Yeni Üyelik
32.
Bölüm

BÖLÜM - 32

@bayanclara

“Heyecanlı heyecanlı bekliyorsun ama muhtemelen evin içi tahmin ettiğin gibi değil, baştan uyarayım da hayal kırıklığına uğrama sonra.”

Elindeki anahtarı kapı deliğine sokarak çevirmesini izlerken “Öyle süslü püslü şeyler beklemiyorum, merak etme,” diyerek güldüm. Benim heyecanımın asıl sebebi Aral’ın bir nevi kendine has kıldığı bir yere giriyor olmaktı. Hatta buraya girecek olan ilk kişi -Arel’i saymıyordum elbette- olmaktı.

“Bence sen hiçbir şey bekleme,” dedi ve kapıyı açıp ittirerek koluyla geçmemi işaret etti. “Bu ev ilk gerçek misafirini karşılasın o zaman. Hoş geldin.”

Hissettiğim mutluluğu saklamaya gerek duymadan “Çok hoş buldum,” diyerek içeri girdim. Antre evin kendine has küçüklüğünü barındırıyordu ve yalnızca ayakkabılık olduğunu düşündüğüm kapaklı, ufak bir dolaptan oluşuyordu.

Kapının önündeki boşluğa ayakkabılarımı çıkardıktan sonra yerdeki toprak tonlarındaki kilimin üzerine basarak ilerledim. Antre ya da salon, küçük olduğu gibi dört kapıyla bağlantılıydı. Durduğum yerden görebildiğim kadarıyla bunlardan biri mutfak, biri oturma odasıydı ancak diğer iki kapı kapalı olduğu için içlerini göremiyordum. Yine de birinin banyo, diğerinin de yatak odası olduğunu tahmin etmek zor değildi.

Önümde uzanan ellerimi kavuşturup heyecanlı bakışlarımı Aral’a diktim. “Önce evi mi geziyoruz, yoksa koleksiyonunu mu gösteriyorsun?”

Dudakları usulca kıvrılırken “Bilmem,” diyerek başını salladı. “Sen hangisini önce yapmak istiyorsan onu yapalım.”

Hiç düşünmeden “Evi gezelim,” dedikten sonra açıklamasını da yaptım. “Aklım burada kalırsa koleksiyonuna yeterli ilgiyi gösteremeyebilirim çünkü.”

Güldü. Bunu artık çok daha kolay yapıyordu ve beni de gülümsediğinde çehresinde oluşan o ifadeye fena halde alıştırmaya başlamıştı. “Pekâlâ, mutfaktan başlayalım öyleyse. Son olarak da oturma odasına geçeriz, çünkü göstereceğim şey orada.”

Sabırsız bir ifadeyle “Tamam,” dedikten sonra mutfağa doğru ilerleyip içeri girdim. Aral da hemen peşimden ilerliyordu.

Mutfak da evin diğer yerlerinin olduğu gibi ufaktı. Beyaz mutfak dolaplarından ve orta boy bir buzdolabından oluşuyordu. Ha bir de iki kişilik olması gerektiğini düşündüğüm yine beyaz, kare şeklinde bir yemek masası vardı ancak yanında sadece bir tane sandalye bulunuyordu.

Aral, nereye baktığımı görmüş ve aklımdan geçenleri okumuş olacaktı ki “Sandalyelerden biri oturma odasında,” diye açıklama yaptı. “Burada zaten ihtiyacım olmuyor diyerek oraya götürmüştüm. Arada askılık olarak kullanıyorum.”

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp yavaşça başımı salladım ve ona doğru döndüm. “Dolaplarının içi de boş mu yoksa? Yani sandalye gibi her şeyi tek kişiliğe indirdiysen öyledir diye düşündüm birden.”

Hafif utangaç bir tavırla “Tava ve tencereden birer tane var,” dediğinde kendimi tutamayıp küçük bir kahkaha attım. “Ama bardaklar ve tabaklar set halinde satıldığından birden fazlalar.”

“Aa, onların da tekli satılanları var Başkomiserim, nasıl oldu da bulamadın yahu?” diyerek alay ettim onunla ama bana alınmadı. Hatta tavrımın hoşuna gittiğini fark ettim.

“Biliyorum ama tabak, tencereyle aynı şey değil. Yıkarken, taşırken düşürüp kırabiliyorsun yani. Birden fazla olması iyi o yüzden.”

“Sen de haklısın, ne diyeyim,” diyerek biraz daha güldükten sonra tezgâhın üzerindeki su ısıtıcıya ve ocaktaki demliğe baktım. Muhtemelen çok kullanılmadıkları için yeni gibi görünüyorlardı. Mutfağın içinde ilerleyerek mutfak dolaplarından birinin kapağını aralayıp içine bakındım. İki raflı dolabın üst rafı boştu, altında da Aral’ın az önce söylediği gibi altılı bir tabak setiyle yine altılı su bardağı seti ve üç tane de çay bardağı vardı. Dudaklarım kıvrılırken kapakları kapayıp diğer dolabı açtım. Bahsettiği tencere ve tava buradaydı lakin tavadan bir büyük bir de küçük olmak üzere iki tane vardı. Uzanıp tavaları elime alırken “Senin tava can sıkıntısından dolabın içinde mitozla çoğalmış galiba, Başkomiserim,” diye alay ettim onunla.

Şakam karşısında gülecek gibi olduysa da kendini tutarak “Küçük tavayı alalı çok olmadı, varlığını unutmuşum,” diye açıklama yaptı. “Bir tane yumurta için kocaman tavayı kullanmanın mantıksız olduğunu anlamam biraz zaman aldı da.”

Anlayışlı bir şekilde başımı salladım. Evlerindeki bulaşık makinesini hatırlıyordum. Elde yıkamaya pek alışık olmasa gerekti. “Biraz değil, fazlasıyla mantıksız ki bulaşık makinen de olmadığına göre bunları elde yıkıyorsun ve bu gibi durumlarda eşyaların boyutları fazlasıyla önem kazanıyor.”

“Kesinlikle.”

Tavaları yerine bırakıp dolabı kapattıktan sonra nasılsa bana yemek yaptıracağını söylediği için buzdolabının içine de bakmayı ihmal etmedim. Lakin hazır içecekler dışında pek bir şey olduğunu söyleyemeyecektim.

Kafamı buzdolabının kapağının arkasından uzattım ve “Bu dolap boş,” dedim şaşkınca. “Mantarlı makarnayı nasıl yapacağız?”

“Size gelmeden önce alışveriş yapmıştım. Malzemeler arabanın bagajında duruyor. Sana koleksiyonumu gösterdikten sonra almaya gideceğim.”

“Ha, tamam,” diyerek dolabı kapattım ve etrafa kısa bir bakış attıktan ve elindeki imkânları da göz önünde bulundurarak mutfağa kendi içimde on üzerinden sekiz puan verdikten sonra “Hadi diğer odaya geçelim,” dedim.

Mutfaktan onun ardından çıktığımda eliyle kapalı olan kapılardan soldakini işaret edip “Orası banyo,” dedi. “İstersen bakabilirsin.”

“Yemek hazırlamaya geçmeden önce ellerimi yıkadığım sıra bakarım oraya, şimdi oyalanmayalım.”

