Yeni Üyelik
36.
Bölüm

BÖLÜM - 36

@bayanclara

“Listeden istediğimi açabiliyorum, değil mi?”

Bana anlık bir bakış atıp başını salladı. “Açabilirsin.”

Sırıttım ve Aral’ın listesinde gezinmeye başladım. Aradığım şey belliydi, o yüzden şarkı isimlerinin üzerinden hızla geçiyordum ki çok geçmeden aradığımı buldum.

Erkek Güzeli.

Şarkının üzerine tıklayarak arabanın hoparlöründen yayılmasını sağladığımda oyunbaz bakışlarım direkt Aral’ın çehresine kaydı. Yeşilleri yola odaklıydı ancak şarkının etkisi dudaklarındaki küçük kıvrımda yankılanıyordu. Mutlu bir şekilde iç çektim ve geriye çekilip Aral’a dönük oturabileceğim bir pozisyon aldım. Bunun için de sırtımı kapıya yaslayıp yırtmaçtan ortaya çıkan bacağımı bükerek omzumu koltuğa dayamam gerekmişti. Şimdi tamamıyla ona odaklıydım ve sırtımı kapıya verirken hızlıca arabanın kilit tuşuna bastığı anı gayet net yakalamıştım.

Sessiz ve ilgisiz durması öyle olduğu anlamına gelmiyordu. Bunu ilk başlarda anlayamamıştım ama şimdi çok net bir şekilde görebiliyordum. Yapıyordu ama yapıldığının bilinmesini istemiyordu. Ya da o söylemeden bilinmesini istiyordu. Eh, ne şanslıydım ki bunu başaracak seviyeye ulaşmıştım.

Sezen Aksu, seni pamuklara sarmalar sararım, diyerek şarkısına devam ederken uzanıp radyonun sesini birbirimizi rahat bir şekilde duyabileceğimiz ancak şarkıya da hâkim olabileceğimiz miktarda kıstım ve “Sana bir itirafta bulunacağım,” diye mırıldandım.

Gözleri birkaç saniyeliğine benimkilerle buluşup tekrar yola odaklandı. Hafta sonu olduğu için yollar fazlasıyla kalabalıktı ve dura kalka ilerliyorduk ama bunu umursamıyordum. Hatta ne kadar uzun sürede gitsek o kadar iyiydi çünkü ondan ayrılmak istemiyordum, akşam bize geleceğini bilsem bile.

“Bulun bakalım.”

“Tuana haklıydı,” derken sesim oldukça neşeliydi. Utanmak için bir sebebim kalmamıştı çünkü. “Bu şarkıyı en başından beri bana seni hatırlattığı için dinliyordum.”

Dudakları kıvırıldı. “Biliyorum.”

Burnumu yalandan kırıştırıp “Hıh,” dedim. “Bildiğinin farkındayım. Sırf beni kıvrandırmak için şarkıyı listene ekledin ve bana hep olduğu konusunda yalan söyledin.”

“Seni öyle ne diyeceğini şaşırmış vaziyette görmek için değerdi. Malum genelde o güzel ağzın bir açıldı mı kapanmak bilmiyor.”

Güzel ağzım demek…

“Doğru,” derken tek kaşımı havaya kaldırmıştım. “Ne diyeceğini şaşıran genelde sen olursun.”

Öndeki arabanın fren yapmasıyla arabayı yavaşlatırken bana dönüp kötü kötü baktı. Daha doğrusu bakmaya çalıştı ama daha çok trip atmaya çalışan küçük bir oğlan çocuğu gibi duruyordu. O kadar tatlıydı ki küçük bir kahkaha atıp büktüğüm dizimin üzerinde yükseldim ve elimi sol yanağına yaslayıp kafasını bana doğru çektikten sonra sağ yanağına sesli bir öpücük kondurdum.

Sonra yeterli gelmediği için bir tane daha kondurdum ve bu bir öncekinden de sesli bir öpücüktü.

Elimi ve dudaklarımı zar zor ondan ayırırken “İşimiz var senle,” diyerek seslice iç çektim ve eski pozisyonuma döndüm.

“Asıl benim senle işim var,” diye söylendi. “Beni her seferinde böyle öperek dikkatimi dağıtırsan bir gün birine toslayacağım.”

Neşeyle güldüm. “Alışmaya bak o zaman, Başkomiserim. Çünkü ben böyle biriyim ve sen beni bu halimle kabul ettin.”

Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra neredeyse fısıltıyla “Ben de bundan korkuyorum ya,” dediğini duyarak kaşlarımı çattım.

“Nasıl korkuyorsun?”

Bana bakmadı. “Hiç.”

Kaşlarım biraz daha çatılırken uzanıp gevşekçe direksiyonu tutan elini avuçlarımın arasına aldım ve kendime doğru çekerek bacağımın üzerine bıraktım. Önce bana sonra da bacağımın üzerinde tutarak avuç içini okşamaya başladığım eline bakıp usulca yutkundu ve önüne döndü.

