biraz daha arttığını hissetsem de ikiletmeden dediğini yaptım ve bakışlarımı dikiz aynasına diktim.

“Şimdi ne olacak?”

Güldü ve başını sallayarak “Şimdi biraz uyuman gerekiyor, Doktor,” diye mırıldandı. “Ama söz veriyorum, uyandığın zaman çok eğleneceğiz.”

“Sen neyden bahsediyorsun?” diye sormama kalmadan ön sürücü koltuğunun kapısı hızla açıldı ve tamamıyla siyah giymiş biri kendini yolcu koltuğuna bırakarak olanları idrak edip kendimi savunamayacağım bir hızda ellerini üzerime yöneltti.

Elindeki bezi burnuma tutarak bilincimin kaybolmasına neden olmadan evvel duyabildiğim son şey, Hare’nin hoşnutsuz bir ses tonuyla “Nerede kaldın?” diye homurdanmasıydı.

Başımda tuhaf bir ağırlıkla uyandığımda gözlerimi aralayabilmek için güç sarf etmem gerekmişti. Birkaç denemenin ardından gözlerimi araladığımda bulanık gördüğüm için gözlerimi defalarca kez kırpıştırdım. Kendimi oldukça yorgun hissediyordum.

Net bir şekilde etrafımı seçebilmem birkaç dakikamı almıştı ki gördüğüm şeyler mi yoksa bulunduğum hali fark etmem mi neden olmuştu bilmiyordum ancak olduğum yerde resmen kaskatı kesilmiştim.

Elim kolum bağlıydı, daracık bir sandalyenin üzerinde oturuyordum. Muhtemelen baygın olduğum sıra başım önüme eğik olduğu için boynum felaket ağrıyordu ancak tüm bunlar, karşımda görmüş olduğum şeylerden sonra önemini kaybetmişti. Çünkü karşımdaki tahtadan duvar boydan boya fotoğraflarla doluydu. Benim, Tuana’nın, Tuncay amcamın, Sedef yengemin, evimizin, Aral’ın, Asaf amcamın ve hatta annemle babamın bile fotoğrafları vardı. Bazılarının üzerinde tuhaf işaretlemeler vardı, birinde de kafam yuvarlak içine alınmıştı.

Bu kadın sandığımdan da büyük psikopat olmalıydı.

İlk şoku biraz olsun atlatabildiğimde başımı çevirip bulunduğum yeri anlamaya çalışma isteğiyle doldum ancak başımı küçük bir oynatışımda dahi canım öyle yandı ki ağzımdan küçük bir çığlık kaçmasına engel olamadım. Refleksle boynuma götürmek üzere elimi kaldırmaya çalıştığımda ellerimin sandalyenin arkasında bağlı olduğunu hatırlayarak sızlandım. İstemsizce ipi zorladığım için bileğim acımıştı.

“Hay tüküreyim böyle işe ya,” diyerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Kendimi öyle berbat hissediyordum ki ağlamamak için zor duruyordum. Hem fiziki olarak hem de ruhsal olarak çok kötü bir haldeydim.

Derin nefesler alarak sakinleşmeye ve gözpınarlarımdaki yaşları geri göndermeye çalışırken bakışlarım örtülü perdenin kenarından dışarıya kaydığında havanın karardığını fark ederek küçük bir dehşete daha düştüm. Beni kaçırdıklarında henüz mesai saatim bile başlamamıştı. Beni kaç saattir uyutuyorlardı? Bundan da önemlisi evdekiler ne haldeydi?

Kaçırıldığımı anlamışlarsa ki bu saate kadar anlamış olmaları lazımdı, Tuana’nın da ve dolayısıyla Tuncay amcamın da olanlardan haberi olmalıydı ki bu da bunca zamandır sakladığımız şeyin ortaya çıktığı anlamına geliyordu. Amcamın ortalığı yıkacağını ve hatta tüm sinirini Asaf amcamdan çıkaracağına adım gibi emindim. Umarım Aral olası bir kavgaya engel olabilirdi.

Aral… Sabah telaşla onu aramış olmama rağmen telefonunu açmamıştı. Sonradan dönebilmiş miydi bana? Kim bilir telefonum nerede veyahut kimdeydi?

“Oo, Doktorcuğum? Madem uyandın, niye haber vermiyorsun bana? Ben de saatlerdir kendine gelmeni bekliyorum hâlbuki.”

Duyduğum sesle boş bulunduğum için istemsizce irkilirken bakışlarım hızla odanın girişine kaydı. Hare -gerçek adı buysa tabii- sabahki kıyafetleriyle içeri girerken yüzünde baştan aşağı sinirle dolmama neden olan bir sırıtış vardı.

“Beni kaçırırken bayıltmasaydınız uyumak zorunda da kalmazdım,” diye homurdandım oldukça soğuk bir sesle. Güçlü olmalıydım. Hiç öyle hissetmesem de dıştan öyle görünmeliydim. Nasıl bir psikopatla karşı karşıya olduğumu bilmiyordum çünkü. Tek bildiğim şey, onun çıldırmış olduğuydu.

“Kaçırıldığın yeri görmemen gerekiyordu,” diyerek tam karşımda duraksadı ve ellerini arkasında bağlayarak bana üstten bakmaya başladı. Kendince gücünü göstermeye çalışıyordu. “Ayrıca seninle ayıkken uğraşamazdım. Bir bebek gibi uyurken seni taşımak ve bağlamak öyle kolay oldu ki.”

Yüzüm tiksintiyle buruştu. Tanımadığım ve kötü olduğunu bildiğim kişilerin bana dokunmuş olması midemi kaldırmıştı.

“Tabii, salak koruma ilacı fazla kaçırdığı için olması gerekenden biraz fazla uyudun ama sorun yok. Sen uyurken Aral başkomiserin nasıl delirdiğini öğrenmek için umduğumdan da fazla vaktim oldu.”

Aral başkomiserin nasıl delirdiğini öğrenmek için…

Aral, delirmiş miydi?

“Sevgilinin senin için delirmesi hoşuna gitti değil mi?” diyerek sahte bir tavırla iç çekti. “Seni bir daha göremeyecek olması çok acı.”

Kanım dondu. Şu ana kadar gerçekleri öğrenme isteğim o kadar fazlaydı ki bana ne yapacağını düşünmeye fırsatım olmamıştı. Ama şimdi o böyle konuşunca korkmuştum. Beni öldürmeyi mi düşünüyordu?

Bir şey söylemedim, daha doğrusu söyleyemedim. Korktum. Zaten o da bir şey söylememi beklemedi, devam etti.

“Ah, bir de her şey planladığım gibi gitseydi, ben sizin başkomiserle ne haltlar karıştırdığınızı anlayıp ona göre planlar yapabilseydim her şey çok daha iyi olacaktı.” Duraksadı. “Yani, benim için.”

Sözlerinden ne anlamam gerektiğini bilememiştim. Aral’la karıştırdığımız halttan kastının ne olduğunu kestiremediğim için dudaklarımı birbirine bastırmak dışında bir şey yapmadım. Eğer ilişkimizden değil de Sadullah ve çevresinden bahsediyorsa ki bildiği onca şeyden sonra bunu da öğrenmiş olması mümkündü, her şey daha da sarpa sarabilirdi.