Cevabım karşısında dudakları kıvrılırken başını usulca sallayıp “Peki,” dedi ve diğer kapalı kapıyı işaret etti. “Orası da benim odam.”

Kısa bir süre nasıl devam edeceğini bilememiş gibi gözlerimin içine baktığında onu kurtarmam gerektiğini fark edip “O halde oturma odasına girme vaktimiz geldi,” diyerek kapısı açık olan odaya doğru ilerlemeye başladım. Odasını merak etmediğimden değildi elbette ancak bundan rahatsız olabilirdi ve buna alınacak halim yoktu, yani en azından şimdilik.

Oturma odasına girdiğimizde mutfağın neredeyse iki katı büyüklüğünde bir odayla karşılaştığım için küçük bir şaşkınlık geçirdim. Ama şaşkınlığımın en büyük sebebi buranın büyüklüğü değildi, odanın muazzam bir şekilde yerleştirilmiş olmasıydı.

Yerde büyükçe, tüylü bir hali vardı ve koridordaki kilim gibi toprak renklerindeydi. Büyük pencerenin karşısına yerleştirilmiş oldukça geniş ve yumuşak görünen bir L koltuk vardı ve karşısında da aynı modelin üçlü koltuğu bulunuyordu. Odanın bir köşesinde içeriye çok hoş bir hava katan soba vardı. Sobanın etrafındaki hasır sepetlerin kışın odunlarla dolu olduğunu hayal etmek hiç zor değildi.

ev

Beni en çok etkileyenlerden biri de pencerelerin üzerine gelecek şekilde duvara montelenmiş tahtadan kitap raflarıydı. Üzerindeki kitaplarla o kadar harika duruyorlardı ki ilk bakışta vurulmuştum.

“Burası harika,” diyebildim, dakikalar sonra ilk kez konuşabildiğimde. Bakışlarım yeşillerini buldu. “Aral, burası gerçekten harika.”

Hoş bir ifadeyle gülümsedi. “Beğenmene sevindim.”

“Mutfağın sadeliğinin yanında buraya bu kadar özenmiş olmanı neye borçluyuz?” diye sorarken oldukça nostaljik bir havası olan odada bir o yana bir bu yana gidiyordum.

“Mutfakta yemek pişirmek ve bazen de yemek dışında bir şey yapmıyorum. Evin en çok kullandığım yeri burası. O yüzden biraz daha özendim ama öyle abartılacak bir yeri yok.”

“Kesinlikle var,” diyerek karşı çıktım hızla. “Gözünün önündeki manzaranın farkında değilsin galiba. Senin yerinde olsam buradan asla ayrılmazdım.”

Hatta keşke ben de ayrılamasaydım.

Ne diyeceğini bilememiş gibi kısık bir ses tonuyla “Teşekkür ederim,” diye mırıldandığında odanın güzelliğiyle bir anlığına unuttuğum şey geldi aklıma. Heyecanla ona doğru ilerledim.

“E, hani nerede koleksiyonun?”

Belli belirsiz iç çektikten sonra ilerledi ve L koltuğun arkasında kalan vitrinin yanına vardı. Onu bakışlarımla takip ediyordum. Hafifçe eğilip vitrinin geniş kapaklarını açtıktan sonra içindeki bir şeyi kucaklayarak vitrinin üzerine bıraktı. Tam önümde durduğu için elindeki şeyi görmem biraz zamanımı alsa da kenara çekildiğinde gözlerimi şaşkınlıkla açmadan duramadım.

“Şaka yapıyorsun,” diye mırıldandım büyülenmiş bir ifadeyle. “Antika bir plağın mı var?”

“Antika gramofon bir taş plak çalar.”

Beni düzeltmesi karşısında “Ah tabii,” demeyi başarabilmiştim neyse ki. Zira tüm dikkatim plağın üzerindeki işlemelerdeydi. Güzelliği karşısında büyülenmiştim.

“Kaç senelik bu?” diye sordum plağa doğru ilerlerken. Bu güzelliğe yakından bakmazsam haksızlık ederdim.

“1965 yapımı.”

“Neredeyse iki katım yaşında yani?”

“Aynen öyle.”

Hemen yanında durup taş plağı hissetmek üzere elimi havaya kaldırmıştım ki son anda hatırladığım nezaket kurallarıyla bakışlarımı Aral’a çevirip “Dokunabilir miyim?” diye sordum. Sonuçta antikaydı ve ona çok fazla değer verdiği her halinden belliydi.

“Elbette,” diyerek bana izin verdiğinde elimi uzatıp nazikçe gramofona dokundum. Harika bir şeydi.

“Plakların yok mu peki?” diye sordum sabırsızca. “Koleksiyonun bu değildir sanıyorum.”

Dudaklarını birbirine bastırdı ve geriye çekilip vitrinin diğer kapağını açtı. İki sıra boyunca dizilmiş plaklara açılmış bir ağızla baktım. “Kaç tane var burada?”

“Yüz yirmi sekiz tane olması lazım ama bu kadar değil elbette, gerisi yatak odasındaki dolabımda.”

“Bir tanesini çalabilir miyiz?”

“Tabii,” diyerek kısaca başını salladıktan sonra bakışlarını plaklarına çevirdi. “Hangisini çalsak,” diyerek eliyle sırayla dizilmiş plakları ittirirken alt raftaki plakların üzerine koyulmuş bir tanesi dikkatimi çekince eğildim ve plak kutusunu kavrayarak kendime çektim.

Seda Sayan – Ah Geceler

Hayretle gözlerimi kırpıştırırken “Seda Sayan mı?” diye sordum ve küçük bir kahkaha attım. Aral’ın bu plağı aldığına inanamıyordum.

İşaret parmağı Barış Manço plaklarından birinde duraksarken elimdeki plağa çevrilen yeşilleri kısıldı ve “Onu ben almadım,” dedi. Ah, hayır, homurdandı. “Arel’in işi. Hatta burada olmaması gerekiyordu, onu geri götürdüğünü sanıyordum…”

Huysuz ve hafif utanmış tavrı yüzünden oluşan yanaklarını mıncırma isteğimi bastırmaya çalışırken dokunduğu plağı biraz fevri bir hareketle çekip çıkardı. Onu daha fazla sinirlendirmek istemediğimden sessizce elindeki plağı kutusundan çıkarıp gramofona yerleştirmesini ve iğneye benzeyen şeyi ayarlamasını izledim. Tabii bu sıra da elimdeki plağı yerine bırakmamıştım, çünkü Barış Manço’dan sonra bunu dinleyecektik. Yemek yaparken hareketli parçalar dinlemek Tuana’yla favorimiz olan şeylerden biriydi ve bu şarkı mantarlı makarnayla çok iyi giderdi.

Biraz önce Aral’ın göğsünde ağlayan kadınla Seda Sayan dinleyerek makarna yapmak isteyen kadın aynı kişiydi ve bir kez daha belirtmek istiyordum ki, deli falan değildim.

Uslu bir kız çocuğu gibi kenarda dikildim ve Aral’ın dakikalar içinde gramofonu çalıştırmasını izledim. Plak hızlı bir şekilde dönmeye başlarken odayı çıtırtılı sesler doldurdu. Bu istemsizce kaşlarımı çatmama sebep olsa da Aral gramofonun kenarındaki düğmeyi çevirerek sesi ayarladı.

