@bayanclara
|
Nefes al, nefes ver. Nefes al, nefes ver. Nefes al, nefes ver. Uykuya geçmeye hazırlanır gibi ağır ağır nefes egzersizi yaparken homurdanmamak için zor duruyordum. Ben mi beceremiyordum yoksa bu yoga denen şey saçmalığın daniskası mıydı, emin olamıyordum doğrusu. Şu an tek bildiğim şey, bir saate yakın bahçede bağdaş kurmuş vaziyette oturduğum ve aklımı meşgul eden derin düşüncelerden biraz olsun sıyrılmaya çalıştığımdı. Tabii elime geçen tek şey aynı pozisyonda durmaktan ağrıyan bacaklarımdan başka bir şey değildi. “Kendine yeni icatlar bulmuşsun bakıyorum.” Kendimle içsel bir kavga içerisindeyken hemen sol yanımdan gelen sesle adeta yerimden fırlamış ve gözlerimi korkuyla irice açmıştım. Hızla atan kalbimin üzerine koyduğum elimle yan tarafıma dönüp bu kadar korkmamı beklemediğinden olsa gerek saf bir şaşkınlıkla yüzüme bakan Aral’la göz göze geldim. “S-sen de nereden çıktın ya?” Dünden sonra, hele ki sabahtan beri beni yatağıma bıraktığı sıra şakağımdan öperek söylediği sözlerin gerçek mi yoksa hayal ürünüm mü olduğunu düşünerek kafayı yedikten sonra, ona söylediğim ilk şey bu olmamalıydı belki ama felaket korkmuştum ve ağzımdan çıkanlara mukayyit olamamıştım. Tabii bu zihinsel karmaşanın içinde yüzüme odaklı yeşillerinin bugün bir ayrı parlak göründüğünü düşünmem de gerçekten ama gerçekten büyük bir başarıydı. Şaşkınlığı yerini hafif bir alaya bırakırken işaret parmağını kaldırıp mutfak kapısını işaret etti. “Oradan.” Böyle bir cevap beklemediğimden kendimi tutamayıp güldüm ve başımı iki yana salladım. Tuhaf bir başlangıç olmuştu lakin yanımda olması tüm hücrelerime ışık hızıyla mutluluk hormonu salgılanmasını sağlamıştı. Dün olanlardan sonra bugün de gelip gelmeyeceğini düşünmüş ve kendimi fazla ümitlendirmemeye gayret göstermiştim ama işte buradaydı. Ziyaretlerine tam gaz devam ediyordu. Ellerini belinin iki kenarına koyup geriye yaslanarak “Yengen meditasyon yaptığını söyleyince sessizce her ne yapıyorsan bitirmeni bekleyecektim ama kaşlarını çatmış söylenircesine dudaklarını oynattığını görünce araya girme ihtiyacı hissettim,” diye mırıldandı. Sözleri hala alaylıydı ve bu da keyfinin yerinde olduğunu gösteriyordu. Ya da bana öyle gelmişti, bilmiyordum. Şu an tek emin olabildiğim dün eve geldiği ruh haliyle şu anki halinin arasında büyük bir fark olduğuydu. “Ah, öyle mi?” diye sordum, saf bir şaşkınlıkla gülerken. “Yogayla aramızdakilerin bir iç savaş olduğunu düşünüyordum, dışa yansıttığımın farkında değildim.” Kaşları havalandı ve “Pek bir bilgim olduğundan değil ama sanki rahatlamak için yapılıyordu bu şey,” diyerek işaret parmağıyla havada bir daire çizerken beni işaret ediyordu. “Kendinle savaşacaksın madem, niye bununla uğraşıyorsun?” “Eh, amacım yogayla savaşmak değildi zaten ve gördüğün üzere bu işi pek beceremedim.” Dudaklarım büküldü. “Youtube’daki videoları izleyince kolayca adapte olabileceğimi sanmıştım oysaki.” Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Gerçekten keyifli ve bana karşı açık olduğu saat dilimindeydik. “Bir de video mu izledin?” Masumca omuz silkip “Sadece yardım almak istemiştim,” diyerek bacaklarımı çözdüm ve ileri doğru uzattım. Çıplak ayaklarım sayesinde çoktan soyulmaya başlamış kırmızı ojelerim meydana çıkmıştı ama umursamadım. “Boşa zaman harcamışım tabii.” Birkaç saniyelik duraksamanın ardından “Neden yapmaya çalışıyorsun bunu?” diye sordu. Ciddiyetini geri kazanmıştı, bundan vereceğim cevabı zaten bildiği sonucunu çıkartmıştım. Bakışlarımı ondan kaçırarak iç çektim. “Günlerdir kafamı dağıtmaya çalışıyorum ama bir türlü başaramıyorum. Düşünmemek için farklı farklı şeyler denedim ama hiçbiri işe yaramıyor. Film izleyemiyorum, kitap okuyamıyorum. Piyano çalmak dışında hiçbir şeye odaklanamıyorum ki sabahtan akşama kadar piyano da çalamam sonuçta. Son çare bu geldi aklıma ama görüyorsun işte.” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünüyorum sanki. Her şeyi tekrar tekrar oynatıyorum kafamda.” “Kaçmaya çalıştıkça daha beter çekilirsin, bilirim.” Bakışlarım ona döndü, hala bana bakıyordu ama kaşları da çatılmıştı. Aklına kendi anıları gelmiş olmalıydı. “Evet,” diyerek başımı salladım, sesim istemsizce kısılmıştı. “Aynen öyle oluyor.” Sözlerimin ardından bir süre ikimiz de konuşmadık. Onun aklına ne takılmıştı bilmiyordum ama benimkinde o vardı. Dün de yanıma gelmişti, değişik bir gün geçirmiştik. Onu laf arasında kovmuş kadar olmuştum hatta ama gitmemişti. Onun yerine benimle oturup film izlemişti. Uyuduğum için filmin sonunda ne olduğunu bilmiyordum ve niyetim ona sorarak öğrenmekti aslında ama ona sormayı daha çok istediğim bir şey vardı. Dün gece beni yatağa yatırdıktan sonra gerçekten öpmüş müydü? Yoksa rüya mı görmüştüm? Eğer öptüyse benimle ne yapacağını sorarken neyi kastetmişti ve daha da önemlisi, beni niye öpmüştü? Bunları ona sormak için çıldırıyordum ama soramazdım, biliyordum. Eğer rüyaysa böyle bir şeyi görmüş olduğumu bilmesi yüzüne bakamayacak kadar utanmama neden olurdu. Eğer değilse ve bana acıdığı için teselli etmeye çalıştığını söylerse de kelimenin tam anlamıyla yıkılırdım. Bu yüzden sormaya cesaretim yoktu, alacağım cevaptan korkuyordum çünkü. Bakışlarım bir süre bahçede dolandıktan sonra tekrar ona kaydığında gövdesinin arkasında durduğu için o ana kadar dikkatimi çekmeyen bir şey gördüm. Bir kutuydu bu ve üzerindeki resme bakılırsa içinde küre vardı. Dolunaylı küre. Kendimi tutamadım ve ayıp olup olmamasını umursamadan “O da ne?” diye soruverdim. İlerideki bahçe salıncağına odaklı yeşilleri önce bana, ardından da çenemle işaret ettiğim kutuya döndü. Ağzından küçük bir “Ah,” nidası çıkarken yerinde doğruldu ve kutuyu alıp yavaşça bana uzattı. “Laf arasında unutmuşum, bunu sana aldım.” Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım ve “Bana mı?” diye sordum, emin olmak istercesine. Bana hediye mi almıştı gerçekten? Yüzümdeki şaşkınlıktan korkmuş olacak ki “Öyle büyük bir şey değil,” diye açıklamaya koyuldu. “Buraya gelirken benzin almak için istasyonun birinde durdum, sonra da su almak için benzin istasyonunun marketine girdim. Kasanın yanında hediyelik eşyalar reyonu vardı ve kasiyerin önümdeki müşteriyle ilgilenmesini beklerken gözüm buna takıldı. Bana seni hatırlattı.” İşaret parmağıyla kutunun üzerindeki ayı işaret etti ve ardından kutuyu kucağıma bıraktı. “Dün piyano odasındaki vitrin çekmişti dikkatimi. Çok detaylı bakamamıştım ama buna benzeyen bir süre küre olduğunu görmüştüm. Sanırım koleksiyon gibi bir şey yapıyorsun. Bunu da görünce… Ne bileyim… Almak istedim işte.” Gözlerim dolmuştu. Çünkü kucağımda duran şey, Aral’ın bana aldığı ilk hediyeydi. Aklında böyle bir şey yokken ona beni hatırlattığı için kendi isteğiyle aldığı bir şeydi ve çok değerliydi. Çok, çok değerliydi. Konuşursam ağlamaktan korktuğum için bir şey demeden başımı eğdim ve gözlerinin hareketlerimi takip ettiğinin bilinciyle usulca açtım kutuyu. Kürenin içinde büyük, bembeyaz bir ay vardı ve etrafındaki eksende uzun saçlı bir kız ya da kadın figürü duruyordu. Çok güzeldi. Ah, hayır, harikaydı. Konuşmak, teşekkür etmek, minnettarlığımı dile getirmek istiyordum ama ağzımdan çıkanların kelime yerine hıçkırık olmasından korktuğum için dudaklarımı birbirine bastırmaktan başka bir şey yapamıyordum. Benim konuşamayacağımı anlamış olacaktı ki aramızdaki sessizliği bölen o oldu. “Aydan ya da dolunaydan nefret ettiğini söylemiştin ama bence etmiyorsun. Yani en azından ben öyle düşünüyorum işte. Hala seviyorsun, çok seviyorsun ve bu da sana acı veriyor. Bu yüzden onu görmek istemiyorsun ya da çocukluğunda olduğu için gözlerini dikip hayranlıkla onu izlemiyorsun.” Kısa bir an duraksadıktan sonra devam etti konuşmaya. “Bazen sevdiğimiz şeyler de canımızı acıtır ve bu acıyı kabulleniriz. Çünkü sevgimiz acıyı katlanır hale getirir. Biz katlanamadığımızı düşünürüz ama bu büyük bir yanılgıdır, nefes alıyor olmamız buna katlandığımız anlamına gelir çünkü.” Olaylara bakış açısı farklıydı ve konuşurken kullandığı ses tonu söylediklerinde haklı olduğunu düşünmeme neden oluyordu. Aslında bunu düşünmeme gerek yoktu, haklı olduğunu biliyordum çünkü her ne kadar tersini iddia etsem de -ki kendime bile- dolunaya olan sevgimin, hatta aşkımın yok olamayacağını biliyordum. Bu bana annemin mirasıydı ve benden bir parça olmuştu. Onları kaybettiğimden beri dolunaydan kaçıyor, onu görmemeye çalışıyor olabilirdim ama güzelliğini inkâr edemezdim ki en çok da bu yüzden nefret etmeye çalışmıştım ondan. Annemin olmadığı bir dünyada böylesine güzel parlamaması gerekiyordu ama parlıyordu; sakladığı onca sıra rağmen. “Haklıymışım, değil mi?” diye sordum, bakışlarımı ayın eksenindeki figürden bir an olsun ayırmazken. Aklımdaki düşünceleri dile dökmeye gerek duymamıştım, çünkü Aral bir şekilde bulunduğum durumu tahmin ettiğini dile getirmişti zaten. “Dolunay gerçekten büyük bir sırra şahitlik ediyormuş. Bize göstermediği o karanlık yanında saçma, saçma olduğu kadar da can yakıcı bir sır varmış.” Cevap vermek için kısa bir süre bekledikten sonra kısık bir ses tonuyla “Evet,” dedi. “Haklıymışsın.” Parmaklarım cam kürenin üzerinde gezinirken “Çok zor,” diye fısıldadım. Sesimi kendim bile zor duyuyordum. “Söylesene Başkomiserim, dayanmaya çalışmak niye bu kadar zor?” Bir şey söylemedi. Belki de söyleyecek bir şey bulamamıştı. Aramızdaki sessizlik dağılsın diye konuyu değiştirmek için konuşmaya güç depolamaya çalışırken Aral tek eliyle yerden destek alarak yavaşça ayaklandı. Birdenbire ayaklanması gideceğini düşünmeme neden olurken başımı hızla çevirip ona baktım. Konuştuğumuz şeylerden mi sıkılmıştı? Ya da bana ayırdığı vakit bu kadar mıydı? Her zamanki enerjimle onunla sohbet edemediğimi biliyordum ama gitsin de istemiyordum. Yanımda kalmasına ihtiyacım vardı. Hem daha ne kadar olmuştu ki geleli? Ben engel olamayarak çattığım kaşlarımla birlikte bana veda etmesini beklerken sandığım olmadı, gitmedi. Onun yerine sağ elini bana uzatarak “Hadi gel,” diye mırıldandı sıcacık bir sesle. “Seninle bir yere gidelim.” Bir uzattığı ele bir de yüzüne şaşkınlıkla bakarken “Ne?” diye mırıldandım ve sonra yüksek çıkan sesim yüzünden heyecanımı fazla belli ettiğimi fark ederek hızla ekledim. “Nereye?” “Sana, geldiğimde yapmaya çalıştığın şeyden çok daha iyi geleceğini düşündüğüm bir şey yapmaya,” diye ucu açık bir cevap verdi. Söyledikleri aklımı karıştırmıştı ve bir şey de anladığım söylenemezdi lakin şimdiden kalbimin bir kuş misali ona doğru uçtuğunu hissedebiliyordum. Benden onunla gelmemi istiyordu, bunu nasıl reddedebilirdim ki? Elimdeki küreyi nazikçe kutusuna yerleştirdikten sonra kutuyu tek elimle kucağımda sabitledim ve diğer elimi uzatıp Aral’ın sıcak avucunun içine bırakarak beni kaldırmasına izin verdim. Dengemi sağladığımda elimi bırakmış olsa da beni kendi isteğiyle bir yere götürecek olmasının verdiği heyecan ve merak bunu fazla önemsemememi sağlamıştı. Peş peşe ilerleyerek mutfağa girdiğimizde ocak başında yemek karıştıran yengemle karşılaştık. Bakışları önündeki tencereden bize, daha doğrusu bana çevrildiğinde yüzümde nasıl bir ifade varsa artık içtenlikle gülümsedi. “Bir yere mi gidiyorsunuz?” Elimde sıkıca tuttuğum kutuyla birlikte bakışlarımı merakımı dindirecek bir cevap alabilmek üzere Aral’a diksem de Aral’ın ağzından çıkan şey “Tamay’ı hoşuna gideceğini düşündüğüm bir yere götüreceğim,” olmuştu. Merakım dinmemiş, daha da artmıştı lakin sözleriyle içimin bir hoş olduğunu da saklayamayacaktım. “Ah, öyle mi? Ne şahane,” diyerek yüzündeki gülümsemeyi iyice genişletti yengem. Beni defalarca kez türlü bahanelerle dışarı çıkarmak istemesine rağmen evden çıkmamıştım, daha doğrusu kendimde bunu yapacak gücü ve isteği bulamamıştım ancak Aral’ın tek bir sözüyle hiçbir şeyi sorgulamadan peşine düşüvermiştim. Yengemin yüzündeki gülümsemenin samimi olduğunu bilmesem onun günlerdir başaramadığı şeyi Aral’ın dakikalar içinde yapmış olmasına üzüleceğini düşünebilirdim ama hayır, kesinlikle üzgün değildi. Hatta mutluydu ve muhtemelen Aral’ın bana çok iyi geldiğini düşünüyordu ki bu konuda kesinlikle yanılmıyordu. Aral “Çok geç kalmamaya çalışırız ama kalırsak da merak etmeyin lütfen,” diyerek kibarca yengeme haber verirken gözlerimi kısarak geç kalabileceğimiz nereye gidebiliriz, diye düşünmeye başlamıştım bile. “Hiç sorun değil, keyfinize bakın lütfen,” diyerek bakışlarını yaptığı yemeklere çevirdi yengem. “Yemeğe yetişemezseniz de sorun etmeyin asla, sizin için bir şeyler ayırırım mutlaka. Bugün olmasa bile sonra yersiniz.” “Çok naziksiniz, teşekkürler.” Aral, ultra nazikliğiyle yengemin gönlünü hoş ederken düşünceli bir tavırla ilerledim ve parmak uçlarımda yükselerek elimdeki kutuyu buzdolabının üzerine bıraktım. Ben gelene kadar burada güvende olurdu. Yengem hediyeme kısa bir bakış attıktan sonra oyalanmadan tekrar Aral’a döndü ve “Ne demek, lafı bile olmaz,” diye cevap verdi. Şu an pek umursamamış gibi görünse de biz evden ayrılır ayrılmaz hediyeye küçük de olsa bir göz atacağını biliyordum; çünkü anneler, kızlarının gerçekten sevildiğini gösteren şeyleri incelemeye bayılırlardı. Kısa bir vedalaşmanın ardından yengemi mutfakta bırakarak hole geçtiğimizde Aral’ın peşinden ilerlerken gözüm üzerime takıldı ve istemsizce duraksadım. Evden çıkmak gibi bir niyetim olmadığı için sabah aldığım