“Alışmaktan korkuyorum,” dedi, kısık bir ses tonuyla. Benim bir kez daha sormamı beklememişti çünkü peşini bırakmayacağımı biliyordu. “Sana daha önce de dedim, bilmediğin şeyin yokluğu bile çok koyarken bildiğin şeyin yokluğu ne yapar bilmiyorum. Bilmek istemiyorum. Öğrenmekten korkuyorum.”

Bir şekilde kalbimi acıtmayı başarıyordu. Evet, ben de Uğur beni terk edip yurt dışına yerleştikten sonra beni aslında söylediği kadar sevmediğini düşünmüştüm ama şimdi objektif bir şekilde baktığımda beni aslında sevdiğini ama işi kadar sevmediğini anlayabiliyordum. Yine de sevilmiştim. Onunla beraberken değerli hissetmiştim. Muhtemelen yanında hangi kadın olsa öyle davranacaktı, çünkü onun önceliğinde olan şey aşk değildi, başarı ve kariyerdi.

Aral’ın o kadınla birlikteyken neler hissettiği meçhuldü ve sormaya korkuyordum. Yarasını deşmek istemiyordum. Yine de bir tahminde bulunmam gerekirse Aral’ın kendi aşkına tutunduğunu söyleyebilirdim. Kendi aşkı öyle büyük olmalıydı ki sevdiği kadının ona duygusal açıdan vermesi gereken hiçbir şeyi vermemesini umursamamıştı. Ya da alttan almıştı, bilemiyordum. Sevilmediğini anlamamıştı bile gerçi. Belki de sırf bu yüzden susmuştu. Herkesin sevgisini gösterme şekli farklı olurdu çünkü. Aral da buna inanmış olmalıydı. Âşık olduğu kadının aşkı böyle yaşadığını sanıyor olmalıydı.

Sesli bir şekilde iç çektikten sonra kesin ses tonumla “Bilmeyeceksin, öğrenmek zorunda falan da kalmayacaksın,” diye mırıldanıp parmaklarını sıkıca kavradım. “Benim şu saatten sonra senden vazgeçmem imkânsız çünkü.” Duraksadım ve kısık bir ses tonuyla devam ettim. “Tabii sen beni istemeye devam ettiğin sürece.”

Başını salladı. Bana bakmadı ama avucumun içindeki elini hafifçe hareket ettirip serçe parmağını benimkine doladı. Bu yüzümde küçük bir tebessüm oluşturmaya yetmişti bile.

Erkek Güzeli çoktan bitmiş, otomatik oynatma açık olduğu için yerini sıradaki bir başka şarkı almıştı. Birkaç dakika boyunca sessizce şarkıyı dinledikten sonra “Ben de sana bir itirafta bulunacağım,” diye mırıldandı. Bu beklenmedik cümlesi karşısında hem heyecanlanmış hem de şaşırmıştım.

Meraklı bir ifadeyle “Bulun bakalım,” diyerek onu taklit ettim.

“Geçen hafta, yani senle aramız limoniyken, aklımı dağıtmam gerektiğini düşünüp yapacak bir şey arıyordum ama aklımdaki senden bir türlü kurtulamadığım için bulduğum çözüm de senle ilgili bir şey oldu.”

Kaşlarımı havaya kaldırdım. “Hiçbir şey anlamadım desem?”

Doktorlar dizisini izlemeye başladım işte.”

Ne diyeceğimi bilemediğimden şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırırken ağzımdan “Ah,” ifadesi döküldü. Sonra da kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Bunu işkence çekmiş gibi söylemesi beni epey eğlendirmişti doğrusu.

“Bu diziyi daha önce hiç izlememiş olman zaten fazlasıyla garip ama böyle bir şey yapmanı asla beklemiyordum.” Biraz daha güldüm. “Ee, beğendin mi bari?”

“Yani dizi fena değil de bence oradaki Jülide karakteriyle senin hiç alakan yok.” Kaşları çatıldı. “Yani Arel hangi mantığa sığınarak sana böyle sesleniyor bilmiyorum ama bence bu şekilde sana hakaret ediyor.”

“O kadar mı diyorsun?” derken sesimden eğlendiğim belli oluyordu.

“Kendisini sürekli aldatacak aptal bir adam için evlenmekten vazgeçecek bir kadın değilsin sen. Bunu bilerek onunla olan ilişkini sürdürmeye çalışacak biri hiç değilsin. Yani nereden bakarsam bakayım tam bir saçmalık.”

“Sakin ol,” diyerek güldüm. Ciddiyeti beni mahvediyordu. “Arel’in beni oradaki karaktere benzettiği falan yok. Sadece branşlarımız aynı olduğu için öyle hitap ediyor ve benlik bir sorun yok. Buna alınacak değilim ya.”

“Olsun, yine de saçma.”