Sessiz kalışım karşısında dudaklarını büzerek başını sinir bozucu bir sakinlikle salladı ve iki sandalye dışında bomboş olan küçük odada geriye doğru giderek kapı kenarındaki sandalyeyi alıp tam karşıma ters olarak yerleştirdi. Ardından da bacaklarını iki yana açıp ata biner gibi sandalyeye oturarak dirseklerini sandalyenin sırt kısmına yasladı.

“Madem sessizlik elbiseni üzerine geçirmeyi tercih ettin, benim için sıkıntı yok. Zaten benim anlatacağım, senin de öğrenmen gereken çok şey var. Yani suskunluğun işime gelir.”

Ona dik dik bakmaya devam ettim, çünkü her ne kadar tam tersini iddia etse de konuşmamam sinirlerini bozuyor gibi hissetmiştim.

Sahte bir şaşkınlıkla bakışlarını etrafta, yani duvarlarda asılı olan fotoğraflarda gezdirdi.

“Nasıl? Küçük kulübemi ve senin için hazırladığım ortamı beğendin mi?” Bakışları bana döndü. “Aslında sana özel hazırlamadım, yalan söylemeyeyim. Ama senin yüzünden hazırladım ve birtakım işinde gitmeyen nedenler yüzünden sen de burayı görme şerefine nail olabildin.” Alayla gülümsedi. “Ne kadar şanslı olduğunu bir bilsen...”

Dudaklarımı daha da sıkı bastırdım birbirine. Çünkü ağzımı açtığım an küfretmeme engel olamayacaktım, farkındaydım.

“Neyse, bunlar küçük detaylar. Biz asıl konuya gelelim. Şimdi senden hafızanı biraz zorlamanı isteyeceğim. Zeki kadınsın, bunun seni çok uğraştıracağını sanmıyorum.” Duraksadı ve ellerini ileriye doğru uzatarak parmaklarını birbirine geçirdi. Ne söyleyecekse iyice gerilmişti.

“Anıl Karadere… Bu isim tanıdık geliyor mu sana?”

Kaşlarım çatıldı. Hiç beklemediğim ve ilk duyduğum anda tanıdık gelmeyen bir isimdi. Ayrıca ismi dile getirirken sesinin titremesi de dikkatimden kaçmamıştı.

Bakışlarımı yere dikerek hafızamı zorladım. Anıl Karadere. Kimdi ki bu adam? Karşımdaki kadınla ne alakası olabilirdi?

Dakikalarca düşündüm ama bir yere varamadım. Bu yüzden daha fazla kendimi zorlamak istemedim ve gözlerimi tekrar onun gözlerine dikerek “Kim olduğunu bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Tanıdık gelmiyor.”

Kaşlarını havaya kaldırarak usulca başını salladı. “Demek tanıdık gelmiyor.” Alaylı bir mırıltı döküldü dudaklarından. “Hâlbuki o adamın ölmeden önce aklında olan tek kişi sendin.”

Aklım daha ne kadar karışabilirdi ya da ben bir şeyleri daha ne kadar anlamayabilirdim, bilmiyordum ancak bu durumdan da oldukça sıkılmıştım.

“Neyden bahsettiğin hakkında en ufak bir fikrim yok.”

“Keşke benim de olmasaydı be, Doktor. Keşke benimde olmasaydı ve babam şu an yanımda, yanı başımda olsaydı.”

“Baban mı?” diyerek kaşlarımı çattım.

“Evet,” diyerek başını salladı. “Babam… Anıl Karadere.”

Ona anlamsız bakışlarla bakmaya devam ettim. Sahiden de ne anlattığını asla anlayamıyordum.

“Biraz daha açık olmalısın, bu şekilde laf dolandırmaya devam edersen hiçbir şey anlamamaya devam edeceğim.”

Yüzünde şeytani diyebileceğim bir gülümseme belirdi ve bundan korktuğumu hissettim. “Pekâlâ, öyle olsun. Yalnızca kendini hazırlasan iyi edersin, zira anlatacağım şeyler uzun sürecek ve bu sürecin ardından kendi babandan nefret edeceksin.”

Her bir hücrem beklemediğim bir hızla sinire bulanırken “Babam hakkında düzgün konuş,” diye soludum. “Ayrıca şu an söyleyebileceğin hiçbir şey babama nefret duymamı neden olamaz çünkü ben babamı tanıyorum. O, benim nefret edebileceğim şekilde davranacak bir insan değil.” Acıyla yutkundum. “Değildi.”

“Ah, Doktor, ah,” diyerek alaylı bir tavırla güldü. “Saf mısın yoksa salak mı, inan anlamak çok zor.” Abartılı bir tavırla iç çekti. “Ben anlatmaya başlayayım en iyisi, nasıl olsa gerçekleri öğrendikçe fikirlerin değişecek.”

Fikirlerimin değişmeyeceğinden adım gibi emindim lakin cevap vermedim. Karşımdaki insanın normal biri olmadığının da bana zarar verebilecek biri olduğunun da farkındaydım ve ondan öğrenmek istediğim şeyler vardı. Bu yüzden şimdilik dilime ket vurmak en iyi seçenek olacaktı.

“Seneler önceye, yani tam on sekiz sene önceye kadar hayatım çok güzeldi. Hatta harikaydı. Muhteşem bir çocukluk geçirmiştim, annem ve babam tarafından delice seviliyor ve el üstünde tutuluyordum. O zamanlar annemin bile en çok önemsediği kişi bendim, biliyor musun?” Duraksadı ve sol eliyle sağ elinin üzerini kaşımaya başladı. Gergindi. “Hayatımın hep öyle tozpembe gideceğini düşünürdüm. Bu yüzdendir ki en büyük derdim ders notlarımdı.” Yüzündeki gülümseme büyüdü ancak bu içten bir gülümseme değildi. Geçmişe, anlattığı zamanlara dönmek istediği çok belliydi. “Sonra bir gün her şey tepetaklak oldu. Babamın işleri kötü gitmeye başladı ve bu, evdeki huzuru kaçırdı. Annemle babam sürekli kavga ediyor, onları o halde görmek psikolojimi fena halde bozuyordu. Tabii sonra her şey çok daha kötü oldu. Babamın işleri iyileşmek yerine daha da kötüye gitti, tüm umudunu bir ihaleye bağlamıştı ve onu da kaybedince battı.” Elini kaşımayı bıraktı. Şimdiden kıpkırmızı yapmıştı tenini, biraz daha kaşısaydı kanatması uzun sürmeyecekti. “Bir gün odamda ders çalışıyordum. Evimizin kapısı çalındı, dakikalar sonra annemin bağırış çağırışını duyarak hızla odamdan çıktım ve daha önce hiç görmediğim dört tane adamın evimin salonunda olduğunu gördüm. En öndekinin elinde bir dosya vardı ve arkasındaki adamlara salondaki eşyaları, bizim eşyalarımızı almalarını söylüyordu. Neden bahsettiğimi anlıyorsun değil mi? Babam battığı ve birçok borcu olduğu için evimize haciz gelmişti, bense sadece liseye gidiyordum.”

Ne diyeceğimi de ne düşüneceğimi de bilmiyordum. Anlattıklarının benimle ne alakası olduğunu da anlamamıştım ancak bir şeyler sezer gibiydim.