Barış Manço – Kol Düğmeleri çalıyordu.

Büyülenmiş bir vaziyette parçayı dinlerken bakışlarım hızla dönen plaktaydı. Kesinlikle Aral’a yaraşır bir koleksiyondu. Kendimi onun zevkleri karşısında etkilenmemiş bulmam imkânsız gibi bir şeydi zaten.

Bakışlarını üzerimde hissettiğimde başımı yavaşça kaldırıp yeşillerine baktım. Ne hissettiğimi yüzümden belli ettiğimi bilsem de “Gerçekten harika,” demekten alıkoyamadım kendimi. “Plaklarının hepsini teker teker dinlememem için beni evinden kovmak zorunda kalacaksın.”

“Böyle bir şey yapmam,” diyerek usulca güldüğünde ben de kocaman sırıttım. “Kovsan bacadan girerdim zaten, bu konuda biraz yüzsüz olabilirim.”

Küçük bir kahkaha attı ve başını sallayarak yeşillerini dönen plağa çevirdi. Şarkıyı dinlemek istediğini düşünerek sessizliğine eşlik ettim.

İki küçük kol düğmesi

Bütün bir aşk hikâyesi

İki düğme iki ayrı kolda

Bizim gibi, ayrı yolda

“Amasya’da çok sevdiğim bir lokanta var. Sahibi Hayri Baba diye biri, yani herkes ona böyle seslenir. Aslında adı da başka bir şeymiş ama kimse bilmez.” Plaktan çıkan ses çok yüksek değildi, bu yüzden söylediklerini anlayabiliyor ve merakla onu dinliyordum. “Gençliğinde köyden birini sevmiş, sevdiği kişi de onu seviyormuş. Askerden sonra babasından isteyecekmiş, bunun hayaliyle gitmiş askere. O zamanlar böyle rahat haber alıp veremiyorlar malum, üstelik sevdiği kadının ailesinin de hiçbir şeyden haberi yok. Köy yeri neticede, laf söz olur diye saklamışlar. Birbirlerini sevdiklerini ikisi dışında bir tek Hayri Baba’nın annesi biliyormuş. O da bir şey gördüğünden değilmiş tabii, oğlunun birine sevdalı olduğunu hal ve hareketlerinden anlamış.”

Şarkı bittiğinde ve plak boşa dönmeye başladığında duraksayarak uzandı ve plağın üzerindeki iğneyi kaldırarak gramofonu durdurdu. Sessiz bir ilgiyle anlatacaklarının devamını bekliyordum.

“Hayri Baba askerdeyken bir iki kez mektup almış sevdiğinden ama sonra kesilmiş. Ailesinin öğrenmesinden korktuğu için sevdiğine mektup yazamıyormuş. Ondan gelen tek tük mektuplar da kesilince yüreğine bir ağırlık çökmüş. Tabii o zamanın askerlikleri de uzun, şimdiki gibi birkaç ay sürmüyor. Askerden de kaçamaz. Mecburen basmış yüreğine taşı, beklemiş teskeresini.”

Anlatmaya devam ederken elindeki plağı özenle kutusuna yerleştirip vitrindeki yerine koymuştu. Aklı anlattıklarında olacaktı ki elimdeki plağı fark etmemiş gibi kapadı vitrinin dolaplarını.

“Köye dönünce bir de bakmış ki sevdiği kız yok. Meğer evlenmiş o askerdeyken. O yüzden kesilmiş mektupları.”

İçim inanılmaz bir hüzünle dolarken “Evlenmiş mi?” diye sordum kısık bir ses tonuyla.

“Karşı köyden zengin biri istemiş, babası da zengin diye vermiş. Kız çok diretmiş ama dinlememişler onu, zorla vermişler. Tabii bunları annesinden öğrenmiş Hayri Baba, kız evlendikten sonra kocasıyla birlikte Amasya’dan ayrılmış çünkü. Gitmeden evvel de bir şekilde Hayri Baba’nın annesine gidip Hayri Baba’nın onu affetmesini istemiş.”

Dolan gözlerimi kırpıştırdım. Böyle şeyler genelde Türk dizilerinde, kitaplarda falan yaşanırdı. Ancak gerçekte yaşanmasa onlara da konu olamazdı.

“Sonra ne olmuş peki?” diye sormaktan alamadım kendimi.

“Hayri Baba, yıkılmış, mahvolmuş tabii ama yapacak da bir şeyi yokmuş. Acısını gömmüş içine, kendisini köydeki işlere vermiş. Ne başka birini sevmeyi denemiş ne de o kızdan haber almak istemiş. Askerden döndükten iki üç sene sonra babası da vefat edince köyde neyi var neyi yoksa satıp annesini de alarak Amasya’nın merkezine taşınmış. Kendine bir lokanta açmış. Lokantanın başköşesine de büyükçe bir gramofon taş plak yerleştirmiş. Her daim dertli şarkılar dinlermiş. Bundan sebeptir ki lokantasının ismi Dert Ocağı. Onunla da ünlenmiş.”

Kafamda yapbozun parçalarını birleştirirken “Senin bu koleksiyon hevesin de oradan görerek mi başladı?” diye sordum. Usulca başını salladı. “Babam Arel’le bizi ilk kez oraya götürdüğünde on yaşlarında falandık. Hayri Baba kasada oturuyor, etrafta elemanları koşturuyordu. Tüm yemek boyunca gözünü bile kırpmadan çalan gramofona baktığını fark etmiştim. Yani en azından ben o kadarına denk gelebilmiştim. Babam bizi oraya götürmeye devam ettiğinde lokantada bulunduğu her saniyesini gramofonu izleyerek geçirdiğini anladım.”

Aral’ın özellikle eski aşk parçalarına olan ilgisi şimdi çok daha anlaşılır geliyordu. Kendini Hayri Baba dediği adamla bağdaştırıyor olmalıydı. Belki de onun gittiği yoldan gitmiş, acılarını bu şekilde katlanılır kılmayı denemişti. Ne kadar başardığı muammaydı tabii.

Ağır havayı dağıtma niyetiyle “Ne zaman aldın bunu?” diye sordum. Gramofonun üzerindeki bakışlarını bana çevirdi. “İlk maaşımla almıştım. Yani bayağı oluyor. Plakları da hep kendi maaşlarımla aldım zaten.” Kısa bir an duraksadı. “Biri dışında. Onu da Hayri Baba hediye etti.”

Hangi plak olduğunu deli gibi sormak istesem de dilimi ısırarak bunu gerçekleştirmedim. Hem bu biraz fazla ileri gitmek olabilirdi hem de duymak istediğimden emin değildim.

“Anladım,” diyerek başımı salladım. “Çok dokunaklı bir hikâyesi varmış.”