Gerçekten sinirlenmişe benziyordu ve sinirinin Arel’e mi yoksa dizideki Jülide karakterine mi olduğunu bilmiyorum ama o kadar tatlıydı ki onu tekrar öpmemek için zor durdum. Her ne kadar istesem de yol boyunca onu öpüp duramazdım çünkü kaza yapmak istemiyordum. Daha onunla birlikte yaşamamız gereken günler vardı. Hatta mümkünse bir ömür…

“Kaç bölüm izledin?” diye sordum konuyu Jülide’den uzaklaştırmak istediğimden. Ayrıca merak da ediyordum.

“Bilmem,” diyerek omuz silkti. “Bayağı izledim. İzledikçe sinirlendim ve sinirlendikçe daha çok izledim. Kadının mantıklı bir karar almasını bekliyordum, tüm sinirlerime ancak bu şekilde sahip çıkabiliyordum ama her geçen bölüm daha ahmak birine dönüşüyordu.” Kısa bir an duraksadı. “Aklıma geldi, yine sinirlendim bak.”

Arabanın içinde yankılanacak sesli bir kahkaha patlattım. “Ne ara bu kadar tatlı bir adam oldun sen?”

Memnuniyetsizlik akan sesiyle “Ben tatlı falan değilim,” diye homurdandı. Daha çok güldüm.

“Tanıdığım en tatlı adamsın.”

“Böyle yanlış bir yargıya vardığına göre pek adam tanımamışsın.”

“Yo, yeterince adam tanıdım aslında.”

Kısılan gözlerini hızla bana çevirdiğinde yüzümde tüm suratımı kaplayan koca bir sırıtış vardı. Bu onu hiç etkilememiş gibi somurturken “O kadar çok yani ha?” diye sordu.

Kafamı omzuma doğru eğerken “Çok demedim,” diye mırıldandım masumca. “Yeterince dedim.”

“O nasıl oluyor?” diye sordu, kafa karışıklığıyla. “İkisi de aynı manaya çıkmıyor mu?”

“Benim için çıkmıyor.”

Dudaklarını birbirine bastırıp iç çekti. “Beni kıvrandırmaya bayılıyorsun, değil mi?”

“Aslında sana dair her şeye bayılıyorum. Yani evet, kıvrandırmak da bunun içinde.”

“Doktor…”

Gülerek “Tamam, tamam,” dedim ve hala avucumun arasında duran elini kaldırıp okşarken dikkatimi çeken işaret parmağının üzerindeki küçük yaraya dudaklarımı bastırdım. Bunu gayriihtiyari yapmıştım ama içine çektiği soluğun hızına bakılırsa bilerek olmasa da onu etkilemiştim. Elini tekrar bacağımın üzerine bırakırken yüzümdeki gülümsemeyi bozmadım.

“Sadece kendi sevgililerimden bahsetmiyorum; çünkü zaten bir tane üniversitedeyken oldu, bir tane de lisede. Hatta lisede yaşadığım şey ilişki sayılmayabilir bile. Benim yeterince adamdan kastettiğim şey yakın çevremde olan kişilerdi. Babam, amcam, Gökhan, üniversitedeki yakın arkadaşlarımın sevgilileri, kendi yakın arkadaşlarım… Hepsinin aşkını, sevgisini, hatta arkadaşlığını gösterme şekli farklıydı. Beraber zaman geçirdiğinde illa ki şahit oluyorsun zaten. Herkesin kendine has özellikleri ve tatlılıkları vardı ya da hala var ama senin tatlılığın bambaşka.”

Kısa bir an duraksadıktan sonra “Neden bana kötü bir şey söylüyormuşsun gibi hissediyorum?” diye sordu huysuzca.

“Kötü bir şey söylemiyorum,” diyerek güldüm. “Sadece sen biraz fazla takıntılısın. Tatlı olmak garipsenecek ya da alınılacak bir şey değil, Aral.”

“Bir bebek için evet ama otuz iki yaşındaki bir adam için?”

“Onun için de değil. Neyse, yavaş yavaş buna da alışacaksın zaten. Acele etmeye hiç gerek yok.”

Bana endişe dolu bir bakış attığında gülmekten yanaklarım ağrımaya başlamıştı artık. Onu daha fazla korkutmamak için dikkatimi başka şeye verdim. Hem böyle üstüne gittikçe ters tepme olasılığı da daha yüksekti.

“Bu yara nasıl oldu?” diye sordum, parmaklarım az önce öptüğüm küçük yarayı okşarken.

Bakışlarını yoldan ayırmadan “Yaktım,” diye mırıldandı. “Yemek yaparken yağ sıçradı.”

Birkaç günlük yanığa benziyordu, Arel’in anlattığı sakarlıklardan birinin sonucu olmalıydı. Onun için üzüldüm ve elini kaldırıp aynı yeri tekrar öptüm.

“Muhtemelen benim yüzümden olmuştur.”

“Senin yüzünden değil,” diyerek hafifçe boğazını temizledi. “Benim salaklığım yüzünden. Tavanın ateşini kısmayı unutmuşum.”

“Unutacak kadar dalgındın, çünkü aklın bendeydi,” derken sesim kendimden emin çıkıyordu lakin bunun kendimi beğenmişlikle uzaktan yakından alakası yoktu. Arel sayesinde biliyordum.