“Sonra ne oldu biliyor musun, Doktor?” diyerek dağılan dikkatimin tekrar ona kaymasına neden oldu. “Babam evimize kadar her şeyi kaybedince annem ona boşanma davası açtı. Boşanmaları kısa sürede gerçekleşti. Yaşım tutmuyordu ve hâkim velayetimi anneme vermişti. Ben babamla kalmak istiyordum ama annem beni dinlemiyordu. Babamın mahvolmuş halini umursamıyordu. Babam annemin ayaklarına kapandı, onu bırakmaması için ama annem umursamadı. Kendi gittiği yetmiyormuş gibi beni de ayırdı babamdan ve babam hayatımda gördüğüm en aciz adama dönüştü. Kısa sürede hem işini hem de ailesini kaybetmişti. Evi, arabası, parası, ailesi, hiçbir şeyi yoktu.” Delirmiş gibi gülerek ayağa kalktı. “Nerede yaşıyordu biliyor musun?” diye sorduktan sonra ellerini iki yana açıp etrafında döndü. “Burada, bu külüstür kulübede! Başka hiçbir şeyi kalmamıştı çünkü.”

Sandalyesini ayağının ucuyla ittirerek bana doğru ilerledi ve hemen karşımda durup eliyle çenemi tuttu. Tutuşu sıkı ve can yakıcıydı ama yüzümde en ufak bir mimik oynamadı. Hislerimi de düşüncelerimi de ortaya çıkaracaktım lakin vakti geldiğinde.

“Şimdi diyeceksin ki, senin aile trajedinle benim ne alakam var? Hım… O halde bu anlattıklarımı farklı bir yönden anlatayım. Daha doğrusu seni ilgilendiren tarafından… Babanın ne kadar vicdansız biri olduğunu duymaya hazır mısın, Doktor?”

Dişlerimi sıktım. Öyle bir sıktım ki hem de çenem kaskatı kesildi. Elim kolum bağlı olmasa üstüne çullanır, ağzından çıkanı kulağının duymasını sağlardım. Bana hakaret etmesi o kadar önemli değildi ancak konu sevdiklerime, hele de annemle babama gelirse içimden bambaşka bir Tamay çıkardı.

Keyifle “Yüzünün aldığı şekle bakılırsa oldukça hazırsın,” derken çenemi ittirerek bırakmıştı. Bundan dolayı kafam sola meyletse de direncimi korudum ve omuzlarımı dikleştirerek gözlerinin içine baktım. Ne halsizliğim ne de başımdaki feci ağrı önemliydi şu an.

“Muhtemelen tahmin ediyorsundur ama ben yine de söyleyeyim. Babamın kaybettiği ve sonucunda battığı ihaleyi senin o çok sevgili baban kazanmıştı. Bunda ne var, deme sakın. Olaylar bundan sonra başlıyor çünkü.” Kaşlarım hızla çatıldı, burnuma hiç iyi kokular gelmiyordu. “Babam, ihaleyi aslında ucu ucuna kaçırmıştı. Normal bir zamanda olsa üzülür, yoluna bakardı ancak bu sefer öyle bir şansının olmayacağını biliyordu. Batacaktı ve her şey mahvolacaktı. Babam bunu biliyordu, bu yüzden gururunu ayakları altına aldı ve senin babana giderek ondan, ihaleyi kendisine devretmesini istedi. Halini anlattı, ailesini koruması gerekiyordu ancak iflas edince bunu başaramayacaktı. Babandan yardım istedi ama senin vicdansız baban, benim biricik babamı geri çevirdi. Onun batacağını, hayatının bir çıkmaza gireceğini görüyor olmasına rağmen yardım etmedi. Hâlbuki kendi hali vakti yerindeydi, bu ihaleden çekilmek ona hiçbir şey kaybettirmeyecekti. Ama senin babanın gözünü para hırsı bürümüştü bu yüzden de kendisinden yardım isteyen muhtaç bir adamı geri çevirdi. Tamer Altuna işte bu kadar kötü biriydi.”

“BABAM HAKKINDA DÜZGÜN KONUŞ!” diye bağırdım avazım çıktığı kadar ve aynı anda sağ yanağımda feci bir sızı hissettim. Bana tokat atmıştı. Hem de tüm gücüyle.

Sola eğilen başımı kaldırmak için acele etmedim. Dilimi ısırdım ve gözlerimi zeminden ayırmadan hissettiğim acının azalmasını bekledim. Bunun hesabını soracaktım. Yemin ederim soracaktım.

“Bana. Bir. Daha. Sakın. Sesini. Yükseltme. Anladın mı? Sakın.”

Dilimi dişlerimin üzerinde gezdirdim. Ardından da burnumdan derin bir nefes çekerek “Ticaretten anlamıyor olmanız babamın suçu değildi,” diye mırıldandım. Sesim o kadar soğuk ve sertti ki bir an konuşan kişinin başka biri olduğunu sandım. “Babama ihaleden çekilmesini söyleyen ilk kişi senin baban değildi. Seninki kötü durumda olduğu için bunu istemiş olabilir lakin babamın birçok kez girdiği ihaleler için tehdit edildiğini biliyorum ve babam her isteyen için kazandığı ya da girmek istediği ihaleden çekilseydi hali ne olurdu?” Başımı kaldırıp gözlerimi onun yüzüne çevirdim. “O ihaleyi kazanamamış olsaydı ve başka bir durum yüzünden işleri kötüye gitseydi ne olacaktı? Bu işlerde garanti diye bir şey mi var? Bu söylediğinin ne kadar saçma olduğunun farkında mısın?”

Abartılı bir şaşkınlıkla başını salladı. “Onca söylediğim şeye rağmen babacığına toz kondurmaman bundanmış demek. Sen de babana çekmişsin. Aynı onun gibi vicdansızın tekisin!”

“Baban daha iyi hazırlansaymış da bu kadar muhtaç olduğu ihaleyi kazansaymış o zaman! Senin babanın beceriksizliğini babama iftira atarak kapatamazsın!”

Bir tokat daha…

Aynı yanaktan.

Dilime ulaşan metalik tat dudağımın patladığını işaret etse de şu an bundan daha büyük dertlerim vardı; ellerimin ve ayaklarımın bağlı olması gibi.

“Babamın senin gibi biri yüzünden ölmüş olması beni delirtiyor biliyor musun? Düşüncesiz, aptal bencilin tekisin ve benim babam senin yüzünden… Delireceğim!”

Başımı hızla kaldırıp ona dehşet dolu bir bakış attım. “Benim yüzümden mi? Ne saçmalıyorsun sen be?”

“Annemin beni umursamamasına alışmıştım biliyor musun? Gerçekten kabullenmiştim bunu ama babamın ölürken bile aklında olan kişinin ben değil de sen oluşu… Hiçbir şey yakmamıştı canımı, bu durumun yaktığı kadar.”

Transa girmiş gibiydi, benim ne halde olduğum ya da ona ne sorduğum umurunda değildi. Sanki kendi kendine konuşuyordu lakin bu her söylediği kelimede şoka girmeme engel olamıyordu.

“Se-sen ne saçmalıyorsun?”

Beni duymuyordu. Bakışları kulübenin küçük penceresindeydi.

“Öyle bir vicdan azabı çekiyordu ki sersefil halini, eski günlerini, hatta beni bile unutup seni düşünüyordu. Ne yapıyorsun, ne haldesin, acı çekiyor musun? Gece gündüz düşündüğü tek şey buydu. Yani sendin.”

