Yeni Üyelik
30.
Bölüm

BÖLÜM - 30

@bayanclara

-Aral-

Elimdeki havluyla saçımın nemini alarak banyodan çıktım ve mutfağa doğru yol aldım. Dün gece operasyondan çok geç geldiğim için erken kalkmak zor olmuştu ama soğuk bir duşla kendime gelmeyi başarabilmiştim. Mesleğe başladığım günden beri böyle yaşadığım için bu duruma oldukça alışkındım.

Duşa girmeden evvel ocağa koyduğum suyun kaynağını görünce havluyu omuzlarıma bırakıp çayı demledim ve dolaptan sucukla kaşar peyniri çıkardım. Uzun uzadıya kahvaltı hazırlayacak halim yoktu, o yüzden tost ve çayla idare edecektim.

Üzerimi giyinmek üzere mutfaktan çıktıktan sonra Arel’in odasının önünden geçerken kapıya birkaç kez vurup “Hadi kalk uykucu!” diye bağırdım. “Sabah oldu!”

Koridorda ilerleyip odama girdim ve omzumdaki havluyu bir kenara bıraktıktan sonra dolaptan rastgele bir pantolonla tişört çıkararak hızla giyindim. Ellerimi kurumaya yüz tutan saçlarımın arasından geçirerek dağınık bir hal almalarına neden olurken komodinin üzerindeki telefonumun ışığının yandığını fark ederek oraya doğru ilerledim ve telefonumu elime aldım.

Tamay aramıştı, hem de iki kez. Üstüne bir de mesaj atmıştı. Bu saatte bana ulaşmaya çalışması bir sorun olduğunu düşünmeme neden olurken hızla mesaja girip yazdıklarını okudum.

Siktir.

Sonunda o malum gece yaşadıklarını hatırlamıştı ve nedense hatırladığı şeylerin onun tahminini doğrulayan şeyler olduğuna emindim. Zaten bana ilk anlattığından beri o kemer olayından kafamı kurcalıyordu. Tamay, babasının kemer konusuna ne kadar takık bir adam olduğunu anlattığında aklıma gelen ilk şey, gece Tamay’ın kemerinin çıkarılmasının bir nedeninin olduğuydu ve bu neden iyi bir şey olamazdı. Bundan emindim, yalnızca ne olduğunu bilmiyordum ki anlaşılan öğrenmeme çok az kalmıştı.

Hızla numarasını tuşlayıp telefonu kulağıma götürdüm ama telefon uzun süre çalmasına rağmen açan olmadı. Kaşlarımı çatarak telefonu geri çekerken mesajı attığı saate baktım. Neredeyse kırk beş dakika geçmişti üzerinden. Uyanıp odadan çıktığım zaman olmalıydı, operasyondan geldikten sonra da sessizden çıkarmayı unuttuğum için duymamıştım aramasını. Sıkıntıyla yanaklarımı şişirdim. Hastaneye gittiği için sessize mi almıştı ki telefonunu?

Yo, hayır. Onu biraz olsun tanıdıysam gördüğü, yani hatırladığı şeyleri bana söylemeden içi rahat etmezdi. Yanında bir hastası olsa bile gözünün ucu telefonunda olur, bana mesajla olsun geri dönerdi.

Bu düşünceyle tekrar aradım onu. Uzun uzun çalmasına rağmen yine açan olmayınca içime çöreklenen huzursuzlukla evden çıktığını teyit etmek için Tuana’yı aradım. Ablasının aksine ilk çalışta açtı telefonu.

“Aa, günaydın eniştelerin en yakışıklısı! Bu saatte rüyanda mı gördün beni, ne yaptın? Ya da ablamı arayacakken beni mi aradın?”

Hayatımda daha önce bu kadar enerjik olan ve etrafına buram buram neşe saçan biriyle tanışmamıştım. Evet, Arel de çoğu kişiye nazaran enerjik sayılırdı, ki öyleydi, ama Tuana bambaşka bir boyuttu. Üstelik daha önce onun gibi biriyle yakın ilişki kurmamış olmak bocalamama neden oluyordu. Ona nasıl davranmam gerektiğini kestiremiyordum. Bana karşı o kadar ama o kadar pozitifti ki bazen kendimi kötü hissediyordum. Çünkü o farkında olmasa da onu kullanıyordum.

Kendi düşüncelerime daldığım sıra “Enişte?” dediğini duydum, Tuana’nın. “Sesin gelmiyor, orada mısın?”

Usulca boğazımı temizledikten sonra “Buradayım,” dedim hemen. “Aklım bir şeye takıldı da, cevap veremedim. Sana da günaydın bu arada.”

“Demek yanlışlıkla aramadın… Sabahın bu saatinde beni arattıracak kadar aklına takılan şeyi çok merak ettim şu an,” dediğinde, sesindeki heyecan ve merak bana kadar ulaşıyordu. “Üstelik beni ilk kez arıyorsun, farkında mısın? Bunu daha fazla yapmalısın!”

“Ha, şey,” dedim afallayarak. Bu kız harbiden feleğimi şaşırtıyordu. “Üzgünüm, daha sık yapmaya çalışırım. Ben ablanı sormak için aramıştım seni, evden çıktı mı?”

Sesi aniden ciddileşti. “Evet, yarım saatten fazla oluyor hatta. Niye ki?”

Hızla “Bir şey olduğundan değil,” diyerek kötü bir şey düşünmesini engellemeye çalıştım. “Beni aramış da, duştaydım ben de, duymadım. Şimdi geri aradım, açmadı. Eğer evdeyse haber vermeni istemek için aradım seni.”

Telefondan küçük hışırtılar geldi. Telefonu kendisinden uzaklaştırıp tekrar yakınlaştırmış olmalıydı. “E, mesai saati başlamış ya. Hastası vardır onun, ondan açmamıştır, merak etme.” Kısa bir an duraksayıp alaylı bir ses tonuyla devam etti konuşmaya. “Sen şimdi alışık değilsindir ama o hastası varken telefona bakmaz. Bunun için endişelenmene gerek yok yani, ilk fırsat bulduğu anda geri döner sana.” Kıkırdadı. “Ay harbiden ablam telefonunu açmadığı için endişelenip beni mi aradın? Çok tatlısın enişte ya! Akşam eve geldiğinde diyeyim de sana en yakın zamanda küçük bir hediye versin, sabah çok meyilliydi zaten. Benim yerime seni bulsa hiç vakit kaybetmeden atlardı üstüne.”

Büyük bir kafa karışıklığıyla “A-anlamadım?” dediğimde, gözlerimi kısa bir an için yumarak içimden kendime küfür ettim. Son zamanlarda hiç huyum olmamasına rağmen şaşkınlıkla kekeleyip duruyordum ve bu hiç hoşuma gitmiyordu.

“Ablam en kısa zamanda anlatır sana, hiç endişelenme,” diyerek neşeyle kahkaha attı. “Neyse, sana doyum olmaz ama benim artık kapatıp ders çalışmam lazım enişteciğim. Malum sınava sayılı günler kaldı… Ablamı da dert etme, hastası odadan çıkar çıkmaz döner sana. Bana hep öyle yapıyor çünkü. Hadi görüşürüz, Arel abi yanındaysa selam söyle benden!”

Tuana’nın enerjisi mi fazla gelmişti yoksa söyledikleri içimdeki huzursuzluğu atamadığı için miydi bilmiyordum ama başım ağrımaya başlamıştı. Boştaki elimle alnımı ovalarken “Söylerim, görüşürüz,” diyerek kapattım telefonu.

Tuana bunu kendi dönemleriyle bağdaştırsa da Tamay’ın attığı mesajın üzerine aramamı açmamasını doğal karşılayamıyordum. Bu yüzden Tamay’ın numarasına tıkladım tekrar. Bu sefer de açmazsa bir şekilde Yasemin’in numarasına ulaşıp onu arayacaktım, çünkü içimdeki sıkıntı gitgide büyümeye başlamıştı.

Telefon bir kere çaldı, iki kere çaldı, birkaç defa daha çaldı ama açan olmadı. Meşgule düşeceğini fark ederek aramayı sonlandıracaktım ki telefonun açıldığına dair bir ses çıktı ve daha önce hiç duymadığım bir adam sesi “Alo?” dedi.

Kalakaldım.

Tamay’ın telefonunu açan kişinin kim olduğuyla ilgili aklımda türlü senaryolar oluşurken adam bir kez daha “Alo?” dediğinde, “Ben Tamay’ı aramıştım,” diye mırıldandım aceleyle. Sesim engelleyemediğim şekilde ters çıkmıştı. “Telefonu ona verebilir misiniz?”

“Tamay mı?” diye sordu adam. “Kardeşim, ben bu telefonu yol kenarında buldum. Daha doğrusu yürürken telefonun çaldığını duyup duraksadım ve kenara atılmış bir çantanın içinden çıkardım. Sorduğun kişi telefon sahibiyse ortada yok.”

Duyduklarımı idrak etmem zaman almıştı. “Bir dakika… Anlayamadım, nasıl yol kenarında buldunuz?”

“Buldum işte, biri attı herhalde. Çantasını düşüren fark eder diyeceğim ama…” Birkaç hışırtı duyuldu. “Çantanın içi de epey dolu, kim atar ki böyle sokağa?”

Adam kendince çıkarımlarda bulunurken hızla odadan çıktım ve koşar adımlarla Arel’in odasına daldım. Bir yandan da adamla konuşmaya devam ediyordum. “Şu an tam olarak neredesiniz? Hemen oraya geleceğim.”

“Kartal metronun oradaki kavşaktayım.”

Gürültüyle odasına dalmama rağmen mışıl mışıl uyumaya devam eden Arel’in üzerindeki pikeyi tutup kenara fırlatırken “Tamam, tamam, ben hemen geliyorum,” dedim aceleyle. “Lütfen oradan ayrılmayın.”

Adamın cevap vermesini bile beklemeden telefonu kapattım ve Arel’i omzundan sarstım. “Arel, kalk çabuk. Tamay’ın başı dertte olabilir.”

“Ya ne oluyor, ne oluyor, bu ne celal ya?”

Gözlerini kırpıştırarak zar zor açtığında “Tamay, neredeyse bir saat önce mesaj atmış bana,” diye açıklamaya koyuldum hızla. “Hani şu kaza anını hatırlamıyordu ya, rüyasında görmüş. Hatırlamış yani. Ben duştayken aramış, açmayınca da mesaj atmış ona dönmem için.”

“E, arasaydın ya, beni niye sarsıyorsun oğlum?” diye homurdandı. Uykuya bağımlı biri olduğundan uyandırıldığında sinirli oluyordu ancak şu an onu hiç çekemeyecektim. Çekecek vaktim de halim de yoktu zaten.

“Aradım zaten geri zekâlı,” diyerek telefonu cebime tıktım. “Açan olmadı. Tuana’yı aradığımda da ablasının evden çıktığını söyledi. Sonra tekrara aradım ve yabancı biri açtı telefonu. Tamay’ın çantasını yol kenarında bulduğunu söyledi.”

Son sözlerimle yarı aralık gözleri irice açılırken “Bir dakika...” diyerek sözlerimi idrak etmek için zaman istedi benden. “Siktir. Çantası yol kenarında mı bulunmuş? Siktir, notları gönderen mi?”

“Bilmiyorum, bilmiyorum,” diyerek başımı salladım. Eğer öyle bir şeyse kendimi asla affetmezdim, çünkü evini 7/24 gözleyen polislere rağmen Tamay’ın peşine kimseyi takmamıştım. Bunu kendisi istememişti, notları gönderenin ona bir zarar vermeyeceğini düşünüyordu. Olayların gidişatından ben de öyle bir yanılgıya kapılmıştım. Hatta herkes bu yanılgıya kapılmıştı, çünkü kimse gelip bana Tamay’ın peşine polis takmamı söylememişti. “Adam Kartal metronun orada bekliyor, hemen çıkıyorum ben. Sen de hazırlan, Emniyet’e git. O civarın kameralarını incelet. Acele etmemiz lazım.”

“Tamam, tamam,” diyerek yataktan fırladı. “Adamın yanına gidince bana haber ver.”

Arel’in odasından çıktıktan sonra son kez odama girip üzerime bir ceket aldım ve silahımı da belime oturtarak evden ayrıldım.

Tamay’ın çantasının yol kenarında bulunması ve kendisinin ortada olmaması kaza ihtimalini ortadan kaldırıyordu ve geriye yalnızca kaçırılma olasılığı kalıyordu. Eğer bu gerçekten olmuşsa, hem de Tamay o geceyi hatırlamışken, ortalık tam anlamıyla karışacaktı.

Arabaya atlayıp adamın söylediği yere gitmem yarım saatimi aldı. Trafiğe rağmen hız kurallarını bir hayli ihlal etmiştim ama buna mecburdum. Arabayı yol kenarına çekip hızla aşağı indikten sonra adamı bulmak üzere tekrar Tamay’ın telefonunu arayacaktım ki kırklı yaşlarda bir adamın elindeki kadın çantasıyla kenarda dikildiğini gördüm. Bu o olmalıydı. Hızla yanına koştum.

Beni fark ettiğinde zaten çatık olan kaşlarını iyice çatıp “Kardeşim nerede kaldın yahu, işime geç kaldım senin yüzünden,” diye söylenerek çantayı bana uzattı. Telefonda konuştuğu kişinin ben olup olmadığımı bile sormamıştı ancak bunu o an için umursayamayacaktım.

Çantayı hızla alırken “Telefon nerede?” diye sordum.

“Çantanın içine koydum tekrar, aç bak. Hırsız mıyım ben?”

“Abi bir dur Allah aşkına,” diye homurdanarak çantanın içini açtım ve telefonu çıkardım. Neden kontrol etme ihtiyacı duymuştum, bilmiyordum ama onun telefonuydu işte. İçimdeki sıkıntı mümkünmüş gibi daha da arttı.

“Çantayı bulduğunuzda kimse yok muydu yanında? Uzun boylu, esmer bir kadın mesela?”

Adam kol saatine sıkıntılı bir bakış atıp “Hayır, kimse yoktu. Olsaydı niye el âlemin çantasını açıp bakayım kardeşim?” diye yükseldi. Gerçekten sinirlenmişe benziyordu ve böyle yapmaya devam ederse ben de tüm sıkıntımın faturasını ona kesecektim.

İçimden sabır dilenerek cüzdanımdaki polis kimliğimi gösterdim ona. “Ben Başkomiser Aral Ertem. Herhangi bir durumda size ulaşabileceğim bir telefon numarası verir misiniz bana?”

Adam kimliği görünce çatık kaşlarını düzeltti ve şaşkınca bana baktı. “Başkomiser mi?”

“Evet, lütfen adınızı ve size ulaşabileceğim bir telefon numarası söyleyin.”

Yanımda kâğıt kalem olmadığı için telefonumun notlar kısmını açtığımda “Bana ulaşıp ne yapacaksınız ki? Ben bir şey yapmadım,” dedi tedirgince. Ruh hali yüz seksen derece değişmişti bir anda. “Sadece çantayı buldum.”

“Abi anladım bir şey yapmadığını,” diye yükseldim sonunda. “Ama çantanın sahibini bulamazsam sana tekrar ulaşmak isteyebilirim ve inan bana hiç vaktim yok. Hızlıca numaranı söyler misin artık?”

Adamın bocalaması eşliğinde bilgilerini aldıktan sonra adamı yanımdan gönderip hızla Arel’i aradım. İkinci çalışta “Söylediğin yerin kameralarını izletiyorum çocuklara,” diye yanıtladı telefonu. Anlaşılan o da bu sabah bir hayli kural ihlal etmişti. “Şimdilik bir şey bula- ah, dur.”

Bulmuştu.

“Tamay’ın arabası bu. Rıdvan, görüntüleri yavaşlat. İşte, işte burada.”

Görüntüyü izlettirdiği çocuklara birkaç şey daha dedikten sonra “Araba yol kenarına yaklaşıyor ve arka camdan fırlatılıyor çanta,” diye mırıldandı. Sesindeki sıkıntı barizdi. “Yani arka koltukta biri daha var.”

Siktir. Siktir. Siktir.

Arka koltukta birinin olmaması gerekiyordu.

