@bayanclara
|
Kendimi çok güçsüz hissediyordum. Güçsüz, kimsesiz ve bilinmez. Odama geleli ne kadar olmuştu, bilmiyordum. Merdivenleri çıkarken ölü gibiydim, kapının önünde beni görerek öğleden önceki hastalarıma Yasemin’in baktığını haber veren Asuman’la konuşurken ölü gibiydim, odama girerken ölü gibiydim ve masamın karşısındaki ikili koltuğa otururken de ölü gibiydim. Dirseklerimi dizlerimin üzerine koymuş, ellerimi de yüzüme kapatmış öylece duruyordum. Sakinleşmeye, olanları anlamlandırmaya ihtiyacım vardı. Çok uzun zamandır bekliyordum bu anı ama öyle bir şeydi ki bu, ne hissettiğimden emin olamıyordum. Birilerinin annemle babamın ölümüne sebep olmuş olması beni kahrediyordu, diğer yandan yaşananların kaza olduğuna hiçbir zaman inanmadığım için de haklı olduğumu ortaya koyuyordu. Lakin ben, haklı olmaktan hiç mutlu değildim. Deli gibi ağlamak istiyordum. İçim dışıma çıkana kadar ağlamak. Bu olanların hepsinin koca bir kâbus olmasını ve bu kâbustan, annemle babamın arasında uyanarak kurtulmak istiyordum. On sekiz yıl olmuştu ve ben onları ölecek kadar çok özlemiştim. Kendi kendime öylece dururken bir anda açılan kapının sesini işittiğimde başımı yavaşça kaldırdım ve büyük bir endişeyle bana bakan Yasemin’le göz göze geldim. “Tamay!” Artık ne kadar perişan görünüyorsam, korku içinde ismimi söyledi ve kapıyı kapatarak bana doğru koşturdu. Hemen yanıma oturduğunda dirseklerimi dizlerimden ayırdım ve başından beri bu anı bekliyormuş gibi hıçkırarak en yakın arkadaşımın boynuna sarıldım. Bu hareketim, onun dehşetle irkilmesine sebep olsa da bunu o an umursayamadım ve sesli bir şekilde ağlamaya başladım. Çok geçmeden ince kolları belime dolandı ve beni kendine bastırdı. Bir eliyle arkadan saçlarımı okşayarak “Hşşt, sakin ol güzelim, sakin ol,” diye mırıldandı. “Şu an deli gibi endişeliyim ama ağla, istediğin kadar ağla ve sonra ne olduğunu anlat bana, tamam mı?” Hiçbir tepki vermeden ağlamaya devam ettim ve o da beni daha sıkı sardı. Saçlarımı okşadı, geçeceğini fısıldadı kulağıma. Geçmeyeceğini, ne olursa olsun annemle babamın geri dönmeyeceğini bildiğimden daha çok ağladım. Dakikalar sonra ağlamam yavaşlasa da saçlarımı okşamaya devam etti. Peş peşe iç çektim, kendimi durdurmaya çalıştım ve sonunda başardım. En azından şimdilik… Hıçkırıklarımın kesildiğini fark ettiğinde “Su ister misin?” diye sordu yavaşça. Başımı iki yana sallayarak reddettim onu, şu an boğazımdan hiçbir şey geçmezdi. İyice sakinleştiğimi anladığında kendini hafifçe geri çekti ve göğsüne sığınan başım açığa çıktı. Koyu yeşil renkteki gözlerini kahvelerime dikerek “Hadi bebeğim,” diye mırıldandı. “Ne olduğunu anlat bana.” Başımı kaldırarak doğrulmaya çalıştım, bana yardımcı oldu. Bakışlarım önce odada, sonra da İstanbul manzaralı odamın pencerelerinde gezindi. Hava, içimin aksine oldukça aydınlık görünüyordu. Yasemin, bakışlarımı tekrar ona çevirene kadar hiçbir şey yapmadı ve sessizce kendimi hazırlamamı bekledi. O, çok iyi bir arkadaştı. Birçok kötü günümde yanımda olmuştu, aramızda kuvvetli bir bağ vardı. Konuşmadan önce boğazımı temizlesem de sesimin çatallı çıkmasını engelleyememiştim ama bunu da umursamadım ve “Bu sabah,” diyerek başladım anlatmaya. “Masamda bir not buldum. Üzerinde haklı olduğumu, yaşananların kaza değil de bir ci-cinayet olduğunu belirten bir yazı vardı.” Sözlerimin üzerine nefesini tuttu ve dehşet içinde bana baktı. Böyle bir şey beklemediğinden yaşadığı şoku anlayabiliyordum, çünkü Yasemin de o geceyi kazaya bağlıyordu. Ona göre her cinayet ardında ufak da olsa bir iz bırakırdı ama bu, hep böyle olmuyordu işte. Belki de o iz bendeydi ama hatırlamıyordum işte. Hatırlayamıyordum. “Na-nasıl olur?” diye sordu. Sesi titremişti. “Gerçekten mi? Kim? Kim bırakmış peki notu?” Başımı salladım. “Bilmiyorum. Notu bulunca hemen Asaf amcaya koştum, olanları anlattım. Ekibinden birini benimle birlikte buraya gönderdi ve aşağıda güvenlik kameralarını inceledik. Gece yarısı biri odama giriyor ve notu bırakıyor. Üzerinde hastanenin temizlik çalışanlarının giydiği kıyafetten vardı ama asla yüzü ya da herhangi bir yeri görünmüyor. Özellikle sakınmış kendini kameralardan. Yanımda gelen polisin dediğine göre de bu hastanede çalışan biri değilmiş.” “İnanamıyorum,” diye mırıldandı başını sallayarak. Yüzünün rengi atmıştı, saatler önce bana da olduğu gibi. “Gerçekten inanamıyorum.” “Ben de,” diyerek onayladım onu. “Boşluğa düşmüş gibiyim, Yasemin. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi bilmiyorum. Bir yanım mutlu, çünkü annemle babamın failini bulabilir ve bu kadar sene sonra da olsa onların en büyük cezayı almalarını sağlayabilirim. Gerçi onları öldürsem bile içimdeki yangın sönmez ama… Bir yanım kırgın, çünkü onlarsız kalmama birileri sebep olmuş. Birileri yüzünden çekmişim bunca acıyı. Bir yanım boşlukta, çünkü bu notu koyan ya da koyduran her kimse böyle bir yola başvurduğuna göre amaçladığı bir şeyler var. Diğer bir yanımsa endişeli, ya biri benle dalga geçiyorsa? Ya biri bir tür oyun oynuyorsa?” Yasemin ne diyeceğini bilememiş olsa gerek bir şey diyemedi, onu anladım. Onu gerçekten çok iyi anladım. “Yasemin çok sene oldu… On sekiz sene ne demek? On sekiz koca sene… Ben hala kabullenemedim yokluklarını. Bozamadım odalarını, atamadım onlara ait tek bir eşyayı. Alıştım, alışmak zorunda kaldım ama kabullenemedim. Kabullenemeyeceğim. Şu an çıkıp gelseler, bir anda karşıma dikiliverseler direkt boyunlarına atlarım. Hiçbir şey sormam, bizi bıraktıkları için