Dehşete düşmüştüm. Halimi başka türlü nasıl anlatabilirdim, hiç bilmiyordum.

“Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum!” diye bağırdım kendine gelmesi için. Akıl sağlığının yerinde olmadığı gerçeğine her geçen saniye daha çok inanıyordum. “Ne diyeceksen düzgün söyle, abuk sabuk şeyler anlatma!”

“Abuk sabuk mu?” diyerek hiddetle bana döndü ve uzanıp saçlarımı kökünden tuttu. Canımı feci halde yakmıştı ancak küçük bir inilti dışında tepki vermemeyi başarabilmiştim. Şu an yaşadığım şeye cidden inanamıyordum. “ABUK SABUK MU? Senin alay ettiğin durum yüzünden benim babam öldü ya! Sen hayatta olduğun için vicdan azabı çekerek hasta oldu. Öyle çok hasta oldu ki kayıp gitti ellerimden, kurtaramadım. Kurtaramadım!”

“Sen psikopatın tekisin,” diye bağırdım dişlerimin arasından. “Ben senin babanı tanımam etmem, neden benim yüzümden ölsün? Deli misin sen?”

“Sorun da bu ya!” diye çığırdı, saç köklerime biraz daha asılırken. Saçlarımın elinde kalacağından hiç şüphem yoktu. “Senin adını bile bilmediğin bir adam, senin yüzünden öldü ve ruhun bile duymadı. Benim canımdan can gitti ama sana hiçbir şey olmadı. Neresi adildi bunun? Ha, söyle bana? Neresi adil?”

“Senin baban kim?” diye sordum gözlerinin içine bakarak. Dudağımla yanağımın acısından çok daha önemliydi bu sorunun cevabı.

“Benim babam kim, öyle mi?” diyerek kaşlarını kaldırdı ve tuhaf bir ifadeyle başını salladı. “Madem bu kadar çok merak ediyorsun, söyleyeyim.” Dudağının kenarı kıvrıldı, bakışları korkunç bir hal almıştı. Yönünü çevirmeden adımlarını arkaya doğru attı ve elini uzatıp annemle babamın olduğu fotoğrafı işaret etti. Fotoğraf, babamın şirket davetlerinden birinde çekilmişti ve yanındaki annemle birlikte gururla kameralara gülümsüyorlardı.

“Hatırlamaman ne kadar acı, değil mi Doktor?” diyerek başını çevirdi ve fotoğrafa kısa bir bakış atıp tekrar bana döndü. “Yani… Annenle babanın ölümüne neden olan geceyi hatırlamaman?”

Dişlerimi sıktım. Sözleri hiç hoşuma gitmemişti. Üstüne geceleyin gördüğüm rüyanın üzerine böyle şeylerin olması… Düşünmemeye çalıştım. Düşündükçe hoşuma gitmeyen şeylerin varlığına inanacaktım yoksa.

“Nereden biliyorsun?” diye sordum hırsla. “O geceyi hatırlamadığımı nereden biliyorsun?”

“Aa, ayıp ediyorsun ama Doktor… Sayfa sayfa ifade vermişsin polislere o geceyle alakalı, psikologlara dahi gitmişsin hatırlamak için. Ama olmamış. Seneler geçmiş üzerinden, sende tık yok. İşin kötüsü şu kemer meselesine kimseyi de inandıramamışsın. Aslına bakarsan ben de merak ediyorum bu durumu ama sen hatırlamadığına göre bizi aydınlatacak kimse yok maalesef.”

 

Eli kolu uzundu. Nasıl yapıyordu bilmiyordum ama en sevdiğim çiçeği bilecek kadar yakın olmayı başarmıştı bana. Bu yüzden söylediklerine şaşırmadım ancak beni bu denli yakından takip eden birinin farkına varamamak çok ürkütücüydü.

“Ne biliyorsun? O geceyle alakalı ne biliyorsun? Bana gönderdiğin ilk notta o olayın kaza olmadığını söylemiştin, kimin yaptığını biliyorsun o halde. Söyle, annemle babamı kim aldı benden? Söyle!”

“Senin baban direksiyon hâkimiyetini iyi kuramıyor diye suçlu başkası mı oluyor?” diye yükseldi. Başta benim ona söylediğim şeyi bana satıyordu kendince.

“Benim babam direksiyon hâkimiyetini kuramıyor diye değil, magandanın teki bizi bile isteye sıkıştırarak babamın dikkatinin dağılmasına neden olduğu için kaza yaptık biz!”

Duraksadı, çünkü onu şaşırtmıştım. Çünkü biraz önce hatırladığımı ifşa etmiştim…

Kendime sinirlenerek yüzümü buruşturduğumda “Vay vay vay,” diyerek abartılı bir tepki gösterdi. “Demek çok sevgili doktorumuz o geceyi hatırlıyor ha? Ama senin hatırladığından kimsenin haberi yok, olsa bilirdim çünkü.”

“Kimdi?” diye sordum söylediklerini umursamadan. “O gece arkamızdaki arabayı kim kullanıyordu? Bizden ne istiyordu?”

Birkaç adım öne çıktı, ciddileşmişti.

“Sizden, daha doğrusu babandan istediği tek şey ihaleden çekilmesiydi. Sadece buydu.”

Bugün kaçıncı kez olduğunu sayamadığım şekilde donakaldım. Aslında konuşmalarından bir şeyler sezer gibi olmuştum ancak direkt itiraf etmesi bambaşka bir boyuta giriyordu.

“Babandı,” diye fısıldadım, şaşkınlıktan kaskatı kesilmiş bir sesle. “O gece arkamızdaki arabayı kullanan, babamın kaza yapmasına neden olan, kardeşimle benim anne ve babasız büyümemize neden olan kişi senin babandı.”

On sekiz yıl. Üzerinden koskoca on sekiz yıl geçmişti ama canım nasıl ilk günmüş gibi delicesine acıyordu? Neden yanaklarımdan aşağı kaymaya başlayan gözyaşlarını tutamıyordum? Neden boğazıma koca bir yumru oturmuştu da nefes almama engel oluyordu?

İşaret parmağını havaya dikerek “Yanlış,” dedi. “Babamın çaresizlikle hareket etmesine neden olan senin babandı. Üstelik benim babam yalnızca senin babanın gözünü korkutmak ve ihaleden çekilmesini sağlamak istemişti. Başka hiçbir niyeti yoktu, çünkü benim babam dünyadaki en sevgi dolu babaydı. Sadece çaresiz kalmıştı, çok acizdi. Senin baban korkuya kapılıp arabayı düzgün kullanamadığı ve yoldan çıktığı için kaza yaptınız.”

Ağzından çıkanı kulağının duyup duymadığını sormak istiyordum ancak o kadar berbat bir haldeydim ki ağlamaktan başka hiçbir şeye gücüm yetmiyordu. Dermansız kalmıştım. Annemle babamın bir katili vardı evet ama o da ölmüştü. Kimseden intikam alamayacaktım. Lakin benim dert ettiğim şey bu değildi.

Biz bir hiç uğruna anne ve babasız büyümüştük Tuana’yla. Yalnızca bir hiç uğruna…

“Niye ağlıyorsun?” diye sordu dalga geçercesine. “Burada mağdur olan benim, sen değilsin!”

“Sen,” dedim gözyaşları içinde. “Sen kafayı yemişsin.”