“Evden çıktığı andan itibaren izlememiz gerekiyor, birkaç kişi daha bul. Ben hemen oraya geliyorum.” Duraksadım. “Asaf amire de haber vermemiz lazım.”

Sıkıntıyla soluklandı. “Ben halledeceğim. Sen hemen buraya gel.”

Telefonu kapatıp elimdeki çantayla birlikte hızla arabaya atladım ve gaza bastım. Çantanın üzerindeki parmak izlerini kontrol ettirmem gerekiyordu ancak Tamay’ı kaçıran notları gönderen kişiyse ki şimdilik başka bir ihtimal yoktu, elimizin boş kalacağını bilmemek imkânsızdı.

Şeritler arasında zikzaklar çizerek normalde olması gerekenden çok daha erken vardım Emniyet’e. Aşırı derecede gergin ve endişeliydim. Elimdeki çantayı kulpundan sıkı sıkı tutarak merdivenleri koşar adımlarla çıktım ve genelde kamera görüntülerinin izlendiği toplantı salonuna adeta daldım.

Areller buradaydı.

Asaf amir de buradaydı.

Ve hiç iyi görünmüyordu. Derin bir nefes alıp yanlarına doğru ilerledim. Bakışları elimdeki çantaya kaydı. Kaşları derinden çatılırken “Ne oluyor, Aral?” diye sordu. “Neler oluyor?”

“Bilmiyorum,” diyerek çantayı ortadaki büyük masanın köşesine bıraktım. “Ama Tamay ortada yok.”

Elini yüzüne götürerek sıkıntıyla çenesini ovaladı. “Umarım düşündüğümüz şey değildir. Eğer öyleyse… Eğer öyleyse her şey berbat olur.”

“Tamay’ın hastaneye gitmediğini teyit etmedik,” dedim, söylediklerime pek ihtimal vermesem de. “Belki oradadır.”

“Teyit için hastaneye birini gönderdim,” diyerek başını salladı. “Haber bekliyoruz ama çantası sendeyken orada olduğunu sanmıyorum.”

“Teyidi bekleyene kadar Yasemin’e ulaşsaydık-” dediğim an lafımı kesti.

“Kaçırıldığından emin olana kadar kimseyi ayağa kaldırmanın lüzumu yok.” Sıkıntıyla nefeslendi. “Zaten şüphelerimiz doğruysa Tuncay’a haber vermem gerekecek ki işte o zaman bu bina üzerimize bile yıkılabilir.”

Haklıydı. Amcası Tamay’a ve kardeşine bu kadar çok değer verirken onun başına bir şey geldiğini öğrenmek, hele ki Tamay’ın uzun zamandır mücadele ettiği savaştan hiç haberinin olmadığını öğrenmek, o adamı ateş küpüne çevirebilirdi.

“Amirim buldum.”

Rıdvan’ın sesi aramıza girdiğinde biz dâhil odadaki herkesin bakışları hızla ona döndü. O ise Asaf amire bakıyordu. Onu uzun zamandır tanıdığım için bakışlarından söylemediği şeyleri anlamam hiç de zor olmamıştı. Keşke olsaydı. Çünkü Tamay’ın başı gerçekten beladaydı.

Asaf amir, hızla Rıdvan’ın yanına yürürken peşine takıldım ve bilgisayar ekranını rahatça görebileceğim bir pozisyonda durduğumda Arel de hemen yanıma geçti.

“Tamay Hanım’ın evinin yakınlarındaki bir güvenlik kamerası. Görüntüler çok net değil ama şapka yüzünden yüzü görünmeyen bir kadın, Tamay Hanım kırmızı ışıkta durduğu sırada arabanın arka kapısından biniyor. Araba bir süre hareket etmiyor ve dakikalar sonra Kartal yolundan devam ediyor.”

Rıdvan bir yandan görüntüleri başa sarıp bir yandan da olanları anlatırken ellerim iki yanımda yumruk oldu. İşte her şey kanıtlanmıştı. Tamay, gerçekten kaçırılmıştı.

“Notları bırakan kişiler gibi aynı,” diye mırıldandı, Arel. Sesi kısık ama sertti. “Yüzü görünmüyor ama kadın olduğu belli.”

Bakışlarım tekrara alınan görüntülerden ayrılmazken “Bu kişiyi sanki daha önce görmüştüm,” diye mırıldandım kendi kendime lakin sesimi duydukları için hepsi bana döndü. Bakışların yüzüme odaklanması, odağımın bilgisayar ekranında olmasını engelleyemezken hafızamı zorladım. Bu fiziğe sahip birini daha önce gördüğüme neredeyse emindim. Ama neredeydi? Nerede görmüştüm?

Birkaç dakikalık beyin fırtınasından sonra hatırladığım şeyle “Tabii ya!” diye yükseldim. Nihayetinde başımı çevirip Asaf amirimin zaten bana odaklı gözlerine baktım. “Hastanede Tamay’ın cebine not sıkıştırıp kaçan kişi bu, fiziksel özellikleri neredeyse aynı.”

O videoları milyon kez izlediğim için hepsi her detayıyla zihnimdeydi. Bu kişiyle o görüntüdeki kişinin aynı olduğuna emindim, yine de o görüntüyü bulup teyit etmek gerekiyordu.

Asaf amir bana “O görüntülerin bir kopyasını bul, hemen,” dedikten sonra odadaki diğer çocuklara döndü. “Tamay’ın arabasını şu görüntüdeki andan itibaren izliyorsunuz. Metroya nereden gitmiş, metrodan sonra nereye gitmiş, izleyebildiğiniz son yere kadar.” Sıkıntıyla nefeslenip bana baktı. “Ben de Tuncay’a haber vereyim.”

O andan itibaren herkes kendine emredilen şeyi yapmak üzere köşeye çekildi. Asaf amirin peşinden odadan çıktığımda koridorda bana dönüp “Tuncay olay çıkaracak,” diyerek sıkıntıyla başını salladı. “Ama haber vermek zorundayım, çünkü…” Cümlesine devam edemese de gözlerinden geçen karaltı ne demek istediğini açıkça belli etmişti. Çünkü Tamay’ı bulduğumuzda ailesine hesap veremeyeceğimiz şeyler olabilirdi. Daha da beteri, Tamay’ı bulamayabilirdik.

Sözlerine devam etmeden arkasını dönerek odasına doğru ilerlediğinde düşük omuzlarına baktım bir süre. Belli etmemeye çalışıyordu lakin çok kötüydü. Benim içimdeki vicdan harbinin en büyüğü onda olmalıydı, çünkü ben yalnızca Tamay’a karşı vicdan hesabı duyuyordum. Oysa o, hem Tamay’a hem de onun ailesine karşı büyük bir yükün altındaydı.

Kendi odama gitmeden evvel tekrar odaya girip Rıdvan’ın tepesinde dikilen Arel’den Tamay’ın çantasını parmak izine göndermesini istedim. Hiçbir umudum olmasa da rutin rutindi.

Odama geçip masama kurulduğumda hızla bilgisayarımı açıp Tamay’ın çalıştığı hastanenin kamera kayıtlarını buldum. Hepsini en baştan teker teker izledikten sonra düşüncemde yanılmadığımı anladım. Gerçekten de Tamay’ın aldığı dördüncü notu veren kişi, bugün o kırmızı ışıkta Tamay’ın arabasına binen kişiydi. Ben görüntüleri izlerken Rıdvan o kamera görüntülerinin daha net olanını bulup göndermişti ve bu sayede kesinkes emin olmuştum bundan.

Yalnızca bu elimize bir şey vermiyordu, çünkü kadının kim olduğunu bu görüntülerden anlamamız imkânsızdı.

Başım ağrıdan çatlayana dek bu görüntüleri ve Rıdvanların buldukça bana yönelttiği görüntüleri izlerken odamın kapısı pat diye açıldı ve Arel büyük bir hızla içeri girdi.

“Tamay’ın arabasını bulmuşlar. Kartal’da izbe sokaklardan birinde, eski bir evin önünde terk edilmiş haldeymiş.” Sıkıntıyla başını salladı. “Ve oraları gören hiçbir kamera yok.”

Sesli bir küfür savurarak ayağa fırladım.

“Bu araba değiştirdikleri anlamına geliyor ve bizim artık takip ettirecek bir araba plakamız bile yok.”

“Rıdvanların yanına birkaç çocuk daha ekledim. O civara yakın olan bütün kameralara ulaşmaya çalışıyorlar ama bu sandığımızdan da uzun sürebilir.”

Masanın üzerindeki telefonumu cebime atıp “Arabanın bulunduğu yerin konumunu at bana,” diyerek odanın çıkışına doğru ilerledim.

Arkamdan “Emniyet’ten çıkmadan önce Asaf amirin yanına uğrasan iyi olur,” diye bağırınca adımlarım duraksadı. “On dakika önce Tamay’ın amcası geldi ve odadan bağırış sesleri geliyor.”

Ellerimle yüzümü sıvazladım. Her şey daha ne kadar kötü olacaktı?

Kapıdan çıkar çıkmaz Asaf amirin odasına doğru koşturdum. Odanın olduğu yere geldiğimde koridordaki birkaç kişinin çatık kaşlarla kapıya baktığını gördüm, çünkü odadan sesler yükseliyordu. Bir kez daha küfrettim ve koridordaki şaşkın bakışların arasından geçip kapıyı çalmadan odaya daldım.

Ve Tuncay Ertem’in, Asaf amire attığı yumruğu görerek olduğum yerde kalakaldım.

“Böyle bir şeyi nasıl saklarsın? Nasıl bana haber vermezsin? Tamay’ın başının belada olduğunu bilerek nasıl susarsın ulan?”

Tuncay Ertem, attığı yumruğun ardından ona hiçbir şekilde karşılık vermeyen amirimi yakalarından tutarak sertçe duvara yasladığında ardımdaki kapıyı hızla kapatıp yanlarına yöneldim ancak Asaf amir bakışlarını karşısındaki adamdan ayırmadan elini bana doğru uzatarak durmamı emrettiğinde adımlarım kesildi.

“Kızımın başı beladayken nasıl haberim olmaz? Bunu nasıl yaptın Asaf?!”

“Böyle olmak zorundaydı, biliyorum şu an çok sinirlisin ve beni anlamak istemiyorsun ama notları gönderenin senin yakın çevrenden olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden senin bilmemen en doğrusuydu.”

“Bu nasıl doğru?” diye bağırdı. “Sapığın biri Tamay’ı adım adım izliyor, notlar gönderiyor ve sen kimseye söylememesini istiyorsun? Şimdi de kalkmış onun kaçırıldığını söylüyorsun bana, aklımı yitireceğim!”

Asaf amiri tekrar duvara vurduktan sonra ellerinin onun yakasından çekerek kendi saçlarına daldırdı. Aslında hemen hemen aynı cüsseye sahiptiler ve yaşlarının yakın olduğunu da hesaba katarsak olası bir kavgaları hiç hoş görüntülere sahip olmazdı ama Tuncay Bey, kavga edemeyecek kadar yorgun görünüyordu.

“Emrimdeki çoğu kişiyi görevlendirdim, didik didik kamera görüntüsü arıyorlar,” diye mırıldandı Asaf amir, onun sesini güçsüz duyduğum nadir anlardan birindeydim. Tuncay Bey’e bakışından belliydi içindeki amansız savaş ve çaresizlik.

Tunca Bey, cevap vermeden arkasını döndüğünde beni gördü ve bir anlık duraksamanın ardından saçından çektiği elini bana doğru kaldırdı. “Sen! Sen de biliyordun her şeyi, değil mi?” Kaşları iyice çatıldı. “Yoksa sende mi bu oyunun bir parçasıydın? Numara mıydı her şey? Bu durum yüzünden mi etrafındaydın Tamay’ın?”

Sorduğu soru afallamama sebep olurken bakışlarımı bir suçlu edasıyla Asaf amire çevirmek istesem de kendime mani oldum. Bunu yapmak renk vermek demekti ve aslında bu oyunun başlama sebebi notlar ya da notları gönderen kişi değildi. Sadece Tamay’la bu şekilde tanışmıştık ama bunu bilmemeliydi.

“Hayır,” diyerek başımı salladım. Beni çok iyi tanıyan biri belki yalan söylediğimi anlayabilirdi ancak Tuncay Bey bunu yapamazdı. “Numara falan değildi hiçbir şey. Ama bu konu hakkında bilgim vardı ve hatta bu durumun araştırmasını ben yapıyordum.”

Dudaklarını birbirine bastırdı ve duyduklarını hazmedemiyormuş gibi başını iki yana salladı. “Başka kimin haberi vardı? Başka kim biliyordu bu lanet durumu?”

“Bizden başka bir tek Yasemin’in haberi var, o da Tamay ilk notu aldığında Yasemin’e söylediği için.”

Şokla Asaf amire baktı. “Yasemin bile biliyordu, öyle mi? İnanamıyorum ya, inanamıyorum bu duruma!”

“Biraz sakin olmayı denersen sana tüm detayları anlatacağım ama ondan önce Tamay’ın kaçırıldığının duyulmamasını istiyorsan hastanedeki arkadaşını ara ve Tamay için özel izin al. Sen gelmeden önce Yasemin’le konuştum ve durumdan haberdar olmasını sağladım. Başhekimlikle senin konuşmanın daha doğru olacağını söyledi.”

“Bana emir verme,” diye yükseldi Tuncay Bey. Yüzünün rengi atmıştı ve endişesi çehresinin her bir santiminden okunuyordu. “Bunu kimden, ne kadar saklayabiliriz? Sedef duyarsa mahvolur. Hele Tuana… Asıl öğrenmemesi gereken bir kişi varsa o da Tuana. Tamay, sadece ablası değil onun, yıkılır yavrucağız.”

Sona doğru sesi öyle bir şefkatle sarılmıştı ki biraz önce delirerek Asaf amirin yüzüne yumruk atan ve yanağına aradaki mesafeye rağmen görebildiğim izi bırakan kişi o değildi sanki.

Burada fazla oyalandığımı hissederek Asaf amire döndüm. “Amirim benim çıkmam lazım.”

Halimden olsa gerek “Nereye?” diye sordu çatık kaşlarıyla. “Bir gelişme mi var?”

Bakışlarım istemsizce Tuncay Bey’e kaydığında tasvir edemeyeceğim bir şekilde bana baktığını gördüm. Kararsızlığımı fark etmiş olacaktı ki “Söyle,” dedi. Bağırmamıştı ancak bağırsa bu kadar etkileyemezdi belki de beni. “Ne öğrendiysen söyle, saklama benden.”

Sıkıntılı bir ifadeyle alnımı ovaladıktan sonra bakışlarımı amirime dikerek “Tamay’ın arabasını bulmuşlar,” dedim. “Metronun yakınlarındaki izbe bir sokağa bırakılmış.”

“İzbe dediğine göre kamera olan bir yer,” diyerek iç şekti Asaf amir. Başımı kısaca sallayarak onayladım onu.

“Ne yani? Ne olacak şimdi?”

Tuncay Bey, Asaf amire döndüğünde; amirimin bakışları bendeydi.

“Yanına ekipten birkaç kişiyi alıp arabayı buldukları yere git. Görgü tanığı, herhangi bir kamera görüntüsü, ne bulabiliyorsanız bulun.”

Başımı salladım. “Emredersiniz.”

“Ben de geleceğim.”

Tuncay Bey, bana doğru gelecekken Asaf amir kolunu tutarak durdurdu onu.

“Sana burada ihtiyacım var. Tamay’la oyun oynayan kişinin kimliği hala belli değil, bu yüzden Tamerler öldüğü zamanlar yaşananları tekrar ele alıp şüpheli birini bulmalıyız.”

Tuncay Bey, pek ikna olmasa da bana kısa bir bakış atıp sıkkınca başını salladı. Ben de daha fazla vakit kaybetmek istemeyerek izin isteyip çıktım odadan. Yanıma ekipten üç kişi aldıktan sonra da ekip arabasına atlayıp yola koyulduk.

Arel’in attığı konuma vararak Tamay’ın arabasını bulduğumuzda arabayı hızla kenara çekip kendimi dışarı attım ve peşimden gelenleri umursamadan arabanın yanına varıp sürücü kapısını açtım.