onlara asla kızmam. Sıkıca sarılırım. Bir daha gitmemeleri için tüm gücümle sarılırım onlara.” “Biliyorum, bebeğim,” diyerek elimi tuttu. Gözleri dolmuştu ancak benim için tutuyordu kendini. “Biliyorum.” “Yasemin, ben ne yapacağım?” diyerek başımı salladım. “Artık ne uyku girer gözüme ne de sağlıklı bir şekilde düşünebilirim. Aklım hep notta olacak, onu bana getirende olacak. Ya bir daha gelmezse? Ya hiçbir şey olmamış gibi kaybolursa? Bu bilinmezlikle ne yaparım?” “Böyle düşünme lütfen,” diyerek tuttuğu elimi sıktı. “Bu her kimse bir derdi olduğu belli. Yoksa üstünden bu kadar zaman geçmişken ortaya çıkmazdı. Söyledikleri ne kadar doğru, bilemeyiz canım ama biri seninle oyun oynuyor bile olsa bu, bir şeyler bildiğini gösterir. Yani en azından seni tanıyor. Bir planı var. Asaf amcana gitmekle en doğrusunu yapmışsın.” “Emin değilim,” diye mırıldandım. “Notta aksini belirten bir şey yazmıyordu ama ya polise gitmem onu kızdırdıysa? Bilirsin, böyle şeylerde genellikle polisin haberinin olmaması gerektiğini özellikle belirtirler.” “Belki de bu notu yazan kişi seni tanıyor ve ilk olarak Asaf amcana koşacağını biliyor. Ve yine belki de bunun böyle olmasını istiyor. Olamaz mı?” Söyledikleri bir bakıma mantıklı gelse de kaşlarımın çatılmasına neden oldu. “İyi ama neden?” Dudaklarını büzdü. “Bilmiyorum, güzelim; sadece küçük bir tahmin işte.” Odadaki son ses bu olurken bir müddet ikimiz de konuşmadık. Sessizdik ama düşünceler içindeydik, ta ki çantamdaki telefonumdan gelen mesaj sesine kadar. Sesi duyar duymaz hızlanan kalp atışlarımla birlikte ileri atılarak çantamı kavradım ve içindeki telefonu çıkarıp mesajın kimden olduğuna baktım. Gönderen: Asaf Amca Tamay, Aral görüntüleri bana izletti ve birkaç kişiyle bu durumu araştırmaya başladık. Detayları daha sonra seni arayarak bildireceğim güzel kızım ama şimdi önemli bir toplantıya girmem gerekiyor. Son olarak bugün yaşadıklarını kimseye söyleme. Özellikle de kardeşine ve amcana. Sözümü dinleyeceğini biliyorum, benden haber bekle. Mesajı birkaç kez okudum ve hep aynı yerde takıldım. Neden özellikle amcama söylemememi istiyordu ki? Tuana’yı anlayabiliyordum, çünkü bunu kaldırabilecek yaşta değildi. Daha ben bile kaldıramamıştım ama amcam? Amcamla, Asaf amcanın arası pek iyi değildi ve birbirlerinden haz etmezlerdi ama yine de bu önemli bir meseleydi ve amcam, bu durumu benden başka bilmesi gereken tek kişiydi belki de. Anlamlandıramadım ancak Asaf amcaya olan güvenim sonsuz olduğu için karşı da çıkmadım. “Niye amcana söylememeni istemiş ki?” Yasemin, hemen yanımda olduğu için mesajı benle birlikte okumuştu. Zaten ondan hiçbir şeyimi sakınmazdım. “Bilmiyorum,” diye mırıldandım, kafa karışıklığımı saklama ihtiyacı hissetmeden. “Ama diyorsa vardır bir bildiği. Sonuçta amir olan o.” “Haklısın,” diyerek başını salladı. “Ben de asla kimseye söylemem zaten, biliyorsun.” Halim olsaydı gözlerimi bayardım ama iç çekmekle yetindim. “Saçmalama Yasemin.” “Peki, peki,” diyerek ayaklandığında, kafamı kaldırarak ona baktım. “Gidiyor musun?” “Gidiyoruz tatlım. Farkında değilsin ama öğle yemeği saati. Gidip bir şeyler yiyelim de biraz olsun kendine gel. Berbat görünüyorsun.” Yüzümü buruşturdum. “Tek lokma yiyecek halim yok, Yasemin. Sen tek git.” Ellerini ince beline yerleştirdi ve bana kötü kötü baktı. “Oldu, hanımefendi. Başka emriniz var mıydı? Güzelim saçmalama lütfen… Seni burada bırakıp gidersem ne hale geleceğini düşünemiyorum bile. Hem tekrar buraya geldiğine göre öğleden sonraki hastalarına bakacaksın, değil mi?” Başımı sallayarak onayladım onu. “Evet, hastalarla biraz oyalanırım belki. Eğer izin alıp eve gidersem içim içimi yer benim. Üstelik Tuana’ya da belli ederim kötü olduğumu.” “O zaman,” diyerek kolumdan tuttu ve yavaşça ayağa kaldırdı beni. “Dediklerimi yapıyorsunuz hanımefendi. Tabii önce gidip elini yüzünü yıkıyoruz ve seni biraz olsun kendine getiriyoruz.” “Ama Yasemin,” demiştim ki elini kaldırarak beni susturdu. “Sare’yi tekrar görmek istiyorsan sözlerimi dinleyeceksin, aksi takdirde uzun müddet göstermem kızımın yüzünü sana.” Gözlerim irileşirken hayretle nefeslendim. “Ciddi olamazsın.” Kaşlarını çattı. “Annesi değil miyim, istediğimi yaparım.” Ofladım ve “Peki, tamam,” diyerek kabullendim. Kızına olan zaafımı biliyordu ve bunu bana karşı kullanmaktan da asla gocunmuyordu. Yaseminle birlikte odadan çıktıktan sonra üstün bir dikkatle kapımı kilitledim -bunu uzun bir süre böyle yapacağımdan emindim- ve Yasemin odasından eşyalarını alana kadar lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım. Aynadaki yansımam berbattı ancak çantamda malzemeler olmasına rağmen makyaj yapmak istemedi canım. Bu yüzden yüzümü bir kez daha yıkadım ve derin bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirerek lavabodan çıktım. Asaf amcam ne demişti? Ben babamın kızıydım. Onun gibi güçlüydüm ve hep güçlü olacaktım. Bu düşünceyle biraz olsun iyi hissederken adımlarımı hızlandırarak merdivenlerin başında beni bekleyen Yasemin’in yanına vardım ve koluma girip gideceğimiz restorana kadar beni yönlendirmesine izin verdim. ღ Aradan iki gün geçmişti. Ve ben hala başladığım yerdeydim. Elimdeki kavanozdan önümdeki boş kâseye bir miktar siyah zeytin döktükten sonra kavanozun kapağını kapattım ve dolaba kaldırdıktan sonra da kâseyi masaya yerleştirdim. Harelerimi şöyle bir kahvaltı masasında gezdirdikten sonra eksik bir şey göremeyince ocaktaki demliğin altını kapadım ve demliği de masaya koyduktan sonra önümdeki