duşun ardından basit ince bir siyah taytla gri renk, düz bir tişört giymiştim. Saçlarımsa dağınık bir ev topuzu halindeydi, yani gösterişli bir yere gideceksek kıyafetlerim pek uygun değildi. Aral, duraksadığımı fark ederek bana doğru döndüğünde sorunun ne olduğunu sormasına kalmadan “Üzerimi değiştirmeli miyim?” diye sordum. “Yani kalabalık bir yerlere gideceksek böyle gelmeyeyim.” Yeşilleri kısaca üzerimde gezindikten sonra “Hiç gerek yok,” diye mırıldandı. “Gideceğimiz yer için fazlasıyla uygunsun çünkü.” “Gideceğimiz yere fazla mı uygunum?” diye sordum, bariz bir şaşkınlıkla. “Bu kılıkta nereye uyabilirim ki?” Son sorum dudaklarının kıvrılmasına neden olurken “Nereye gideceğimizi söylemeyeceğim, Tamay,” dedi. “O yüzden daha fazla oyalanmadan yola çıkalım.” Yanaklarımı şişirerek ofladığımda kafasını iki yana salladı ve muhtemelen daha fazla gülmemek için arkasını dönüp kapıyı açarak ayakkabılarını giymeye başladı. Siyah sporlarına kısa bir bakış attıktan sonra büzülmüş dudaklarımla ilerleyip ayakkabılıktan beyaz spor ayakkabılarımı alarak Aral’ın peşine düştüm. Dakikalar sonra evden ayrılmış ve Aral’ın bahçe kapısının önüne park ettiği siyah cipine binerek yola koyulmuştuk. Aral oldukça ketum bir tavırdaydı ve muhtemelen ona gereksiz bir ısrara girmemem için bakışlarını yoldan ayırmıyordu. Bu yüzden günler sonra içimde heyecana dair küçük sayılamayacak bir kıpırtı hissederken ağzımı açmamak için güç sarf etmeye çalıştım. Ama tabii ki başaramadım. “Yürüyüşe falan gitmiyoruz, değil mi?” Yanakları gerilse de gülmemeyi başardı; uslu durmamam onu eğlendiriyor gibiydi ve itiraf etmeliydim ki, bu çok hoşuma gidiyordu… “Yürüyüşe çıkmış olsak muhtemelen arabaya binmemize gerek kalmazdı,” diye mırıldandı. “Ve yürüyüş kafanı dağıtmana yardımcı olmaz, muhtemelen daha çok düşünmekten kafayı yerdin.” “Ben de bunu söylemek için sormuştum zaten,” diyerek huysuz bir tavırla kollarımı göğsümde kavuşturduğumda, küçük bir kız çocuğu gibi göründüğüme emindim, bana kısa bir bakış atıp başını sallayarak tekrar önüne döndü. Aslında susabilirdim, meraktan kıvransam da soru sormamayı başarıp beni götüreceği yere kadar çıt çıkarmadan bekleyebilirdim ama bunu yapmak istemiyordum. Onunla konuşmak, onunla gülmek, mümkünse de biraz eğlenmek istiyordum. Bu yüzden de “Bari küçücük bir ipucu ver,” dedim. “Çok küçük, minnacık…” Daha fazla dayanamamış olacak ki “Tamay,” diyerek güldü. Gülüşü duyduğum en güzel şeylerden biri olabilirdi. “Bu kadar meraklı biri olduğunu bilmiyordum.” “Aslında çok da meraklı biri değilimdir,” diyerek kendimi savunmaya geçtim hemen ama sesim hiç de bozulmuş gibi değildi. Hatta tam tersi, günlerdir ilk defa bu kadar canlı çıkıyordu. “Ama senin beni bir yere götürmek istemen daha önce olmayan bir şey olduğu için merak ediyorum ister istemez.” Hafifçe iç çektikten sonra “Sen de haklısın,” diyerek başını hafifçe salladı. “O zaman ipucu yerine sana farklı bir bilgi vereyim. Kafam attığında ya da sinirlerimi yatıştırmaya ihtiyacım olduğunda şimdi gittiğimiz yere giderim çoğunlukla.” Gözlerim irileşti. “Sahi mi?” “Evet ama öyle süslü bir şey değil, bu kadar heyecanlanmana gerek yok.” Heyecanlanmamın sebebi beni götürdüğü yer değildi hâlbuki, kendiyle ilgili bir şeyi benim hiçbir talebim olmadan benimle paylaşmaya karar vermesiydi ama bunu ona söyleyemezdim. En azından şimdi değil. Bu yüzden lafı çevirdim. “Yani kafan dolu olduğunda kendini sakinleştirmek için şu an gittiğimiz yere mi gidersin hep?” Dudağını bükerek “Hep değil,” diye cevap verdi. “Kafamın atma seviyesine bağlı aslında. Eğer gerçekten çok fazla sinirlenmişsem başka bir yere gidiyorum.” “Ya,” derken, merakım sesimden bile belli oluyordu. Onunla ilgili bilgilere ne kadar aç olduğumu bir kez daha fark etmiştim. “O zaman nereye gidiyorsun peki?” Yeşilleri bir kez daha yoldan ayrılarak bana kaydığında bu sefer biraz daha uzun baktı bana. Düşünceli bir şekilde çatılan kaşlarını görünce “Bunu da söyle ama artık,” diye isyan ettim. “Oraya gitmiyoruz sonuçta.” “Ondan değil,” diyerek usulca yutkunduğunda kaşlarını çatma sırası bana gelmişti. “Bu kadar şüpheye düşecek nereye gidiyor olabilirsin ki?” diye sordum düşünceli bir şekilde. “Şüpheye düştüğümden değil de,” diyerek birkaç saniye duraksadıktan sonra pes etmiş gibi kısık bir sesle devam etti. “Atış poligonuna gidiyorum… Yani çok sinirlendiğim zaman içimdeki enerjiyi bir tek öyle atabiliyorum gibi geliyor.” Sustum, çünkü bu cevabı vermesindeki tereddüdün nedenini anlamıştım. O günden beri silahla ilgili hiçbir şey duymak ya da görmek istemiyordum çünkü. Benim için travma haline gelmişti. “Bu yüzden söylemeyi tercih etmemiştim,” dedi dakikalar sonra. Durulan halimi kastediyordu. “Seni üzmek istemezdim.” “Üzülmek değil bu,” diyerek önümüzde kayıp giden yola baktım. Yakın bir yere gitmediğimizi anlayalı biraz oluyordu. “Sadece… Sadece atlatamıyorum. O anı, o sesi unutamıyorum bir türlü. Bir de… Onun önüme yığılmış hali… O gitmiyor gözümün önünden.” Sesim nasıl dehşet dolu çıktıysa Aral direksiyondaki elini çekip hafif bir tereddütle kucağımda kavuşturduğum ellerimin üzerine koydu ve hafifçe sıktı. “Senin için çok zor olduğunu tahmin edebiliyorum, muhtemelen o anın etkisinden tam anlamıyla kurtulamayacaksın da ama senden unutmamanı istediğim bir şey var Tamay. Eğer o gün orada ölen kişi Hare olmasaydı, sen olacaktın. Şu an nefes alıyor olmanı sağlayan tek şey, Arel’in bir saniye hızlı davranması. Biliyorum, çok bencilce geliyor kulağa ama bu mesleğin bana öğrettiği bir şey varsa o da bu. Nabzının atmaya devam etmesini istiyorsan tereddüde ya da soru işaretlerine yer bırakmaman gerekiyor.” Bir süre elimin üzerindeki damarlı eline bakarak söylediklerini düşündüm. Haklı olduğunu biliyordum, bunu aklım kabulleniyordu da ama kalbimin çığlıkları susmuyordu. Susacağı günü iple çekiyordum oysaki. Cevap veremeyeceğimi anlamış olacaktı ki parmaklarımı birbirine geçirdiğim ellerimin üzerine dostane bir tavırla birkaç kere vurup elini geri çekti. Direksiyona yönelen elini tutup tekrar kendime çekmemek için büyük bir güç sarf etmem gerekmişti. Hafifçe iç geçirerek bakışlarımı yola çevirdiğimde kenardaki tabelayı görerek gözlerimi kırpıştırdım. “Şile’ye mi gidiyoruz?” diye sordum merakla. Biraz önce konuştuklarımızı arkamızda bırakmaya dünden razıydım. O da konuyu değiştirmeme ses çıkarmamıştı. “Ne yapacağız ki orada?” Bir anda aklıma gelen şeyle gözlerimi irice açıp Aral’a döndüm. “Sadullahların evine gitmiyoruz, değil mi?” Aral tepkim karşısında küçük bir kahkaha attığında şaşkınlığım iki katına çıktı. Böyle bir anda gülmesini hiç beklemiyordum, bu da onu cidden şaşırttığım anlamına