Etrafta Tamay’ın kokusu vardı hala.

Ve ben onun kokusunu tanıdığımdan bile habersizdim.

Arabadayken yaşadığı korkuyu hayal etmek bile sinirlerimi öylesine harap ediyordu ki önüme gelen her şeyi parçalamak istiyordum. Ona sahip çıkamamıştım. Onu koruyamamıştım.

“Başkomiserim?”

Emin’in sesini duyduğumda gözlerimi kısa süreliğine yumarak kendime gelmeye çalıştım. Kendimi suçlayarak bir yere varamazdım, en azından şu an değil.

“Etrafa dağılın, Emin. Yakındaki ev sahipleriyle konuşun, duyan gören olmuş mu öğrenin. Etrafta kamera var mı, araştırın.”

“Emredersiniz, Başkomiserim.”

Ekiptekileri gönderdikten sonra arabayı didik didik aradım. Bagaja, koltukların arasına, bakabileceğim her yere baktım ama hiçbir şey bulamadım. Anahtarı bile kontakta bırakmışlardı, bu yüzden bir şey bulamamış olmama şaşırmadım.

Arabayı kapatıp kilitledikten sonra telefonumu çıkarıp Arel’i aradım. İkinci çalışta açtı.

“Bir gelişme var mı?” diye sordum lafı uzatmadan. Kendimi öyle çaresiz hissediyordum ki iyi bir şeyler duymaya ihtiyacım vardı.

“Arabanın bulunduğu yerin iki sokak aşağısında bir kamera bulduk. O yöne giden arabaların plakalarını araştırıyoruz teker teker ama bu iş uzayacağa benziyor.”

Tamay’ı kaçırdıkları araba kameranın olduğu sokağa girmemiş de olabilirdi ve işimiz zaten çok zorken boş yere kürek çekme ihtimalimiz de yok değildi. Bok yolundaydık kısacası.

“Tamay’ın arabasında bir şey yok. Anahtarı bile kontakta bırakmışlar. Sen çekici gönder, Emniyet’in otoparkına çeksinler arabayı.”

“Hemen gönderiyorum.” Kısa bir an duraksadı. “Onu bulacağız, tamam mı? Aksini düşünme bile.”

“Umarım, Arel,” diye mırıldandım, uzun zamandır hissetmediğim kadar aciz hissederken. “Umarım.”

Telefonu kapattıktan sonra çocukların etraftaki ev sahipleriyle görüştüklerini görerek ters yöne ilerledim ve etrafa bakınmaya başladım.

Yaklaşık iki saat sonra elimiz boş bir şekilde Emniyet’e geri dönmüştük. Ne bir gören vardı Tamay’ın arabasının oraya nasıl geldiğini ne de bir ses duyan. Aslında şaşırılacak bir şey de değildi, çünkü etraftaki evler hep gecekondu tarzındaydı ve tek tük insan yaşıyordu. Yakın konumda kamera olmamasının en büyük sebebi de buydu aslında. Ev sahipleri böyle bir şeye gerek görmüyorlardı ki.

Şimdi odamda tek başıma Arel’in çevre konumlardan buldurduğu görüntüleri inceliyordum. Saat akşamın dördü olmak üzereydi. Yani Tamay saatlerdir ortada yoktu ve bizim elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Hiçbir şey.

Görüntü izlemekten yorulan gözlerimi ovuşturduğum sıra odamın kapısı çalınmadan açıldı ve Arel elindeki tepsiyle içeri girdi. Odaya dağılan kokuya bakılırsa kahve getirmişti, sanırım biraz da yiyecek bir şeyler.

Tepsiyi bilgisayarın yanına bıraktığında yiyecek şeyin tost olduğunu gördüm ve aklıma sabah tost yapmak için tezgâha çıkardığım malzemeler geldi. Hala orada duruyor olmalılardı.

“Artık bir şeyler yemek zorundasın kardeşim. Kahvaltı bile yapmadın, dünkü akşam yemeğiyle duruyorsun.”

Tosta ve kahveye kısa bir bakış atarak yüzümü buruşturdum.

“İştahım yok, sen ye bunları.”

“Ben yedim zaten, Aral. Bunları da senin yemen için getirdim. Yorgunluktan bayılırken Tamay’ı bulamayacağını biliyorsun, değil mi?”

Alayla güldüm. “Bunlar mideme girdiğinde de bulamayacağız onu.” Masanın üzerindeki elim yumruk oldu. “Nasıl hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolabilirler, aklım almıyor. Biz nasıl polisiz ya? Bir de başkomiser olacağım.”

“Şu an kendine sinirli olduğun için acayip saçmalıyorsun,” diyerek başını salladı. “Endişeni anlıyorum, onun için ben de endişeleniyorum ve onu kurtarabilmemiz için ayakta kalmaya ihtiyacımız var. O yüzden boğazından geçse de geçmese de bunları yiyorsun ve ben bu tepsinin boşaldığını görene kadar gitmiyorum.”

Arel karşımdaki sandalyeye oturarak kollarını göğsünde kavuşturduğunda inadından vazgeçmeyeceğini bildiğimden sıkıntıyla iç çektim ve uzanıp kahve bardağını parmaklarımın arasına aldım. Kahveden ilk yudumu aldığımda hep içtiğim gibi oldukça sert olduğunu fark ettim. Zaten şu haldeyken içebileceğim tek içecek buydu.

Tosttan aldığım zorunlu ısırıklar sonrasında ekmeği fazla çiğnemeden yuttum. Mideme oturabilirdi, sorun değildi çünkü çok daha büyük dertlerim vardı.

Videolara geri dönebilmek için tepsiyi yalnızca on dakikada silip süpürdüğümde Arel memnun bir şekilde başını salladı.

“Afiyet olsun.”

“Sağ ol,” dedim, dudaklarımı tepsideki peçeteyle silerken. Beni benden daha çok düşünüyordu, senelerdir olduğu gibi.

“Lafı olmaz,” diyerek ayağa kalktı. “Sen yine herkesi kendinden çok önemsediğin için seni de önemseyen birileri olmak zorunda.”

Her zamanki imalı lafıydı belki ama bu sefer canımı sıkmıştı.

“Tamay, herkes değil.”

Masadaki tepsiye uzanan elleri söylediklerimle bir anlığına duraksadı ama toparlanması uzun sürmemişti. Tepsiyi kucağında sabitlediğinde bakışları benimkileri buldu. İnsanın ayna kullanmadan kendi yüzüne bakıyor olması garip bir duyguydu ancak alışmıştık artık.

“Evet, biliyorum. Senin de farkında olduğunu bilmek güzel.”

Bir süre daha öylece birbirimize baktığımız sıra odamın kapısı hızla açıldı ve “Başkomiserim!” diye bağırdı, Rıdvan. Arel de ben de beklemediğimiz bu giriş karşısında hafifçe irkilerek yönümüzü Rıdvan’a çevirdik. Rıdvan, ekipteki en sakin kişiydi. Odama bu şekilde girmesi bir şeyler olduğunun göstergesiydi. Önemli bir şeyler.

“Ne oldu, Rıdvan? Bir gelişme mi var?”

“Bir kadın gelmiş, ihbarda bulunmuş. Kızının kayıp olduğunu söylüyor ama anlattıklarını duymanız gerek. Sanırım konu Tamay Hanım’ı ilgilendiriyor.”

Arel’le birbirimize şaşkın bakışlar attıktan hemen sonra koltuktan fırladığım gibi Rıdvan’ın peşine takıldım. Arel de tepsiyi yeniden masama bırakıp arkamdan koşmuştu.

Geldiğimiz yerin Asaf amirin odası olması kalbimin atışını hızlandırırken sabahtan beri ilk kez Tamay’a milimle de olsa yaklaştığımı hissetmiştim.

Odaya girdiğimizde kırk elli yaşlarında bir kadınla onun yaşlarında bir adamın Asaf amirin masasının önündeki tekli koltuklarda oturduğunu gördük. Tuncay Bey de buradaydı, Asaf amirin karşısında kalan ikili koltukta tek başına oturuyordu. Zaten Emniyet’ten ayrılmamıştı hiç.

Rıdvan arkamızdan odanın kapısını kapattığında Asaf amir ellerini masanın üzerinde birleştirdi ve kadına döndü. “Şimdi aşağıda anlattıklarınızı tekrar, ayrıntılarıyla anlatmanızı istiyorum sizden.”

Kadın, o ana kadar fark etmediğim yumruğunun içine sıkıştırdığı peçetesiyle gözlerinin altını sildikten sonra kısaca başını salladı ve kısık bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

“Kızım, yani Hare Karadere, üç gün önce akıl hastanesinden kaçtı ve onu hiçbir yerde bulamıyorum. Akıl sağlığı iyi değil, hastane raporlarını verdim size zaten, bu yüzden kötü bir şeyler yapmasından korkuyorum.”

İstemsizce kadına doğru bir adım atarken “Kime?” diye sordum. Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. “Kime zarar vermesinden endişe ediyorsunuz ve neden?”

Kadının ağlamaktan bitap düşmüş gözleri bana döndü, çok kötü görünüyordu.

“Bir doktora… Adı, Tamay Altuna.”

Gözlerim kararır gibi olurken “Ne diyorsunuz siz?” diye bağırdım ansızın. Tuncay Bey bile şok olmuş vaziyette öylece kadına bakakalırken nasıl bu kadar yükselebildiğimi anlayamamıştım ama normal olan şeyin bu olduğunu düşünüyordum. Kadın, kızının Tamay’a zarar vermesinden endişe ettiğini söylüyordu ama neden? Tamay’ın onlara ne zararı olmuştu?

Benimki de soruydu. Tamay’ın kime ne zararı olabilirdi ki?

“Bu biraz eski bir mesele,” dedi kadın, bakışlarını benden kaçırırken. Tavrımdan korkmuş gibiydi. Bunu, beni ileri gitmemem için kolumdan tutan Arel’den de anlayabilirdiniz.

“Lütfen açık olun ve en başından anlatın,” diye araya girdi, Asaf amir. Bir yandan da bana sakin olmamı emreden kısa bir bakış atmayı ihmal etmemişti.

“Eski kocam, yani rahmetli eski kocam, kaybettiği bir ihale sonrasında battı. Zaten aile içi geçimsizlik yaşıyorduk, bu olay üstüne tuz biber oldu. Biz de boşandık.”

Karşı koltukta oturan adam uzanmış ve konuşan kadının kucağındaki elini tutmuştu güç vermek istercesine. Kimdi o?

“Kızım bunu hiç atlatamadı. Parasız kaldığımız için boşanmak istediğimi düşündü ve ben bunu bozmadım. Küçük bir kız çocuğuydu ve beni ailemin zorla babasıyla evlenmek zorunda bıraktığını bilsin istemedim. Anıl’la, yani eski kocamla ailemin zoruyla evlenmiştim. Çünkü Anıl çok zengindi ve onlara layık bir damattı. Benim onu sevmemem önemli değildi, ben de aileme karşı çıkamazdım zaten. Evlendim. Kendimi alıştırmaya, Anıl’a bir şans vermeye çalıştım başlarda ama işler hiç umduğum gibi gitmedi. Onun da beni sevdiği falan yoktu. Ha, gözü dışarıda değildi ama bende de değildi. Zorunlu bir evlilik yaşıyor gibiydik. Zaten işlerini her şeyin önüne koyuyordu. Ben de çocuk istemeye başladım. Çok yalnızdım ve bir çocuğun bana iyi geleceğini düşünmüştüm. Haklı da çıktım. Hare, bana çok iyi geldi. Hatta yalnızca bana değil, Anıl’a da çok iyi geldi. Anıl beni görmemeye devam etti ama kızına düşkündü. İşte olmadığında bütün vaktini Hare’yle geçiriyordu. Ben kocamı bir tek yatarken görebiliyordum ama hiç değilse kızım mutluydu. Onun yanında rol yapıyordum, çünkü onu da kendim gibi mutsuz yapmak istemiyordum.”

Kadın sıkıntıyla başından geçenleri anlatırken benim aklımda tek bir şey yanıp sönüyordu; Anıl Karadere. Bu ismi duymuştum. Aşinalığım olduğuna emindim ama nereden olduğunu çıkaramıyordum. Nereden tanıdık geliyordu? Nereden? Nereden?

Tabii ya.

Anıl Karadere. Tamer Altuna’nın en son kazandığı ihaleyi kıl payıyla kaybeden iş adamı. İhaleyi kaybettikten sonra batan, karısından ayrılan, sefalet bir hayat süren ve sonra da hastalıktan ölen iş adamı.

Bu kadın, o adamın eski karısı mıydı yani? Ve kızları Tamay’ı mı kaçırmıştı? Sahiden mi?

Ama neden?

Aklımda türlü senaryolar oluşurken “Anıl iflas ettiğinde ailem ondan boşanmama karşı çıkmadı,” diye devam etti, kadın. “Onların derdi de itibarlarıydı ve Anıl’ın onlardan borç istemesini istemiyorlardı. Kendi torunlarının babasına para için sırtlarını döndüler öylece. İşime geldi doğrusu. Evet, onu o halde bırakmak belki vicdansızlıktı ama o zamana kadar hayatımı kendi istediğim şekilde yaşayamamıştım ki hiç. Önümde bundan başka şans da yoktu. Boşandım. Kızımı yanıma aldım. Anıl iflasından sonra ona boşanma davası açtığımda daha çok yıkıldı. Hare ne yazık ki babasının o hallerini görüp bana düşman kesildi ama ben hayatta ikinci kez kendimi düşünmek istemiştim. İlk düşündüğümde de çocuk istemiştim zaten.”

“Hanımefendi, acınızı anlamaya çalışıyorum ama bu anlattıklarınızın Tamay’la ne ilgisi var? Siz neden kızınızın Tamay’a zarar vereceğini düşünüyorsunuz? Bize asıl anlatmanız gereken şeyler bunlar.”

Asaf amirin araya girmesiyle kadının bakışları ona döndü.

“Aslına bakarsanız bunun esas nedeninin ne olduğunu anlayamadım hiç. Hare babasının battığını biliyordu ve sanırım o zamanlar Anıl, Tamer Altuna’dan ihaleyi ona bırakmasını istemiş. Aksi takdirde batacağını ve ailesinin yok olacağını söylemiş. Ben bunları çok sonradan Hare’den öğrendim. Tamer Bey kabul etmemiş sanırım, yani bence de haklı bir neden. İş dünyasında birilerine acırsan sen de acınacak hale düşersin, babamın hayat felsefesiydi bu. Her neyse, Hare bana bunları anlattığında her şeyin sorumlusu olarak Tamer Altuna’yı gördüğünü biliyordum. Babasına çok düşkündü, ona asla toz kondurmazdı ve bu yüzden suçlayacak birilerini arıyordu.”

“Bu çok saçma,” diyerek araya girdi Tuncay Bey. Sesi o kadar şaşkın çıkıyordu, bu adamı ilk kez böyle gördüğümü fark ettim. Olayların ardında böyle bir şey beklemediği çok barizdi, bu Tamay’ın kemer senaryolarına inanmamasından da belliydi gerçi. “Bu yüzden mi kaçırdı yani Tamay’ı? Bunu mu kast ediyorsunuz?”

Kadın büyük bir afallamayla “Nasıl yani?” diye sordu. “Tamay Hanım kaçırıldı mı?”

Ah, kadının dünyadan haberi yoktu.

“Bu sabahtan beri kayıp, çantasını yol kenarında bulduk ve ulaştığımız kamera kayıtlarında sarışın, kıvırcık saçlı bir kadının Tamay’ın arabasına bindiğini tespit ettik.”

“Sarışın ve kıvırcık saçlı mı?” diye sordu kadın, beti benzi atarken. Anlaşılan o sadece kızının kötü bir şey yapacağını sandığı için buraya gelmişti. Yaptığını bilmiyordu.

Sokarlardı ama böyle işe.

“Anlaşılan sizin kızınız,” diyerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Tamay, akıl hastanesinden kaçan birinin elinde miydi yani? “Ama bir şeyler eksik, bazı taşlar yerine oturmuyor. Kızınız, Tamay’dan ne istiyor olabilir?”