sandalyeyi çekerek oturdum. İki gündür iştahım, dolayısıyla da bir şey yiyecek halim yoktu ama Tuana’ya durumu belli etmemek için yemek zorundaydım. Geçen iki gün boyunca iki kez Asaf amcayla konuşmak dışında hiçbir şey yapmamıştım. Çünkü yapabilecek hiçbir şeyim yoktu. Aral başkomiserin Hasan abiden aldığı kayıtlardan bir şey çıkmamıştı. Hastane dışındaki kameraları da incelemişler ancak notu bırakan kişinin izini sürememişlerdi. Gizli şahsın kör bir noktada üstünü değiştirip ortalıktan kaybolduğunu düşünüyorlardı. Aral başkomiser ve ikizi -yanlış hatırlamıyorsam adı Arel’di ve o da Asaf amcamın ekibindeki bir komiserdi- hastaneye gelmiş ve belli başlı çalışanlarla, özellikle de temizlik görevlileriyle konuşmuşlardı ama oradan da bir şey çıkmamıştı. Ayrıca bu olayın yönetime ulaşmamasını sağlamışlardı çünkü hastanenin sahibi amcamın yakın bir dostuydu ve onun duyması demek, amcamın duyması demekti. Hala neden olduğunu anlamadığım bir şekilde Asaf amca, amcamın bu olayı duymaması gerektiğini savunuyordu ve ben de el mahkûm o ne diyorsa yapıyordum. Zaten polislerin sorguladığı çalışanlardan herhangi biri, bir şekilde sorgulandıklarını yönetimdeki birilerine duyursalar da pek sorun olmazdı. Çünkü polisler olayı küçük bir hırsızlık vakası olarak anlatmışlardı. Masamdaki notun incelemesinden de bir şey çıkmamıştı ve o günden beri başka herhangi bir not da almamıştım. Kısacası şu an elimizde hiçbir şey yoktu ve bu, aldığım notun arkasının boş olma ihtimalini artırıyordu. Artık neye inanacağımı şaşırmıştım ve son zamanlarda ister istemez saçma bir eşek şakasına kurban gidip gitmediğimi düşünürken buluyordum kendimi. “Günaydın, ablaların bir tanesi!” Tuana, her zamanki gibi sekerek mutfaktan içeri girdiğinde bakışlarımı önümdeki boş tabaktan çekerek ona çevirdim ve dudaklarımın şefkatle kıvrılmasına izin verdim. “Günaydın, ablam.” Tuana, yanıma kadar gelip iki yanağımdan öptükten sonra bakışlarını masada gezdirip “Of be, masaya bak!” diyerek hemen karşımdaki sandalyeye yerleştiğinde güldüm. “Yine rüyanda spor yaptın galiba?” Sırıttı ve işaret parmağını kaldırarak iki kez alnına vurdu. “Uyurken bile ders çalışıyor bu beyin.” Sözleri beni içten bir şekilde gülümsetirken iki gündür yalnızca onun yanında gerçekten gülebildiğimi fark ettim. Zaten annemleri kaybettiğimden beri beni ayakta tutan yegâne sebep oydu. “Hayırdır? Bugün her zamankinden fazla mı neşelisin sen acaba?” Önündeki tabağı doldururken bana bakmadan omuz silkti. “Yo, her zamanki halim. Asıl sen birkaç gündür fazla neşesizsin, sormuyorum diye fark etmedim sanma ablacığım.” Yakalanmışlığın verdiği hezimetle dudaklarımı birbirine bastırdım. Anlamayacağını düşünerek salaklık etmiştim zaten. Bazen onun artık bir genç kız olduğunu unutuyor ve kız kardeşimi çocukluğunda olduğu gibi kandırabileceğimi sanıyordum. Yine de doğruları söyleyemeyeceğim için bir şeyler uydurmalıydım. Dikkatini dağıtabilmek için boğazımı temizleyip yerimde dikleşerek demliğe uzandım ve kendime çay koyarken “Gayet iyiyim ben küçük hanım,” diye mırıldandım. “Sadece birkaç gündür hastanede çok yoruldum ama endişeniz olmasın, bugün güzelce dinleneceğim.” Tuana kıstığı gözleriyle kısa bir süre beni izledikten sonra omuzlarını silkti ve “Tamam, o zaman,” diyerek başını salladı. “İzin gününü sonuna kadar kullan. Sonra da okul çıkışı beni almaya gel ve yemeğe gidelim.” Söylediğim yalana inanmışa benziyordu ama yine de emin olamıyordum. Gerçi yalan söylemiş de sayılmazdım, sonuçta iki gündür kendimi fazlasıyla yorgun hissediyordum. “Emredersiniz hanımefendi, başka bir isteğiniz var mıydı?” Dirseğini masaya, çenesini de eline yasladıktan sonra düşünüyormuş gibi yaptı ve “Aslında sinemaya gidelim derdim ama beklediğim film daha vizyona girmedi. O yüzden şansına küs,” diyerek dudaklarını büzdü. Oyuncu tavrına küçük tebessümle karşılık verirken “İstersen vizyonda olan başka bir filme gidelim?” diye bir öneri yönelttim. “İstediğin film çıktığında bir daha gideriz.” Demliği alarak kendine çay doldururken “Benim sınava hazırlanan bir öğrenci olduğumu unutuyorsun sanırım ablacığım?” diyerek kafasını salladı. “O kadar fazla boş vaktim yok ne yazık ki.” “Peki, peki. Nasıl istiyorsan öyle olsun.” Tuana, olgun bir çocuktu. Bunda anne-babasını hiç tanımadan ablasıyla büyümek zorunda kalmasının etkisi yok değildi tabii. Amcam ve yengem, bize bu yokluğu hissettirmemek için çok uğraşmışlardı ama bu nasıl başarılırdı ki? Tuana’yı ben büyütmüştüm. Daha doğrusu onunla birlikte büyümüştüm. Anne babasıyla yapması ve öğrenmesi gereken her şeyi benimle denemişti. İlk kelimesi bile abla olmuştu. Onunla aramdaki bağı anlatmak için lügatimdeki kelimeler yetersiz kalıyordu. Yani öyle güçlü, öyle büyük bir sevgiyle bağlıydık birbirimize. Annemleri kaybettikten sonra amcam bizi yanına almıştı. Yengemin doğuştan gelen bir rahatsızlığı yüzünden çocukları olmuyordu ve bu yüzden bütün ilgi ve alakalarını bize yöneltmişlerdi. Haklarını yiyemezdim, bize çok uzun zaman anne-babalık yapmışlardı ve hala da yapıyorlardı. Yengemin üzerimize titremesine rağmen Tuana’yla en çok ilgilenen ben olmuştum ve bunu da isteyerek yapmıştım. O benim kız kardeşimdi, annemle babamdan yadigârdı. Bu yüzden ona gözüm gibi bakmaya çalışmıştım. Tıp fakültesinden mezun olup hastanede çalışmaya başladığımda amcama anne ve babamla kaldığımız eve dönmek istediğimi söylemiştim. Amcam buna başta karşı çıkmış ve onlarla kalmamızı istediğini söylemişti ama kabul edememiştim. Tuana’nın bu evle