“Evet, yedim!” diye bağırdı deli gibi. “Yedim, çünkü o günden sonra babasız kaldım ben. Seninki hayatta değildi de ondan yalnızdın belki ama ben babamın yanındayken bile onsuzdum. Bana bakıyordu ama beni görmüyordu. Sesimi işitiyordu ama beni anlayamıyordu. Bu ne demek biliyor musun? Bu nasıl boktan bir şey, biliyor musun?!”

“Sen delisin,” diyerek başımı salladım hızla. “Sen delisin! Ne dediğini bilmiyorsun! Düzgün düşünemiyorsun! Çıldırmışsın sen! Baban, ya senin baban öldürmüş benim annemle babamı! Senin baban almış onları benden! Hala nasıl konuşabiliyorsun?”

“Sen de benim babamı aldın benim elimden!” diye bağırdı. “Annem gitti başka bir adamla evlendi, beni hiç düşünmedi. Babamsa o kaza yüzünden vicdan azabı çektiği yetmiyormuş gibi senin hayatta oluşuna takıldı. Seni anne ve babasız bıraktığı için ölene kadar acı çekti. Annemi unuttu, beni unuttu, işini unuttu, sefilliğini bile unuttu. Tek düşündüğü şey sendin! Senin ne yaptığındı! Üzgün müydün? Annenlerin mezarına gidiyor muydun? O kazada ölmediğin için ağlıyor muydun? Sürekli bunları soruyordu bana. Sürekli!”

Ellerini hırsla iki yana açıp kulübeyi gösterdi. “Buraya tıkmıştı kendini, çünkü buradan başka hiçbir şeyi yoktu. Annemi geri kazanmaktan umudunu kesmişti, benden umudunu kesmişti, mal varlığını geri almak için çabalamaktan vazgeçmişti. Sürekli içiyor ve seni düşünüyordu. Aklına bazen küçük kız kardeşin de geliyordu ama onun henüz bir bebek olmasından kaynaklı sanırım, senin kadar acı çekmeyeceğini düşünerek tüm pişmanlığını senin üzerinde yaşıyordu. Ben, annemin yeni kocasının mal varlığı sayesinde ona bu dört duvar arasında bakmasam asla yaşayamazdı. Ben başka bir adamın parasıyla babama baktım, bakmak zorunda kaldım ama bu babamın umurunda olamadı. Çünkü adamın aklı da vicdanı da senle doluydu.”

“BUNUN SUÇLUSU BEN MİYİM?” diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Ne anlatıyordu şu an bana ya? Gerçekten ne anlatıyordu?

Babası, annemle babamı almıştı benden. Canlarımı almıştı. Bizi yetim ve öksüz bırakmıştı. Onun yüzünden on bir yaşında anne olmak zorunda kalmıştım. Onun yüzünden küçük bir bebeğe nasıl bakılır öğrenmek zorunda kalmıştım. Ben, onun yüzünden kız kardeşime hem anne hem baba hem de abla olmuştum ve bana gelmiş babasının vicdan azabından bahsediyordu. Bana neydi bundan? Bana neydi?!

“Elbette sensin!” diye bağırdı o da. “Annem, âşık olduğunu iddia ettiği adam yüzünden benle ilgilenmez olmuştu. Hala lisedeydim, çocuktum yani! Bir babam vardı beni her şeyden çok seven, bir tek o vardı beni önemseyen ama onu da sen aldın elimden. Senin varlığının düşüncesi aldı onu benden. Bu ne kadar can sıkıcı bir şey anlayabilir misin? Hayatta seni seven tek bir kişi olduğunu ve onu elinden aldıklarını düşün, nasıl hissederdin? Söylesene Doktor, benim yerime olsaydın sen de kendinden nefret etmez miydin?”

“Ben senin yerinde olsaydım, başka bir kız çocuğunun annesiyle babasını elinden alan babamdan nefret ederdim!” diye bağırdım. “Senin baban bir katil! Duydun mu beni? Kazaya neden olmasına rağmen onları hastaneye götürmemiş! Kaçıp gitmiş! Senin baban yalnızca korkak bir katil!”

Bir tokat daha…

Bu sefer diğer ikisinden de hızlı vurmuştu ve yanağımı acıdan hissedemez hale gelmiştim ama içim böylesine yanarken fiziki acı yıkamazdı beni.

“Sadece korkmuş, o da böyle olsun istememiş, tamam mı? Onun yerinde kim olsa korkardı!”

“Ama kaçmazdı,” dedim dişlerimin arasından. Gözlerine baktığım kişi, annemle babamı benden alan katilin kanını taşıyordu. Midem öylesine bulanıyordu ki kusmamak için zor duruyordum. “Sonradan vicdan azabı çekeceğine kaçmayıp ambulansı arasaymış! Hadi korkup kaçtı, peki sonra neden polisi arayıp itiraf etmemiş suçunu? Korkakmış işte, senin baban korkağın tekiymiş!”

İleri mi gidiyordum? Umurumda değildi. Bana fiziki şiddet mi uygulayacaktı? Hiç umurumda değildi. Umurumda olan tek şey anlattıklarıydı. Babasının cezasını çekmeden bu hayattan göçüp gitmiş olmasını hazmedemiyordum. Bu kadar kolay kurtulmasını hazmedemiyordum!

Birden gözü dönmüşçesine boğazıma sarıldı. “Bana bak, Doktor! Babam hakkında doğru konuş, yoksa şuracıkta kesiveririm nefesini! Daha zamanın varken beni çileden çıkarma, uslu uslu bekle.”

“Bana ne yapacağın umurumda değil,” dedim, keskin bir ses tonuyla. Yalan söylüyordum aslında ama geri çekilemezdim. Onu alttan almaya çalışma düşüncesi bile ölmekten daha beter geliyordu şu an bana. “Ama sana ne olacağı umurumda. Beni aylarca tehdit etmenin de takip etmenin de cezasını çekeceksin! Burada olmadı belki ama baban da gittiği yerde cezasını çekecek! Duydun mu? O da hak ettiğini bulacak!”

Boğazıma biraz daha asılırken “Çekmedi mi sanıyorsun?” diye bağırdı. “Gözümün önünde günden güne eridi. Ölmeyi diledi ama kendini öldüremeyecek kadar korkuyordu Allah’tan. Daha fazla günah işlemek istemediğini söylüyordu. Yemiyordu, içmiyordu, uyumuyordu. Sadece boş boş şu Allah’ın cezası duvara bakıyordu. Orada da ne görüyordu biliyor musun? Senin o sene gazetelerde çıkan boy boy resmini! O gün kaza yerinde ambulansa bindirilirken çektikleri bir fotoğrafın vardı tüm haberlerde, hatırlıyorsun değil mi?” Duraksadı ve dakikalardır sıkmakta olduğu boğazımı bırakarak geri çekildi. Deli gibi öksürmeye başladım, çünkü biraz daha sıksaydı şu an nefes alamıyor olacaktım.

Hiçbir şey söylemeden odadan çıktı ve saniyeler içinde geri döndü. Elinde eski bir gazete kupürü vardı. Tekrar karşıma dikildiğinde kupürü bana uzattı. Sararmış gazete parçasının üzerinde benim sedye üzerinde uzaktan çekilmiş bir fotoğrafım vardı. Başka birisi bunun bana ait olduğunu anlayamazdı ancak ben senelerce aynı şeye baktığımdan ilk görüşte anlamıştım ne olduğunu.