Kadın mahcup bir tavırla bakışlarını yere dikerken “Babasının ölümünden onu sorumlu tutuyor,” diye mırıldandı, belli belirsiz bir ses tonuyla. “Daha doğrusu Tamer Altuna bir kazada hayatını kaybettiğinden beri böyle.”

“Tüm bu olanlar yaşanırken Tamay daha küçücük bir çocuktu!” diye bağırarak ayağa fırlayan Tuncay Bey’i Rıdvan yakalamayı başarmıştı lakin adamın durmaya niyeti yoktu. Gözleri delirmiş gibi bakıyordu. “Onunla ne alakası var? Siz çıldırmışsınız!”

“Tuncay, sakin ol.”

Asaf Amir, Tuncay Bey’e sertçe bakarken “Nasıl olayım?” diye bağırdı Tuncay Bey. “Kızı akıl hastanesinden kaçmış ve Tamay’dan intikam almak istiyor. Olabilecekleri düşünebiliyor musun? Kızımın neler yaşayabileceğini düşünebiliyor musun?!”

Gözlerimi yumdum sıkıca. Tuncay Bey’in söylediklerini düşünmek istemiyordum ama haklıydı. Çok, çok haklıydı. Tamay’ı her anında takip ettiren, onu türlü oyunlarla taciz eden birinden bahsediyorduk. Akıl sağlığı yerinde olmayan birinden.

Kalbim acıyordu.

Asaf amir ortamı iyice kızıştırmamak için olsa gerek Tuncay Bey’e cevap vermeden karşısındaki kadına döndü. “Anlaşılan buraya sadece ihbarda bulunmak için geldiniz, Tamay’ın kaçırıldığından haberiniz yoktu.”

Kadının gözyaşları arttı. Tuncay Bey’in çıkışı onu korkutmuştu.

“Yoktu. Ben sadece Tamay’ı korumanızı isteyecektim, çünkü benim gücüm artık Hare’yi tutmaya yetmiyordu.”

“Ne demek istiyorsunuz? Biraz daha açar mısınız?” diye araya girdi Arel. Bir eliyle hala kolumu tutuyordu. Benden bir dakika önce dünyaya geldiği için abicilik oynaması çoğu zaman sinirimi bozuyordu.

“Hare bizde kalıyordu,” diyerek karşısındaki adamı işaret etti. “Samet’le, yani eşimle pek yakın olduklarını söyleyemem ve bu durum kızım yüzünden oluşuyordu ama Samet ona karşı hep anlayışlı olmuştur. Hare’yi hiçbir şey için kısıtlamadık. Yaptıklarını sorgulamadık. Aksini yaparsak her şeyin daha kötü olacağını düşünüyordum ama altı ay önce Hare’nin odasında bulduğum defterden sonra bu konuda fazlasıyla yanıldığımı anladım. Defter Tamay Altuna’nın resimleriyle ve ona dair bilgilerle doluydu. Bir de birtakım intikam sözcükleri yazıyordu.”

Odadaki herkes suspustu. Diyecek bir şey bulamıyorduk çünkü. Bu kaçıncı seviye bir delilikti?

“Gördüğüm şeyleri hazmetmem birkaç günümü almıştı, çünkü kızımın birilerine karşı böylesine nefret dolu olduğunu bilmiyordum. Samet’e bile söyleyemedim.”

Bakışlarımı karşısındaki adama çevirdim. Geldiğinden beri konuştuğunu duymamıştım hiç ama kadına suçlarcasına bakmıyordu. Tam tersi karısının hata yaptığını bilen ve buna rağmen yanında duran bir eş gibiydi.

“Sonra cesaretimi topladım ve defterle birlikte Hare’nin karşısında dikildim. Ona defterde yazanların ne olduğunu sordum ve işlerine burnunu soktuğum için onu fazlasıyla sinirlendirdim. Babasından boşandıktan sonra aramız kötüleşmişti ancak Anıl öldükten sonra benden nefret ettiğini hissetmeye başlamıştım. Aynı evde yaşayan iki yabancı gibiydik. Bu çok ağrıma gidiyordu ama onu kaybetmemek için sesimi çıkarmıyordum o zamana kadar. Defteri nasıl bir nefretle elimden çektiğini ve işine karışmamam konusunda beni tehdit ettiğini dün gibi hatırlıyorum. O defterdeki kızın, yani Tamay Altuna’nın, babasını elinden aldığını söyledi bana. Neden böyle düşündüğünü asla anlatmadı ama doktor hanıma olan nefreti bana duyduğundan bile fazlaydı. Davranışlarının altında yatan nedenleri çok araştırdım ama hiçbir açık vermedi. Sadece o defterdeki bilgilere Samet’in güvenlik şirketindeki birkaç kişiyi ayarlayarak ulaştığını öğrenebilmiştim. Samet’e söyleyemedim, çünkü çok utanıyordum. Bu yüzden kendim halletmeye çalıştım. Önce Hare’ye yardımcı olan kişileri bulup ona bir kez daha yardım ettikleri takdirde işten atılacaklarını söyledim. Sonra Hare’nin elindeki sonsuz para kaynağını aldım, ödeme yapacak parası olmayınca kendine yardım edecek birilerini de bulamaz diye düşünmüştüm ama onun her şeyi hesaba katarak para stoğu yapabileceğine hiç ihtimal vermemiştim.”

Kadın anlatmakta zorlandığını belli edercesine gözlerini yumup derin bir nefes çekti içine. Sonra da anlatmaya devam etti.

“Önce onu vazgeçirdiğimi sandım. Hatta böyle birkaç ay geçirdim. Uslu duruyordu, ona verdiğim limitin üzerine çıkamıyordu ki nelere harcama yaptığını da kartlar sayesinde biliyordum. Meğer arkamdan iş çeviriyormuş. Ben Samet’in kulağına gider diye güvenlik şirketinde çalışan herkese kızımdan uzak durmalarını söyleyememiştim ama keşke söyleseymişim. Çünkü Hare kendine yeni birilerini bulup Tamay Hanım’ı rahatsız etmeye başlamış. Ona tehdit dolu notlar gönderiyormuş. Öğrendiğimde deliye döndüm ve bunu tek başıma halledemeyeceğimi anlayıp olan biteni Samet’e anlattım. Biliyorum size gelmemekle büyük bir hata yaptım ama beni de anlayın, ne yaparsa yapsın o benim kızım ve bu durumda olmasının en büyük sebeplerinden biri de benim.”

“Kızınız, yeğenime bir şey yaptığı takdirde bu bahanelere sığınamayacağınızı biliyorsunuzdur umarım!” diye bağırdı Tuncay Bey. Sinirden deliye dönmüştü.

Kadın, ona korku dolu bakışlar attı. “Biliyorum, biliyorum. Bu yüzden kızımı kendi ellerimle akıl hastanesine götürdüm zaten. İyileşmesi için. Tekrar mantıklı düşünebilmesi için. Ama olmadı. Hasta olduğunu kabul etmedi, tedaviyi reddetti. Hatta birkaç kere kaçmaya teşebbüs etti ve kaçtı ama ertesi gün bulup tekrar hastaneye yatırdık.”

Kafamdaki bazı taşlar yerine otururken “Ne zaman oldu bu olaylar?” diye sordum.

“Son birkaç ay içinde.”

Demek bu yüzdendi notlarda yakında her şeyi öğreneceksin, demesine rağmen bir türlü harekete geçmemesi veyahut notların arasını uzun tutması. Sözünde duramamıştı çünkü akıl hastanesindeydi.

“Şimdi neden buradasınız peki?”

“Yine hastaneden kaçtı ve üç gündür her yeri aramamıza rağmen bulamadık onu. Kötü bir şeyler yapmasından korktuk ama geç kalmışız.”

“Eğer dün gelip bize bunları anlatıyor olsaydınız Tamay şu an yanımızda olacaktı,” diyerek başını salladı Tuncay Bey. Kızgındı, hem de çok kızgındı. “Eğer ona bir şey olursa sizi mahvederim. Duydunuz mu beni? Sizin sorumsuzluğunuz yüzünden benim kızıma bir şey olursa hiç kimse alamaz sizi elimden!”

“Tuncay, tamam,” diyerek araya girdi Asaf amir. Onun da en az bizim kadar kızgın olduğunu görebiliyordum ama kendini tutuyordu. Hep tutardı. “Kızınızın Tamay’ı nereye götürebileceğini düşündünüz mü? Ya da ona yardım edecek bir arkadaşı, yakını var mı?”

“Arkadaşı yok,” diyerek başını iki yana salladı kadın. “Böyle bir konuda ona yardım edebilecek bir yakını da.”

Bakışlarım Samet Bey’e döndü. “Yine şirketinizden birini ayarlamış olamaz mı?”

Adam düşünceli bakışlarını yere çevirdi. “Hare’nin yaptıklarını öğrendikten sonra onun şirkete alınmasını yasakladım. Aynı zamanda onunla görüşecek herkesi işten çıkaracağımı da kesin bir dille belirttim. Bunu göze alabilecek biri olduğunu sanmıyorum.”

“Siz yine de şirketinizdeki yetkili birilerine haber verin. Söylediğiniz gibi ona yardım edecek herhangi bir arkadaşı veyahut yakını yoksa bir şekilde sizin adamlarınıza ulaşmayı başarmış olabilir.”

Samet Bey, Asaf amirimin söyledikleri karşısında şüphelenmiş olacaktı ki küçük bir baş onayıyla “Peki,” dedi ve ayağa kalktı. Karısının elini bırakırken onun gözlerinin içine bakıp “Ben koridorda Levent’le konuşup geleceğim,” diye açıklama yaptığında, kadın kafasını salladı.

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordum Asaf amire. “Nereyi arayacağız, kime soracağız?”

“Hare Hanım’ın hastaneden kaçtığı günden itibaren başlayacağız araştırmaya. Kaçtığı gün nereye gittiğini bulursak işimiz kolaylaşabilir.”

Ama onu bulmak da saatlerimizi alırdı. Gizlenmeyi böylesine iyi beceren birini bulmak da hiç kolay olmayacaktı. Tamay, bu süre içerisinde iyi olabilecek miydi?

Onu geç kalmadan bulmayı başarabilecek miydik?

Özlemiştim.

Benimle alay ederken gözlerinin içine bakmayı, konuşma anında sinirlenerek bir anda patlamasını, neşeyle gülmesini, Tuana’yla çekişmelerini ve eğlenmeleri izlemeyi…

Ben, Tamay’ı özlemiştim.

Bunu kendime itiraf etmem kolay olmamıştı. Belki şu an başının belada olduğunu bilmesem, onun için deli gibi endişelenmesem bunu fark edemezdim bile. Onun iyi olduğunu bilmeye, onun iyi olduğunu görmeye bu kadar ihtiyacım olduğunu bilemezdim.

Şu an ne haldeydi? Ağlıyor muydu? Korkuyor muydu? Kendinde miydi? Kurtarılmayı bekliyor muydu? Canı acıyor muydu? Onu koruyamadığım için bana kızıyor muydu? En önemlisi… Nefes alıyor muydu?

Delirmeme ramak kalmıştı. O kadar uzun zamandır böyle şeyler hissetmiyordum ki duygularımla başa çıkamıyordum. Kendimi, hareketlerimi kontrol edemiyordum. Saatlerdir deli gibi onu arıyor olmamıza rağmen elimizin boş olması ondan daha da çok uzaklaşıyormuş gibi hissetmeme neden oluyordu ve buna katlanamıyordum. Hissettiğim vicdan azabının zaten haddi hesabı yoktu ama tek sorun bu değildi, biliyordum. Farkındaydım. Korkuyordum. Ona bir şey olmasından deli gibi korkuyordum ve bunu vicdanla ilişkilendiremiyordum.

İstediğim zaman onu göremeyecek olmak korkutuyordu beni; sesini duyamayacak olmak, bana gülümsediğini göremeyecek olmak, onunla alay ettiğimde utanarak bakışlarını kaçırdığına şahit olamayacak olmak…

Ellerimi yüzüme kapayarak sakinleşmeye çalıştım. Saat gece yarısını geçmişti, üçe geliyordu ve Tamay neredeyse bir gündür ortada yoktu. Herkes delirmiş vaziyetteydi. Tuncay Bey, eşine durumu açıklamak zorunda kalmıştı ve kadın şu anda Emniyet’in kafeteryasında çökmüş halde duruyordu. Ayrıyeten Tuana’ya da açıklama yapmak zorunda kalmıştı, çünkü Tuana akıllı bir kızdı ve amcasının tüm bahanelerine rağmen ablasının gün içinde onu hiç aramamış olmasının normal olmadığının farkındaydı. Ablasının ondan habersiz hiçbir şey yapmayacağının da farkındaydı ve bu, amcasının onu kandırmaya çalıştığını anlamasına neden olmuştu. Yine de esas durumu bilmiyordu. Tuncay Bey, kendi işini baltalamak isteyen birilerinin Tamay’ı kaçırdığını söylemişti ona. Bu bile o kadar kötü yapmıştı ki onu, gerçekleri bilse yüreğinin kaldırmayacağını anlamam hiç zor olmamıştı.

Ekibimdeki herkes sabahtan beri her yerde didik didik Tamay’dan gelecek bir ipucu arıyordu. Samet Bey’in şirketindeki herkes sorguya çekilmişti, özellikle de bir önceki seferlerde Hare denen kadına yardım edenler Emniyet’e getirilmiş ve saatlerce sorgulanmışlardı. Onlarca kamera görüntüsü izlenmişti. Hare’nin hastaneden kaçmasına biri yardım etmişti, doktor önlüğü giyen ama doktor olmayan biri ve bu kişinin Samet Bey’in güvenlik şirketinden biri olduğunu düşünüyorduk, bahane göstermeden üç gündür işe gelmeyen ve evine bakılmasına rağmen bulunamayan biri.

Samet Bey Hare’ye yardım ettiğini düşündüğümüz bu kişinin şirkette ilk yılı olduğunu söylemişti. Muhtemelen tüm uyarılara ve tehditlere rağmen kafasının dikine gitmesi çömezliğinden kaynaklanıyordu. Tabii yapacaklarının karşılığında da Hare’den iyi bir karşılık alacak olmalıydı.

“Bulmuşlar!”

Odamın kapısı bugün kaçıncı kez olduğunu sayamadığım şekilde hızla açıldığında ellerimi yüzümden çekerek kapıda dikilen kardeşime baktım. Benim kadar yorgun görünüyordu ancak gözlerinde bir ipucu bulmuş olmanın ateşi yanıyordu.

“Kimi?” diye sordum aceleyle ayaklanırken. “Tamay’ı mı?”

Suratı düşer gibi oldu. “Hayır, şu kaçak herifi.” Sesi anlayışlı bir tınıya büründü. “Ama onu da bulacağız, eli kulağında emin ol.”

Olamıyordum ama bunu ona söylemedim. Gerçi söylemesem de bakışlarımdan anlardı o, ikizimdi çünkü. Kardeşimdi.

“Nerede bulmuşlar şerefsizi?”

“Bir arkadaşının evinde saklanıyormuş, ailesinin tanımadığı bir arkadaşının.”

“Ne zamana getirecekler?”

“Yarım saate burada olurlar.”

Başımı sallayarak onayladım. O herif son şansımızdı, ondan da bir şey çıkmazsa neler olacağı hakkında düşünmek bile istemiyordum.

“Tuncay Bey nerede?” diye sordum, saatlerdir odamda olduğum için kimseden haberim yoktu. Olmasın istemiştim, çünkü onların kahrolmuş halini gördükçe daha da çok suçluyordum kendimi.

“Kafeteryada, karısının yanında. Tuana da burada. Geldiğinden beri ağlıyor, kızcağız. Mahvoldu.”

Tuana’yı ağlarken hayal etmek zordu. Onu hep Arel’in kız versiyonu olarak kodlamıştım kafamda, belki biraz daha çatlağıydı ve görevi etrafa neşe saçmaktı. Ağlamak değil.

“Seni sordu bana,” diye devam etti konuşmaya benden ses çıkmayacağını anladığında. “Bir görsen mi ki onu acaba? Seni çok seviyor, iyi gelir belki.”