hiçbir anısı olmayabilirdi ama ben on bir yaşıma kadar bu evde yaşamıştım ve evin her köşesinde ayrı bir anım vardı. Ayrıca annemle babamın odasına da buradayken daha yakın oluyordum. Amcam yine benim isteğimle annemlerin eşyalarına asla kimseyi dokundurtmamıştı ve burada yaşamazken bile belli aralıklarla eve gelerek annemle babamın odasını temizlerdim. Yengem her temizlik sırasında ağladığım için bunun bana zarar verdiğini söylüyordu ancak tam tersine ben ağladıkça rahatlamış ve artık kokularının kalmadığı odalarında durdukça onlara biraz olsun yakın hissediyordum. En azından onların hafızamdan silinmesine engel oluyordum. Kısacası hastanede çalışmaya başladığımdan beri Tuana’yla burada kalıyorduk. Genel temizlik için yengemin çalışanları haftada bir geliyorlardı, ufak tefek şeyleri de Tuana’yla ben hallediyorduk. Ben zaten isteyerek geldiğimden bu evi hemen kabullenmiştim ama Tuana’nın alışması biraz zor olmuştu. Yine de şu an burada yaşamayı çok sevdiğini biliyordum. Kahvaltıdan sonra ben hızlı bir şekilde masayı toplamaya başlarken Tuana da okul kıyafetlerini giymek için tekrar odasına çıktı. Kısa bir süre sonra mutfağı topladığımda merdivenlere yönelerek kendi odama çıktım ve üzerimdeki eşofmanla tişörtü değiştirme gereksinimi duymadan saçlarımı tarayarak atkuyruğu şeklinde topladım. Ardından komodinin üzerindeki araba anahtarıyla telefonumu alarak tekrar aşağı indim ve Tuana’yı ayakkabılarını giyerken buldum. Üzerinde bacaklarına tam oturan siyah, kumaş bir pantolon ve okulunun armasını taşıyan bordo tişört vardı. Saçlarını da yukarı çıktığında balıksırtı şeklinde örmüştü. Yüzüne tek bir şey dokundurmamıştı ki zaten genelde makyaj yapmayı seven biri değildi. Çok özel bir durum ya da kutlama olmadıkça yapmıyordu. Gerçi bence yapmasına da gerek yoktu zira kızda bebek güzelliği vardı. Askılıktan üzerime ince bir hırka alıp giydikten ve ayağıma ayakkabılarımı geçirdikten sonra “Hadi ablacığım,” diyerek dışarı çıktım. Tuana da yerdeki çantasını aldıktan sonra dışarı çıkıp kapıyı kapattı ve peşimden gelmeye başladı. Ondan birkaç adım önde yürürken arabanın anahtarını tutan elimi havaya kaldırarak kilidi açacaktım ki sileceklerin üzerindeki beyaz şeye takıldı bakışlarım. Gördüğüm şeyin tanıdıklığıyla tüylerimin diken diken olduğunu hissederken usulca yutkundum ve kalp atışlarımın hızlandığı gibi adımlarımı da hızlandırarak arabanın yanına vardım. Evet, arabanın sileceğine kıstırılmış olan kâğıt, iki gün önce masamın üzerinde bulduğum kâğıtla aynıydı. Boğazımın kuruduğunu hissettim. “Abla?” Tuana’nın sesiyle istemsizce irkilerek başımı kaldırdım ve arabanın diğer tarafında duran kız kardeşime baktım. “Arabanın kilidini açmayacak mısın?” Kâğıdı fark etmemesi derin bir nefes vermeme neden olurken aceleyle kafamı salladım ve anahtara basarak arabanın kilidini açtım. Tuana bana kısa bir bakış attıktan sonra arabaya binerken fark etmeyeceği bir hızla ikiye katlanmış kâğıdı avucumun içine sıkıştırdım ve sakinleşebilmek için derin bir nefes alıp arabaya bindim. Bakışlarımı etrafta birinin olup olmadığını teyit etmek için deli gibi etrafta gezdirmek ve hemen Asaf amcayı aramak istiyordum ancak Tuana’ya hiçbir şey belli etmemek için sakin kalmam gerektiğinin de farkındaydım. Tuana, torpidodan çıkardığı kumandayla bahçe kapısını açarken bir kez daha nefeslendim ve kâğıdın saklı olduğu avucumu iyice sıkarken arabayı çalıştırdım. Ne yazdığını deli gibi merak ediyordum. Gaza basarak evden ayrılmamızı sağlamıştım ama arabayı diken üstünde sürüyordum. Bu kâğıdı buluşum, tek seferlik bir oyunun içinde olduğum yargısını kırmıştı. Tam tersine araya mesafe koyarak gelen kâğıtlar düşünülmüş bir planın içinde bulunduğumu gösteriyordu ve bu da beni korkutuyordu. Zira dün gece biri ya da birileri evimin bahçesine girerek arabama benim için not bırakmıştı ve benim ruhum bile duymamıştı. Üstelik evde tek de yaşamıyordum. Hiçbir şeyden haberi olmadığı için savunmasız bir kız kardeşim vardı. Arabanın içinde ansızın yankılanan zil sesine gereğinden fazla tepki vererek yerimde sıçradığımda Tuana halime güldü ve “Sadece mesaj geldi abla,” diye mırıldandı. “Korkacak bir şey yok.” Dudaklarımı bin bir zorlukla kıvırarak “Boşluğuma geldi,” dedim. Kötü halimi fark etmemesi lazımdı, bu yüzden konuşmaya devam ettim. “Hem ablayla dalga geçilmez, sus bakayım.” Ellerini masummuş gibi havaya kaldırarak “Tamam, şampiyon. Bir şey demedim,” dedi ama hala gülüyordu. Lafı çevirmek istedim. Daha doğrusu her zamanki gibi davranmaya çalıştım. “Mesaj kimden? Emir’den mi yoksa?” Tuana anında kızararak “Ne alakası var abla ya?” diye sitem etti. “Berfin okula gittiğini haber vermiş sadece.” Gülmeye çalıştım ama pek becerebildiğim söylenemezdi. “Tamam, şampiyon,” diye mırıldandım onu taklit ederek. “Basit bir soruydu sadece.” Tuana “Kesin öyledir,” diyerek camdan tarafa döndüğünde normalde elimi uzatarak onu gıdıklardım ama bu normal bir zaman değildi. Zira en basitinden ona uzatmam gereken elimde bir not tutuyordum. Kısa sürede okula vardığımızda arabayı müsait bir yerde durdurdum ve yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirerek ona döndüm. “Hadi bakalım güzellik, iyi dersler.” Biraz önceki mevzuyu unutmuş gibi görünen Tuana uzanarak iki yanağımdan da öptü ve gözlerimin içine bakarak “Eve gidip güzelce dinlen. Sonra da çıkışta gelip beni al ve güzel bir yemeğe gidelim, tamam mı?” diye sorunca başımı sallayarak onayladım onu. “Tamam, güzelim.” Tuana kucağındaki çantasını omzuna