Anlamadığını belli eden bir bakış attığında “Koleksiyonunun var olmasının yani,” diye devam ettim. “Ben de babam sayesinde başladım o küreleri biriktirmeye. İlk kez yedinci doğum günümde içinde baba-kız figürü olan bir küre almıştı bana, bayılmıştım.” Küre aklıma geldiğinde buruk bir tebessüm kapladı yüzümü. “Onu çok sevdiğimi görünce sonraki her doğum günümde yeni bir küre almaya başladı babam bana. Tabii çok süremedi bu, ömrü yetmedi çünkü. Ama ben onun kaldığı yerden devam ettim. Her doğum günümde yeni bir küre aldım kendime. Bazen bir yerde görüp bayılırsam da alıyorum gerçi, illa doğum günüm olmasına gerek yok.” Bakışlarım ona döndü. “Benim koleksiyonumun hikâyesi de bu.”

“Çok güzel,” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı.

“Öyle,” diyerek başımı salladım ve aramıza konan ağırlığa daha fazla katlanmak istemediğimden “Yemeği hazırlamaya geçelim mi artık?” diye sordum. “Karnım gerçekten acıkmaya başladı çünkü.”

“Olur, ben gidip arabadan malzemeleri alayım.”

“Tamam ama gitmeden önce bunu gramofona takabilir misin?”

Bakışları kucağımda tuttuğum plağa kaydığında kaşları usulca çatıldı. Gerçekten başından beri bende olduğunu unutmuşa benziyordu.

“Onu mu?” diye sordu şaşkınca. “Onu mu dinlemek istiyorsun?”

“Eh, şey, evet?” Bana şaşkın bir şekilde bakmaya devam ettiğinde kaşlarımı havaya kaldırdım. “Ne? Oradan bakınca dertli şeyler dinleyip burayı Dert Ocağı’na çevirmeye çalışıyor gibi mi görünüyorum?”

Dudaklarının titrediğini fark ettiğimde aldığım gazla konuşmaya devam ettim. “Hem mantar soyarken biraz eğlenmek benim de hakkım diye düşünüyorum.”

Bir süre daha yüzüme baktıktan sonra başını iki yana sallayarak “Suç sende değil,” diye mırıldandı. Daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Suç, Arel’i bu eve alan bende.”

“Suçlu yok, Ah Geceler plağımız var,” diyerek elimdeki kutuyu havaya kaldırdım.

“Eve gider gitmez plağı Arel’in başında kıracağım için birkaç saat sonra olmayacak.”

Homurdanarak elimdeki plak kutusunu alıp içini açarken “Hayır, bu plak çalarken yediğin makarnayı o kadar çok seveceksin ki plağı baş köşeye koyacaksın,” diye yorumda bulundum. Bana dik dik baktı. Ben de güldüm. İnanılmaz inatçı ve tatlıydı.

Plağı huysuz tavrını gidermeden gramofona taktıktan sonra yandaki düğmeyle oynayıp “Buradan ses seviyesini ayarlayabilirsin,” diye mırıldandı. Onu dikkatlice izlerken hızla başımı salladım. “Tamam.”

“Ben malzemeleri almaya gidiyorum o halde.”

Tekrar başımı salladım. “Ona da tamam.”

Seda Sayan’ın şarkıya girmesi, Aral’ın odadan çıkmasının üzerinden birkaç saniye sonrasında gerçekleşmişti. Tabii şarkıya karşı hareketsiz duramayan bedenimin kıvrılmaya, kollarımınsa havalanıp sallanmaya başlaması da bu saniyeler içerisindeydi.

Ah geceler, sensiz geceler

Kâbus gibi çöker geceler

Ayrılıklar vurur beni

Sabahları dar geceler

Olduğum yerde dönerek dans ettiğim sıra vitrinin üzerindeki telefonun titrediğini fark ederek duraksadım. İleri doğru birkaç adım atarak ekranda yazan ismi okudum. Arel. Başım istemsizce kapıya doğru kaydığında evin içinde hala daha bir hareketlilik olmadığını gördüm, yani Aral henüz içeri girmemişti. Muhtemelen telefonu açmayıp Aral geldiğinde onu haberdar etmek yapmam gereken en mantıklı şey olurdu lakin içimde bir şey vardı ve telefonu açıp Arel’e nerede olduğumu bas bas bağırmak istiyordu. Nihayetinde o bu karmaşada -Aral’la aramızdaki ilişkiyi en iyi bu kelime anlatıyordu bence- beni destekleyen bir numaralı kişiydi ve başarımdan haberdar olmalıydı. Evet, burada olmamı kesinlikle bir başarı gibi görüyordum.

Telefonu elime aldıktan sonra Aral’ın gösterdiği şekilde gramofonun sesini kıstım ve aramayı yanıtlayarak telefonu kulağıma götürdüm.

“Efendim?”

Karşı tarafta küçük bir duraksama oldu ve hemen ardından Arel’in şaşkın sesini duydum. “Jülide… Yanlışlıkla seni mi aradım ben ya?” Karşı taraftan küçük hışırtılar geldiğinde telefonu geriye çekip ekrana baktığını anladım. “Yoo, Aral’ı aramışım. E, nasıl oldu da sen açtın bu telefonu?”

“Çünkü Aral arabasından malzeme almaya gitti,” dedim büyük bir keyifle.

“Malzeme mi? Ne malzemesi? Ayrıca sizin evde misiniz?”

“Yemeklik malzeme ve hayır, Şile’deyiz.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp büyük bir hevesle verdiğim ipucuyu anlamasını bekledim.

“Şile mi? Ne işiniz var sizin orada? Sadullah’ın yanına falan mı gittiniz, diye soracağım ama öyle olsa bilmem lazımdı. Ne haltlar çeviriyorsunuz siz?”

“Bir halt çevirdiğimizi söyleyemem, yani henüz umduğum şekilde bir halt çeviremedik maalesef.” Kapıya kısa bir bakış attım ve sözlerimin duyulmadığından emin olduktan sonra “Aral’ın evindeyiz,” diye ekledim. “Beni buraya getirdi.”

Aramızda kısa bir sessizlik oluştu. Benim sessizliğim merakla onun vereceği tepkiyi beklemekten kaynaklanıyordu. Onunki ise kesilen soluğuna bakılırsa şaşkınlıktandı. İstediğim etkiyi bırakabilmeyi başardığım için genişçe sırıttım.

“Aral’ın evi derken… Yani… Acaba… Küçük, küçücük bir ihtimal ahşap evden bahsediyor olamazsın, değil mi?”

Gözlerim odanın içinde dolanırken “Ahşap ev, tahta kulübeden daha iyi bir tarif şekli gerçekten,” diye mırıldandım. “Ve evet, tam olarak oradayım. Hatta senin Aral’a götüreceğini söyleyerek yalan attığın Seda Sayan plağını dinliyorum.”

“Siktir.”

Bunu öyle ansız ve yüksek sesle söylemişti ki dayanamayıp kahkaha attım.

“Tamay, sen gerçekten o tahta evdesin ve az önce Aral’ın seni oraya götürdüğünü söyledin. Doğru anlıyorum, değil mi?”

Sesindeki şaşkınlığı hala atamaması ve bana ismimle hitap etmesi beni de bir miktar ciddi olmaya itti. “Evet,” diyerek görmeyeceğini bilsem de başımı salladım. “Beni basket oynamaya getirdi. Şey, biraz keyfim kaçıktı ve bana iyi geleceğini düşünmüş.”

“Siktir, siktir, siktir!”