Cevap vermedi ve ben de haklı olduğumu anladım. Kafamı koltuğa iyice bastırdım ve elinin üzerini okşamaya devam ederken “Akşama senin için ne hazırlayayım?” diye sordum. “Özellikle istediğin bir yemek var mı? Ya da neyi çok seversin?”

“Ne kolayına geliyorsa onu yap, uğraşma. Ben yemek seçmem zaten, genelde her şeyi severim.”

“İzin ver de uğraşıp uğraşmayacağıma ben karar vereyim, ha?” diyerek eline küçük bir şaplak attım. Onu tek elle araba kullanmak zorunda bırakmıştım ama bu hiç umurunda değilmiş gibiydi. Trafik yüzünden yavaş gittiğimiz için ben de bir sorun görmüyordum.

“Etin her türlüsünü severim,” dedi sonunda pes ederek. “İster yemeğin içinde kullan ister direkt kendisini yap, fark etmez.”

“Tavuk eti mi yoksa dana eti mi?” diye sordum merakla. Onun hakkında bir şeyler öğrenmek beni heyecanlandırmıştı.

“İkisini de çok severim ama danayı bir tık daha fazla.”

“Hımm,” diyerek etle yapabileceğim şeyleri düşünürken aklıma gelen şeyle “Buldum!” diye atıldım. Heyecandan oturduğum yerde dikelmiştim. “Bahçede barbekü yapalım. Hem ben de uzun zamandır yapmamıştım, harika olur.”

“Barbekü mü?” derken dudağının kenarı kıvrılmıştı. “Mangal yani?”

“Ay ne fark eder, aynı şey işte,” derken kıkırdıyordum. “Siz gelene kadar bahçeyi, masayı falan ayarlarım. Harika mezeler, atıştırmalıklar hazırlarım. Sonra siz gelince de size hünerlerimi gösteririm. Sana daha önce harika et pişirdiğimi söylemiş miydim?”

Heyecanım karşısında gülümserken “Hadi canım,” dedi. “Hünerli bir mangalbaşı mısın yani?”

“Üf, hem de nasıl,” diyerek kahkaha attım. “Babam çok severdi, her hafta sonu mutlaka yapar yerdik. Babamın bir numaralı yardımcısıydım. Etleri, sebzeleri çevirir; ateşi harlardım.” Yüzümdeki buruk tebessümle devam ettim. “Babamdan sonra amcam devraldı beni eğitmeyi. Şu an ondan çok daha iyiyim. Yani çok şanslısın.”

“Hem de ne şans,” derken şaşkınlıkla gülerek kafa sallıyordu. “Bu, seninle ilgili aklıma gelebilecek en son şey bile değildi.”

Alayla “Cinsiyetçilik mi yapıyorsun bakayım sen şu an?” diye sorarken ciddi olmadığımın farkındaydı.

“Hayır, tabii ki,” diyerek güldü. “Kadınlar mangalbaşı olamaz, mı dedim? Senin böyle bir şeyi yapabileceğin aklıma gelmezdi diyorum sadece.”

“Nedenmiş o?”

“Çünkü çok narinsin. Çok da güzelsin.” Bakışları üzerimdeki elbiseye kaydı. “Seni bu halde mangal ateşi harlarken düşünemiyorum.”

Başta söyledikleri beni salak salak gülümsetirken eklediği cümleyle küçük bir kahkaha attım.

“Bu kıyafetle yapmayacağım elbette!”

“Ne giyersen giy düşüncemi değiştiremezsin, Doktor.”

“Akşama görürsün o barbekünün başına ne kadar yakıştığımı,” diyerek göz kırptım ona. “Ayrıca benim nerem narin ya?”

“Bana kıyasla oldukça narinsin,” derken sırıtıyordu. Kahkahalarla güldüm.

“Ha, kıstasımız sensen ben bile kabul ederim narin olduğumu.”

“Kıstasın ben olmama gerek yok, yeri geldiğinde dünyanın en narin insanı olabiliyorsun. İnsanın sana bakmaya kıyamayacağı kadar hem de. Aslında sen bünyende birçok özelliği barındırıyorsun, yani yalnızca narinlikle açıklanacak bir durum değil bu. Bir an dünyanın en ateşli insanıyken öbür an en şen şakrak insanına dönüyorsun. Duygularını dorukta yaşıyorsun. Üzüldüğün zaman kucağımda gözyaşlarına boğulabiliyorsun. Kızdığın zaman hiçbir şeye aldırmadan bana oldukça güçlü bir şekilde kafa tutabiliyorsun. Sevgini ve aşkını doruğunda yaşaman da yetmiyor hatta, etrafındakilere de yansıtıyorsun. Harika bir karakterin var. Çoğu zaman feleğimi şaşırmama neden olsan da bu halin hoşuma gidiyor.” Yeşilleri bana döndü. “Seni izlerken bu hayatı yaşadığını en ücra noktadaki hücrelerime kadar hissedebiliyorum. Ve bunu hissetmek bana da yaşadığımı hatırlatıyor.”