“Öldüğünde, bu kulübede son nefesini verdiğinde elinde bu vardı. Son sözleriyse sana karşıydı. Bana babalık yapmadığı için benden değil, seni anne ve babasız bıraktığı için senden özür diliyordu.”

Elindeki gazete parçasını hışımla yere attı. “Söylesene Doktor! Babam senin yüzünden ellerimin arasından kayıp giderken ne yapmalıydım? Babamın hayatının son yılları rezilce geçmişken, senin yüzünden beni sevmeyi bırakmışken, bu hayatta yapayalnız kalmışken nasıl olur da sana karşı iyi şeyler hissedebilirdim? Nasıl olur da senin için üzülebilirdim?” Kafasını hızla iki yana salladı. “Senden nefret ettim ama bu nefret öyle basit bir nefret değildi. Bu nefret öyle büyüktü ki babamı toprağa verdikten sonra hayatımı adadığım tek şey olmuştu. Ne annem biliyordu olanları ne de benden başka birisi. Annem, babamın sürekli içki içtiği için öldüğünü sanıyordu. Aslına bakarsan herkes öyle sanıyordu ama kimse babamın duyduğu vicdan azabını biraz olsun unutabilmek için içtiğini bilmiyordu. Hatta ben bile bilmiyordum, babam ayıkken benimle asla bu konuları konuşmazdı çünkü ama kafayı bulunca bir bülbül gibi şakıyordu. O kazayı nasıl yaptığını da çok içtiği bir gün ağzından kaçırmıştı zaten. Öyle öğrenmiştim.” Delirmiş gibi güldü. Hatta gibisi fazlaydı, gerçekten delirmişti.

“Beni öldürünce eline ne geçecek?” diye sordum kaskatı bir ses tonuyla. Gözlerimden hala yaşlar boşalıyordu ama korktuğumdan değildi bu, acıdandı. Geçmişi öğrenmek, yaşanılanları tekrar hatırlamak kalbimi mahşer yerine çevirmişti.

“Hayattaki yegâne amacımı gerçekleştirmiş olacağım,” diyerek gülümsedi. “Yıllardır bunun için uğraşıyorum. O kadar uzun zamandır takip ediyorum ki seni… Kimlerlesin, neredesin, ne yapıyorsun, neyi seviyorsun, neden nefret ediyorsun… Her şeyi biliyorum, belki de senin hakkında en çok şeyi bilen insan benimdir, Doktor.”

Çok korkunçtu bu söyledikleri. Peşimde böyle bir psikopat olduğunu nasıl fark edememiştim?

“Nasıl yaptın?” diye sordum bu sefer de. “Nasıl takip ettin beni bu kadar zaman?”

“Bu konuda üvey babamın hakkını yiyemeyeceğim,” diyerek dudaklarını büktü. “Benden pek hoşlanmaz ama anneme olan bağlılığı o sonsuz mal varlığını bana da açmasını sağladı. Ve tabii sadece mal varlığı değil, onun güvenlik şirketindeki adamlar da çok işime yaradı. Peşine taktığım onca kişiyi nereden bulduğumu sanıyorsun? Hepsi üvey babamın şirketinde çalışan üst düzey korumalar. Nerede ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını, aksi bir durumda nasıl toz olacaklarını çok iyi biliyorlardı. Zaten onların sayesinde ulaştırdım notları da sana. Bana çok faydaları oldu anlayacağın.”

“Evime sokmaya çalıştığın o adam ne oluyordu o zaman?” diye sordum, söylediklerini hazmetmeye çalışırken. “Araştırdık, ne şirketle ne de başka bir şeyle bağı yoktu.”

Yüzü buruştu. O adamdan söz etmek midesini bulandırmış gibiydi. “O sadece beceriksiz bir maşaydı.” İç çekti. “Onu kullanmak zorunda kalmıştım, çünkü annem bir şeyler çevirdiğimi anlamış ve şirketle olan bağımı koparmaya çalışmıştı. Zaten şu an buradaysan annem yüzünden. Bütün planımın içine etti. Sana bunları anlatmamın zamanı vardı. En azından başkomiserle çevirdiğin haltları öğrenmeden harekete geçmek istemiyordum, kim bilir belki de o zaman bir hastan olarak değil de daha farklı biri olarak çıkardım karşına.”

Bugün daha ne kadar şaşırabilirdim bilmiyordum ama renk vermemeye çalıştım. Aral’la aramızdaki durum ortaya çıkarsa bu herkes için bir felaket olurdu.

“Ne saçmalıyorsun sen?” diye sordum tersçe. “Bizim bir şeyler çevirdiğimiz falan yok.”

“Tabii, tabii, kesin öyledir,” diyerek alayla sırıttı bana. “Sen, seni bırakıp giden adam için yıllarca acı çekmiş birisin. Söylesene bana Doktor, nasıl oldu da daha önce hiç görmediğin bir adamla birden bire ayrılmaz ikili oldunuz? Hadi yıldırım aşkı çarptı sizi diyelim, peki ya neden sürekli abartılı kıyafetler giyip ortadan kayboluyordunuz?”

“Sen kafayı yemişsin,” dedim bir kez daha. Ne diyeceğimi bilememiştim çünkü. Felaket şaşkındım.

“Eğer o başkomiser çok zeki olmayıp arkasına her taktığım adamdan kurtulmanın bir yolunu bulmasaydı görürdün kafayı yiyen birinin nasıl olduğunu… Dua et, bu işleri araştıracak zamanım olmadı. Dua et, Doktor.”

Aral’ın peşine adamlar mı takmıştı? Peki, Aral bana bundan niye hiç bahsetmemişti?

“Her şeye zamanın vardı da buna mı yoktu?” diye meydan okudum ona. “Bizim bir şeyler çevirdiğimiz falan yoktu, kafandan uydurma.”

“Annem tarafından tımarhaneye kapatılmıştım,” diyerek güldü. “Kendi annem tarafından… Delilerin koyulduğu o hapishane kılıklı yere… Sana sürekli az kaldığını belirten notlar göndermeme rağmen neden ortadan kaybolduğumu sanıyorsun? Yıllarca yeni kocasından başka birini umursamayan annemin beni merak edesi tuttuğu ve yaptıklarımı öğrendiği için. Neyi ne için yaptığımı asla anlamadı ama senin peşine adamlar taktığımdan haberdar olmuştu. Söz konusu para olunca seni satmayacak insan yoktur. Bülbül gibi ötmüşler anneme. Annem o ihale durumları yüzünden seni ve soyadını biliyordu, amacımı asla anlatmadım ona ama sana kötü bir şeyler yapacağımı fark etti. Sonra da beni zorla deliler hastanesine kapattırdı. Bu süreçte senden biraz uzak kaldım, çünkü oradan sana not gönderecek kişiler bulmak pek mümkün olmadı. Sonra bir yolunu bulup kaçtım oradan ama çok geçmeden bir daha buldu annem beni. Bir anne, kendi çocuğunu tımarhaneye kapatmak için nasıl bu kadar hevesli olur, anlayamıyorum. Beni neden hiç sevmediğini bilmiyorum. Hadi bunlar artık normal şeyler ama onca yılın ardından neden beni merak edesi tuttu, inan hiç bilmiyorum! Beni korumaya çalıştığını söylüyor, oysa yaptığı tek şey işlerime çomak sokmak, yalnızca bu!”