Bu sefer daha kısık sesle ama peş peşe etmişti küfürlerini. Sonra da bunu fark etmiş olacak ki “Of, affedersin, ben şu an o kadar şaşkınım ki ağzımdan çıkanları kontrol edemiyorum.”

“İnan bana hiç önemli değil,” diyerek gülümsedim. “Aslında bu halin hoşuma gidiyor, çünkü sanırım burada olmam sandığımdan da büyük bir şey.”

“Çok çok daha büyük bir şey ve ben bunu şu an bozamam. O yüzden derhal telefonu kapatıyorum ve sen asla Aral’a benim aradığımı söylemiyorsun. Aramayı falan sil, tamam mı? Ona bir şey sormam gerekiyordu ama gidip Asaf amire sorarım. Ondan azar yemek, sizin aranıza girmekten çok daha iyidir. O halde ben kapatıyorum. Görüşmek üzere. Detayları dinlemek için de sabırsızlanıyorum.”

Arel konuşmama izin vermeden çat diye telefonu kapattığında telefon kulağımda, ağzım da iki metre açık bir şekilde kalakalmıştım ve tam da o an içeri giren Aral bu halime tanık olmuştu. Dikkatim Arel’e yoğunlaşınca onun eve girdiğini fark edememiş olmalıydım.

Ağzımı derhal kapattım ve yaramazlık yapan bir kız çocuğu gibi gergince gülümsedim. Eğer telefonu hala daha kulağıma tutuyor olmasaydım birkaç yalanla bu işin içinden çıkabilirdim muhtemelen.

Aral, çatılan kaşlarıyla yanıma doğru ilerlerken bakışları bir anlığına vitrinin üzerine kaydı ve çok yüksek ihtimalle kulağımdaki telefonun kendisinin olduğunu anladı. Kaşları biraz daha çatılırken “Bir sorun mu var?” diye sordu. Dudaklarından soru olarak çıkmamış olsa da bakışlarından telefonunun bende ne işi olduğunu da merak ettiğini biliyordum. Bu yüzden telefonu direkt ona uzattım ve “Arel aradı,” dedim. Zaten yakalanmıştım, bu yüzden şu an yapmam gereken en mantıklı şey ona doğruları anlatmaktı. “Bir şey sorması gerekiyormuş sana ve bu şey, Asaf amcama sorduğunda kızacağı bir şeymiş sanırım, tam anlayamadım. Ben de dışarıda olduğunu söyleyince kapattı telefonu.” Kısa bir an duraksayıp ona mahcup bir ifadeyle bakmaya başladım. “Senden izinsiz açtım diye kızdıysan özür dilerim. Ben belki önemlidir diye açmak istedim.”

Telefonu elimden alırken “Ben onu geri arayayım,” diyerek arkasını döndü ve muhtemelen duyamayacağım bir yerde konuşabilmek için bir kez daha evden çıktı ki bunu kapanan dış kapının sesinden anlamıştım.

Sıkıntıyla göğsümü şişirip ofladım. Bu konuda bir şey söylememişti ancak kızmadıysa bile telefonunu açtığım için rahatsız olduğu her halinden belliydi. Muhtemelen -ve benim aksime- beni buraya getirdiğini Arel’in bilmiyor olmasını tercih ederdi.

Moralimi bozmamaya çalıştım. Nihayetinde buradaydım ve beni buraya kendi isteğiyle getirmişti. Bu bile onun için büyük bir gelişmeyken bunu başkalarıyla, özellikle de Arel’le paylaşmak istemiyor olabilirdi; çünkü Arel onu bu dünyada en iyi tanıyan kişiydi. Bu normaldi, üzülecek bir şey yoktu.

Bu düşünceleri içimden tekrar ederek odadan çıktım ve ellerimi yıkamak üzere banyoya girdim. Mutfaktan bir tık küçüktü banyo. Küvet, klozet ve lavabodan oluşuyordu ki bu da tek başına yaşayan bir adam için fazlasıyla yeterli bir banyo sayılırdı.

Ellerimi sabunlarken musluğun üzerindeki aynadan yüzüme baktım. Gözlerim hafifçe kızarıktı ama çok kötü sayılmazdı. Gram makyaj olmayan sıfatım kızarık yanaklarım sayesinde biraz da olsa canlı duruyordu. Buraya gelirken arabada ördüğüm saçlarımsa hengâmede -basketbol oynamak benim için bununla eş değer sayılırdı- dağılmış görünüyordu. Bu yüzden ellerimi yıkadıktan ve yüzüme su çarptıktan sonra örgüyü bozup saçlarımı parmaklarım aracığıyla taradım. Ardından da birazdan mutfağa girip yemek yapacak biri gibi ev topuzu yaptım. Şansıma fena olmamıştı.

Lavaboda işim bitip dışarı çıktığımda ilk işim mutfağa bakmak olmuştu lakin Aral hala ortalıkta gözükmüyordu. Ya Arel’in başı dertteydi ya da benim neden burada olduğum konusunu tartışıyorlardı.

Açıkçası ilk ihtimalin doğru olmasını umuyordum. En azından bu benim için daha makul bir seçenekti.

Keyfimi yerine getirmesi için oturma odasına geçtim ve çoktan bitip boşa dönmekte olan plağı Aral’dan gördüğüm gibi aldım gramofondan. Sonra da geri takıp kırmamak için gereğinden fazla bir yavaşlıkla gramofonun iğnesini kaldırıp plağın üzerine bıraktım. Telefonla konuşurken kıstığım sesini de mutfaktan duyabileceğim kadar arttırdıktan sonra neredeyse sekerek odadan çıktım ve mutfağa girdim. İki kişilik yemek masasının üzeri poşetlerle doluydu. İçlerinden mantar poşetini aldıktan sonra onu tezgâha götürdüm ve makarna için dolaptan aldığım tencereyi suyla doldurup ocağın üzerine kaynamaya bıraktım.

Yıkadığım mantarları soyup birkaç parçaya bölerek dolaplardan birinde bulduğum kâsenin içine koyarken olduğum yerde sallanıyor, ara ara da elimdeki bıçağı mikrofon yerine dudaklarıma götürüp şarkıya eşlik ediyordum.

Omuzlarımı hiç durmadan oynattığım için mantarları soymak gerekenden biraz daha fazla zamanımı almıştı lakin buna alışık olduğumdan hiç dert etmedim.

Kim bilir neredesin?

Gel desem gelir misin?

Seni böyle severken, aşkımız hiç bitmesin

Son mantarımı da soyduktan sonra şarkıya yüksek sesle eşlik ederek kendi etrafımda dönmeye yeltenmiştim ki turumun yarısında kapı ağzındaki Aral’ın beni izlediğini görmemle ayaklarım da dâhil olmak üzere her bir uzvum hareket etmeyi kesti. Yüzündeki ifadenin ne anlama geldiğini çözemediğimden gerginleşmek istemeyerek dudaklarımı araladım ve tatlı çıktığını umduğum bir ses tonuyla “Merhaba,” diye mırıldandım. Biraz saçma bir giriş olabilirdi ama hiç yoktan iyiydi; arka planda Seda Sayan’ın ah geceler diyerek şarkıya devam etmesini saymazsak tabii.