Bir süre ne diyeceğimi bilemeyerek dolu gözlerle ona baktım. Bana bu kadar güzel şeyler söylemesine pek alışık değildim, hatta bu kadar uzun konuşmasına da alışık değildim. Usulca yutkundum ve bakışlarımı ondan kaçırıp söylediklerini şakaya vurarak “Bana hayranmışsın gibi konuşuyorsun,” diye mırıldandım. Sesim o kadar çaresiz çıkmıştı ki muhtemelen ağlamak üzere olduğumu fark ederek aceleyle bana döndü. Darmaduman halimi görünce de dudaklarını usulca kıvırdı ve yeşillerini benimkilerden ayırmadan “Öyleyim,” dedi.

Bu adama daha ne kadar âşık olabilirdim, gerçekten bilmiyordum ama içimdeki sevgiden nefes alamaz haldeydim.

Bir şey söylemedim, daha doğrusu söyleyemedim ama bacağımın üzerindeki elini olabildiğince çok sıktım. Bana aynı şekilde karşılık verdi ve muhtemelen halime acıyıp “Akşama kaçta gelelim?” diye sorarak konuyu değiştirdi.

Usulca iç çekip “Yedi gibi olabilir,” diye mırıldandım. “Fazla geçe kalmayalım. Altı, altı buçuk gibi de gelebilirsiniz. Hatta beş de olur.”

“İstersen seninle birlikte gelip yemekleri hazırlamana yardımcı olayım,” diyerek benle alay ettiğinde sırıttım ve tüm pişkinliğimle “Olur,” diye mırıldandım. U harfini uzatmam onu güldürmüştü.

“Yedi iyi, Emniyet’te durmam gerekiyor.”

“Eh, madem öyle diyorsun yedide gelin bari.”

Bana yandan bir bakış attı ve gülerek başını salladı.

Yolculuğun kalanı havadan sudan konuşmalarımız ve gülüşmelerimizle geçmişti.

Arabayı bahçe kapımızın önünde durdurduğunda ondan ayrılacağım için abartılı bir hüzünle iç çektim. Güldü. Dün geceden beri sürekli gülüyordu ve gülüşü hayatta gördüğüm en güzel şeylerden biriydi.

“Ayrılık vakti,” diyerek dudak büktüğümde arabanın panelindeki saate kısa bir bakış atıp “Sadece dört saat ayrı kalacağız,” dedi.

“Olsun, ayrılık ayrılıktır.” Başımı salladım. “Her neyse, şimdi kulaklarını aç ve beni iyi dinle. Aramızın düzeldiğini Arel’e söylemeyeceksin, anlaştık mı? Bizi hala kavgalı bilecek, bu yemeği Tuana aramızın kötü olduğunu bildiğinden ikimizi bir araya getirmek için planladı ve biz de karşı çıkamadık.”

Kaşları çatılırken “Niye böyle bir şey yapıyoruz?” diye sordu. Tatlı tatlı sırıttım.

“Bunu duyduğu zaman yüzünde oluşacak ifadeyi görmek istiyorum çünkü. Şu an bu haldeysek bunu en çok Arel’e borçluyuz ve sana da söylemiştim zaten. Bu yüzden ona harika bir gösteri hazırlayacağım.”

“Ne gösterisi?”

“Küçük bir şey, merak etme,” diyerek ona havadan öpücük attım. “Küçük ama etkili olacak.”

“Lütfen beni utandıracak bir şey yapma.”

“Ay, benden bu kadar korkma ya,” diyerek kahkaha attıktan sonra arka koltuğa döndüm ve Aral’ın sırt çantasını alıp koluma taktım. Çantayı arka koltuğa attığından beri aklımdaydı bunu yapmak. “Akşam görüşürüz o halde?”

Önce kendiminmiş gibi sahiplendiğim çantaya sonra da bana bakıp “Görüşürüz de o çanta benim,” dedi.

“Biliyorum,” diyerek bilmiş bilmiş gülümsedim. “Ama artık benim odamda duracak, arada bana kalmaya geldiğinde lazım olur.”

Gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı ve “Ne?” dedi.

“Benimki de senin evinde değil mi işte ya? Durumu eşitledik oldu, bitti.”

Umursamaz bir ifadeyle kendi çantamı de diğer koluma asıp ona doğru uzandım ve dudaklarına sesli bir öpücük kondurdum. “Hadi ben kaçıyorum, yapmam gereken çok şey var. Geç kalmayın, bozuşuruz yoksa.”

Kapıya uzandığım an Aral diğer kolumu tuttu ve saniyeler sonra ellerimi başkomiserimin göğsünde, dudaklarımı da onunkilerin üzerinde buldum.

Dudaklarımız birbirine dokunurken “Beni afallatıp cevap vermeme fırsat vermeden kaçıp gitmek yok öyle,” diye mırıldandıktan sonra alt dudağımı kendininkilerin arasına aldı ve ayaklarımı yerden kesecek şekilde öptü beni.