takarak arabadan indi ve kapıyı kapatıp bana el salladıktan sonra okulun girişine doğru ilerledi. Fazlasıyla gerilmiş bir halde okul kapısından içeri girene kadar onu izledim ve güvende olduğundan emin olduktan sonra hızla önüme dönerek bakışlarımı yumruk haline getirdiğim elime çevirdim. Elim titriyordu ancak korkudan mı yoksa heyecandan mı olduğunu bilemiyordum. Derin bir nefes aldıktan sonra kaçışımın olmadığını kendime hatırlatarak parmaklarımı yavaşça araladım. Kalbimin ağzımda attığını hissederken bir kez daha nefeslendim ve terlemiş elimin içindeki kâğıdı yavaşça açarak gözlerimi içindeki yazıda gezdirdim. Aceleye gerek yok, Doktor. Öğrenecek çok şeyin var, evet. Ancak zamanı geldiğinde… Yazıyı belki onuncu kez okuduktan sonra ne zaman tuttuğumu bilmediğim nefesimi saldım. Biri benimle oyun oynuyordu. Biri beni süründürerek kafayı yememi istiyordu! Kâğıdı sinirle yan koltuğa fırlattıktan sonra alnımı direksiyona yaslayarak sakinleşmeye çalıştım. Bu notları yazan kişinin derdi neydi Allah aşkına? Daha ne zamanından bahsediyordu? Annemle babamı kaybedeli tam on sekiz sene olmuştu. Buna rağmen beklememi mi söylüyordu? Alnımı birkaç kez direksiyona vurduktan sonra “Delireceğim!” diye bağırarak doğruldum. Peşimde ya da peşimizde bir sapık vardı. Her şeyi bildiğini iddia eden ama söylemek için zamanının gelmesini beklememi söyleyen aptal bir sapık! Hastanedeki odama, hatta evime kadar gelip not bırakabilen bir sapık! Ellerimi yanaklarıma yaslayarak gözlerimi kapadım ve “Sakin olmalıyım,” diye fısıldadım kendi kendime. “Sakin olmalıyım. Sakinleşmeliyim.” Birkaç dakika boyunca öylece durup kafamı toplamaya çalıştıktan sonra okuldan gelen ders zilini duyduğumda göz kapaklarımı yavaşça araladım ve derin bir nefes aldım. Kendimi ne kadar berbat hissetsem de en azından yapmam gereken ilk şeyi biliyordum. Hırkamın cebindeki telefonumu aldığım gibi Asaf amcamın numarasını çevirdim ve tırnaklarımla direksiyonda ritim tutarken sabırsız bir şekilde açmasını bekledim ancak açmadı. Telefonu kulağımdan çekerek bir kez daha numarasının üzerine tıkladım ama yine açmadı. Bunu birkaç kez daha deneyip yine aynı sonuca ulaştığımda sıkıntıyla oflayarak yapabilecek başka bir şey düşündüm. Arayabilecek başka bir kişi. Çok geçmeden aklıma önceki gün Asaf amcanın kendisine ulaşamadığım takdirde aramamı söylediği Aral başkomiser geldi. Hiç düşünmeden rehberde ismini aradım ve bulduğum an numarasının üzerine tıklayarak telefonu kulağıma götürdüm. Garip bir şekilde heyecanlandığımı hissediyordum. Başkomiser, ikinci çalışta açtı. “Efendim?” En son iki gün önce duyduğum tok sesi tekrar işittiğimde nedenini bilmediğim bir şekilde gerildiğimi fark ettim. Bu adamda beni ciddiyete iten bir şeyler vardı. Sessizce boğazımı temizleyerek konuşmaya çalıştım. “Şey, Aral başkomiserle görüşecektim?” Telefonu açan kişinin o olduğundan eminken niye böyle saçmalığımı ben de merak ediyordum doğrusu. “Benim, buyurun?” Sesinin aynı anda hem bu kadar sert hem de saygılı olmasını yadırgamıştım doğrusu. Ayrıca sesindeki soru işaretlerini de çözebilmiştim, beni tanıyamamıştı. “Ben, Tamay. Tamay Altuna,” diyerek kendimi tanıttıktan sonra direkt lafa girdim. “Asaf amcaya ulaşmaya çalıştım ama telefonunu açmıyor. Ona ulaşamadığımda sizi aramamı söylediği için-” “Bir sorun mu var?” Lafımı tamamlamamı beklemeden daha da sertleşen sesiyle konuşmasına afallasam da bunu belli etmeyerek devam ettim. “Yaklaşık yarım saat önce yine not buldum. Arabamın sileceğine sıkıştırılmıştı.” Önce derin bir nefes aldığını işittim, sonra da sesini. “Hastanede misiniz?” “Yok, hayır. Kardeşimin okulunun önündeyim.” “Ne yapıyorsunuz orada?” “Kız kardeşimi okula bırakmak için evden çıktığımda fark ettim ve kardeşime belli etmemek için kâğıdı sakladım. İlk boş fırsatta da sizi aradım.” “Anladım, o halde siz hiç vakit kaybetmeden evinize dönün. Ben de çıkıyorum şimdi.” Cevap vermemi beklemeden telefonu suratıma kapattığında ilk önce boş boş siyaha boyanan ekrana baktım. Adresimi bile sormadan telefonu kapatmasına şaşırmıştım doğrusu. Sonraysa bunu düşünmenin ne yeri ne de zamanı olduğunun farkındalığıyla arabayı çalıştırdığım gibi gaza bastım. Kısa bir sürenin ardından arabayı evin ön bahçesine park ettikten sonra bahçe kapısını bilerek kapatmayarak yan koltuğa fırlattığım notu kaptığım gibi aşağı indim. Bahçede kimsenin bulunmadığından emin olabilmek için gözlerimi şöyle bir etrafta gezdirirken girişteki kamerayla göz göze geldim. “Ah… Tabii ya!” Koşarak eve vardıktan sonra cebimden çıkardığım anahtarla dış kapıyı açıp kapattığıma emin oldum ve bilgisayarımı almak için merdivenlere yöneldim. Bilgisayardan kameralara bağlanıp notu kimin bıraktığını görebilirdim. Odamdaki bilgisayarı kaptığım gibi tekrar koşturarak aşağı indim ve büyük salondaki masanın üzerine yerleştirerek açma düğmesine bastım. Sandalyede oturamayacak kadar heyecanlı ve tedirgindim. Sabırsız bir şekilde olduğum yerde bir sağa bir de sola giderken nihayet ekranda Tuana’yla benim çocukluk fotoğrafımız belirdiğinde eğildim ve küçük bir uğraşla ön tarafın güvenlik kamerasına bağlandım. Zamanı dün geceye ayarlarken bacaklarımın beni daha fazla taşımadığını fark ederek önümdeki sandalyeye çöküverdim. Tıpkı Hasan abinin hastane kayıtlarına yaptığı gibi gecenin ilerleyen saatlerine doğru yavaşça ilerlettim kaydı ancak dişe dokunur bir şey göremedim. Kaydı ileri sarmaya devam ederken ön bahçenin demir kapısının üzerindeki karaltıyı fark ettiğim an zil çalınca