Omzunu kapı kirişinden ayırarak içeri girdi. “Bu şarkıyı seviyorsun galiba?”

“Aslına bakarsan bir şeyler yaparken böyle enerjik şeyler dinlemeyi seviyorum,” diyerek gülümsedim. “Tuana’yla olan danslarımızı az çok gördün sen de, bir şeyler yaparken şarkı dinleyerek dans etmeyi seviyoruz ve bunu alışkanlık haline getirdik.”

“Anlıyorum,” diyerek başını salladı ve bakışları soyup böldüğüm mantarların üzerinde gezindi. “Yardım ister misin?”

“Makarnayı ben hallederim ama salata yapmana hayır demem,” diyerek masanın üzerindeki poşetleri işaret ettim. Mantarı alırken diğerlerinin içinde sebze vs. olduğunu görmüştüm.

“Tabii,” diyerek masaya yönelmişti ki şarkının sonuna geldiği için plaktan gelen ses kesildi. Bunun üzerine yeşilleri bir kez daha bana döndü. “Plağı başa sarmamı ister misin?”

Kısacık bir an düşündükten sonra “Başka plağın var mı?” diye sordum ve yanlış anlamaması için “Hareketli parçaların olduğu plaklar yani,” diye devam ettim. “Başka parçalar dinlemek isterim ama yemek yaparken depresyona girmeye de hiç gerek yok doğrusu.”

Gülecekmiş gibi olsa da kendini tuttu ve sahte olduğu bariz bir alınganlıkla “Ben de hareketli şeyler dinleyebiliyorum,” diye açıklama yaptı. “Sadece Seda Sayan dinlemem.” Kısa bir an duraksadıktan sonra -ki aklına benim yüzümden dinlemek zorunda kalması gelmiş olmalıydı- devam etti. “Yani genelde dinlemem.”

Kendimi tutamayıp hafif bir tonda kıkırdadıktan sonra “Tamam, o zaman,” diyerek başımı salladım. “Tercih işini sana bırakıyorum.”

Aral beni bir kez daha mutfakta yalnız bıraktığında rahatlayarak omuzlarımı gevşettim ve mantarları yağladığım tavalardan birinde pişmeye bıraktıktan sonra makarna poşetini elime alıp makarnanın yarısını kaynayan suya döktüm. Konuşması uzun sürünce sinirli döner diye korkmuştum lakin şimdilik öyle bir durum yok gibiydi. Aslında Arel’in derdinin ne olduğunu da merak etmiyor değildim ancak telefonunu izinsiz yanıtladığımı hatırlamasını istemediğimden bunu sormayacaktım.

Makarnaya kremalı sos yapmaya giriştiğim sıra gramofondan gelen sesi işittim. Ne çaldığını anlamak için birkaç saniyeliğine de olsa kremayı karıştırmayı kesip şarkının sözlerine odaklanmıştım ki tam nakaratın çaldığı yerde Aral sözlere kısık bir sesle eşlik içeri girdi.

Hey gidi koca dünya gam yükü müsün?

Söyle söyle fani dünya dert küpü müsün?

Bu şarkının birçok versiyonu olduğunu biliyordum ve çalan da neşeli, tam da oynanacak türdendi. Bu yüzden kendimi tutmadım ve kremayı karıştırmayı bırakıp dans etmeye başladım. Aral, havaya kaldırıp ileri geri salladığım kollarıma bakıp gülerek başını salladıktan sonra masanın üzerindeki sebze poşetlerinden domates, salatalık alarak tezgâhın yanına geldiğinde sallanarak tekrar ocağın başına geçtim ve kremayı karıştırmaya devam ettim.

Oldukça rahat bir tavırla usul usul kıvırarak ve sesimin harika olmamasını umursamadan şarkıya eşlik ederek haşlanan makarnayı süzüp hafifçe suyunu çeken mantarlarla birleştirdim ve gerekli baharatların yerlerini öğrenerek kremalı sosu hazırlamayı bitirdim. Aral da bu sırada beni hayran bırakacak bir hızda salatayı hazırlamıştı ki sebzeleri doğrarken ara ara bana, daha doğrusu dansıma, attığı bakışları da fark etmemiş değildim. Sadece dikkatinin üzerimde olmasının verdiği o müthiş hissi dışa yansıtmamayı tercih etmiştim.

Tabii bu sırada plak bizim etkimiz olmadan peş peşe birkaç kez çalmıştı ki Aral bunun ayarlanabildiğini söylemişti.

Yemekleri tamamıyla hazır edip masaya koyduktan ve dolaptan hazır limonata şişesini de kaptıktan sonra Aral, lazım olmadığını söyleyerek oturma odasına attığı sandalyeyi getirmiş; getirirken de gramofondaki plağı bir başkasıyla değiştirmişti. Fikrimin İnce Gülü çalıyordu. Aral’ın getirdiği sandalyeye otururken bu jestinin ne kadar çok hoşuma gittiğini belli etmemeye çalışıyordum lakin gözlerinin yüzümde dolanmasına bakılırsa saklamayı pek beceremiyordum.

Ben tabaklarımıza mantarlı makarnadan koyarken o da bardaklara limonata doldurdu ve ardından sessizce yemeğe başladık. Makarna iyiydi, sosunu tutturmayı başarmıştım ancak bunu bilmek bakışlarımın Aral’ın ifadesinde dolanmasına engel olamıyordu. Ufak da olsa bir tepki bekliyordum ki bunun için beni çok bekletmedi. Üçüncü kaşığını ağzına atmadan evvel yeşillerini bana çevirdi ve “Benden çok daha iyi yapacağına emindim zaten,” diyerek başını salladı. “Ki ben de fena değilimdir bu konuda.”

Tüm dişlerimin ortaya döküleceği kadar genişçe gülümsedim. “Afiyet olsun. Umarım senin makarnanın tadını öğrenmek için çok beklemeyiz.”

“Bakalım,” diyerek geçiştirici bir cevap vermiş olsa da bunu umursamadım. Neticesinde yarın beni evine davet edip gel sana makarna yapayım diyecek hali yoktu.

“Bu arada salata da çok iyi, ellerine sağlık,” dedim ağzımdaki lokmayı yuttuktan hemen sonra. Önemli değilmişçesine omuz silkti.

“Afiyet olsun ama salata işte.”

“Emin ol öyle basite indirgenecek bir şey değil,” diyerek başımı salladım. “Tuana’nın yaptığı salataları yemiş olsan bu cümleyi kurmayı bırak, aklına bile getiremezdin.”

Kaşları havalandı. “O kadar kötü mü ya?”

“Yengemle benim onu biraz fazla el bebek gül bebek büyüttüğümüzün farkına varmamızı sağlayan şey yaptığı salata olmuştu. Sonra yengem derhal kollarını sıvadı ve Tuana’ya sayamayacağım kadar domates, salatalık doğrattırdı. Sebzeler kötü olmasın diye günde üç öğün domates, salatalık yemiştik.”

Gülerek anlattığım şey onun da dudaklarının kıvrılmasını sağlamıştı.