Fevri öpücüğüne altta kalmayacak şekilde karşılık veriyordum ve bu da üzerimdeki hükmünü artırmasına neden oluyordu. Ona daha önce de söylediğim gibi biz harika bir çift olacaktık, her anlamda.

Nefes nefese birbirimizden ayrıldığımızda burnumu burnuna sürterek neşeyle gözlerinin içine baktım. “Bence sen benden de fena olacaksın ama çaktırmıyorsun.”

“Çaktırmamak değil bu,” diyerek gözlerini kıstı. “Beni de kendine benzettin.”

“Harika bir şey yapmışım o zaman,” derken kocaman sırıtıyordum. “Benim özelliklerimi kopyalayan Aral Ertem’den daha güzel ne olabilir?”

“Sen olabilirsin.”

“Ah.”

Elimi duygu yüküyle patlayacak hale gelen kalbimin üzerine koydum. “Böyle şeyleri aniden söylememelisin, alışık olmadığımdan kalbim dayanmayabilir.”

“Benim kalbim dün yaptıklarından sonra atmaya devam ediyorsa seninki hayli hayli eder, merak etme.”

“Sen oldun ya, vallahi oldun,” diyerek yanağına kocaman bir öpücük daha kondurup geri çekildim. “Ama artık benim gerçekten gitmem gerek. Daha kasabı, manavı arayıp sipariş vereceğim. Çok işim var, çok.”

“Benden istediğin bir şey var mı? Gelirken getireyim.”

“Kendin gelsen yeter, her şeyi ben hallederim.”

“İçecek falan?”

“Hallederim dedim ya, aa!”

“Tatlı?”

Hemen U dönüşü yaptım. “Bak o olur, tatlı yapmaya zamanım kalmayabilir çünkü.”

Kapıyı açıp dışarı çıktığımda beni görebilmek için direksiyona doğru eğildi. “Ne alayım peki?”

“Canın ne isterse onu al. Hatta en çok neyi seviyorsan onu al, olur mu?”

Ona havadan bir öpücük daha gönderdikten sonra kapıyı yavaşça kapattım ve ona el salladım. Artık gitse iyi olurdu, zira kalmaya devam ettikçe onu bırakma olasılığım hızla azalıyordu. Konu Aral olunca bende irade mirade kalmıyordu.

İçimden geçeni okumuş gibi bana biraz daha baktıktan sonra önüne döndü ve gaza basıp uzaklaştı. Araba köşeyi dönene kadar dudaklarımdaki koca sırıtışla peşinden bakmış sonra da adeta sekerek bahçeden içeri girmiştim.

Koşar adımlarla evin dış kapısına varıp hızla kapıyı yumruklamaya başladım. Evet, yumrukladım çünkü içimde felaket bir enerji vardı ve yerimde duramıyordum.

“Ay, ne oluyor, ne oluyor!”

Tuana’nın çığlığı kendisinden evvel bana ulaştığında sırıtarak “Harika şeyler oluyor!” diye bağırdım ve kapıyı yumruklamaya devam ettim. “Çabuk aç kapıyı çabuk, yapacak çok işimiz var!”

“Ne işi bu saatte ya?” derken kapıyı açmakla meşguldü. Beni gördüğünde önce yüzüme sonra da kucağımdaki çantaya baktı. “O da neyin nesi?”

“Eniştenin çantası,” diyerek içeri girdim ve ayağımdaki topukluları kenara çıkarttıktan sonra Tuana’nın alnına sesli bir öpücük kondurup merdivenlere koşturdum.

“Üzerindeki elbiseyle küçük çocuk gibi koşturduğuna göre eniştemle barışmışsınız!” diye sevinçle çığlık atarak hızla arkamdan gelmeye başladı.

Merdivenlerin tepesine vardığımda bir anda durup bana çarpmasına neden olduktan sonra gözlerinin içine bakarak “Hem de ne barışma,” diye sırıttım. Dün gece yaşananlar her bir ayrıntısıyla kafamda dönüyordu.

“Seviştiniz mi yani?”

Ağzım şokla açılırken “Yuh, terbiyesiz!” diye bağırdım. “Ablaya böyle şey sorulur mu?”

“Sana sormayacağım da kime soracağım,” derken pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. “İnkâr etmediğine göre haklıyım. Eh, internette yazılanlar doğruymuş demek. İnsanlar sırf barışma aktivitesi için küsmenin çok iyi bir şey olduğunu düşünüyorlar.”

Barışma aktivitesi derken parmaklarıyla tırnak işareti yapmıştı. Uzanıp ellerine vurdum ama gülmemek için zor duruyordum. Şu an fesat Tuana bile sinir edemiyordu beni, düşünün halimi…

“Öyle bir şey olmadı tabii ki, abuk sabuk konuşma bakayım.”

Ona arkamı dönüp odama doğru ilerlediğimde peşimden geliyordu. “Eniştem sabırlı biriymiş demek ki. Haline bakılırsa sana böyle bir teklifle gelse tereddüt etmeden kabul edermişsin.”