ağzımdan kaçmasına engel olamadığım çığlıkla birlikte ayağa fırladım. Elimi kalbimin üzerine koyarak sakinleşmeye çalıştığım sıra durdurmadığım kayıt ilerlemeye devam etti ve büyük demir kapının üzerinden atlayarak ön bahçeye giren siyahlar içindeki kişiyi gördüğümde gözlerim irice açıldı. Dehşet içinde “Bu da kim?” dediğim an zil tekrar çaldığında başkomiserin geldiğini düşünerek kaydı durdurdum ve dış kapıya doğru koştum. Ne olur ne olmaz diyerek kapı deliğinden baktığımda başkomiserin yeşilleriyle göz göze geldim ve elimde olmadan irkilerek geri çekildim. Bu adamın gözlerinde beni çeken bir şey vardı ama ne olduğunu çözemiyordum. Adamı daha fazla kapıda bekletmemek için hızla kapıyı araladığımda başkomiserin gözleri üzerime düştü ve beni baştan aşağı süzdü. Ancak bu normal bir süzüş değildi, yüz hareketlerinden dahi görev icabı yaptığı anlaşılıyordu. “Çığlık sesinizi duydum, iyi misiniz?” Neden incelediği şimdi daha iyi anlaşılmıştı. İç çekerek kafamı salladım. “Ben… Ben iyiyim. Yalnızca girişi gören güvenlik kameralarına bakarken bahçeye giren kişiyi gördüğüm an zile bastınız ve biraz şey oldum.” Sözlerimin üzerine kumral kaşlarını çatarak “Kamera mı?” diye sorunca bir kez daha başımı salladım ve kapı eşiğinden bir adım dışarı atarak evin üst tarafındaki kamerayı işaret ettim. Bakışlarıyla elimi takip ettikten sonra “Bu iyi bir haber,” dedi ve tekrar bana dönerek “İçeri girebilir miyim?” diye sordu. “Ah, tabii,” diyerek geri çekildiğimde ayakkabılarını çıkararak içeri girdi ve arkasından dış kapıyı kapattı. “Buradan,” diyerek yol gösterdiğimde beni takip etti ve birlikte içeri geçtik. Ona bilgisayarı işaret ettiğimde ilerleyerek biraz önce kalktığım sandalyeye oturdu ve keskin bakışlarını ekrana dikti. Hemen yanındaki sandalyeyi çekip oturduğumda başkomiser kaydı biraz geriye aldı ve gizli şahsın demir kapıdan bahçeye atlayışını bu kez onunla birlikte seyrettim. Bahçeye giren kişi havanın karanlık olmasından kaynaklı net görünmüyordu ama kameraya yaklaştıkça siyah pantolon, siyah tişört ve siyah bir şapka taktığını anlayabilmiştim. Sorun şuydu ki bu görüntüdeki kişiyle, hastane kayıtlarındaki kişi uyuşmuyordu. Asaf amca da benim gibi hastaneye giren kişinin fiziksel özelliklerinden kadın olduğunu düşünmüştü ama şu an izlediğim kişi basbayağı erkekti. Üstelik uzun boylu ve yapılıydı. Adam, aynı hastanedeki kişi gibi kafasını yerden hiç kaldırmadan direkt arabanın yanına geldi ve cebinden çıkardığı kâğıdı sileceğe sıkıştırdığı gibi geri dönüp bahçe kapısına tırmandı. Başkomiser muhtemelen ayrıntı yakalayabilmek için kaydı tekrar tekrar izlese de bir şey bulamayarak sırtını sandalyeye yasladı ve kollarını göğsünde kavuşturarak gözlerini kıstı. Bakışları gizli şahsın kameraya en yakın anında durdurduğu kayıttaydı. “Hastane görüntülerindeki kişi değil. Eğer bu işi birkaç kişi yapmıyorsa ki sanmıyorum, notları bırakan kişilerle notları yazan kişi aynı değil. Bunlar sadece aracı ve ne yazık ki iyi eğitilmişler.” Oflayarak başını salladı ve “Bunda da eldiven var, parmak izinden sonuç çıkmaz,” dedikten sonra bir şey hatırlamış gibi hızla bana döndü. “Bu arada notu ne yaptınız?” Şaşkınca “Not mu?” diye sorduktan sonra hızla kafamı çevirdim ve notu ne yaptığımı hatırlayamadığım için etrafa bakınmaya başladım. Neyse ki çok geçmeden telefonumla birlikte koltukta durduğunu fark ederek hızla ayaklandım ve notu alıp tekrar başkomiserin yanına döndüm. “İşte burada.” Başkomiser kâğıdı diğer ucundan tutarak aldığında yavaşça kalktığım sandalyeye oturdum ve tedirgin bir şekilde bilgisayarın ekranına bakmaya devam ettim. Aramızda kısa bir sessizlik yaşanırken benim gibi notu defalarca okuduğunu tahmin ettiğimden ona dönmedim. Bir süre sonra “Bu çok tuhaf,” diye mırıldandığını işittiğimde başımı yavaşça ona çevirdim ve yeşil harelerinin hala kâğıdın üzerinde olduğunu gördüm. “Söyleyeceğini iddia ettiği şey her ne ise söylemek için kafasında bir zaman belirlemiş ve bu da her şeyin bir çeşit plana uyularak yapıldığını gösteriyor.” Aynı benim gibi düşünüyordu ancak anlamlandıramadığım bir şey vardı. “Peki neden? Niçin on sekiz sene sonra yapıyor bunu? Madem bir şeyler biliyor, niye kaza ya da her neyse yaşandığı gün ortaya dökmedi de bunca sene bekledi?” Bakışlarını bana çevirdi ve kısa denemeyecek bir müddet yüzümü inceledi. Bu tavrı beni germişti, çünkü bir şeyler saklıyormuşum da bunu anlamaya çalışıyormuş gibi gelmişti. “Bunu bilmemiz imkânsız, daha doğrusu notları yazan kişi anlatana ya da anlamamızı sağlayacak bir ipucu bırakana kadar imkânsız.” Oflayarak dirseklerimi masaya yasladım ve başımı ellerimin arasına aldım. “Madem yaşananların kaza olmadığını biliyor veyahut iddia ediyor, o halde ya o gece orada olan biri ya da bu olayın yaşanmasına sebebiyet veren kişi.” Başkomiser düşünceli bir tavırla “Eğer dediğiniz gibi ailenizin ölümüne biri sebep olduysa bu notları yazan kişinin o olduğunu sanmıyorum,” diye mırıldandığında bakışlarımı ona çevirdim. Bir eliyle sertçe çenesini ovuşturuyordu. “Bir katil bu kadar uzun bir zaman sonra işlediği şeyin ortaya çıkmasını sağlıyorsa ancak vicdan azabı çektiği içindir. Eğer durum böyleyse de bunu böyle saçma sapan yollara girmeden direkt itiraf eder.” Şaşkınla kaşlarımı kaldırırken “Yani bu notları yazan kişinin katil olamayacağını mı söylüyorsunuz?” diye sordum. Bakışlarını bana çevirdi ve yüzünde mimik oynatmadan “Sadece bir tahmin,” diye mırıldandı. “Bakın bu notları yazan herkes olabilir. Katilin ortaya çıkmak