Burnumun direğinin sızladığını hissederken bakışlarımı kaçırdım ve kafamı şiddetle iki yana salladım. “Gözünün içine bakamam. Zaten hak etmediğim kadar çok değer veriyor bana. O gerçek sebebi bilmiyor olsa bile karşısına geçemem, ablasının benim yüzümden onun yanında olmadığını bilirken yapamam.”

“Aral… Kafayı yememe az kaldı gerçekten. Senin yüzünden değil ulan, senin yüzünden değil! Kendini suçlamayı bırak artık! Bunun bize hiçbir faydası yok, anlamıyor musun?”

“Gerçek buyken kendimi nasıl kandırmamı bekliyorsun?” diye yükseldim. Onun kabul etmemesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu.

“İnan halim olsa yanına gelip yüzüne okkalı bir yumruk geçirirdim ama enerjimi Tamay’ı bulduğumuz ana saklamam lazım.”

Ona cevap vermedim.

Dakikalar sonra ekipten biri herifi sorgu odasına götürdüklerini haber verdiğinde hızla odamdan çıktık. Herifi aldıkları yere vardığımızda odanın kalabalık olduğunu fark ettim. Asaf amir, Rıdvan ve Tuncay Bey de buradaydı. Aslında onun burada olmaması gerekiyordu ama Asaf amir bu seferlik göz yummuş olmalıydı. Zira en az benim kadar suçlu hissediyordu o da kendisini, bu yüzden de Tuncay Bey’in isteklerine karşı gelmiyordu.

Bakışlarımı onlardan ayırıp getirdikleri herife çevirdim. Uzun boylu ama cılız, esmer bir çocuktu. Çocuk diyordum çünkü bilgilerinden yirmi altı yaşında olduğunu öğrenmiştim.

Asaf amir bizim de gelmemizle odada ilerleyerek elini çocuğun omzuna bıraktı ve sıktı.

“Bize her şeyi anlatmak için yalnızca iki dakikan var, Fatih. Nereden başlıyorsun?”

Fatih, omzuna acıyla buruşturduğu yüzüyle kısa bir bakış attı ve salağa yatmayı tercih ederek “Neden bahsettiğinizi anlamıyorum,” diye mırıldandı. “Neden buradayım ki ben? Arkadaşımın evinde oturuyordum, ne olduğunu bile anlamadan apar topar getirdiler beni.” Sesindeki korku o kadar barizdi ki, cüret edip bizi kandırmaya çalışması bile şaşırılacak olaydı doğrusu.

Asaf amir çocuğun omzundaki baskısını arttırırken “İnan bana salağa yatmanın vakti değil,” diye mırıldandı. Sesi oldukça sakin ama bir o kadar da tehlikeliydi. “Bu odadaki herkes saatlerdir seni, dün sabahtan beri de kaçırdığınız o kadını arıyor. En ufak bir yanlışında üzerine atlamaları uzun sürmez ve ben bile tutamam onları.”

Fatih, duyduklarının doğruluğunu sorgulamak istercesine başını çevirip tedirgin bir ifadeyle yüzlerimizi süzerken Tuncay Bey’in suratına o kadar kısa süre bakmıştı ki aramızda en çok ondan korktuğu belliydi. Ayrıca bu onu tanıyor olduğu anlamına mı geliyordu, yoksa sadece Tuncay Bey’in delici bakışlarına mı katlanamamıştı; anlayamamıştım.

Fatih’i konuşturmak sandığımız kadar kolay olmadı. Korkuyordu, bir şeyler bildiği de belli oluyordu ancak anlatmıyordu, ta ki ben dayanamayıp yüzüne okkalı birkaç yumruk geçirene kadar. Aslında bununla kalmazdım lakin şerefsiz kardeşim hızla atılıp geriye çekmişti beni.

Fatih, yediği yumruklarla sandalyesinden düşerek yere yapışmıştı ve kimse onu kaldırma gereğinde bulunmamıştı. Aslında odadaki herkes onu olduğu yerde tekmelemek istiyor ama kendisini tutuyordu. Kendimden biliyordum.

Nihayetinde “Tamam, anlatacağım. Vurmayın,” diyerek üzerindeki hırkanın yeniyle kanayan dudağını sildi.

Tam da tahmin ettiğimiz gibi para için yapmıştı her şeyi. Hare, daha öncekilere vermediği kadar çok para teklif etmişti Fatih’e, çünkü başka şansı kalmamıştı. Fatih de çömezliğinin getirmiş olduğu cesaretle patronunun sözünden çıkmış ve Hare’ye yardım etmişti. Önce türlü düzenbazlıklarla hastaneden kaçırmıştı onu, ardından da bir araba bulmasını sağlamıştı. Hare onu plana çok dâhil etmemişti. Tamay’ı kaçırdıktan sonra onun arabasını geride bırakabilmesi için birine daha ihtiyacı vardı ve burada da Fatih giriyordu işin içine. İzbe sokakta bıraktıkları arabadan inmeden önce Tamay’ı bayılttıklarını ve bu şekilde başka arabaya geçirdiklerini söylemişti. Araba evinde saklandığı arkadaşının arabasıydı ve ona da çakma plaka takmışlardı. Hare arabayla işi bittiğinde onu daha önceden anlaştıkları bir yere bırakacaktı.

Arabayla işi bittiğinde…

Tamay’a zarar verecekti. Aklındaki şey buydu ama ya sonra? Sonra ne yapacaktı?

Bunu bilemiyorduk, çünkü bize verebildiği bilgiler buraya kadardı. Zira Hare araba değiştirdikten sonra Fatih’e ödemesini yapıp oradan ayrılmıştı.

Kısacası elimiz yine boş kalmıştı ve ben bütün sinirimi Fatih’ten çıkarmamak için zor duruyordum.

“Nereye gidebileceği hakkında en ufak bir fikrin yok mu?” diye sordu Asaf amir, kızgınca. “Hiç mi bir şey söylemedi bu kadın sana?”

“Söylemedi,” diyerek başını iki yana salladı.

“İyi düşün,” diye mırıldandım. “Laf arasında ağzından bir şey kaçırmış olabilir, atladığın küçük detaylar olabilir.”

Kaşlarını çatarak bakışlarını yere dikti. Alacağı cezanın hafiflemesi için bize yardım etmesi gerektiğini biliyordu.

“Bir dakika,” diyerek heyecanla başını kaldırdı. “Arkadaşımın arabasıyla yola çıkmadan bana İçmeler’den Çayırova’ya giden bir yolu sordu ama bir fikrim olmadığını söyledim.”

“Çayırova mı?” diyerek kaşlarımı çattım. “Orada ne işi olur ki?”

“Bunu bilebilecek tek kişi var,” diyerek odanın çıkışına yöneldi Asaf amir. Bir yandan da Rıdvan’a Fatih’i nezarethaneye atmasıyla ilgili emir dizmekle meşguldü.

Merdivenleri hızla tırmanıp bekleme odasına girdik. Hare’nin annesiyle üvey babası buradaydı çünkü. Tamay’a iyice yaklaşmış olmanın verdiği heyecanla “Çayırova’da ya da İçmelerde bir mülkünüz var mı?” diye sordum, diğerlerinin önüne geçerek. “Ya da kızınızın orada saklanabileceği bir yer?”

İkisi de böyle ani bir çıkış beklemiyormuş gibi hafif bir şaşkınlıkla birbirlerine baktıktan sonra lafı Samet Bey devraldı. “Benim bir fikrim yok. Orada mülküm de yok.”

“Benim bildiğim de yok,” diyerek kafasını salladı kadın. Bitap düşmüştü yorgunluktan. Zar zor konuşuyordu hatta.

“Lütfen iyi düşünün,” diye araya girdi Arel. “İflasından sonra Anıl Bey’in elinde hiç mi bir şey kalmadı? Ya da başkasına devredilen ama Hare Hanım’ın sonradan satın alabileceği bir yer yok mudur?”

Kadın, kaşlarını çatarak bakışlarını yere dikti. Odadaki herkes çıt çıkarmadan onun bir şeyler hatırlamasını bekliyordu çünkü ondan gelebilecek en küçük bilgiye dahi muhtaçtık şu an. Zaman aleyhimize işliyordu ve Tamay’ın ne halde olduğunu düşünmekten kafayı yememe çok ama çok az kalmıştı.

Dakikalar sonra kadın aklına bir şey gelmiş gibi “Çayırova mı demiştiniz?” diye sordu. Hızla başımı salladım. “Evet, evet.”

“Evliliğimizin ilk yıllarında, yani Anıl’la, kendi sekreteriyle yaptığı bir telefon konuşmasını hatırlıyorum hayal meyal. Benimle zaten bu konularda hiç konuşmazdı.” Kısa bir an duraksadı. “Ama o telefon konuşmasında Çayırova’daki boş bir araziden bahsediyordu. İleride değerleneceğini düşünüyordu sanırım. Satın alma işlemlerini başlatmasını söylemişti sekreterine. Tabii iflastan sonra hiçbir şeyinin kalmadığını söylemişlerdi bana. Hala daha duruyor mu ya da Hare orayı biliyor mu, bilmiyorum.”

Asaf amir hızla bana döndü. “Anıl Karadere’nin üzerindeki mal varlıklarının dokümanını çıkarmalarını söyleyeceğim çocuklara. Çayırova’da neyi varmış öğrenelim. Siz de yanınıza birkaç kişi daha alıp yola koyulun. Siz Çayırova’ya varana kadar yer adreslerini öğrenmiş oluruz.”

“Emredersiniz, amirim.”

Hızla odadan ayrıldığımda Arel peşimdeydi.

“Sen otoparka in, ekip otosunu ayarla. Ben de kimi bulabilirsem alıp geliyorum.”

“Tamam,” diyerek onayladım onu. Sonra da merdivenlerden aşağı koşturdum.

Sadece beş dakika sonra geniş ekip otosuna atlamış ve yola koyulmuştuk. Tamay’ın kaçırıldığını öğrendiğimden beri ilk kez bu kadar heyecanlı ve umutluydum.

Arabanın arka koltuğunda oturan çocuklar gideceğimiz yerle ilgili teoriler üretiyorlardı. Yan koltukta oturan Arel telefonuyla ilgileniyordu. Muhtemelen Emniyet’tekilerle iletişim kurmaya çalışıyordu ama şu an bununla ilgilenmiyordum. Tek odaklandığım şey yoldu ve Çayırova’ya nasıl daha hızlı ulaşabilirdim onu düşünüyordum.

Geçen her dakika bana yılmış gibi gelirken Çayırova’ya varmamıza az kala “Konum attılar,” dedi, Arel. “Arsa Anıl denen adamın ölümünden sonra el değiştirmiş ama şimdiki sahibi yıllardır dokunmamış oraya. Buradan farklı bir hikâye çıkacak gibi duruyor.”

Tamay orada ve iyi olsundu da isterse drama çıksındı, umurumda bile değildi.

Arabayı ne olur ne olmaz diyerek arazinin uzağında bir yere bırakmış ve geri kalan yolu yürümüştük. Atılan konuma yaklaştıkça arazinin ortasında orta büyüklükte bir kulübe olduğunu gördük. Etraf ıssızdı, zaten buranın mevzusu buydu ve etraftaki çalı çırpı yüzünden o kulübenin varlığı bir tık gizleniyordu.

Lakin oradaydı işte.

Ve ışığı yanıyordu.

“Ne yapacağız?” diye sordu, hemen yanımda yürüyen Arel belindeki silahını çıkarırken.

“Işık gelen camdan içerisini gözetlememiz gerekiyor. Tamay’ın güvende olduğundan emin olmadan içeri giremeyiz.”

Ekipteki diğer çocuklar da silahlarına davranırken başımı onlara doğru çevirip sessiz olmalarını işaret ettim. Ne olursa olsun bir akıl hastasıyla karşı karşıyaydık ve bizi fark etmesi demek, gözünü kırpmadan Tamay’a zarar verebilmesi demekti.

Tabii bu zamana kadar vermediyse…

Kulübeye yaklaşabileceğimiz maksimum noktaya ulaştığımızda “Cam perdeyle kapalı,” diye homurdandı Arel. “İçerisi görünmüyor ki.”

“Belki biraz daha yaklaşırken o küçük aralıktan bir şeyler görebiliriz,” diye mırıldandım, düşünceli bir tavırla.

“Sadece ikimiz gidelim o halde. Ses yapma lüksümüz yok.”

Onu başımı sallayarak onayladığımda arkamı dönüp diğer çocuklara kısaca bilgi verdim. Acil bir durumda işaret çakacağımı ve onlardan yapmalarını istediğim şeyleri ilettikten sonra Arel’le birlikte sessiz olmaya dikkat ederek boş arazide ilerledik. Gün doğumuna az kaldığı için hava grimsi bir tonaydı ve bu sayede önümüzü görebiliyorduk. Eğer ortalık zifiri karanlıkken gelmiş olsaydık el fark edilmemek için el feneri yakamayacağımız için işimiz çok daha zorlaşırdı.

Kulübeye yaklaştıkça göğsümde tarif edemeyeceğim bir gürültü kopuyordu. O gürültünün içinde korku, telaş, endişe, heyecan, umut, ne aranırsa vardı ve hepsi birbirine girmişti. Düşüncelerimi toplamak zordu, hislerimle başa çıkamayacağımı anlamamın üzerindense saatler geçiyordu.

Bunu sonraya atmıştım. Tamay’ı sağ salim kurtardıktan sonra düşünecek çok şeyim vardı evet ama şimdi değil.

Kulübenin ışık süzülen camına yaklaşık on metre kala bir çalının arkasına gizlendik.

“Perde aralığı çok az, içeriyi görmek için biraz daha yaklaşmamız lazım.”

Yanaklarımı şişirdim. Arel haklıydı ama önümüz açıktı. Yani ardına saklanacak hiçbir yer yoktu. Eğer içeride o kadın varsa ve cama yaklaşırsa kabak gibi ortada olurduk. Bu da Tamay’ın canını riske atmak demekti.

Yine de başka şansımız yoktu.

“Yaklaşalım.”

Daha yavaş ve dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam ettik. Çocuklar onları bıraktığımız yerde bizden bir işaret bekliyorlardı. Aynı anda birçok şeyi düşünmem gerekiyordu ama ilk defa yapamıyordum. Tamay’ın iyi olup olmadığı düşüncesi her şeye ağır basıyordu.

Tek sıra halinde ilerlediğimiz için Arel’in arkasındaydım ve onun bir anda duraksamasıyla boşta bulunarak sırtına çarptım. Hâlbuki daha istediğimiz kadar yaklaşamamıştık.

“Ne oluyor?” diye sordum kaşlarımı çatarken, aynı anda Arel’in benim duyabileceğim şekilde okkalı bir küfür savurduğunu duydum. Ah, hayır, peş peşe küfürler sıralıyordu. İyice telaşlandım. Önümde o olduğu için bir şey göremiyordum.

“Ne oluyor de-”

“Kadın Tamay’ın üzerine silah doğrultmuş.”

Lafımı böyle bir cümleyle kesmesi küfür edemeyecek kadar büyük bir şokla donup kalmama sebep oldu.

“Ne?”

“Emniyetini açtı silahın.”

“SİKTİR.”

Elindeki silahı havaya kaldırırken “Kulübenin girişine koş,” diye mırıldandı, donup kaldığımı fark etmiş olacaktı ki beni yönlendiriyordu. Gözlerini baktığı yerden ayırmıyordu ve ben hayatımda ilk kez bir yere bakacak gücü bulamıyordum kendimde.

“Aral, hadi. Koş. Kadının gözü dönmüş gibi, silahı tetiklemesi an meselesi.”

Dediğini yaptım ve olabilecek en hızlı şekilde kulübenin kapısına koşturdum. Arel koşmak dışında ne yapmam gerektiğini söylememişti, ben de düşünecek halde değildim lakin düşünmeme gerek de kalmamıştı. Arel sanki her şeyi planlamıştı.

Kulübenin kapısına vardığım an bir el silah sesi duyuldu.