Bir süre daha sessizce yedikten -tabii sessiz olan bizdik, arka planda şarkı çalmaya devam ediyordu- ve ikimize de ikinci tabakları doldurduktan sonra bileğindeki saate kısa bir bakış atıp “Amcanlar eve geç dönsen sorun çıkarırlar mı?” diye sordu.

“Yo, bir şey demezler. Daha doğrusu amcam demeye çalışır ama yengem müsaade etmez. Amcamın aksine o sana bayılıyor.”

“Yengen zaten herkesi sevebilecek türde bir insan,” derken alttan alta bunun öyle abartılacak bir şey olmadığını ima ediyordu ancak kafamı iki yana sallayarak bunu reddettim.

“Başkalarına karşı güler yüzünü ve nezaketini kolay kolay elden bırakmaz ama baş başa kaldığımızda bize gerekli uyarılarda bulunur. Bana senin hakkında hep iyi şeyler söyledi ki bugün aldığın hediye onun gözünde seni iyice yüceltecektir. Kürelerin benim için ne kadar önemli olduğunu biliyor çünkü.”

“Ama ben koleksiyonunun hikâyesini bilmeden almıştım.”

“Yengem bunu bilmiyor ki bu çok da büyük bir şey değil. Hatta bilmeden, sadece gözlemden yola çıkarak ve tesadüfen denk geldiğin bir şeyi sana beni hatırlattığı için alman daha değerli.”

Bunu ona itiraf etmeyi planlamamıştım ancak konuşma böyle gelişince içimde tutasım da gelmemişti. Bakışlarını çekingen bir tavırla benden kaçırıp ağzına makarna doluşturmasına bakılırsa da bunu hiç böyle düşünmemişti. Onun gözünde basit bir hediye olabilirdi ama değildi işte. Bu çok düşünceli bir davranıştı.

“Yine de abartmaya gerek yok bence,” diyerek tabağındaki son lokmayı ağzına atarken güldüm.

“Tamam, Başkomiserim. Abartmam, sen yeter ki utanma.”

Yeşilleri ışık hızını aratır bir hızla gözlerimi bulduğunda kahkaha atmamak için elimle ağzımı kapatmak zorunda kalmıştım.

“Tamay!”

Ellerimi masummuş gibi iki yana kaldırdım. “Tamam, tamam, bir şey demedim!”

Bana kötü kötü bakmaya devam ederek limonata bardağındakilerin sonunu kafasına diktiğinde ben de kendi makarnamı bitirmeye odaklandım. Yemeği bitirip bulaşıkları hallettikten sonra oturma odasındaki kitaplarını incelemek için izin isteyecektim ondan. Belki sonra biraz daha basketbol oynardık.

Aklımdaki bu düşüncelerle ağzımdakileri hızlı hızlı çiğnerken telefon sesi doldurdu mutfağı. Biri yine Aral’ı arıyordu.

Cebindeki telefonunu çıkararak ekrana baktığında kaşları çatıldığını fark ederek ağzımdakileri çiğnemeyi bıraktım. Arel olsa bu tavra bürünmeyeceğini düşündüm. O arasa sinirlenebilirdi belki ama şu anki halini tanımlayacak en iyi kelime rahatsızlıktı. Arayan kimse fena halde rahatsız olmuştu ki bu çenemi daha fazla tutmama engel olmuştu.

“Kim arıyor?”

Bakışları bana döndü ve sandığımın aksine tereddüt etmeden cevap verdi. “Sadullah.”

Şaşkınlıktan dilimden dökülen ilk şey “Ah,” mırıltısı olmuştu. Onu hiç düşünmemiştim. “İstersen çıkabilirim, ani daha rahat konuşmak istersen falan.”

“Gerek yok,” diyerek başını salladı. “Sadece bu iş giderek daha fazla canımı sıkmaya başladı.”

Sıkıntıyla içine bir nefes çektikten sonra muhtemelen aramanın meşgule düşmeye hazırlandığı saniyelerde parmağını ekranda kaydırdı ve telefonu kulağına götürdü.

“Efendim? Hayır, kusura bakmayın; lavabodaydım, anca yetiştim. Evet, evet, biliyorum. Ne?” Bakışları birden beni bulduğunda istemsizce omuzlarımı dikleştirdiğim. Sadullah’ın ne söylediğini duyamıyorum ancak normal konuşmanın ortasında bu bakışların bana dönmesine neden olduysa benle ilgili bir şey söylemişti.

“Bunu daha önce de konuşmuştuk, Tamay’ın gelemeyeceğini söylemiştim. İşe bile gitmiyor hala, psikolojisi iyi durumda değil ve bunu bilerek onu öyle bir ortama sokamam.”

Hangi ortamdan bahsettiğini anlamasam da Sadullah’ın yine beni bir yerlere çağırdığını fark ettim. Son olaylardan sonra Aral’ın onları ailevi durumlardan dolayı kötü zamanlar geçirdiğimi söyleyerek geçiştirdiğini biliyordum sadece ki düşünmem gereken onca şey varken bir de Sadullah’ı ve pis adamlarını düşünecek halde değildim doğrusu.

“Gelmemesi konusunda anlaştığımızı sanıyordum,” derken Aral’ın sesi bir tık yükselmiş, tabağının yanında duran eli yumruk halini almıştı. Bakışları artık bende değil, önündeki boş salata tabağındaydı. “Evet, ne kadar önemli olduğunu biliyorum ama Tamay’ın sağlığı benim için her şeyden daha değerli.”

Söylediklerinin ne kadarı içinden geçenlerdi bilmiyordum ama ondan böyle şeyler duymak kalbime sinyaller göndermişti. Bu yüzden pek fazla düşünmeden uzandım ve yumruk halindeki elini avuçlarımın arasına aldım. Yeşilleri bir kez daha hızla bana döndüğünde ona anlayışla gülümsedim ve yalnızca dudaklarımı oynatarak gelebilirim dedim. Başını hızla iki yana salladı ama elini avuçlarımdan çekmedi.

“Evet, açılışın sükse için ne kadar önemli olduğunun farkındayım ama seninle bu konuda anlaşmışken bir anda vazgeçmeni anlamlandıramıyorum. Üstelik açılıştan bir önceki günde arayıp söylüyorsun bunu bana.”

Sadullah her ne halt söylediyse çenesini sıkarak gözlerini kapadı Aral, avuçlarımın arasındaki teninin daha da gerildiğini hissettiğimde kendimi tutamayıp başparmağımla elinin üzerini okşamaya başladım usulca. Bunu fark ettiğinde gözlerini yavaşça aralayıp bana baktı, telefondan Sadullah’ın sesinin yükseldiğini duyabiliyordum ama ne dediğini anlamıyordum. Yine de sadece dudaklarımı oynatarak sakin dedim ona. Sakin ol.

Sözlerim mi yoksa tenine dokunmam mı işe yaradı bilmiyordum ama çenesi gevşerken “Tamam,” diye mırıldandı. “Ona soracağım ama eğer gelmek istemediğini söylerse asla ısrar etmeyeceğim. Gerekirse ben de gelmem.”

İşte bu kaşlarımı çatmama sebep olmuştu, çünkü benim için böyle bir şey yapmasına izin veremezdim. Gerçi ben versem bile Asaf amcam muhtemelen delirirdi.