istemeyen yakın bir tanıdığı olabilir, dediğiniz gibi katille bir alakası olmayan ama olayları bilen ya da şahit olan biri olabilir, bu durumla hiçbir alakası olmayıp sizden para koparmaya çalışan dolandırıcılar da olabilir.” Afallamış bir tavırla “Dolandırıcı mı?” diye sorduğumda “Öğrendiğime göre epey bir mal varlığınız var,” diye konuştu. “Bunu ve sizi bilen birinin sizi kandırmaya çalışması da yüksek bir olasılık. Asaf amir, bu olayın kaza olduğunu bir tek sizin hiçbir zaman kabullenemediğinizden bahsetmişti. Eğer bu endişenizden ya da şüphenizden birilerine bahsettiyseniz size oyun oynuyor olabilirler.” Sinir bozukluğuyla güler gibi bir ses çıkararak kafamı iki yana salladım. “Bu imkânsız.” Parmaklarını masaya vurarak “Bu yaşıma kadar neler gördüğümü tahmin bile edemezsiniz,” dedi. Çok ciddiydi ve sözlerine inanıyor gibi bir hali vardı. “İnsanı zaaflarından vurmaya çalışanlar genelde en yakınlarıdır. Daha doğrusu yakını sandıkları insanlardır.” Son cümleyi söylerken sesinin iyice sertleşmesi ve bakışlarının donuklaşması dikkatimi çekmişti ancak bunun üzerinde durmadım. “Haklı olabilirsiniz ama benim durumumda bu imkânsız. Çünkü bunun kaza olmadığına inandığımı ailem harici yalnızca iki kişiye söyledim. Biri en yakın arkadaşım ki böyle bir şey yapması ihtimal dâhilinde bile olamaz. Diğeri ise,” dedikten sonra usulca yutkundum ve bakışlarımı kaçırarak “eski sevgilim,” diye tamamladım lafımı. Dik bakışlarının hedefinin yüzüm olduğunu fark etsem de bakışlarımı ona çevirmek yerine karşımdaki boş duvara bakmayı tercih ettim. “Başına eski sıfatını alanlar genelde ilk şüpheliler oluyor ama tabii siz bilirsiniz.” Alayla gülerek başımı salladım ve daha fazla dayanamadığımdan bakışlarımı tekrar yeşillerine çevirdim. “Polis olmayabilirim ama beni terk eden birinin, benden intikam almaya çalışmayacağından da eminim. Üstelik yurt dışında, tam da istediği gibi bir hayat sürerken…” Bunu söylememi beklemiyor olsa gerek suratıma öylece bakmaya devam ettiğinde özelimi orta yere dökmekten oldukça rahatsız olarak tekrar önüme döndüm. Eski mevzuları açmak, hele ki böyle bir zamanda, asla istediğim bir şey olamazdı. Ancak canımın yandığını da saklayamazdım. Kısa bir sessizliğin ardından “Bunu size söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama Asaf amirin hala şüphesi var,” diye mırıldandı. Konuyu değiştirmesi iyi bir şeydi. “Yani bu olanların gerçekliğini sizden daha fazla sorguluyor ve sanırım, sizi kandırma niyetinde birileri olduğuna inancı daha yüksek.” Dudaklarım acı bir tebessümle kıvrılırken bakışlarımı önümdeki masaya diktim ve omzumu silkerek “Şaşırmadım,” diye mırıldandım. “Asaf amca içgüdülere pek önem vermez, onun için kesin olan şeyler kanıtları olan şeylerdir. Gerçi bunu siz de bilirsiniz… Zaten bir tek onu değil, kimseyi inandıramadım ben. Bu duruma fazlasıyla alışığım.” Bir anda “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?” diye sordu, bu beklediğim bir soruydu ve daha önce sormamasına şaşırmıştım aslında. İçime derin bir nefes çektim ve bomboş bakan gözlerimi başkomisere çevirdim. “Çünkü o gece arabanın içinde ben de vardım.” Cümlem, yeşil gözlerde gördüğüm ilk afallamaya neden olmuştu. Gür, kumral kaşlarını hızla çatarak “Kaza anında sizde mi arabadaydınız yani?” diye sorduğunda başımı sallayarak onayladım onu. “Babam bir ihaleyi kazanmıştı ve işi yapacağı ortağıyla yemek yemek için anlaşmışlardı. Bu biraz da aile kaynaşması gibi bir şey olacağından babam benimle annemi de yanına almıştı ancak kız kardeşim henüz altı aylık olduğu için onu amcamlara, yani öz amcama bırakmıştık.” Yerinde dikleşti ve hemen ardından hafifçe masaya doğru eğilerek “Yani o gece arabadayken babanızın sebepsizce rahatsız olduğunu falan mı gördünüz?” diye sordu. “O yüzden mi kaza olmadığını savunuyorsunuz?” Sıkıntıyla iç çekerek “Hayır,” diye cevap verdim. “Daha doğrusu görmüş olsam bile bilmiyorum çünkü o an hafızamda yok. Yemekten çıktığımızı ve hep birlikte arabaya bindiğimizi hatırlıyorum yalnızca. Sonrasında da bir hastane odasında uyandığımı ve yengemin, yani amcamın karısının başımda ağladığını… Doktorlar yaşadığım travma sonrası küçük hafıza kaybının normal olduğunu söylemişlerdi ama nasıl bir travmaysa artık hala daha hatırlayamıyorum. Çok uzun süre hatırlamak için uğraştım, doktor doktor gezdim ama olmadı. Yıprandığımla kaldım. O geceden bana kalan ara sıra gördüğüm kabuslar yalnızca. Ancak o kabuslarda da arabaya bindiğimi görüyorum ve hemen sonra acı bir fren sesi duyarak uyanıyorum.” Bir süre ikimiz de sustuk. Anlattıklarım tekrar aynı şeyleri yaşamışım gibi hissettirdiğinden konuşacak ya da herhangi bir eylemde bulunacak halim yoktu. Başkomiser ise anlattıklarımı hazmetmeye çalışıyor olmalıydı. Zira yüzüme odaklı delici bakışlarının başka bir anlamı olamazdı. En sonunda konuşmaya karar verdiğinde “Her şeye rağmen sizi yaşanan şeyin kaza olmadığına inandıran bir şey olmalı,” diye mırıldandı. Haklı olduğu için başımı salladım. “Beni bulduklarında koltukların arasında bilincim kapalı bir şekilde yatıyormuşum. Yani hayatta olmamı sağlayan şey koltuktan düşüp ya da inip araya sıkışmış olmam. Ancak ben babamla nereye gidersem gideyim emniyet kemerini takarım. Çünkü babam, çocukluğumdan beri beni buna alıştırdı. İlk zamanlarda kemerimi hep o bağlayıp çıkarırdı. Bunu kendi başıma yapabileceğim yaşa geldiğimde de onun izniyle açıp kapıyordum kemeri. O gece arabaya bindikten sonra kemerimi taktığıma eminim, yani o kısmı hatırlıyorum ve babamın