Ve o an Tamay’ın vurulmuş olma ihtimaliyle aklım başımdan gittiği için deli kuvvetiyle tek deneyişte kapıyı kırarak içeri girdim. Fazla kuvvet uyguladığımdan düşeyazan bedenimi duvardan tutunarak zar zor toparlayıp korkuyla “Tamay!” diye bağırdım ve ışığın geldiği odaya koştum.

Tamay, hayattaydı ve bakışları yerde yatan kadındaydı.

Tamay, hayattaydı ve şu an bundan daha önemli hiçbir şey yoktu.

Korkuyla çığlık atmasıyla ona doğru atılıp başını tutarak göğsüme yaslamam bir oldu. Aklım yerinde değildi. Kalbim felaket halde çarpıyordu ve benim dudaklarımdan fütursuzca kelimeler dökülüyordu.

“Geçti, güzelim. Geçti. Buradayım artık, geçti.”

Kendime hâkim olamayarak dudaklarımı saçlarına bastırdım. Şu an doğru ya da yanlış yoktu, bir o vardı bir de onun için delice çarpan kalbim.

“Buradayım. Buradayım, yanındayım. Özür dilerim, seni koruyamadım, özür dilerim.”

Tamay

Gözlerimi büyük bir uyuşuklukla araladığımda gördüğüm ilk şey beyaz duvardı. Nerede olduğumu anlamak amacıyla daha net görebilmek için gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım ve başımı çevirmeden bakışlarımı etrafta gezdirdim. Tanıdık bir yerde değildim ancak odanın dizaynı ilk bakışta bir hastane odasında olduğumu anlamamı sağlamıştı.

“A-abla?”

Yan tarafımdan gelen titrek sesi duyduğumda başımı hafifçe sola yatırdım ve yattığım yatağın hemen yanındaki sandalyede oturan Tuana’yla karşılaştım. Saçları dağınık, yüzü solgun, gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmişti. Gözlerinin kızarıklığını ağlamasına bağlamam da mavilerinin nemli olmasından kaynaklanıyordu. Ne biliyordu, ne kadar biliyordu, hiçbir fikrim yoktu ancak ne kadar üzüldüğünü bilmek için şahit olmama gerek yoktu.

Mahvolmuş hali, burada yatışımın sebebini hatırlamama neden olduğunda gözlerimi bir anlığına acıyla yumdum ancak saniyeler içinde geri açtım. Şu an kötü olmanın vakti değildi.

Gülümsemeye çalıştım. “Ablam?”

Sesim oldukça kuru ve cılızdı ancak ona ulaştırmayı başarabilmiştim. Lakin sesimi duymak sandığımın aksine onu rahatlatmamış, bir anda hıçkırarak ağlamaya başlamasına sebep olmuştu.

Belki de rahatladığı için ağlıyordu, bilmiyordum.

O an serum bağlı olduğunu fark ettiğim kolumu ellerinin arasına alarak “Çok korktum,” dedi. Hıçkırıkları canımı acıtıyordu. “Sana bir şey olacak diye, o pis adamlar seni benden alacak diye çok korktum.”

Bir an ne diyeceğimi şaşırarak kaşlarımı çattım. “Pis adamlar mı?” diye sordum, şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak.

Elinin tekiyle ağladıkça yüzüne düşen saçlarını geriye atarak “Seni fidye için kaçıranlar işte,” diye mırıldandı. “O aptal, Allah’ın cezası adamlar!”

Fidye için mi?

Dudaklarımın arasından küçük bir “Ha?” iniltisi kaçsa da kendimi toparlamak için kısa bir an duraksadım. Oldukça yorgun hissettiğim için aklım şu an pek çalışmıyordu lakin ortada bir şeyler döndüğünü anlayabiliyordum. Tuana bir şeyleri bilmiyordu. Hayır, Tuana bir şeyler yanlış biliyordu ve nedense bunun bilerek yapıldığını düşünüyordum.

Kız kardeşimin çaresiz bakışlarına daha fazla kayıtsız kalamayarak serum bağlı olmayan elimi kaldırdım ve bana doğru eğdiği yüzüne uzatıp gözyaşlarını sildim.

“Buradayım, güzelim.” Geçti, güzelim. “Yanındayım, bak.” Buradayım, yanındayım. “İyiyim, ağlama artık.”

Sözlerim, kulağımın ardında bir sesin yankılanmasına neden olmuştu. Bu ses Aral’ın sesiydi ve söylerken bana kemiklerimi kıracak kadar sıkı sarılıyordu.

Sahi, o neredeydi?

“Tutamıyorum ki kendimi,” diyerek yüzünü kollarına sürtüp gözyaşlarını yok etmeye çalışıyor ama başarılı olamıyordu. “O kadar korktum ki abla, o kadar çok korktum ki. Eniştem arayıp seni bulduğunu söylemek için biraz daha geç kalsa aklımı kaçırabilirdim.”

İçime küçük bir nefes çekip bakışlarımı kısaca etrafta gezdirdim bir kez daha. Şu an yaşadıklarımı hatırlayacak gücüm yoktu, bu yüzden aklımı oyalamalıydım.

“Hangi hastanedeyiz?” diye sordum ona.

“Gökhan abinin çalıştığı hastanede. Amcam kaçırıldığını duyurmamak için senin çalıştığın hastaneye gitmesini istemedi Aral eniştemin. Yasemin abla rahatsızlandığın için birkaç gün gelemeyeceğini söylemiş sanırım arkadaşlarınıza.”

“Anladım,” diye mırıldandım, içten içe başıma gelenleri birilerine açıklamak zorunda kalmayacağıma sevinerek. Sonra da başından beri aklımda olan o soruyu sordum. “Niye yalnızsın? Amcamlar, Aral nerede?”

“Seni gördükten sonra yengemin tansiyonu düştü, bayıldı. Yan odaya yatırdılar bu yüzden. Amcam da onun yanında,” derken başparmağıyla arkasındaki duvarı işaret ediyordu. “Aral eniştem de bir saat kadar önce Emniyet’e gitti. Sabahtan beri hiç başından ayrılmamıştı ama sanırım seni kaçıran adamlarla ilgili bir durumu halletmesi gerekiyormuş, Asaf amcam arayınca apar topar gitti.”

“Ya,” diye mırıldandım bakışlarım yeniden beyaz duvara kayarken. Kendime geldiğimde onu yanımda göremediğim için küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştım, hala daha onu görme isteğiyle doluydum ancak beni bulduğundan beri yanımda olduğunu ve Asaf amcam zorlamasa o yanımdayken uyanacağımı bilmek iyi gelmişti.

“Onu da ilk kez böyle gördüm,” diye açıklamaya devam etti Tuana. Aral’dan konuşmaya ihtiyacım olduğunu anlamış gibiydi sanki. “Çok endişeliydi ve Arel abinin ona kendisine fazla yüklendiğini söylediğini duydum. Senin kaçırılman onun suçuymuş gibi hissediyordu galiba ama neden böyle hissettiğini anlamadım. Sonuçta amcamın işini baltalamak isteyen Allah’ın cezaları kaçırmış seni, onunla ne ilgisi var ki?” Dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. “Sanırım seni kötülüklerden koruyamadığı için suçu olmasa bile kendine kızıyor. Sana ne kadar âşıksa artık.”

Parıldayan gözlerine bakarak “Az önce ağlamıyor muydun sen ya?” diye söylendim, sesim alay doluydu. Amacım biraz ortamı yumuşatmak ve aklımı dağıtmaktı. Zira Tuana’nın söylediklerine kapıldığım an Aral’ı ilk gördüğüm an üzerine atlayabileceğimi biliyordum.

Oysaki Tuana yanılıyordu. Beni Aral’ın bildiği ve yakından takip ettiği bir neden yüzünden kaçırmışlardı ve Aral beni gereğince koruyamadığı için kendine kızıyor olmalıydı. Zaten her konuda kendini ön plana atıp suçlamaya bayılan biriydi. Yani, bana âşık falan değildi. Ne yazık ki…

Bunları düşünmeyi başka bir zamana erteleyerek dikkatimi tekrar kardeşime verdim. “Sabahtan beri dedin. Şimdi saat kaç ki?”

Bakışlarını kolundaki saate indirdi. “Altıya çeyrek var. Yani neredeyse on iki saattir hastanedesin ve uyuyorsun ama bu çok normal, çünkü sana vermedikleri şey kalmadı.” Çenesiyle az kalmış serumu işaret etti. “Bu kaçıncı serumun bilmiyorum. En son dün sabah yemek yediğin için çok güçsüz düşmüşsün. Gerçi işe yaramadığını da söyleyemem, yüzünün seni ilk gördüğüm anla şu anki halinin arasında ton farkı var. Ayrıca iyice dinlenebilmen için yatıştırıcı bir şeyler de vermişler sanırım, emin değilim. İyi olduğunu söylediklerinden başka bir şeyi tam dinleyemedim.”

Büyük bir şefkatle baktım ona. “Yaklaşsana bir öpeyim seni.”

Gülümsedi. Sevgi görmeye bayılırdı, hele ki sevgi benden geliyorsa. Ayağa kalkıp yüzünü dudaklarımın önüne getirdiğinde yapmam gereken tek şey kuru dudaklarımı uzatıp yanağına ve şakağına öpücükler bırakmak oldu.

Şakağına.

Aral da beni şakağımdan öpmüştü.

İçim bir değişik olurken Tuana yavaşça geri çekildi. “Ben gidip amcama haber vereyim hemen. Senin uyanmanı bekliyordu.”

Başımı sallamaya halim olmadığından “Tamam,” dedim kısaca.

Tuana, odadan çıktığında ve sadece birkaç dakika sonra amcamla birlikte geri geldiğinde ilk odaklandığım şey amcamın bakışları olmuştu. Büyük bir rahatlamaya sahiplik yapan göz bebekleri aynı zamanda küçük bir sertlik de barındırıyordu. Tuana’ya olanlar hakkında yalan söylemiş olsalar da onun gerçekleri öğrendiğinden emindim ve bu yüzden beni uzun bir azarın beklediğinin de farkındaydım. Neyse ki Tuana yanımızdayken beni açık açık azarlayamazdı ve Tuana’nın bir süre dibimden ayrılmayacağını tahmin etmek hiç de zor değildi.

Amcam yatağın etrafından dolanarak yanı başıma geldiğinde eğildi ve alnıma uzun bir öpücük kondurdu. “Çok korkuttun bizi, Tamay. Haddinden fazla korkuttun hem de.”

Kısık bir sesle “Özür dilerim,” diye mırıldandım. Özrümün asıl sebebi amcama olanları anlatmadığım içindi ve amcam bunun farkındaydı.

“Daha sonra konuşacağız her şeyi, tüm detaylarıyla.” Kelimeleri bastıra bastıra söylediğinde gözlerimi kapayıp açarak azarı kabullendiğimi belirttim. “Ama şimdi dinlen. Sabaha kadar buradayız. Zaten yorgun görünüyorsun hala.”

“Eve gitsek olmaz mı?” diyerek kaşlarımı kaldırdım. Odamda, yatağımda olmak istiyordum. Hastanelerde olmaya alışık olmam hastane yatağında yatmayı sevdiğim anlamına gelmiyordu. “Zaten serumum da bitmek üzere.”

Amcam kararsız kalmış gibi bir bana bir de serumuma baktığında “Lütfen,” diye devam ettim. “Eve gitmek istiyorum.”

Hafifçe iç çekerek “Pekâlâ,” dedi, zaten Tuana’yla benim ricalarımı kolay kolay geri çeviremezdi. “Serumun bitsin, yengen de kendine geldiğinde çıkarız.”

“Ah,” dedim, büyük bir suçlulukla. Onu sormayı unutmuştum. Yengemin bünyesi biraz zayıftı ve kötü durumları kaldırma kapasitesi oldukça düşüktü. Bu yüzden kaçırıldığımı duyduğunda tansiyonunun düşüp bayılması sürpriz olmamıştı. Hatta amcam ona esas durumu söylememiş bile olabilirdi. “Sahi yengem nasıl?”

“İyi iyi, bayılınca doktorlardan ilaç vermelerini istedim. Ondan uyuyor. Kaçırıldığını duyduğundan beri kendini hırpalayıp durdu, asla dinlenmedi. Sonra da olan oldu tabii.”

“Üzgünüm,” diyerek dudaklarımı büzdüm. “Sizi endişelendirmek istemezdim.”

“Geçti, gitti artık; bundan sonra yapmamız gereken tek şey benzeri olaylar başımıza gelemesin diye önlem almak.” Tuana’ya kısa bir bakış attıktan sonra tekrar bana döndü. Söyleyeceklerinin burada kesilmeyeceğini ama Tuana’nın varlığının buna engel olduğunu söylüyordu o bakış. “Her neyse, ben şimdi gidip senin çıkış işlemlerini başlatayım.”

Amcam odadan çıktığında Tuana ne ara kamerasını açtığını göremediğim telefonuyla dibime girdi ve şaşkın bakışlarımın ekrana odaklandığı bir fotoğraf çekti.

“Eniştem uyandığında ona haber vermemi istemişti. Resmini atayım da içi rahat etsin adamcağızın.”

Gözlerimi şaşkınca kırpıştırıp “Bari güzel bir şey çekseydin,” diye homurdandım. “Şaşkın ördek gibi çıktığıma eminim.”

“Böylesi daha doğal ablacığım,” diyerek sinsi sinsi gülümsedi. Üzüntüsünü unutmaya çalıştığı için şımarıklık yaptığını bilmesem onu azarlayabilirdim ama halim de yoktu doğrusu. “Hem seni gülümserken görmek istiyorsa işini bitirip yanına gelsin, değil mi ama?”

Seslice iç çekip gözlerimi yumdum. Bu kız iflah olmazdı.

Üç gün geçmişti.

O malum günün üzerinden tam üç gün geçmişti ve ben bu üç günü evimin duvarları arasında geçirmiştim. Bahçeden dışarıya bir adım dahi atmamıştım ki uzun zamandır böylesine eve tıkıldığım olmamıştı.

Yumulu gözlerimi açarak karşımdaki nota defterinden zaten ezberimde olan kısma kontrol amaçlı kısa bir bakış attım ve göz kapaklarımı tekrar indirip şarkıya devam ettim.

Evden çıkmasam da günlerim oldukça yoğun geçmişti. Öncelikle ilk günüm Hare’nin bana anlattıklarını Aral ve ifademi almaya gelen başka bir polise aktarmakla geçmişti. Aynı şeyleri yaşıyor gibi hissetmiştim tekrar, çok korkunçtu.

Neyse ki eve gelen gidenimiz çok oluyordu da düşünmeme fırsat kalmıyordu. Yasemin, olan biteni Gökhan’a anlatmış ve ondan sakladığı için biraz azar işitmişti ama emir büyük yerden olduğu için fazla üzerine gidilmemişti. Gerçi gidilse de bana üzülmekle o kadar meşguldü ki kocasını bir süre umursamayacağı kesindi ve iş yüzünden ilk günden sonra yanıma gelemese de gün de en az üç kere arayarak bunu fazlasıyla belli ediyordu.

Bunun dışında amcamlar hastaneden geldiğimizden beri bizde kalıyorlardı. Buna ihtiyacım olmadığını söylesem de beni asla dinlemiyor ve Tuana’yla yanımızdan ayrılmıyorlardı. Amcam işe gittiğinde Tuana ders çalışmak için kendini odasına kapattığından akşama kadar yengemle oturuyorduk. Onları sıkmak istemesem de varlıklarının bana iyi geldiğini saklayamazdım gerçi.

Hastaneden geldiğimiz akşamın sabahında Tuana’nın yokluğundan faydalandığımız bir anda her şeyi en baştan anlatmıştım onlara; hastaneye gelen ilk nottan, kapıma dikilen polislere kadar. Elbette ki amcam çok sinirlenmişti, olanları ondan saklayarak çok büyük hata yaptığımı düşünüyordu. Kendince haklıydı da, neticede notları gönderen kişi onun çevresinden biri değildi ama Asaf amcam da tedbir almak zorundaydı. Onu da çok iyi anlıyordum.