geliyordu sanırım. Ayrıca onu güldürebilmeyi ne de çok seviyordum. “Saçmalama, Doktor. Tabii ki oraya gitmiyoruz.” Bana hitap etme şekli aklıma yine kötü şeyleri getirse de başımı sallayarak bundan hızla uzaklaştım. Aral’ın ağzından duymayı en çok sevdiğim kelimelerden biriydi bu, ayrıca mesleğine tam anlamıyla âşık bir kadındım. Onu kötü hatırlayamazdım. “Ha,” diye mırıldandım şapşal şapşal. İtiraf edemesem de rahatlamıştım. “İyi bari.” “Sana iyi gelebilecek bir şey yapmaya gideceğimizi söylemişken bunu düşünmüş olmana inanamıyorum,” diye mırıldandı keyifli bir sesle. Benimle eğlenme modunu açmıştı yine. “Sadullah’ı bu kadar çok sevdiğini bilmiyordum.” “Of, ondan değil ya,” diyerek daha fazla dayanamayıp güldüm bende. “Buraya daha önce bir tek onun daveti yüzünden gelmiştik, o yüzden.” Küçük bir duraksama yaşadım. “Bir dakika, hakikaten ne yapacağız ki burada? Tatile falan da gelemeyeceğimize göre?” Dudaklarını birbirine bastırıp kafasını iki yana salladı. “Sadece beş dakika daha sabret olur mu? Beş dakika sonra öğreneceksin.” Seslice iç çekip sırtımı geriye yasladım ve “Peki, peki,” diye huysuz bir tonda söylendikten sonra hem vakit geçsin diye hem de her ne kadar Aral bana kılığımın sorun olmayacağı konusunda garanti vermiş olsa da hiç yoktan saçlarımı daha düzgün bir şekle sokabilirim düşüncesiyle saçlarımı saldım. Parmaklarımı saç tellerimin arasından geçirmek suretiyle gelişigüzel taradıktan sonra da balıksırtı şeklinde örmeye başladım. Aral muhtemelen sessizliğimden şüphelenip ara ara bakışlarını bana kaydırsa da daha fazla soru sormayacağıma ikna olmuş olacaktı ki nihayetinde beni unutup yola odaklandı. Aradan geçen beş altı dakikanın ardından ormanlık denebilecek bir yere girdik ancak etraftaki ağaçlar seyrek olduğu için altımızdaki koca ciple bile rahatça hareket edebiliyorduk. Örgünün ucunu tokayla bağladıktan sonra tam piknik yapmaya gelip gelmediğimizi sormak için dudaklarımı aralayacaktım ki Aral, arabasını orta büyüklükte bir tahta kulübenin önünde durdurdu ve bir şey sormama müsaade etmeden “Hemen geliyorum,” diyerek arabadan indi. Saf bir şaşkınlıkla ilerleyip kulübenin -ev de desem daha doğru olurdu gerçi- bulunduğu bahçenin yine tahtadan yapılmış geniş kapısını ardına kadar aralamasını izledim ön camdan. Kapıyı açtıktan sonra hızlı adımlarla geri döndü ve arabaya binip cipi küçük taşlarla doldurulmuş bahçe olduğunu varsaydığım yere sürüp park etti. Nereye geldiğimizi deli gibi merak etsem de önümdeki tahta yapıyı incelemeyi bırakamadığım için bununla ilgili bir şey soramıyordum ona. Neyse ki benim bir şey sormamı beklemedi ve beni daha çok şaşırtan o cümleyi kurdu. “İkinci evime hoş geldin, Doktor.” “İkinci mi evin?” diye sordum, açık kalan ağzımla. “Senin ikinci bir evin mi var?” “Yani ne kadar ikinci ev sayılır, bilmiyorum aslında,” diyerek tatlı bir gerginlikle çenesini kaşıdı. “Arel’le birlikte kaldığımız yer kira ama burası bana ait. Yalnızca bana yani. Üstelik evi de ben yaptım, bu yüzden kelimenin tam anlamıyla benim olduğunu söyleyebiliyorum.” Ağzım açılabileceği son noktadaydı. Şaşkınlığımla hayranlığım birbirine girmişti. İşaret parmağımı kaldırıp eve doğrultarak “Burayı sen mi yaptın gerçekten?” diye sorum. “Evet.” “Ay ama süper bir şey bu!” diye heyecanla atıldıktan sonra bir şey söylemesini beklemeden kapıyı açıp dışarı çıktım ve büyülenmiş bir vaziyette tahta evin küçük verandasına doğru ilerlemeye başladım. O kadının beni hapsettiği rezalet kulübeden sonra böyle alanlardan ve tahtadan yapılmış şeylerden nefret etmem gerekirdi belki ama etmiyordum. Hatta tam tersine önümdeki şaheseri Aral’ın inşa etmiş olduğu gerçeği beni fena halde büyülemişti. Ev, tek katlıydı ve girişinin olduğu küçük verandaya tahta sandalye atılmıştı. Evin yanında bulunan küçük ağaççıkların dalları eve yaslanmıştı ve evin sadeliğine renk katmıştı. İçini görmeden yorum yapmak doğru olmazdı belki ama boy olarak olmasa da en olarak geniş duruyordu. Bana yaklaşan adım seslerini duyduğumda yavaşça arkama döndüm ve “Burası müthiş,” diye yorumda bulundum. Sesimdeki coşku dudaklarının kıvrılmasını sağlamıştı. “Burayı tek başına nasıl yaptın ki?” Ellerini pantolonunun ceplerine sokup usulca omuz silkti. “Kolay olmadı, çok da zamanımı aldı ama bende de zamandan bol başka bir şey yoktu.” “Arel niye yardım etmedi ki sana?” diyerek dudak büktüm. Kim bilir ne kadar uğraşmıştı tek başına burayı yapmak için? Hafif sıkkın bir ifadeyle “Haberi yoktu çünkü,” dediğinde özele girdiğimi fark edip dilimi ısırdım ama sorum için pişman da olmadım. Sonuçta bilerek sormamıştım. “Aslına bakarsan evi tamamlamak üzereyken ortadan kaybolmalarımdan şüphelenip peşime düşmese buranın varlığından hiç haberi de olmayabilirdi.” Afalladım. Bu da ne demekti şimdi? Bu ev Aral’ın kafa dinlediği, kimseyle paylaşmadığı bir yer miydi? O halde benim burada ne işim vardı? Düşüncelerim yüzümden okunuyor olsa gerek “Buraya davet ettiğim ilk misafirimsin, evet,” diyerek başını salladı. “Hatta Arel’den başka gelen tek kişisin de diyebiliriz.” Ne diyeceğimi bilemiyordum ki bilsem bile dilim tutulduğu için konuşamazdım muhtemelen. Beni, kendi hür iradesiyle adeta mabedi olarak gördüğü yere mi getirmişti? Kardeşinden bile sakladığı bir yere? Bunun için ne yapmıştım ki ben? O kadar mı acınası durumdaydım? “Aklından neler geçtiğini bilemesem de yüzünün düşmesine bakılırsa pek de mantıklı şeyler düşünmüyorsun, Doktor,” diyerek sıkılmış gibi iç çekti. “Benim için özel bir yer evet ama arkadaşım olarak gördüğüm birini de buraya getirebilirim herhalde?” “Arel’e bile bahsetmemişsin ama buradan?” Sesim engelleyemediğim şekilde küskün çıkmıştı. Bakışlarını eve dikti ve birkaç saniye öylece baktıktan sonra kısık bir sesle mırıldandı. “Belki de en çok ondan kaçmaya ihtiyacım vardı.” Almayı beklediğim bir cevap değildi ancak çok da şaşırmamıştım çünkü bu iki kardeşin arasında ne olduğu konusunda dahi kafa yoramadığım bir şey yaşanmıştı. Bu konu canımı çok sıkıyordu, çünkü gerçekten hiçbir şey bilmiyordum ve onları bu şekilde görmek beni bir hayli üzüyordu. Sanki Aral kaçıyormuş da Arel her seferinde onu kovalamanın bir yolunu buluyormuş gibiydi. Arel, onunla ilgileniyordu. Hem de her anlamda ve Aral onu ne kadar terslerse terslesin asla geri adım atmıyordu. Evet, belki ben de Tuana için Arel gibi her şeyi yapardım. Beni sürekli geri tepse de ona ulaşmanın farklı yollarını aramaktan vazgeçmezdim ancak bu durum aralarında tahminimce kötü bir şey yaşandığı gerçeğini değiştirmiyordu. Bir şey söyleyemediğimde Aral birkaç adım önüme geçip “Hadi beni takip et,” diye mırıldandı. “Sana esas göstermek istediğim şey ev