Kucağına bile atlardım, lakin bunu kardeşime diyecek halim yoktu.

“Saçma sapan şeyler söylemeyi bırak da bana yardım et. Akşam Aral’la Arel bize gelecek, bahçede barbekü yapacağız.”

“Sahi mi?” derken ellerini çırpıyordu. “Uzun zamandır yapmamıştık, özlemiştim!”

“Sahi ya. Üzerimi değiştireyim de mutfağa inelim. Kasaptan sipariş verdikten sonra çeşit çeşit meze yapalım.”

“Tamamdır!”

Elimdeki çantaları yatağımın üzerine bıraktıktan sonra Aral’ın çantasını açtım ve ona içinde özel bir şeyi olup olmadığını sormadığım için küçük bir pişmanlık hissederek kıyafetleri çıkarmaya başladım. Lakin böyle bir durumda çantayı benden geri alacağını biliyordum. Bu yüzden küçük pişmanlığım da hızla yok oldu.

Kendi giydiğim tişörtü ve Aral’ın eşofmanını yatağın üzerine bıraktıktan sonra onun giydiği tişörtü kaldırıp burnum dayadım. Mis gibi kokuyordu.

“Sonunda eniştemin eşyalarını araklama seviyesine ulaşmışsın,” diyerek güldü Tuana. “Geç bile kalmıştın gerçi.”

“Değil mi?” diyerek iç çektim. Bu konuda haklıydı, geç bile kalmıştım ama Aral’ı kendime bağlamak biraz uzun sürmüştü. Gerçi onunla geçirdiğim her bir saniye buna değerdi.

Tişörtü diğerlerinden ayrı bir yere bırakıp üzerimdeki elbisenin fermuarını indirdim. Çıkardığım elbiseyi düzgün bir şekilde yatağın boş kalan yerine bırakıp tişörtü üzerime geçirdim. Yemek yaparken giyebileceğim en güzel şey Aral kokan basit bir tişörttü.

Tişört dün gece benim giydiğimden bir tık daha küçüktü ve bu yüzden çamaşırım görünüyordu. Normalde evde böyle dolanmaktan rahatsız olmazdım ancak sipariş getiren kişilere bu şekilde kapı açamayacağım için dolabımdan evde giydiğim kumaş şortlarımdan birini alıp giydim. Yatağın üzerindekileri makineye atmakla sonra uğraşmaya karar verdikten sonra da tüm bu süreç boyunca yarım bir tebessümle beni izleyen kardeşimin koluna girip odadan çıkmamızı sağladım.

Mutfağa girdiğimde ilk işim dolaptaki malzemeleri kontrol etmek ve eksikleri belirlemek olmuştu. Ardından önce mahalledeki kasabı arayıp sipariş vermiş, sonra da eksikler için internetten alışveriş yapmıştım.

Evdeki sebzelerle ilk mezeyi yapmak için hazırlığa giriştiğimde içeriden gelen müzik sesiyle gülümsedim. Ben sipariş vermekle meşgulken ortadan kaybolan kardeşimin neyle uğraştığı belli olmuştu.

“Aşkta dertler katmer katmer,” diye salınarak mutfağa giren Tuana’ya bakarak kahkaha attım ve anında ona uyum sağlayarak kıvırtmaya başladım. Tuana eline aldığı tahta kaşıkla solistmiş gibi arka planda çalan şarkıya eşlik ederken kıvırtmayı bırakmadan önümdeki domatesleri kesmeye devam ettim.

Şarkılar değişti, siparişler geldi, biz de dans ederek işimizi görmeye devam ettik. Etleri gelir gelmez terbiyeleyerek dolaba atmış ve gelen siparişlerle yeni mezeler yapmaya devam etmiştim. Bahçedeki masayı kurma işini de Tuana halletmişti.

Yaptığım son mezeyi de dolaba attığım sıra havada salladığı kollarıyla Tuana bahçe kapısından içeri girdi, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle çalmakta olan şarkıya eşlik ediyordu.

“Ayırma bizi Tanrım, ayırma bizi… Bu aşkın hatırına ağlatma bizi…”

“Âmin, âmin,” diyerek güldüm ve yıkadığım ellerimi havluyla kuruladıktan sonra mutfağın çıkışına doğru ilerledim. Saat altıya geliyordu ve ben kendime ancak vakit ayırabiliyordum. “Duş alıp üzerimi değiştireceğim ben,” diyerek Tuana’yı bilgilendirdikten sonra üst kata çıktım. Eşyalarımı hazırladıktan sonra da banyoya girip hızlıca duş aldım. Dün gece otelde banyo yaptığım için kendimi kirli hissetmiyordum ancak mutfakta vakit geçirmek beni bir hayli terletmiş ve üzerime koku sinmesine neden olmuştu.