Tüm bunların üstüne Aral’dan, amcamın Asaf amcama yumruk attığını da öğrenmiş ve bir hayli üzülmüştüm. Gerçi o söylemese de Asaf amcam Berin teyzemle ziyarete geldiğinde yüzde gördüğüm morluktan anlardım neler döndüğünü. İstemeyerek de olsa Tuncay amcamla Asaf amcamın arasını daha çok bozmuştum ve nasıl düzeltebileceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

Bunların dışında Aral da her akşam iş çıkışı yarım saatliğine de olsa uğruyor, halimi hatırımı soruyor ama yengemin akşam yemeğine kalması hakkındaki tekliflerini türlü bahanelerle reddederek gidiyordu. Benim için endişelendiğini, beni merak ettiğini, hatta korktuğunu biliyordum; kaçırılmamı kendi sorumsuzluğuna bağladığını da. Hatta bu konuda onunla konuşmuştum bile ama düşüncelerinden vazgeçmemişti. Ve tüm bunlara rağmen aramıza mesafe koyduğunu hissediyordum. Yani nedeni kendini suçlu hissetmesi miydi bilmiyordum ama bana karşı biraz uzaktı. Evet, her gün yanıma geliyor, beni merak ettiğini gösteriyordu ama pek yakın davranmıyordu. Tamam, ben de bir anda üzerime düşmesini ve beni bağrına basmasını beklemiyordum ama… En azından o gün beni ilk bulduğunda yaptığı gibi sarılmasına ihtiyacım vardı.

Dün sabah kapımıza dayanan Arel -devriyeden dönerken uğradığını söylemişti ve öyle yorgun görünüyordu ki o haliyle beni düşünmesi içimi şefkatle doldurmuştu- kaçırıldığımı anladıklarından itibaren beni bulana kadar geçen zaman zarfında Aral’ın endişeden deliye döndüğünü itiraf etmişti. Hatta uzun zamandır onun biri için böylesine endişelendiğini görmediğini bile söylemişti. Ona bakılırsa Aral bana karşı nötr değildi, kendine has da olsa bir şeyler hissediyordu ama bana neden öyle gelmiyordu? Evet, ne kadar endişelendiğini beni bulduğunda yaptıklarından anlayabilmiştim ama devamı gelmemişti ki. Hatta devamını geçtim, Aral kendini geri çekmişti. Arel, bunları Aral’ın kafasının karışık olmasına ve hislerini kabullenmeye çalışmasına bağlıyordu ama doğrusunu söylemek gerekirse ben duruma o kadar basit bakamıyordum.

Tabii bunda son günlerde oldukça düşük moralimin de etkisi yok değildi. Kafam doluydu. Hayır, kafam dopdoluydu. Gerçekleri öğrenmek zordu ama sindirmeye çalışmak çok daha zordu. En başından beri haklıydım ama şimdi bunu kabullenmek istemiyordum. Annemle babamı bir hiç uğruna elimizden almış olmaları… Kaldırılacak gibi değildi ki.

Amcam da gerçekleri öğrendiğinde benim gibi yıkılmıştı. Üstelik o kendini her şeyin kaza olduğuna inandırmıştı ve bu yüzden yaşadığı hayal kırıklığı had safhadaydı. Olaylar açığa çıktığında içimdeki yangının biraz olsun soğuyacağını düşünmüştüm hep ama hiç de öyle olmamıştı. Tam tersi harlanıp öylesine büyümüştü ki dayanamıyordum. Aklıma geldikçe gözlerimden aşağı yaşlar boşalıyor, omuzlarım titriyordu. Tuana iki haftadan az kalan sınavına çalışmaya çalıştığı anlar dışında hep yanımda olduğu için günlerim gözyaşlarımı bastırmaya çalışmakla geçiyordu ama bunu çoğu zaman başaramıyordum. Zavallı kardeşim de amcamın işlerini baltalamak için beni kaçıran adamların, beni çok korkuttuğunu düşünüp benimle birlikte ağlıyordu. Sınavına bu kadar az zaman kalmışken benim yüzümden düştüğü haller de ayrıyeten vicdan azabı duymama neden oluyordu.

Hare, ölmüştü. Bunun için Arel’in başının biraz derde girdiğini de biliyordum çünkü Hare’yi öldüren kurşun onun silahından çıkmıştı. Bana buna mecbur kaldığını, görüş açısının olmadığını ve eğer bir saniye geç kalsaydı toprağın altına girenin o değil de ben olabileceğimi söylediğinde kanım donmuştu. Kulağa her şey çocuk oyuncağı gibi geliyor olabilirdi ama değildi, asla değildi. Ölüme ilk defa bu kadar çok yaklaşmıştım ve bu gerçekten korkunçtu. Öyle ağızdan kolay çıkmasına benzemiyordu hiç yaşaması. Annemle babamı toprağa verdikten sonra ölümden bu kadar korkacağımı da düşünmemiştim mesela ama o silah üzerime doğrultulduğunda aklımdan neler geçtiğini de çok iyi biliyordum.

Kısacası her şey fazlasıyla kötüydü. Yaşadıklarım, saklamaya çalıştıklarım, anılarım, hayal kırıklıklarım, yokluk ve yoksunluk hissi… Her şey üst üste gelmişti ve ben bu gidişle bu evden dışarı adım atamayacaktım. Atmak istemiyordum çünkü. Hastalarım aklıma hep aynı kişiyi getirecekti ve bunu bildiğim için hastaneye dönmek istemiyordum. Arabama binemeyecektim aynı şeyleri yaşarım korkusundan, başka birinin arabasına bindiğimde de bütün kapıların kilitli olmasını isteyecektim; hastaneden eve gelirken amcamdan istediğim gibi.

Her şey bu kadar kötüyken ve gözyaşlarım akmaya yer arıyorken Aral’ın bu tavırları da oldukça canımı sıkıyordu. Madem böyle davranacaktı her gün gelmeseydi yanıma. Sormasaydı hatırımı, bakmasaydı yeşilleri yüzüme. Evet, onu alttan almaya ve bana nasıl davranırsa davransın ondan uzak kalmamaya karar vermiştim; hatta bu konuda Arel’i bile temin etmiştim ama son olanlardan sonra bu kararımı sorgulamaya başlamıştım istemsizce. Boşa mı çabalıyordum? Aral, gerçekten bana karşı karmaşık duygular içerisindeyse ve bunu fark ettikçe kendini daha da geri çekecekse nereye varacaktı bu işin sonu? Anlamıyordum… Bana bir adım atsa ben ona on değil, yüz adım atarak koşacaktım ama yapmıyordu işte. Adım atmayı geçmiştim artık, aynı yerinde saysa bile razıydım ama durmuyordu.

Ellerimin altındaki tuşlara daha sert basmaya başladım. Gözlerim hala kapalıydı, aklım bambaşka yerlerdeydi ama notalar zihnimde kayıtlı olduğundan ezbere çalıyordum. Fikrimin İnce Gülü. Babamın en sevdiği şarkılardan biriydi. Yanına annemi de alır, piyanomun arkasındaki koltuğa oturur ve defalarca kez çalmamı isterdi benden.

Bugünlerde böyle küçük anılarla onlara tutunmaya çalışıyordum işte ben de.

Şarkının bilmem kaçıncı kez sonunu çalmaya başladığımda bir şey hissettim, izlendiğimi. Günlerdir beni yalnız bırakmayan, hatta delirdiğimi düşünmeme neden olan bir histi bu. Beni uzaktan da olsa sürekli izleyen birinin olmasının farkındalığı da korkunçtu ancak o kişinin en savunmasız anımda beni yakalayıp kaçırması korkularımı katlamıştı. Evde, güvende olduğumu bilsem dahi üç gündür en ufak seste korkuyla etrafımı gözetlememin başka bir açıklaması yoktu zira.

Parmaklarım piyanomun tuşları üzerinde kalakaldı. Sanki arkamda biri vardı ve bakışları beni hedef almıştı. Tuana üst katta, odasındaydı ve ders çalışıyordu. Yengem, amcamla birlikte akşam katılacakları iş yemeğine hazırlanmak için kuaföre gitmişti ve eve yemekten sonra döneceklerdi. Yani arkamda kimsenin olmaması gerekiyordu. Ama varmış gibi hissediyordum.

“Sakin ol,” diye fısıldadım, kendime bile zor duyurduğum bir sesle. “Sadece paranoya. Korkacak bir şey yok.”

İçime derin bir nefes çektim ve kendimi sözlerime inandırabilmek için gözlerimi usulca aralayarak başımı geriye çevirdim.

Ah, bu seferki paranoya değildi.

Aral, buradaydı.

Şaşkınlıkla mırıldandım. “Aral?”

Omzunu yasladığı kapıdan ayırarak doğruldu ve birkaç adım atıp içeri girdi. “Bölmek istemediğimden bitirmeni bekliyordum ama fark etmeden ses çıkardım galiba.”

Vücudumu ona doğru çevirdim. Akşam olmamıştı ki daha, niye erken gelmişti?

“Ben,” diye mırıldandım ne diyeceğimi bilemediğimden. “Ses duymadım. Yalnızca arkamda birinin varlığını hisseder gibi oldum.” Bakışlarımı kaçırdım. Deliriyor gibi hissetmek utanmama neden oluyordu ama birilerine söylemeye de ihtiyacım vardı. Anlaşılmaya ihtiyacım vardı. “Son günlerde biraz fazla oluyor. Sadece bu seferki tuttu.”

Bir şey söylemedi ama adım sesleri bana yaklaştığını gösteriyordu. Parmaklarımı tuşlardan ayırmadım. Eğer ayırırsam ve kokusunu soluyabildiğim mesafeden yüzüne bakarsam ona sarılmamak için hiçbir neden bulamazdım çünkü.

Adımları piyanomun yanında son bulduğunda bu konunun canımı sıkmış olduğunu anlamış olacak ki “Bugün erken çıktım Emniyet’ten,” diye mırıldandı. Kendince konuyu değiştirmeye çalışıyordu ama nedense bana açıklama yapıyor gibi gelmişti. Onu hevesle karşılamadığım için neden geldiğini anlatmaya mı çalışıyordu, bilmiyordum ama eğer geldiğinde onu biraz olsun gülen yüzle karşılamıyorsam onun yüzündendi.

“Anladım,” diyerek başımı salladım ve bakışlarımı yeşillerine kaldırdım. “Ama her gün buraya gelmek zorunda değilsin, biliyorsun değil mi? Ben iyi olmaya çalışıyorum, yani aklın kalmasın. Kendini buna mecbur hissetmene gerek yok.”

Kaşları çatıldı. Bunları duymak hoşuna gitmemiş gibiydi. “Bunu mecbur hissettiğim için yapmıyorum.”

“Ama bana öyle gelmiyor,” diye cevap verdim. Akşamları geldiğinde pek yalnız kalmaya fırsatımız olmuyordu. Ya da o, olmasına izin vermeden gidiyordu. Şu an burada olduğuna göre onu içeri alan Tuana’ydı ve kız kardeşimi azıcık tanıyorsam, amcamların evde olmadığını ilk fırsatta Aral’a söylemiş olmalıydı. “Kaçırılmam senin yüzünden olmuş gibi kendini suçluyor, bana da öyle davranıyorsun.”

Günlerdir süregelen sessizliğimin son bulması onu şaşırtmış gibiydi ama ben bu değil miydim zaten? Aklıma geleni lafı dolandırmadan dilime döken, ondan her daim daha cesur olan kişi?

“Ben, üzgünüm,” diyerek başını salladı. Omuzları düşmüştü, pes mi etmişti? “Sanırım günlerdir kendimi suçlamaktan sana karşı tavırlarıma dikkat edememişim. Hiçbir şeyi mecburiyetten yapmıyorum. Evet, hala daha olanları kendi sorumsuzluğuma bağlıyorum ama buraya vicdan yükümü hafifletmek için gelmiyorum. Seni merak ettiğim için geliyorum.” Kısa bir an duraksadı. “Başına gelenler yüzünden tanıştığımızı biliyorum ama aramızdaki hukukun bununla sınırlı kalmadığını, arkadaş olduğumuzu sen söylemiştin bana.”

Bana dertlerini anlatması için arkadaş olmaya çalıştığımı söylemiştim ama şu an istediğim şey bu değildi. Kesinlikle değildi.

Yine de başımı salladım. “Evet, öyle demiştim. Sadece… Bilmiyorum. Son günlerde pek mantıklı düşünemiyorum.”

Aslında düşünüyorum ve benden kaçtığının farkındayım. Sadece bunu ona söyleyemiyordum.

“Senden mantıklı düşünmeni kimse beklemiyor zaten, bunun için kendine yüklenme,” derken bakışları yüzümde geziniyordu. Dudağımın kenarındaki kapanmaya yüz tutmuş yaraya kısa bir bakış atıp tekrar gözlerime taşıdı yeşillerini. O da yüzüme bakan herkes gibi yok sayıyordu fiziki yaralarımı.

Aynaya ilk bakışım hastaneden çıkarken olmuştu ve dudak kenarımda kabuk bağlayan yarayı da yanağımdaki silik parmak izlerini de ilk o zaman görmüştüm. Şimdi o izler yoktu, ayak ve el bileklerimdeki izler de. O günden bana kalan tek şey, tabii fiziksel olarak, dudağımdaki o küçük yaraydı ki o da bir iki güne yokluğa karışacak gibiydi.

Klişeydi belki ama fiziksel acılar, yaşadığım ve öğrendiğim şeyler karşısında hiçbir şeymiş gibi geliyordu. Yine de yaralarımı görünce o anlara geri dönmeyi engelleyemiyordum.

Aramızda kısa süreli bir sessizlik oluştuğunda bakışları hala tuşların üzerinde olan parmaklarıma kaydı. “Benim yüzümden parçayı yarım bıraktın, devam et istersen.”

Önemsizmiş gibi başımı salladım. “Defalarca baştan çaldım zaten, hem sonuna da gelmiştim.”

Başını ağır ağır salladı. “O zaman benim için biraz daha çalabilir misin? Sevdiğim bir parça, biraz daha dinlemek isterim.”

Yeşillerine baktım. Şu an bana bir adım mı atıyordu? Aklından neler geçtiğini öyle çok merak ediyordum ki.

Pes etmem uzun sürmedi, benden sık sık bir şey istemiyordu zira. “Peki, çalayım.” Oturduğum koltukta kenara kayarak ona yer açtım. “Ayakta kalma.”

Kalabilirdi, hiç yoksa da arkadaki koltuklardan birine geçip oturabilirdi ama yanımda olsun istiyordum. O benden kaçmayı marifet bilse de ben ondan uzaklaşamıyordum.

Hiçbir şey söylemeden yanıma oturduğunda ben de önüme döndüm ve hala tuşların üzerinde olan parmaklarımı hareket ettirerek şarkıyı baştan aldım. Bakışlarım tuşlardaydı, ellerim yılların vermiş olduğu tecrübeyle tuşlar arasında hızla geziniyordu.

Parçayı bitirene kadar ikimizden de çıt çıkmadı. Yeşillerinin birkaç kere yüzüme kaydığını fark etmiş ama tepki vermemiştim. O da çok uzun bakmamıştı zaten.

Son kısmı da bitirerek parmaklarımın dansına son verdiğimde derin bir nefes çekti içine. “Normalde müzik aletlerine özel bir ilgim yoktur,” diye mırıldandı, dalgın bakışları piyanomun üzerindeydi. “Yani dinlemeyi severim ama çalmayı hiç düşünmemiştim. Seni çalarken izlerken heves ediyor insan.”

Kaşlarımı kaldırdım şaşkınlıkla. Böyle bir geri dönüş beklemiyordum ama hoşuma gitmediğini söyleyemezdim. Bu yüzdendir ki “Denemek ister misin?” diye sorarken fazla düşünmemiştim.

Kaşları çatıldı. “Ben mi? Yok ya, hem beceremem zaten.”

“Niye beceremeyecekmişsin canım? Hem denemekten zarar gelmez.”

Yeşillerini yüzüme çevirdi. “Öyle mi diyorsun?”

Gülümseyecek gibi oldum. Tek ihtiyacı olan biraz teşvikti ve benim yelkenler suya inmek üzereydi.

“Tabii,” diyerek başımı salladım. “Koy ellerini piyanoya.”

Bana tereddütlü bir ifadeyle bakmaya devam etse de dediğimi yaparak ellerini tuşların üzerine bıraktı. Ona iki dakika içinde piyano çalmayı öğretemezdim elbette ama hiç değilse hissetmesini sağlayabilirdim.