değil.” İçimden bin bir türlü duygu geçse de beni kimseyi getirmediği evine davet etmesinin verdiği mutluluğu hissetmeyi tercih ettim şimdilik. Bana acımış olabilirdi belki, bunu inkâr edemezdim ama Aral her acıdığı kişiyi de buraya getirmiyor olsa gerekti… Aral’ın peşinden ilerledim ve verandayla tahtadan yapılmış bahçe çitlerinin arasındaki küçük ağaçların arasından geçip arka bahçeye vardık. Bahçe dediğime bakmayın, arkada gördüğüm şey masa, sandalye ya da bahçe salıncağı falan değildi. Çünkü burada eşya yoktu. Hatta burada basket potası dışında hiçbir şey yoktu. Bir pota ve önünde uzanan beton alan vardı; evet, yaklaşık 40 metre karelik alan yalnızca bundan oluşuyordu. Bakışlarım şaşkınlıkla Aral’a dönerken yüksek çıkmasını engelleyemediğim sesimle “Basketbol mu oynayacağız?” diye sordum. “İyi de ben beceremem ki!” Kafamı dağıtacağını söylemesinden ne bekliyordum, bilmiyordum ancak kesinlikle bu değildi. “Daha önce oynadın mı ki?” “Evet,” diyerek hızla kafamı salladım. “Lise ikideyken beden eğitimi hocamız tüm sınıfa oynatıyordu ama ben bir kez bile topu potanın içinden geçirmeyi başaramamıştım.” Abartılı bir ifadeyle gözlerimi kocaman açtım. “Bir kez bile. Hatta bu da yetmezmiş gibi sınıftaki çocuklardan biri topu yanlışlıkla kafama atmıştı da oracıkta baygınlık geçirmiştim.” O günler gözlerimin önüne gelince suratım asıldı. “O günden sonra da bir daha basket topuna elimi sürmedim.” Gülmemek için zor durduğu belli olan yüz ifadesiyle “Ciddi olamazsın,” diye mırıldandığında huysuzca kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Oldukça ciddiyim ve eğer gülersen seni çok fena yaparım. Ayrıca ben oynamam. Sen kendi başına takıl.” Ona ters ters baktım. “Bu şekilde stres atıyor olduğuna inanamıyorum. Atış poligonundan sonra basket mi gerçekten ya?” “Biraz fazla ön yargılı davranmıyor musun sence de?” diyerek kaşlarını kaldırdı. “Lise ikiden bahsediyorsun, aradan kaç sene geçmiş Tamay.” Çocuk gibi omuz silktim. “Bana ne. Ben oynamam, sen ne yaparsan yap. Ben gidip ön verandadaki sandalyede beklerim seni.” Tam ona arkamı dönmüşken eliyle kolumu tutup durdurdu beni. Bakışlarım ona kaydığında yüzündeki alayla karışık anlayışlı ifadeye yakından bakma şansına erişmiştim. Çok yakışıklı bir herifti ve onu şu konumda saatlerce izleyebilirdim ama şu an ne yeri ne de zamanıydı. “Senin gibi on parmağında on marifet olan birinin basketbol oynamaktan korkması beni biraz dehşete düşürdü doğrusu.” Laf arasında beni övmesi oldukça hoşuma gitmişti ancak bunun keyfini sonra sürecektim. “Korkmuyorum, sadece sevmiyorum. Hiç zevkli değil ayrıca. Top o potadan geçince ne oluyor yani, başınız göğe falan mı eriyor?” Son sözlerim üzerine bir anlığına duraksadıktan sonra yüzümün önünde yüksek sesle kahkaha attı. Bunu gerçekten yaptı ve beni adeta şoka soktu. Çünkü bence komik olmakla uzaktan yakından alakam yoktu şu an ama o gülüyordu. Hem de bana. “Küçük bir çocuk gibi korkuyorsun ve bunun farkında bile değilsin. Muhtemelen de korktuğun şey basket topunun tekrar seni bayıltması ve hatta yıllar sonra bile şu bahsettiğin potadan top geçiremeyecek olmak.” Ağzım uğradığım hakaretlerle (!) iki metre açılırken “Ne diyorsun sen be?” diye çirkefleştim. Göğsümde kavuşturduğum kollarım ne ara belimde yer almışlardı, gerçekten bilmiyordum. “Bağırarak üste çıkamazsın,” derken keyifle sırıtıyordu. Gerçekten ama gerçekten felaket keyifliydi ve ben bundan belki de ilk defa zevk almıyordum. Çünkü sinir olmakla meşguldüm. “Oynamıyorum işte,” diyerek onu duymamış gibi davrandım. “Ne yapacaksın, zorla mı oynatacaksın?” “Seni şu halde görene kadar böyle bir düşüncem yoktu ama evet, tam da öyle yapacağım. Tamay, basketbol oynamak çok iyi bir deşarj yöntemidir.” “İyi ya işte, sen ol deşarjını. Ben seni veranda da bekleyeceğim.” Tam bir kez daha yanından kaçmayı deneyecektim ki ikinci kez kolumdan tutup durdurdu beni. “Eğer şimdi benimle biraz da olsa basketbol oynarsan evin içinde bulunan bir koleksiyonumu gösteririm sana.” Dediği her şeyi anında unutup gözlerimi merakla açarken “Ne koleksiyonu?” diye sordum hemen. “Onu söylemem,” diyerek başını salladı. “Ama seni tanıdığım kadarıyla seveceğini düşündüğüm bir şey.” Bir yanda basketbol diğer yandaysa Aral’ın koleksiyonu vardı ve tercih yapmak benim için gerçekten çok zordu. Aral’la ilgili en ufak bilgiye bile açtım ancak basketboldan gerçekten nefret ediyordum. İnsan bir kez bile topu potadan sokamaz mıydı ya? Ben sokamamıştım. Gerçi o top yüzünden bayıldıktan sonra bir daha denememiştim de ama olsundu. Yanaklarımı şişirerek oflarken “On dakika oynasam yeter mi?” diye sordum huysuzca. Aral’dan vazgeçemediğime göre sonuç belliydi. İkna olmam dudaklarının bir kez daha kıvrılmasını sağlarken -bugün şanslı günümde sayılırdım ama bunun bile tadını çıkaramıyordum- “Yarım saat,” dedi. “En az yarım saat ama bence biz seninle saatler boyunca oynayacağız.” “Hah,” dedim. “Nerede, rüyanda mı?” Söylediklerimin yarım saati kabullendiğim anlamına geldiğini fark etmiş olsa gerekti ki “Beni burada bekle,” diyerek ilerledi. Top almaya gittiğini tahmin edebildiğim için kollarımı göğsümde kavuşturdum ve sağ ayağımı ritimle yere vurarak beklemeye başladım. Şu an evde o işe yaramayan yogayı da yapıyor olabilirdim ama ben buradaydım ve Aral’la basketbol oynayacaktım. Normalde kimsenin beni ikna edemeyeceği bir şeydi, ki zamanında Uğur da bunun için uğraşmış ama Aral’ın deyimiyle önyargımın oldukça büyük olduğunu fark ettiğinde denemeyi bırakmıştı, ama Aral’ın koleksiyonu için buna razı olmuştum. Şu an fark ediyordum da eğer o zaman da Uğur benim birazcık üzerime düşse ve Aral gibi önüme ödül koysa onunla da bu önyargımı kırmayı deneyebilirdim ancak o yapmamıştı. Sevmediğimi söylediğimde ve lisedeyken başımdan geçenleri anlattığımda kabullenip konuyu kapatmıştı. Gerçi bunda onun da basketbolu öyle pek fazla sevmemesinin etkisi de olabilirdi. Şu an Aral’la Uğur’u kıyaslayarak Aral’a hakaret ediyor bile olabilirdim. Yere vuran top seslerini işittiğimde sıkıntıyla nefeslenerek başımı arkama doğru çevirdim ve Aral’ın top almakla yetinmeyip üzerini de değiştirdiğini fark ettim. Siyah, çok giyildiğinden dizleri çıkmış olan bir eşofmanla üzerindeki yazıların yarısı silinmiş olan beyaz bir tişört giymişti. Bakışlarım istemsizce kendi üzerime kaydığında yoga için giydiğim tayt ve tişörtün gideceğimiz yer için nasıl uygun olabildiğini anlamıştım. Aral, kolunun altına sıkıştırdığı topla birkaç adım ötemde duraksadığında “Hazır mısın, Doktor?” diye sordu. Gözlerimi devirmemek için zor dururken “Tabii ki hayır,” diye homurdandım. “Ama hazır olabileceğimi de sanmıyorum zaten. Bu yüzden ne kadar