Biraz daha Sadullah’ın söylediklerini dinledikten sonra bıkkın bir ifadeyle “Başka diyeceğin bir şey var mı?” diye sordu. Fark etmiştim ki Aral, Sadullah’ın diğer adamları gibi değildi. Her dediğine evet deyip geçmiyordu, karşı koyuyordu ve belki de bu sayede onun adamlarından çok daha yukarı bir mertebedeydi. Tabii bunlar benim fikirlerimdi, bunca durumun altında bambaşka şeyler de yatıyor olabilirdi lakin gereğince bilmek istemediğimi fark edeli biraz oluyordu. Bazen cahillik mutluluktu.

Aral, birkaç şey daha söyledikten sonra kapattı telefonu. Ruh hali tamamıyla değişmişti ve şimdiden ikinci basket savaşımızın suya düştüğünü biliyordum. Bunun için üzülmemeye çalıştım, zira Aral benden çok daha zor bir durumdaydı.

Sesimi oldukça anlayışlı bir tonda tutmaya çalışarak “Nereye gelmemizi istiyor?” diye sordum. Telefonu masanın üzerine bıraktıktan sonra aynı eliyle alnını ovalamaya başlamıştı, çünkü diğer eli hala benim avuçlarımın içerisindeydi ve ben de utanmazca küçük masajıma devam ediyordum. İyi geldiğinden miydi yoksa sinirden farkında mı değildi bilmiyordum lakin elini çekmek gibi bir hamlede bulunmuyordu.

“Karşıda otel açılışı var,” diye açıklamaya girişti ama daha çok homurdanır gibiydi. “Açılış yarın akşam ve uzun zamandır bugünü bekliyor, çünkü bu sadece bir açılış değil. Rakiplerine ve düşmanlarına gözdağı da verecek aynı zamanda. Bu yüzden en yakınındaki adamların orada, göz önünde bulunmasını istiyor.” Seslice iç çekti. “Diğerlerinin çok bilgisi yok ama Sadullah kaçırıldığını biliyor. Daha doğrusu durumun ne kadar kötü olduğunu bilmesi için bunu ona söylemek zorunda kaldım. Detaylar hakkında bir fikri yok tabii, sadece ailevi sorunlar neticesinde peşinde bir sapık olduğunu ve onun tarafından zorla alıkonulduğunu söyledim. Başta şaşırdı falan ama sağduyulu bir şekilde yaklaştı. Bu davet işini de konuşmuştuk, tek katılacağımı biliyordu ama şimdi arayıp emrivaki yapıyor. Hatta neredeyse seni götürmezsem benim de gitmemem gerektiğini ima etti. Şerefsiz herif.”

Kısa bir an düşündükten sonra “Bu adamın düşünce yapısını ne kadar istersem anlayamayacağım sanırım ama bunun olmasına izin veremem, Aral,” dedim. “Ben gelirim seninle, hem zaten haftaya işe de başlayacağım. Daha fazla eve tıkılı kalamam ve bu mafya işlerinden de sıyrılmamın imkânı yok. Sana bu işin sonuna kadar elimden geldiğince yardım edeceğim.”

Bir süre sessiz kaldıktan sonra “Bunun böyle olmaması gerekiyordu,” diye homurdandı. Hala sinirliydi ama kendini tutmaya çalışıyordu, farkındaydım. “Aslında siktiri çekip o otele gitmezdim ama Cüneyt pisliğinin çalıştığı ikinci mafya da orada olacak. Mutlaka orada olmam gerekiyor. Elimi kolumu bağladı şerefsiz.”

“Tamam, sorun değil,” diyerek yatıştırmaya çalıştım onu tekrar. “Hem Demet de orada olacaktır, değil mi? Tek kalmam, senin ayağına da dolanmam. Sen de rahatça neyi araştırmak istiyorsan araştırırsın.”

“Ayağıma dolandığın falan yok. Ben sadece bu haldeyken bir de bu boktan durumlarla uğraşmanı, bunları kafana takmanı istemiyorum,” dedi, kendimi yanlışlıkla bu işe bulaştığımda bana demediğini bırakmayan adam. Usulca gülümsedim.

“Belki suçlu peşinde olmak aklımı dağıtmama yardımcı olur, bilemeyiz ki.”

“Beni ikna etmek için böyle konuşuyorsun,” dese de sesi ufaktan yumuşamaya başlamıştı. Hızla buna tutundum ve ona şakacı bir tavırla takıldım.

“Başka da bir seçeneğin yok sanki ha?”

“Siktiri çekme konusunda ciddiyim,” derken çatılan kaşlarına bakıp hafifçe güldüm.

“Bunu yaptığın takdirde aynı tarifeyi Asaf amcam da sana uygular diye düşünüyorum, yanılıyor muyum?”

Dertli dertli iç çekti. “Yanılsan şaşardım zaten.” Parmaklarını masaya vurarak ritim tuttu. Gerçekten diğer elinin farkında değil gibiydi. “Emin misin? Yani gerçekten gelmek istediğinden? Henüz kendine gelebildiğini düşünmüyorum.”

“Evde kaldığımda daha kötü olduğumu fark ettiğini söyleyeli kaç dakika oldu ki?”

Bir müddet gözlerimin içine baktıktan sonra “Tamam, Doktor, sen kazandın,” diyerek iç çekti. “Yine de yarın akşama kadar düşünmeni istiyorum, anlaştık mı? İçinde en ufak bir şüphe veya isteksizlik olursa beni arayıp gelemeyeceğini söyleyeceksin.”

Bunu asla söylemeyecek olsam da “Anlaştık,” diyerek kabullendim ama içimden geçenleri duymuş gibi yeşillerini gözlerimden ayırmayınca “Anlaştık dedim ya,” diyerek isyan ettim. “Eğer bir sıkıntı olursa vazgeçeceğim.”

“İnşallah.”

Bezgin tavrı karşısında güldüm ve hiç istemeyerek de olsa avuçlarımın arasındaki elini bırakarak ayaklandım. “Evde kahve var mı? Varsa sen bulaşıkları yıkarken yapayım, havamız değişir hem.”

“Dolapta vardı ama hiç gerek yok,” diyerek başını salladığında onu duymazlıktan gelerek masadaki tabakları tezgâha taşıdım ve “Hangi dolap?” diye sordum ve ardından ekledim. “Taşıma sandalyemizi ön verandadaki sandalyenin yanına atarsak kahve içmek için harika bir yere sahip olmuş oluruz.”

Kısa bir an söylediklerimi değerlendirir gibi duraksasa da ikna olmuş olacaktı ki elini kaldırıp buzdolabının yanındaki dolabı işaret etti. “Orada olmalı. Cezve de şu çekmecede.”

Gülümsedim ve gösterdiği dolaba ilerledim. O benim iyi hissetmem için tabularını yıkayarak beni buraya getirmişti ki bunun onun için ne kadar zor ve büyük bir şey olduğunun farkındaydım, ona kahve yapacak olmam bunun yanında hiçbir şeydi.

Ve ne kadar tersini söylemiş olsa da bu mafya işinde başını derde sokan bendim, o yüzden bana ihtiyacı olduğu her an yanında olmaya devam edecektim. Ve bunu onun için, seve seve yapacaktım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%