“Rastgele birkaç tuşa basar mısın?”

Dediğimi yaptı. Odanın içini farklı notalar doldurduğunda çıkan seslerden hoşnut olmamış gibi yüzünü buruşturdu, bu sefer dayanamayıp hafifçe güldüm.

Ona yenilmem işte bu kadar kolaydı.

Koltukta ona doğru kayarak ellerimi uzattım ve parmaklarının üzerine bırakıp onu yönlendirmeye çalıştım. İlk temasımda bakışlarının yüzüme döndüğünü fark etmemiş gibi yaparak ellerinin yaydığı sıcaklığı hissetmeye çalıştım. Ufak bir dokunuştu belki ama çoğu şeyden iyi geliyordu ruhuma.

g

Onu yönlendirmemle piyanodan daha ahenkli sesler çıkmıştı ancak elleri fazlasıyla tecrübesiz olduğundan hareket ettirmek zor oluyordu.

“Şöyle yapalım mı?” diyerek elinin tekini kaldırdım ve tuşların üzerine konumlandırdığım elimin üzerine bıraktım. “Diğer elini de benimkinin üzerine koy ve benim elim yokmuş gibi düşün. Piyanoyu çalan ben değil, sensin. Hisset.”

Dediğimi yaparak diğer elini de sol elimin üzerine bıraktığında omuzlarımız birbirine değecek kadar yaklaşmıştım ona. Üzerimde ince askılı bir badi olduğu için lacivert tişörtünden yayılan sıcaklığı hissedebiliyordum.

“Ellerini iyice bastır,” diye mırıldandım. “Parmaklarımı hareket ettirdiğimde elinin düşmemesi gerek.”

Ellerini iyice bastırınca kendi tenimi göremez olmuştum. Ellerimi avuçlarının içerisine almış gibi hissediyordum.

“Tamam, şimdi başlıyoruz.”

Şarkıyı bilmem kaçıncı kez baştan alarak çalmaya başladığımda bakışlarımı ellerimizden ayırmadım. Parmaklarımız aynı anda inip kalkıyordu, tenlerimizin uyumlu olduğunu düşündüm.

Hiç konuşmadan parçayı çalmaya devam ederken Aral dudaklarını kıpırdattı ve çok sesli olmasa da benim de duyabileceğim şekilde şarkıyı söylemeye başladı.

Ateşli dudakların

Gamzeli yanakların

O gün ki gördüm seni

Yaktın ah yaktın beni

İyi ki notaları ezbere biliyordum, aksi takdirde sesini duyar duymaz bakışlarımı şaşkınca ona çevirdiğim için çalmaya devam edemezdim.

Yeşilleri bana döndü.

Ellerin ellerimde

Gözlerin gözlerimde

O gün ki gördüm seni

Yaktın ah yaktın beni

Kalbimin hala atabiliyor olması gerçekten bir mucizeydi. Zira gözlerime böylesine yakından bakarken, dudaklarından dökülen nameleri bir bakıma yaşıyormuş gibi hissederken ölmemek hiç kolay değildi.

Parça bittiğinde ve piyanonun üzerindeki ellerimiz duraksadığında hala birbirimize bakıyorduk. Ne ellerini çekiyordu ellerimden, ne de gözlerini ayırıyordu yüzümden.

Odanın içinde gürültülü bir alkış sesi yankılanıp bizi irkiltmese daha ne kadar aynı pozisyonda kalırdık, gerçekten bilmiyordum.

“Harikaydınız, ha-ri-ka!”

Tuana’nın cıvıldayan sesiyle ikimiz de odanın girişine döndüğümüzde, ellerini çenesine yaslayarak mest olmuş şekilde bizi izleyen kız kardeşimi gördük. Başka zaman olsa ona kızabilirdim lakin Aral burada olmasaydı onunla aynı tepkileri vereceğimi bilmek beni yumuşatmıştı.

Aral, hafif utanmış bir edayla ellerini çekip koltukta diğer tarafa kayarak benden biraz uzaklaştı. Bunu kötüye yormadım, hatta üzerinde bile durmadım zira kalbim hala biraz önce hissettiğim duygularla kaplıydı.

Bu hali, benden kaçmaya son verdiği anlamına mı geliyordu?

Odadaki garip sessizliği bozmak niyetiyle “Sen ne zaman geldin?” diye sordum, Tuana’ya. Parıldayan bakışları bana döndü.

“Eniştem şarkıya başladığında,” diyerek kocaman gülümsedi. “Ders çalışırken kafamı kaldırıp dışarı bakınca eniştemin bahçe kapısından girdiğini görünce koşarak aşağı indim ve zili çalmasına müsaade etmeden açtım kapıyı.” Tuana’nın odası ön bahçeye baktığından ve çalışma masası da pencerenin hemen yanında olduğundan anlattıkları olasıydı. “Sonra onu yanına gönderdim ve bir süredir baş başa vakit geçiremediğinizi bildiğimden size küçük bir sürpriz yaptım.”

Kaşlarım çatıldı. “Sürpriz mi?”

Heyecanla el çırptı. “Evet, sizin için harika bir film buldum ve aşağıdaki televizyonu ayarladım. Sonra da mısır patlattım. Yani tek yapmanız gereken şey aşağı inmek.”

Kız kardeşimin bu emrivakisi karşısında ne diyeceğimi bilemediğimden birkaç saniye öylece durdum. Sonrasındaysa yanımdaki adamdan günler sonra böyle bir reaksiyon alabilmişken üzerine gitmemenin en doğru karar olduğunu düşünüp “Aral’ın işi vardır belki, sormadan yapmasaydın keşke,” diye mırıldandım.

“Onu içeri alırken sordum, buradan eve gidecekmiş zaten.”

Tuana hızla açıklama yaptığında tereddütlü bir ifadeyle Aral’a döndüm. Gitmek istiyorsa kendisi bir bahane bulmalıydı, zira bende bir şey kalmamıştı.

Aral, onu sıkmak istemediğimi anlamış olacaktı ki “Sorun yok,” diye mırıldandı nazik bir tonda. “Vaktim var, izleyebiliriz.”

“Harika!”

Tuana, benim yerime cevap vererek hızlı adımlarla yanımıza geldi ve bir eliyle beni diğer eliyle de Aral’ı tutup bizi ayağa kaldırdı. 18 yaşında bir kız çocuğunun elinde oyuncak olmak da tuhaftı doğrusu.

“Hadi, aşağı iniyoruz.”

Bizi peşinden sürükleyerek oda kapısına vardığında üçümüzün aynı anda kapıdan geçemeyeceğini fark etmiş olacaktı ki tatlı bir sırıtışla bize döndü. “Sanırım el ele tutuşmadan da yolu bulabiliriz.”

Ben kendimi tutamayıp söylediklerine küçük bir kahkahayla karşılık verirken Aral’ın da dudakları kıvrılmıştı. Tuana, Aral’ı güldüren nadir kişilerden biriydi.

Tek sıra halinde odadan çıkıp holün diğer tarafındaki oturma odasına girdiğimizde gerçekten de her şeyin hazır olduğunu fark ettim. Televizyonda başlatılmayı bekleyen bir film, üçlü koltuğun önündeki sehpada patlamış mısır, büyükçe bir çerez tabağı ve içecek bir şeyler vardı.

Kız kardeşim diye demiyordum ama tam bir çöpçatandı.

“Hadi, siz oturun. Ben de ışıkları kapatıp kütüphane kılıklı odama geri döneyim.”

Talimatına uyarak üçlü koltuğa aramıza biraz mesafe bırakarak yerleştik. Tuana, televizyonun kumandasını elime tutuştururken “Ben aşağı inmeyeceğim, rahat rahat izleyin filminizi tamam mı?” diye fısıldadı kulağıma doğru. Rahattan kastının ne olduğunu çok iyi bildiğimden kaşlarımı çatıp “Tuana,” dedim ama beni umursamadan yanağımdan makas alarak geri çekildi. “Filmi size özel seçtim, bakalım beğenecek misiniz? Hadi ben kaçtım, size iyi seyirler!”

Sekerek odanın kapısına vardıktan sonra bize havadan öpücük attı ve önce ışıkları sonra da kapıyı kapatıp bizi yalnız bıraktı.

İçime derin bir nefes çekerek bakışlarımı Aral’ın televizyon ışığı yansıya yüzüne çevirdim. Bana bakıyordu.

“Şey, eğer istemezsen, yani işin falan varsa gidebilirsin. Tuana fark ederse Emniyet’ten aradıkları için gittiğini söyleyebilirim.”

Kaşları çatıldı, söylediklerim hoşuna gitmemişti belli ki.

“Yo, sorun yok. Tabii filmi tek başına izlemek istiyorsan gidebilirim. Ya da beni evden kovmak istiyorsan falan?”

“Kovmak istiyorsam mı?” diye sordum hayretle. “Seni kovmaya çalıştığım falan yok.”

“Öyle mi?” diye sordu, şaşırmış gibi yaparak. “Geldiğimden beri gitmemle ilgili bir şeyler söylediğinden öyle sanmışım, affedersin.”

Ağzım hayretle açıldı. Şaka mı yapıyordu? “Ben sadece üç gündür eve gelmenle gitmen bir olduğu için öyle söyledim. Kendini zorunda hissetme diye. Aynı şekilde şimdi de kendini burada benimle film izlemek zorunda hissetmeni istemiyorum ama kalmak istiyorsan tabii ki kalabilirsin.”

“Buraya kendimi zorunda hissederek gelmediğimi piyano odasındayken de söylemiştim. Evet, geldiğimde çok kalmadım. Çünkü hem amcanın benden rahatsız olduğunun farkındaydım hem de yalnız kalmaya ihtiyacın vardır diye düşünmüştüm.”

“Amcamın senden rahatsız olduğu falan yok,” dedim. “Sadece ondan sakladıklarımız yüzünden hepimize kızgın.”

Ayrıca yalnız kalmaya değil, senin yanında olmaya ihtiyacım var, Başkomiserim.

“Her neyse işte, sonuçta beni burada gördüğünde mutlu olmuyordu. Ve doğrusunu söylemek gerekirse seni üzgün ve yıkılmış görmek kendimi suçlu hissettiriyordu. Bu yüzden yanında fazla kalmamam gerektiğini düşünüyordum.”

“Üzgün olmamın seninle ne alakası var, Aral?” diye sordum. Bu adam beni hayret dehlizlerinde sürüklemeyi ne zaman bırakacaktı? “Sadece öğrendiklerim öyle kolay hazmedilebilecek şeyler değildi ve dolayısıyla da yüzümde gülücükler açmıyordu.” Duraksadım. “Ayrıca madem böyle düşünüyordun, bugün fikrini değiştiren şey ne oldu? Dünle bugünün ne farkı var?”

Bakışlarını benden kaçırıp televizyona dikti. “Arel, beni yanlış anlayabileceğini söyledi ki gördüğüm kadarıyla haklıymış. Beni çok yanlış anlamışsın.”

Tabii ya, Arel…

Arel, olmasaydı birbirimizi asla anlayamayacaktık belli ki.

Konuyu uzatmak istemediğimden cevap vermedim. Zaten verebileceğim bir yanıt da yoktu. Ne diyecektim ki? Bir öyle bir böyle olduğun için sana adım atamıyorum, mu? Sana karşı cesur davranmaya çalıştıkça kafamı karıştırıyorsun, mu? Ya da… Baksana başkomiser, ben aslında sana aşığım ve bu yüzden beni tereddütte bırakacak hareketler yapmayı kessen iyi olur, mu?

Hiçbir şey diyemezdim. Bu yüzden sessizce iç çektim ve kumandayı elime alıp hiçbir şey söylemeden filmi başlattım. Yine tepemin tasını attırmıştı ve biraz önce hissettiğim o yoğun duyguların hepsi tuzla buz olmuştu.

Filmin jeneriği dönmeye başladığında televizyonun sesini biraz daha açtım ve ardından sehpaya uzanıp patlamış mısır tabağıyla kendi içecek bardağımı alarak koltukta geriye yaslandım. Sinirimi patlamış mısırlardan çıkarmak şu an için en iyi fikir gibi duruyordu.

Film, bir kovalama sahnesiyle başlıyordu. Bir adam, elinde kadın çantası tutan genç bir çocuğu kovalıyordu. Fark ettiğim detay kaşlarımı çatmama neden oldu. Tuana giderken öyle afili laflar ettiğine göre genç çocuğu kovalayan adam yüksek olasılıkla polis ya da onun gibi bir şeydi.

Ki adam cebinden çıkarttığı kimliği yakaladığı genç çocuğun gözüne sokarcasına uzattığında teorimin doğru olduğunu öğrenmem pek de uzun sürmemişti.

Filmin ilerleyen dakikalarında Aral öne doğru uzanıp sehpadaki içeceğini aldı ve koltukta hafifçe bana doğru yaklaşarak elini kucağımdaki mısır tabağına uzattı. Aslında tabağı ortamıza bırakarak ona yardımcı olabilirdim lakin hem ona olan sinirim geçmemişti hem de böylesi daha çok işime geliyordu doğrusu. Çünkü bu şekilde bana dokunmak zorunda kalıyordu.

Filmin devamında kapkaççı çocuğun ablası Emniyet’e giderek kardeşini yakalayan polisle tanışıyordu. Kadın, mal varlıklarına rağmen kardeşinin böyle bir şey yapmasına inanamıyordu ve türlü olaylar arasında kardeşinin psikolojik sorunları olduğunu öğreniyordu. Tabii bu sırada doktor olduğunu öğrendiğimiz kadınla da polis arasında duygusal bir şeyler oluyordu.

Tuana, kendi doğduğu sene çekilen bu filmi nereden bulmuştu çok merak ediyordum doğrusu.

Filmin sonuna yaklaşırken uyku bastırmıştı. Zaten son günlerde üzerimde olan ruhsal yorgunluk yüzünden fiziken bir iş yapmıyor olsam da çok çabuk uykum geliyordu. Şimdi de hem odanın karanlık olması hem Aral’ın ciğerlerime kadar inen o rahatlatıcı kokusu direnmeme engel oluyordu.

Doktor kadın, yemek arasında elindeki kahveyle bahçeye çıktığı sıra bir ambulansın sirenlerini acı acı öttürerek hastane kapısının önünde durduğunu görünce kenara çekilerek ambulanstaki hastayı indirmelerini bekledi. Filmin dram kasılan sahnelerinden biriydi, çünkü sedyede yatan kişi gittiği bir operasyonda yaralanan polisti. Adamın kanlar içindeki yüzünü görünce elindeki kahveyi kenara fırlatıp adamın yanına koştu.

Gerisini izleyememiştim, çünkü daha fazla açık tutamadığım gözlerim yavaşça kapanıvermişti. Oysa filmin sonunda polisle kadına ne olacağını merak ediyordum. Uyandığımda Aral’a sorardım artık.

Aradan ne kadar zaman geçmişti, bilmiyordum. Yalnızca uzun bir boşluğun ardından birinin bana seslendiğini, ardından da beni kucağına alarak taşıdığını hissetmiştim. Gözlerimi açamayacak kadar yorgundum, bilincim de pek yerine gelecek gibi durmuyordu. Yine de başımın sert bir yere yaslı olduğunu ve kulağımın hemen altından gelen kısa süreli sesleri fark edebiliyordum. Bu bir kalp atışına benziyordu.

Bana çok uzun gelen bir süre boyunca havadaydım, ardından bir takım sesler işittim ama kimin ne söylediğini asla anlamadım. Dakikalar sonraysa sırtım soğuk çarşaflara temas etti. Evet, artık yatağımdaydım.

Başımı ileri atarak yastığıma iyice gömüldüğümde belli belirsiz bir dokunuşun yanağımdaki saçları çektiğini hissettim. Ardından biraz önce saç tellerimin bulunduğu noktaya önce tanıdık bir nefes dokundu, sonraysa sıcak bir baskı duydum.

Biri beni öpmüştü, şakağımdan.

“Keşke seninle ne yapacağımı bilebilsem, Doktor… Tatlı rüyalar.”

 

 

 

Loading...
0%