çabuk başlayıp bitirirsek o kadar iyi benim için.” “Fikrinin değiştiğini anladığın anı iple çekiyor olacağım,” dedikten sonra elindeki topu kaldırdı ve uygun pozisyon alarak topu arkamdaki potaya fırlattı. Topun kafamın üzerinden geçerek gitmesi ellerimin istemsizce başımın üzerine kapanmasına neden olmuştu lakin bu, göz ucuyla topun potaya girip girmediğini kontrol etmeme engel olamamıştı. Tabii ki basket atmıştı. Suratımı huysuz bir tavırla buruşturarak tekrar ona baktım. Basketboldan bu kadar hoşlanmıyor olmasaydım çok havalı olduğunu itiraf edebilirdim. “Hadi, başlayalım o halde.” Ellerimi başımdan çekip iki yanıma indirirken “Topu mümkün mertebe başımdan uzak tuttuğundan emin ol lütfen,” dedim. “Top her başına çarptığında bayılacaksın diye bir şart yok, biliyorsun değil mi?” diye sordu. Alay ediyordu benimle. Her zamanki gibi! “Ama bayılabilirim de, değil mi?” diyerek yanaklarımı şişirdim ve bakışlarımı ondan kaçırıp topun gittiği yere bakarken “Bugün de bir ayrı gıcıksın gerçekten,” diye söylendim. “Ben gıcık değilim, sen huysuzsun,” diyerek güldüğünde kızgın olmaya devam etmeye çalışsam da başaramadım. Bugün bana karşı sahiden de bir başka açıktı ve bunun keyfini çıkarmam gerekirken huysuzlanıyordum sahiden de. Yalnızca fark ettiğim bir şey vardı ki, onun yanında huysuzlanırken bile mutluydum. Bana bu kadar iyi geliyor olması haksızlıktı. “İyi, iyi, tamam. Bir an önce şu yarım saati geçirelim de koleksiyonunu görebileyim.” “Pekala,” diyerek topu almaya giderken “Yoga yapmaya çalışırken ısındığını farz ettiğimden hareket yapmana gerek yok sanıyorum,” diye sesli bir şekilde düşündü. “Ben de zaten sabahtan beri maraton koşturduğum için ısınmış sayılırım.” Topu sektirerek yanıma gelmesini izlerken “Operasyonda mıydın sabah?” diye sordum ilgiyle. Kaşları sertçe çatılırken “Hayır,” dedi. “Şu kendisini paraya satan şerefsizle ilgili birkaç şey araştırmak zorunda kaldım.” Ah, adını bile anmak istemiyordu ve ruh halinin anında yüz seksen derece değişmesine bakılırsa bu konuda daha fazla konuşmasak iyi olacaktı. Eğer beni ilgilendiren bir konu olursa Aral bana söylerdi zaten lakin ben alakam olmasa da bilmek istiyordum. “Anladım,” diyerek bakışlarımı elindeki topa indirdim. “E, ne yapacağız? Ben direkt potaya atmaya mı çalışacağım topu?” Dağılan aklını toplaması birkaç saniyesini alsa da nihayetinde topu bana uzatarak “Hayır,” dedi. “Önce topu sektirerek alanda birkaç tur atmanı istiyorum. Söylediğin doğruysa ve gerçekten liseden beri elini basket topuna sürmediysen ona biraz alışmaya çalışman daha iyi olur.” Elimde olmadan ona ters ters bakarak “Sana yalan borcum mu var canım, aa?” diye homurdandım. “Dokunmadım diyorum işte.” “Tamam, tamam,” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı. Keyfini yeniden yerine getirmiş gibi görünüyordum. “Hadi al bakalım.” Topu bana uzattığında küçük bir tereddüt yaşasam da topun beni öldüremeyeceğini içimden tekrar ederek ellerimi uzattım ve topu tutup kendime çektim. Lakin aradan geçen onca sene bana topun ağırlığını da unutturmuş olmalıydı ki beklentimin oldukça üzerindeki ağırlıkla istemsizce öne doğru büküldüm ve ağzımdan huysuz homurtular çıkarken yavaşça doğrulup Aral’a diktim gözlerimi. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. “Sahiden de topla arandaki ilişkiyi tamamen kesmişsin.” Ona dik dik baksam da bir şey söylemedim ve birkaç adım geriye giderek topu yere bıraktım. Top zemine çarparak tekrar yükseldiğinde elimle kuvvet uygulayarak bir kez daha zeminle buluşmasını sağladım ve topu düzgün bir ritimle sektirebildiğimden emin olduktan sonra yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. İtiraf etmek istemesem de bunun çocukça bir fobi olduğunun farkındaydım ama aşmak için hiç de uğraşma zahmetine girişmemiştim. Lakin şu an kendimi hiç de kötü hissetmiyordum doğrusu. Hatta yürüme hızımı arttırmama rağmen topun ritmini bozmadığımı fark ettiğimde biraz keyiflenmiştim bile. “Harika gidiyorsun, şimdi topu bana doğru sür.” Yirmi dokuz yaşında olduğumun gayet farkındaydım ama beni basket topunu sürebildiğim için övmesi gerçekten hoşuma gitmişti. Bunun için utanmalı mıydım? Dediğini yaparak ona ulaştığımda topu havalı bir şekilde eline alıp işaret parmağında çevirmeye başladı. Yine asla beceremediğim ve oldukça havalı bulduğum bit hareketti. Eline büyülenmiş gibi bakmamaya çalıştım. “İlk önce basket denemeleri yapacağız. Başarılı atışlar yapmaya başladığında da benden top çalıp basket atmaya çalışacaksın. Anlaştık mı?” Hayatında bir kez bile basket atmayı başaramamış biri olarak oldukça büyük bir tereddüt yaşasam da başımı kısaca sallayıp onayladım onu. Kendime yirmi dokuz yaşında olduğumu ve lise ikiden sonra boy attığımı defalarca kez hatırlattım. Birlikte ilerleyip potanın yakınında bir mesafede durduğumuzda “Beni izle,” diyerek bir adım önüme geçti ve her hareketini anlatmayı ihmal etmeden topu potaya gönderdi. Elbette ki basketti. “Birkaç kez daha atmamı ister misin?” diye sordu başını omzunun üzerinden bana çevirerek. “Evet, lütfen.” Aynı hareketi üç kez daha tekrarladı ve her birinde hiç üşenmeden yaptığı en ufak hareketi bile detaylıca anlattı. Bunun kararını verecek son kişiydim belki de ama bu konuda oldukça bilgiliydi. “Sıra sende.” Yer değiştirdik ve onun her adımı bir kez daha tekrar etmesiyle topu potaya gönderdim ancak top potanın demirine bile çarpmadı. Büyük bir hayal kırıklığıyla Aral’a dönerken “Gördün mü işte?” diye mızmızlandım. “Bu iş için yaratılmamışım, bu yaşımda bile beceremiyorum.” “Sakin olur musun lütfen?” derken yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. Amacının alay etmek olmadığını bildiğimden bir şey söylemedim ama dudak büzmeye devam ettim. Bazen 10 yaşıma geri dönebiliyordum sanırım. “İlk denemende atsaydın bana ettiğin onca itirazın bir anlamı kalmazdı zaten. Hadi, öyle kolay pes etmek yok.” Topu düştüğü yerden alıp geldiğinde hevesim oldukça kaçmış olsa da benim için bu kadar uğraşıyorken onu yarı yolda bırakmak istemediğimden topu aldım ve aynı hareketleri bir kez daha tekrarlayarak topu potaya gönderdim. Yine basket atamamıştım ancak hiç değilse bu sefer topu potanın demirlerine dokundurabilmeyi başarmıştım. Aral, sözleriyle beni motive etmeye devam ederek topu bir kez daha bana getirdi, aynı olaylar birkaç kez daha yaşandı ve ben beşinci deneyişimde topu potadan geçirmeyi başardım. Yaşadığım şokla koca bir çığlık atarken hiç düşünmeden dönüp kollarımı hemen yanımda dikilen Aral’ın omuzlarına doladım ve yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. “Başardım!” Aral, şaşkınlıkla kırpıştırdığı yeşil gözleriyle yalnızca birkaç santim uzağımdan