Annesine olan siniri ve hatta nefreti öyle büyüktü ki dakikalar önce oturduğu sandalyeye kuvvetli bir tekme atarak duvara çarpmasına neden oldu. Bense sadece izledim ve buradan çıkamazsam öleceğimden emin oldum. Çünkü bu kadın gerçekten hastaydı. Yaşadıkları onda psikolojik tahribatlara neden olmuştu ve asla mantıklı düşünemiyordu. Bunca zaman yaptıklarından ve hatta annesinin onu hastaneye yatırmasından belliydi. Bu da demek oluyordu ki bana yapabileceği her türlü kötülükte gideceği yer hapishane değil, hastane olacaktı.

Çünkü akli dengesi yerinde değildi.

Odanın içinde birkaç kez volta attıktan sonra, sanırım sakinleşmeye çalışıyordu, tekrar karşıma dikildi. “Ne yapıp edip tekrar hastaneden kaçtım ve bütün planımı değiştirip sana hasta olarak gelmeye karar verdim. Aslında amacım acıtasyon yaparak bana acımanı ve güvenmeni sağlamaktı ki alışveriş merkezinde bu amacıma bir adım daha yaklaşmıştım.” Yüzüm nasıl bir şekil aldıysa sırıttı. “Evet, Doktor. O zaman da seni takip ediyordum, yani karşılaşmamız tesadüf değildi. Aynı şekilde birkaç kez daha karşına çıkıp seni kendime bağlayacaktım ancak annem saklandığım yeri buldu. Amacı beni tekrar o tımarhaneye kapatmaktı ama bu sefer elinden kaçmayı başardım. Zamanım yoktu, annem her an ensemdeydi. Bu yüzden seni bu şekilde kaçırmak zorunda kaldım. Aslında nefes almaya devam edebileceğin günlerin olacaktı önünde ama annem yüzünden bu hakkın elinden alındı. Üzgünüm, Doktor.”

Üzgün falan değildi. Yalnızca delinin tekiydi ve ben artık ciddi manada korkmaya başlıyordum. Bu zamana kadar gönderdiği hiçbir notun peşini sürememiştik, çünkü arkasında iz bırakmama konusunda uzmandı. Daha doğrusu biz böyle sanıyorduk ama bugün öğrenmiştim ki uzman olan o değildi, yalnızca uzmanlarla çalışıyordu. Bugün beni kaçırmasına yardımcı olan adam da onlardan biri olmalıydı ve bu da arkada iz bırakmadığı anlamına geliyordu.

Aral beni bulabilecek miydi?

İşinin çok zor olduğundan emindim. Ama benim işim çok daha zordu.

“Eline ne geçecek?” diye sordum, gözlerinin içine bakarak. “Beni öldürünce eline ne geçecek?”

Oldukça umursamaz bir ifadeyle “Hiçbir şey,” diye cevap verdi. “Hatta muhtemelen aynı tımarhaneye tekrar kapatılacağım ama bu sefer öncekilerle arasında bir fark olacak. Bu sefer mutlu ve huzurlu olacağım, Doktor. Babamı benden alan kişinin hayatta olmaması benim onca yılın ardından huzurla uyumamı sağlayacak.”

Gözyaşlarım dakikalar önce durmuştu. İstesem de ağlayamıyordum artık, gözyaşlarım tükenmişti sanki.

“Peki, şimdi neyi bekliyorsun?” diye sordum, beni öldürmesinden hiç korkmuyormuşum gibi. Hâlbuki ödüm kopuyordu. Ama öleceğim için değil, arkamda bıraktıklarımın canını ne kadar çok acıtacağımı bildiğimden ödüm kopuyordu. Ben belki de annemle babama kavuşacaktım ama Tuana’nın elinden sadece ablasını değil, annesiyle babasını da bir kez daha almış olacaktım. Amcamla yengem muhtemelen mahvolacaklardı, hatta adım gibi emindim ki Asaf amcamla Tuncay amcamın arasında sonsuza dek sürecek bir kanlı savaş da çıkacaktı. Amcam, hiçbir şeyden haberi olmadığı için Asaf amcamı suçlayacaktı, Asaf amcam rahmetli arkadaşının emanetine sahip çıkamadığı için vicdan azabı çekecekti. Yasemin muhtemelen ağlamaktan helak olacaktı. Aral’la Arel ise… Yani bana tam olarak ne kadar değer verdiklerini bilmiyordum ama öldüğüm için üzülürlerdi herhalde.

Ölmeden önce Aral’ı son -aslında ilk- bir kez öpebilmeyi ne kadar çok isterdim hâlbuki.

“Aslına bakarsan hiçbir şeyi,” diyerek alnını kırıştırdı. Söylediklerimi kendisi de sorgulamıştı, oysa ben başka bir planı daha var sanmıştım. “Nihayetinde sana anlatacaklarımı bitirdim. Artık her şeyi biliyorsun ama sana kötü bir haberim var, bu bildiklerin seninle birlikte mezara gidecek. Çünkü seni öldürdükten sonra cesedinle birlikte bu kulübeyi ateşe verecek ve arkamda hiçbir iz bırakmadan annemin yanına dönüp beni tekrar o hastaneye kapatmasına izin vereceğim. Senin katilinin kim olduğunu bulamadıkları gibi ölünü de bulamayacaklar. Hatta belki de senin öldüğünü bile öğrenemeyecekler. Elbet bir gün seni aramaktan da vazgeçecekler. Hayatlarından bir toz bulutu gibi uzaklaşıp gideceksin.”

Bunları öyle zevk alarak söylüyordu ki kendimi berbat hissettim. Bunlar yaşanacak mıydı? Ailem benim öldüğümü bile bilemeyecek miydi? Beni gerçekten öldürüp bu eski kulübeyle birlikte yakacak mıydı?

Ondan her şeyi beklerdim. Neticesinde gözü dönmüş bir caniydi ve benim şu şartlar altında elinden kurtulma gibi bir şansım yoktu. Odanın küçük penceresi açık olmasına rağmen -yarı aralık perde rüzgârla uçuştuğundan anlamıştım bunu- karanlık yüzünden dışarıyı net göremesem de etraftaki sessizlik şehir merkezinden çok uzak bir yerde olduğumuzu gösteriyordu. Yani bağırsam da kimse duyamayacaktı sesimi. Burada yok olup gidecektim.

Bakışlarım bir anlığına odanın kapısına kaydığında bunu fark etti ve delice bir sırıtışla “Boşa bakınma sağa sola,” diye mırıldandı. Keyifliydi. Acizliğim hoşuna gidiyordu. “Kulübede senle benden başka kimse yok. Hatta ne var biliyor musun? Yakın çevrede senle benden başka insan da yok. Yani ne sen kaçabilirsin ne de biri gelip seni kurtarabilir. Bu kulübenin varlığını da babamla benden başka kimse bilmiyor, annem bile. Kısacası Doktor, hiçbir şansın yok.”