izni olmadan çıkarmayacağımdan da adım gibi eminim. Ancak olay yeri incelemesine göre bağlandığım kemerde kopma veyahut herhangi başka bir zarar yokmuş. Kısacası bile isteye çıkarılmış.” Başkomiser “Ve siz normal şartlarda babanızın kemerinizi çıkarmanıza izin vermeyeceğinden eminsiniz,” diyerek sözümü tamamladığında başımı sallayarak onayladım onu. “Bunu Asaf amcaya anlattığımda küçük bir çocuk olduğumu ve yaramazlık yapmış olabileceğimi söyledi ama ben yaramaz bir çocuk değildim. Üstelik babamın sözlerini de harfi harfine yerine getirirdim. Kısacası bir durum olmalı. Benim o kemeri çıkarmama neden olacak bir şey olmuş olmalı.” Anlattıklarım ilgisini çekmiş olacak ki bir kez daha düşünceli bir tavırla çenesini ovmaya başladı. Aslında ondan diğer herkes gibi bu anlattıklarımı ciddiye almamasını beklemiştim ama tuhaf bir şekilde yapmamıştı. “Dediklerinize inanmadığımdan değil ama eğer babanız bir tehlike olduğunu sezdiyse asıl o zaman o kemeri çıkarmanıza izin vermemesi gerekmez miydi?” Sorusu ve soruş tarzı afallamama neden olmuştu. Anlattıklarıma çocuksu zırvalık olarak bakmamış, ciddi ciddi düşünmüştü ve doğrusunu söylemek gerekirse bu bana ne hissedeceğimi şaşırtmıştı. “Bunu ben de çok düşündüm,” diyerek başımı salladım. “Dediğiniz gibi takip edildiğini veyahut başka bir şeyi sezmiş olsa bana asla izin vermezdi ama ya tahmin edemediğimiz bir şeyler olduysa? Veyahut benden bir şey yapmamı istediği için kemerimi çıkarmama izin verdiyse? Her şey olabilir, o an yani o kaos anında her şey olmuş olabilir.” “Anlıyorum,” diyerek ciddi bir tavırla başını salladı ve bakışlarını önündeki ekrana çevirdi. “Ancak ne yazık ki şu an beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Bu notları yazan kişinin derdi her neyse yalnızca ondan öğrenebiliriz. Bu kamera kayıtlarını ve not kâğıdını inceleteceğim ama bir şey çıkacağını hiç sanmıyorum. Üstelik tahminimce siz aralıklarla not almaya devam edeceksiniz ve kuryelerden herhangi biri ufak bir hata yapmadığı müddetçe elimiz kolumuz bağlı oturmaya devam edeceğiz.” “Bu durum,” diyerek kaşlarımı çattım. “Çok can sıkıcı...” “Farkındayım,” diyerek iç çektiğinde bakışlarımın yüzüne kaymasına engel olamadım. Konumuzla alakası yoktu belki ama gerçekten çok yakışıklı bir adamdı. “Ama dediğim gibi yapabileceğimiz bir şey yok, beklemek dışında.” “Peki,” diyerek aklımdaki bir başka soru işaretini gidermeye çalıştım. “Bu kişilerin ellerini kollarını sallayarak evime kadar girmeleri bir sorun teşkil etmiyor mu? Hadi kendimi geçtim ama kız kardeşimle birlikte yaşıyorum ve onu korumam lazım.” “Bunu Asaf amirle konuşurum. Muhtemelen evinizi izlemesi için sivil polis görevlendirecektir.” Sözlerini kısa bir baş sallamasıyla onayladıktan sonra aklıma takılan bir başka soruyu yönelttim ona. “Bu durumu neden herkesten saklamam gerektiğini anlayamıyorum. Kardeşimin ya da amcamın bilmesi daha iyi değil mi? Bilmedikleri bir şeyden kendilerini koruyamazlar ancak olanları öğrenirlerse kendilerince önlem alırlar. Sonuçta bu notları alan kişi ben olsam da bu durum hepimizi ilgilendiriyor.” “Bir bakıma haklı olabilirsiniz ama Asaf amir kimseye söylememeniz konusunda ısrarcı. Zira bu notları bırakan kişinin yakın çevrenizde olan birinin olduğunu düşünüyor ve eğer haklıysa durumdan haberdar olan kişi sayısı arttıkça notları bırakan kişinin alacağı önlemler de o kadar artmış olur.” “Haklı olabilirsiniz ama bu nedenler içimi rahatlatmak için asla yeterli değil.” Sandalyesini geriye çekerek yavaşça ayaklandı. “Bu konuyu Asaf amirle konuşursanız daha kesin yanıtlar alabilirsiniz.” Başımı sallayarak onu onayladım. Haklıydı, bu konunun muhatabı o değildi. Sonuçta o da bir emir kuluydu. Başkomiser, kamera kayıtlarının kopyalarını kendi telefonuna attıktan ve bugün gelen notu da aldıktan sonra “Ben gideyim artık,” diyerek odanın çıkışına doğru ilerlediğinde küçük bir onaylama mırıltısıyla peşine takıldım. Sessizce dış kapıya vardığımızda ayakkabılarını giyerek dışarı çıktı ve son bir kez bana dönüp “Emniyet’e gidiyorum. Olanları Asaf amire bildirdikten sonra kayıtların izini sürmeye çalışacağım. Siz de yeni bir şey olursa bana veyahut Asaf amire ulaşın.” “Peki,” diyerek onayladım onu. “Teşekkürler.” Kısa bir baş selamının ardından arkasını döndü ve benim arabamın arkasına park ettiği arabasına doğru ilerledi. Arabası, siyah, büyük bir cipti ve oldukça pahalı görünüyordu. Kendi kendime “Polis maaşıyla bunu alabilir mi ki bu adam yahu?” diye mırıldanırken gözlerimi kaçırmadan Aral başkomiserin arabasına binmesini ve bana kısa bir bakış attıktan sonra arabasını çalıştırıp bahçeden ayrılmasını izledim. Onun ardından hızla arkama dönerek vestiyerdeki yedek kumandayı kaptım ve otomatik bahçe kapısını kapattım. Kapı yavaşça ilerlerken gözlerim kapının üst tarafına takılmıştı. Dün gece sapığın biri bu kapıya tırmanarak evime girmişti ama ruhum duymamıştı. İç sıkıntısıyla ofladım. Birkaç gün içinde saçma sapan bir sürü şey yaşamıştım ve daha şimdiden yorulmuştum. Üstelik içimden bir ses notta yazan zamanın uzun bir süre gelmeyeceğini söylüyordu. ღ Bölüm sonu :’) Umarım beğenmişsinizdir, düşüncelerinizi benimle paylaşmayı unutmayın lütfen. Karakterlere giderek alışmaya başlıyoruz bence, siz nasıl hissediyorsunuz? Olaylar yavaş yavaş yerine oturuyor ve neredeyse hikâyeye girdik sayılır. Gidişat hakkında düşünceleriniz neler? OY VE YORUMLARINIZI EKSİK ETMEZSENİZ ÇOK SEVİNİRİM. Yeni bölümde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın!
|
0% |