bana bakarken “Ah, şey, evet, başardın,” diye mırıldandı. “Tebrik ederim.” O an ne yaptığımın farkına vararak hızla geri çekilsem de boynuna atılmış olmamdan hiç utanç duymuyordum, çünkü ben basket atmıştım. Bu herhangi birine çok saçma gelebilirdi ama ben gerçekten de kendimi atomu parçalamış gibi hissediyordum kendimi. Aral, üzerindeki şaşkınlığı atmaya çalışırken planlı bir şekilde olmasa da onu tek bir öpücükle bu kadar etkilemiş olmanın verdiği mutlulukla basket atmanın vermiş olduğu gururun etkisiyle havalanacakmış gibi hissediyordum kendimi. Lakin uçmak yerine topa doğru koşturdum ve onu alıp geri döndüm. “Hadi bir kez daha deneyelim!” Aral, bir bana bir de topa baktıktan sonra yeşillerini bileğindeki saate indirdi ve “Yarım saat dolmuş,” diye mırıldandı. “İstersen eve girip söz verdiğim gibi koleksiyonumu gösterebilirim.” Koleksiyonun aklımdan tamamen çıkmış olması beni bir miktar şaşırtsa da şu an bunu düşünemeyecek kadar coşkuluydum. “Ya hayır, biraz daha duralım. Sonra bakarız koleksiyona, hem kaçacak hali yok ya!” Sözlerimin üzerine kaşları alaylı bir ifadeyle havalandığında yarım saat önce söylediği ve benim yüksek sesle dalga geçtiğim şeyler geldi aklıma. Gözlerimi devirirken “Üf, tamam, sen haklıydın,” diye söylendim. “Sen dünyanın en haklı insanısın. Beni alt ettin. Oldu mu? Şimdi tekrar deneyebilir miyiz?” “Evet,” derken gülüyordu. “İstiyorsan yapabiliriz tabii ki.” Peş peşe tam beş tane basket atmıştım ama bu seferkilere yerimde tepinerek sevinmeyi tercih etmiştim. Zira her seferinde kollarına atılmam onu bir hayli dehşete düşürebilirdi. “Bence bu işi kıvırdım, hadi bir sonraki seviyeye geçelim.” Heyecanla ona döndüğümde beni bu halde görmekten keyif aldığını belli eden bir ifadeyle “Emin misin?” diye sordu. Delice bir özgüven patlaması yaşıyordum. “Elbette! Sadece bana ne yapacağımı göster ve geriye çekilip izle.” “Yalnız bu sefer geri çekilemem çünkü topu benden çalmaya çalışacaksın. Bir nevi maç yapıyor gibi olacağız.” Küçük bir duraksamanın ardından “Aa tamam, sorun yok,” diyerek başımı salladım. “Ben basket atmış insanım, senden top mu çalamayacağım?” Bana bir anlığına gerçek bir şaşkınlıkla baktıktan sonra bugünün ikinci kahkahasını attı. Bu seferki biraz daha uzun ve yüksek sesliydi. “Bu kadar iddialı olabileceğini nereden bilebilirdik ki, değil mi?” Keyifle güldüm ve omuz silktim. “Tamam, biraz abartıyor olabilirim ama lise ikiden beri basket topuna el sürmedim diyorum sana; biraz abartmayayım mı canım?” “Abart tabii canım, abart,” diyerek beni taklit ettiğinde biraz daha güldüm. Keşke bugün hiç bitmeseydi ve sonsuza kadar yanında bu tatlı hislerle birlikte barınabilseydim. “Başlayalım o zaman,” diyerek benden aldığı topu sektirmeye başladı. “Topu benden almaya çalış.” Kısık gözlerimle birkaç saniye boyunca sektirdiği topa baktıktan sonra “Hay hay,” dedim ve ona doğru hamle yaptım ancak öyle çevik bir şekilde arkasını döndü ki bana kalan tek şey sırtına çarpmak olmuştu. Pes etmedim ve yanından ellerimi topa uzatmaya çalıştım lakin yine başarılı olamadım ve hamlelerimden sıyrıldıktan sonra topu potaya göndererek bana oldukça havalı bir şekilde göz kırptığında sahiden de hırslanmıştım. Ve tabii şey, o kırptığı gözünü de öpmek istiyordum. Yeniden eline aldığı topla etrafımda daire çizmeye başladığında hızla atıldım ancak göğsüme çarpan kaslı kolu yüzünden durmak zorunda kaldım. Pes etmeye niyetim yoktu ki beni engellediği her seferde hırsım daha da körükleniyordu. Zor kullanmaya karar verip onu omzumla ittirerek topu almaya çalıştığımda topu bacaklarının arasından geçirip “Faul yapıyorsun,” diye mırıldandı keyifli bir sesle. “Sporun kanunu bu,” diyerek bir kez daha atıldım ama benden büyük olan vücut yapısı ona ulaşmamı fazlasıyla zorlaştırıyordu. “Ayrıca buna faul mü diyorsun? Sana gerçekten faul yapmaya kalksam bambaşka şeyler söyleyerek aklını dağıtır ve topu elinden kapardım.” Topu sol eliyle arkasında sektirirken tek kaşını kaldırdı. “Bambaşka şeyler derken neyi kast ediyorsun?” Eh, bunu o istemişti, öyle değil mi? Ayakkabım onunkine dokunacak şekilde dibine girdikten sonra tatlı olduğunu düşündüğüm bir gülümsemeyle yüzüne baktım ve muhtemelen hırsımın ateşlediği cesaretle “Biliyor musun, Başkomiserim?” dedim. “Felaket yakışıklı bir adamsın.” Sözlerimin ardından topu sektiren eli havada asılı kalırken hızla uzanıp topu kaptım ve birkaç adımda onu potaya gönderdim. Basket! Potadan geçen topu kucağıma alarak keyifle Aral’a döndüm. Hala büyük bir şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Sırıtışım büyüdü. “İşte buna faul denir!” Sadece yakışıklı olduğunu söylemiştim ve adama inme inmişti, ona olan aşkımı itiraf etsem düşüp bayılırdı herhalde… “Ee, böyle bakışıp duracak mıyız? Bu sefer topu senin benden alman gerekmiyor mu?” diye sordum keyifle top sektirirken. Bakışlarını benden kaçırdığını görünce de kıkırdamamak için zor tuttum kendimi. Utangaçlığı beni benden alıyordu sahiden. “Hem bunu ilk dile getiren insan ben olamam, değil mi? Sen de farkındasındır ne kadar yakışıklı olduğunun?” “Böyle konuşmaya daha ne kadar devam edeceksin?” diyerek beni terslemeye çalışsa da ses tonu o kadar komikti ki daha fazla utanacağını bilmesem gidip yanaklarını sıkıştırırdım. “Sen yüzüme bakana kadar?” Yeşilleri yavaşça bana dönse de zorla baktığı o kadar belli oluyordu ki kendimi daha fazla tutamadım ve kıkırdadım. “Biliyor musun, gerçekten ama gerçekten müthiş bir kişiliğin var.” “Benimle biraz daha alay edersen senin yerine koleksiyonuma bakmaya ben gideceğim,” derken eliyle arkasında kalan evini işaret ediyordu. Biraz daha gülsem de topu tutmayan elimi pes edercesine havaya kaldırıp “Tamam, tamam, üstüne gelmeyeceğim daha fazla ama bir şeyi söylemezsem de fena halde içimde kalır,” diyerek kafamı omzuma doğru yatırdım. “Utanınca çok tatlı oluyorsun, Başkomiserim.” “Tamay!” Bana çattığı kaşlarının altından kızgınmış gibi bakmaya çalışması kahkahalarımın artmasına neden olmuştu. Ama bir süre sonra aniden içime dolan o garip yoğunlukla gülmeyi bıraktım. Bakışlarımız hala birbirimize kenetliydi ve gülüşlerimi yarıda kesmem onu tedirgin etmişe benziyordu. O an bana ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Sadece günlerdir evden dışarı atmadan Tuana ve amcamlarla vakit geçirmek beni boğmuştu. Aslında onların yaptığı bir şey yoktu, yalnızca yanımda durup bana destek olmaya çalışıyorlardı ama şu an çok daha iyi bir şekilde fark ediyordum ki benim kafa dağıtmaya ihtiyacım vardı. Evet, Tuana türlü şebekliklerle beni güldürmeye çalışıyor ve bunu başarıyordu da ama onu üzmemek için biraz da zorla gülüyormuş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi. Oysa