Söylediklerinin korkusuyla yüzüne baktığımda dudakları iki yana kıvrıldı. “Sonunda gerçekten öleceğini kavramış gibisin, Doktor. Bu iyi. Kurtulacağına dair beklentin olmazsa ölüm o kadar da zor olmaz senin için.” Duraksadı ve belinden beni kaçırırken başıma yasladığını tahmin ettiğim silahı çıkardı. “Son duanı etsen iyi olur, Doktor. Çünkü saatler içerisinde annenle babana kavuşacaksın. Kim bilir belki de gittiğin yerde benim babamı da görürsün. Eğer görürsen ona kızının her şeyi hallettiğini, artık rahatça uyuyabileceğini söyle. Sonuçta tüm vicdan azabı seni annenlerden ayırdığı içindi. Öteki tarafta da olsa onlara kavuştuğunda babamın ruhu artık rahat edecektir.”

Gerçekten normal biri değildi. Aklı başında hiç değildi ve ben deli gibi korkuyordum.

Silahın namlusunu alnıma doğru kaldırdı.

“Aslında seni vurmayıp yanarak ölmeni bekleyebilirim ve bu benim için daha keyifli olur ancak öteki tarafa ne kadar hızlı gidersen o kadar iyi. Bu yüzden şanslısın. Ölümün çok hızlı olacak, Doktor!”

Parmağını tetiğe yerleştirdiğinde “Yapma!” diye bağırdım, ilk kez. Kendim için olsa asla onun gibi birine yalvarmazdım ancak Tuana vardı. Bensiz yapamazdı. “Yapma, ne olur. Kardeşim bensiz yaşayamaz, mahvolur.”

“Ben de babamsız yaşayamam sanıyordum ama bak, hala nefes alıyorum. Yani merak etme, o da bir şekilde devam eder yoluna. Ee, son duanı ediyor musun? Etmeyeceksen basacağım da tetiğe.”

Kurtulmanın hiçbir yolu yoktu, kabullenmiştim. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve biraz önce tükendiğini sandığım sıcak gözyaşlarım yanaklarıma dökülürken, ailemi koru Allah’ım, diye dua ettim. Bana ne olduğunu bilsinler ama çok üzülmesinler. Gerçekleşmesi uzun sürse de yokluğumu kabullenip yeniden mutlu olmayı başarabilsinler. Ve Aral… Onun da karşısına onu gerçekten seven ve ona iyi gelen birini çıkar. Çıkar ki hayattan tat alabilsin, ömrünü bu halde tüketmesin.

“Ettin galiba? Artık malum sondayız. Senin için üçten geriye sayacağım. Hem böylesi daha zevkli olur.”

Keyifle karışık delice bir kahkaha attığında gözlerimi daha sıkı yumdum, çünkü korkudan ölüyordum. Biraz sonra da gerçekten ölecektim zaten…

Aklıma Tuana yeni doğduğu zaman dördümüzün birlikte annemlerin o geniş yatağında yattığı anı getirdim. Arkamda babam vardı ve bana sıkıca sarılmıştı. Diğer yanımda kardeşim yatıyordu ve onun arkasında yatan annemin de koruyucu eli Tuana’nın karnındaydı. Bir tek ben uyumuyor ve onların derin nefes seslerini dinliyordum. En mutlu ve huzurlu olduğum anlardan biriydi ve o nefes sesleri şu an bile kulağımdaydı.

“Üç… İki…”

Sizin yanınıza geliyorum anneciğim. Beni bekleyin, olur mu?

“Vee bir. Güle güle Doktor, seni hiç özlemeyeceğim.”

Odanın içini keskin bir silah sesi doldurduğunda kendimi tutamadan büyük bir çığlık attım. Deli gibi ağlıyor ve neremin acıdığını çözmeye çalışıyordum. Kurşun nereme isabet etmişti? Girdiğim şoktan dolayı mı acıyı hissedemiyordum?

Korkudan öldüğüm için gözlerimi açmaya cesaret edemezken bir gürültü koptuğunu duydum. Sanki dış kapıyı kırmıştı biri. Sonra bir ses daha duydum. Biri adımı sesleniyordu. Benim adımı.

Aral…

“Tamay!”

Onun sesini bu sefer çok yakından işittiğimde gözlerimi kırpıştırarak açtım ama bulanık gözlerimin karşılaştığı ilk şey Aral değildi, yerde yatan Hare’ydi. Alnından aşağı kanlar boşalırken açık gözleri bana bakakalmıştı.

Ölmüştü.

Korkuyla canhıraş bir çığlık kopardığım an önüme biri geçti ve kollarını etrafıma sararak beni kendine hapsetti. Tanıdık kokusu burnumdan içeri girerken “Geçti, güzelim,” diye fısıldadı kulağıma. Bana ilk kez böyle sesleniyordu. Dudaklarını saçlarıma bastırdı. Beni ilk kez kendi isteğiyle öpüyordu. “Geçti, buradayım artık, geçti.”

Beni o kadar sıkı bastırıyordu ki kendine, canım yanıyordu ama şikâyetçi değildim. Sadece ellerim bağlı olduğundan sarılışına karşılık verememek sıkıyordu canımı. Onun dışında kolları arasındayken nefesim kesilse bile itiraz etmezdim.

Saçlarımı kokladı, öptü, başımı bir kez olsun ayırmadı göğsünden. Odanın içinde birden çok adım sesi ve gürültü işittim. Birileri bir şeyler söylüyordu ama benim anlayabildiğim tek şey Aral’ın kulağıma fısıldadıklarıydı.

“Aral,” diye mırıldandım ağlamaktan kısılmış sesimle. Nefesini zorla alıyormuş gibi bir ses çıkardı ve bir kez daha “Buradayım,” derken dudakları şakağımı buldu. “Buradayım, yanındayım. Özür dilerim, seni koruyamadım, özür dilerim.”

Odadaki uğultu haddinden fazla artarken bilincimin yavaş yavaş kapandığını hissettim. Yalnızca saatler içinde yaşadığım ve hissettiğim şeyler çok ağırdı, aslına bakarsanız bu kadar dayanmış olmam bile bir mucize sayılırdı.

Tüm güçsüzlüğüme rağmen bayılmadan evvel “Dileme,” demeyi başarabilmiştim lakin sözlerimin devamı yalnızca zihnimde canlanmıştı.

Şu an burada olman bile fazlasıyla yeterli, beni koruyamadığın için özür dileme, Başkomiserim.

Huh.

İtiraf edin böyle bir bölüm beklemiyordunuz…

Dönüşüm güçlü olsun istedim. Şaka, şaka… Bence artık zamanı gelmişti bu gizemli not işinin. Ee, neler düşünüyorsunuz? Böyle bir şeyi tahmin etmiş miydiniz? Genel de yakınlardan şüpheleniyordunuz ama öyle bir şey olmadı. Tamay’ın bunu kaldırabileceğini de sanmıyordum doğrusu.

Bu bölümde bazı şeyler havada kalmış olabilir, daha doğrusu bu kurtarma operasyonunun arka planını merak ediyor olabilirsiniz. O yüzden size bir müjdem var, bir sonraki bölüm Aral’dan gelecek ve bu olanları bir kez de onun gözünden okuyacağız.

Heyecanlandınız biliyorum…

Aral’ın gerçekten korkmuş haliyle de ilk defa karşılaştınız bu arada :d Bakalım onun gözünden okurken neler düşüneceksiniz?

Çok uzatmadan bölümü sizin oy ve yorumlarınıza bırakarak kaçıyorum. Arayı açmamaya çalışacağım, yeni bölümde görüşmek üzere!

Sizi seviyoruuumm!

 

 

Loading...
0%