şu an her şey çok daha farklıydı. Kendim gibi, gerçekten hiçbir şey yaşamamışım gibi gülüp eğlenebiliyordum ve bunu karşımdaki adama borçluydum. Suratım her saniye daha kötü bir hal alıyor olmalıydı ki Aral biraz önceki ruh halinden sıyrılıp küçük adımlarla bana yaklaşmaya başladı. Lakin benim beklemeye niyetim yoktu. Kucağımda duran topu bırakıp koşar adımlarla yanına vararak boynuna atladım ve hıçkırarak ağlamaya başladım. “Ta-tamay?” Sesi dehşete düşmüş gibiydi ki bu halini normal karşılayabiliyordum. Yalnızca saniyeler önce kahkahalarla gülerken birden göğsüne yapışmış ve ağlamaya başlamıştım. “Bana biraz sarılır mısın?” deyiverdim. “Lütfen.” İki yanında duran ellerini kaldırdı ve küçük bir duraksamanın ardından sırtıma dolayıp beni kendisine bastırdı. “Hşşt, tamam. Ne olduğunu anladığımı sanmıyorum ama ben buradayım, tamam mı?” Benimle merhamet dolu bir ses tonuyla konuşması gözyaşlarımı hızlandırırken ona biraz daha sıkı sarıldım. “Günlerdir kendimi tutuyorum,” diye mırıldandım gözyaşlarımın arasında. “Yani çok başaramıyorum ama tutmaya çalışmak bile öyle yorucu ki. Benim için herkes zaten fazlasıyla endişeliyken onları daha fazla üzmek istemiyorum ama o günü bir türlü arkamda bırakmıyorum da. her gözümü kapattığım an o günü baştan yaşıyorum. Bu… Bu o kadar korkunç ki.” Tek elini saçlarımda hissettim. Konuştukça yüzümü biraz daha bastırıyordu omuzuna. Burnumu hafifçe çekmeye çalışarak “Bugün ilk defa eskisi gibi mutlu hissettim kendimi,” diye itiraf ettim. “Senle şakalaşmak bana hep iyi geliyordu zaten ama bu seferki çok daha önemliydi benim için. Günlerdir hiç bu kadar gülmemiştim. Teşekkür ederim beni buraya getirdiğin için.” Çenesi omzuma sürtündü. “Asıl ben özür dilerim, Doktor. Çok özür dilerim.” Şaşkınlıkla yüzüne bakmak için gerilemeye çalışsam da izin vermedi ve beni göğsüne sıkıca bastırmaya devam etti. “Kendi düşüncelerimin ve ruh halimin etkisindeyken senin ne kadar zor zamanlar geçirdiğini atlamışım. Bilebilseydim, yani aklım biraz daha iyi çalışsaydı seni çok daha önceden çıkartırdım o evden.” Sözleri içime dokunmuştu. Öyle ki diyecek hiçbir şey bulamamıştım. Bunun için kendini suçlamaması gerektiğini söylesem de bana aldırmayacaktı, bundan emindim. Yine de ben de daha önce gelmesini isterdim. Ona ihtiyacım olduğunun en başından beri farkındaydım ama en çok bugün hissetmiştim ona muhtaçlığımın ne kadar büyük olduğunu. Bir şey söyleyemediğimden burnumu çektiğimde ve bu sandığımdan da fazla ses çıkardığında utançla inleyerek boynuna soktum kafamı. Bu adamın kollarında ilk ağlayışım değildi, muhtemelen son da olmayacaktı ama yine de kulağının dibinde böylesine sesli burun çekmesem daha iyi olabilirdi. Bu seferlik bana acımış olacaktı ki dalga geçmek yerine sadece güldü. Bir süre daha ayakta öyle sarmaş dolaş vaziyette kaldıktan sonra başımı hafifçe geriye çekerek gözlerinin içine baktım. “Bu arada beni deli sanmanı istemem. Yani bunca şeyden sonra aklımı kaçırmamış olmam bence de mucize ama şimdilik kaçırmadım. Bunca duygu karmaşasının ardından bu tip hareketlerim normal sayılırmış. En azından iki gün önce psikoloğumu arayıp durup dururken ağladığımı söylediğimde öyle demişti.” Dudaklarındaki belli belirsiz tebessümle alnıma, muhtemelen kızarmış olan gözlerimle burnuma, yanaklarıma ve son olarak da çeneme bakıp tekrar gözlerime taşıdı yeşillerini. “Delirmek için fazla güzelsin zaten, Doktor. Eğer aklını kaçırsaydın çok yazık olurdu.” Beklemediğim bu iltifat karşısında ağzım hafifçe açılırken hala saçlarımda duran elini kaydırıp çeneme şakacı bir fiske attı. “Yem isteyen bir balık gibi ağzını açtığına göre karnın acıktı sanıyorum?” Kollarım hala boynuna sarılıydı ve normal bir konuşma yapmak için fazladan da fazla yakındık ama geri çekilmek için ikimiz de hamle yapmıyorduk. “Karnım mı acıktı?” diyerek onu tekrar ederken en son ne zaman yemek yediğimi düşünüyordum. “Yani öğlen bir şeyler atıştırmıştım en son.” “Bir şeyler atıştırmaktan kastın?” “Elma yemiştim.” Dudaklarını büktü ve alaylı bir ifadeyle “Vay, dedi. Gerçekten doyurucu bir öğünmüş.” Benimle dalga geçmesini umursamadan “Beni yemeğe mi götüreceksin?” diye sordum. Sanki saniyeler önce ağlayan ben değilmişim gibi heyecanla doluvermiştim. Umarım bu ani ruh geçişlerim psikoloğumun tahmin ettiği kadar uzun sürmezdi. “Tam olarak öyle diyemem aslında,” diyerek omzumdaki ve sırtımdaki ellerini çekip bir adım geriye gitti. Bunu yapması boynuna doladığım kollarımı çözmemi gerektirmişti ki bundan hiç hoşlanmamıştım. “Yemek malzemelerini sana getirdiğimi söylesem daha doğru olur. Hatta yemek malzemelerini seninle birlikte getirdim.” Kaşlarım çatılırken “Hiçbir şey anlamıyorum,” diye mırıldandım. “Ama her ne yapacaksak ondan önce koleksiyonunu görmek istiyorum.” “Tamam, göstereceğim korkma. Kaçırmayacağım onu senden,” diyerek yarım ağız güldü. “Zaten yemeği de ahşap evimde yapıp yiyeceğimiz için her halükarda eve girmemiz gerekiyor.” “Biz mi yapacağız?” diye sordum şaşkınca. “Yani öyle abartılı bir şey bekleme,” diyerek beklentimi düşürmeye çalıştı lakin ben onunla birlikte yumurta kırıp yemekten bile fazlasıyla zevk alırdım. “Sana uğramadan önce marketten bir şeyler almıştım. Amacım seni ziyaret edip buraya gelmekti. Birkaç haftadır burada doğru düzgün vakit geçirememiştim çünkü ama sonradan sen de dâhil oldun plana.” “Ah, kafa dinleme gününü işgal ettiğim için üzgünüm.” “Hiç de öyle olmadı,” diyerek başını salladı. “Burada olmandan çok memnunum. Ayrıca muhtemelen mantarlı makarnayı benden daha güzel yapıyorsundur.” Kıkırdadım. “Yani seninkinin tadını bilmediğim için kıyaslayamam şu durumda ama güzel yaparım.” “Bu benim için gayet yeterli. Hadi içeri girelim.” Ağlamadan önce yere bıraktığım topu işaret ettim. “Onu da alayım mı?” Basket topuna kısa bir bakış atıp kafasını iki yana salladı. “Eğer yemeği fazla kaçırırsak bir el daha atarız.” Küçük bir duraksamanın ardından kaşlarını çatarak devam etti. “Tabii hile yapmadan.” Utandığı anlar gözümün önüne gelirken kendimi tutamayıp küçük bir kahkaha attım. “Peki, peki, anlaştık.” ღ Olaysız ama ayrıntı dolu bir bölümdü. Umarım mesajları eksiksiz ulaştırabilmişimdir Yeni bölümde kaldığımız yerden devam edeceğiz. Şimdiden harika bir bölüm olacağını söyleyebilirim. ;) Final haftama giriyorum, önümüzdeki iki hafta oldukça yoğun olacağım ama inşallah bütlere kalmamayı başarabilirsem (bana dua edin lütfen) yaz tatiline girmiş olacağız ki işler planladığım gibi giderse bu yaz tatilinde bölüme doyacağız ve bunu sadece DV için söylemiyorum :’) Umarım bölümü sevmişsinizdir, yeni bölümde görüşene dek kendinize çok iyi bakın!
|
0% |