Duşu aldıktan ve saçlarımı kuruttuktan sonra kısa bir havluya sarınarak odama geçtim. Kendime giymek için beyaz, kalın askılı bir crop ve kırmızı, üzerinde beyaz çiçekler bulunan yazlık bir etek seçmiştim. Rahat olmam ama güzel de görünmem gerekiyordu.

*****

Kıyafetleri üzerime geçirip saçlarımı ikiye ayırıp balıksırtı şeklinde ördüm ve örgüleri omuzlarıma bırakarak odadan çıktım. Mutfağa geri döndüğümde Tuana’yı da üzerinde siyah bir şort etek ve düz, beyaz bir tişörtle buldum. Saçlarını da iki yandan küçük tutamlar alıp başının arkasında tokayla tutturmuş ve gerisini salık bırakmıştı. Kısacası her zamanki gibi çok güzel görünüyordu.

“Abla etleri dolaptan çıkarıp bahçeye götürdüm. Eniştemler birazdan gelirler zaten.”

Tuana cümlesini tamamlar tamamlamaz zil çaldığında ikimiz de gülümsedik.

“İyi insanlar laflarının üzerine gelirmiş.”

“Aynen öyle,” diyerek kapıya doğru ilerledim. “Ben bakayım kapıya.”

İçimdeki kıpır kıpır enerjiyle koşar adım kapıya vardım ve içime derin bir nefes çekerek kapıyı araladım. Şimdi şov zamanıydı.

Birbirinin aynısı olan -sadece saç modelleri ve kıyafetleri farklıydı- iki yakışıklı adama bakarken “Hoş geldiniz,” diye mırıldandım. Hemen önümde duran Arel tüm enerjisiyle “Hoş bulduk, Jülide,” dediğinde bakışlarım yanındaki adama kaydı. Aral, sakince ama bakışlarından belli olan merakla beni izliyordu. Dayanamayıp genişçe sırıttım ve “Aa, niye öyle duruyorsun hayatım?” deyip uzanarak dudaklarına küçük bir öpücük bıraktım.

“SİKTİR.”

İşte bahsettiğim küçük ama etkili şov buydu. Başımı Aral’ın omzuna yaslayarak Arel’e döndüğümde çarpılmış gibi duran yüz ifadesiyle bize baktığını gördüm ve gülmeye başladım. Onu daha önce hiç bu kadar afallamış görmemiştim.

Bulunduğum konumdan oldukça zevk alarak “Ne?” diye sordum anlamamış gibi. “Bir şey mi oldu?”

Tek elini başına atarak “Ben halüsinasyon mu gördüm? Yoksa az önce Aral’ı öptün mü?” Elini kendi dudaklarına götürdü. “Hem de buradan?”

“Ha,” diye mırıldandım ve bakışlarımı kıstığı gözleriyle dikkatlice beni izleyen Aral’a çevirip işaret parmağımı alt dudağına sürttüm. “Buradan mı?” Gülümseyerek tekrar Arel’e döndüm ve kısa bir baş onayıyla “Halüsinasyon değil, gerçekten öptüm,” dedim. “Bak böyle.”

Aral’ı bir kez daha öptüğümde Arel ayakta duramıyormuş gibi duvara yaslandı ve “Başardık mı yani? Sahiden mi?” diye sordu. Ona minnetle bakarak başımı salladım.

“Sahiden ya.”

Elini kalbine götürdü ve berduş bir halde “Benim soğuk suya ihtiyacım var,” diyerek içeri girdi. “Bardak bardak soğuk suya ihtiyacım var, hatta soğuk su banyosuna ihtiyacım var. TUANA! TUANA NEREDESİN, TUANA? ŞU GARİBAN ABİNE ALLAH RIZASI İÇİN SOĞUK SU VER, TUANA!”

“Delirttin adamı, mutlu musun?”

Aral, homurdanarak kolunu açıktaki belime dolayıp beni kendine çekerken yüksek sesle kahkaha atmakla meşguldüm. Ona iyice yaslanıp ellerimi yanaklarına götürdüm ve “Çok mutluyum,” diyerek gülümsedim. “Hem de uzun zamandır olmadığı kadar mutluyum.”

Bana kısa bir süre tarif edemeyeceğim bir yoğunlukla baktıktan sonra eğilip dudaklarıma kapandı. Gülümseyerek iç geçirdikten sonra başını daha sıkı kavrayıp ona karşılık verdim.

“Arel abiye ne yap- A, oo, eh, tamam, anladım, siz devam edin! Ayrıca hiç endişe etmeyin, Arel abiyi oyalayacak kadar çok soğuk suya sahibim!”

Tuana geldiği hızla gittiğinde dudaklarımız çoktan ayrıldığı için gülmeye başladım ama bu sefer yalnız değildim. Aral da burnunu alnıma yaslamış kısık sesle gülüyordu.

“Ayıp oldu.”

“Öpüşmenin nesi ayıp? Hem o alışık zaten amcamlardan, dert etme.”

“Yine de kötü oldu.”

Yanağını okşarken göğsüm sempatiyle sıkışmıştı. “Kötü falan olmadı, sadece utandığın için öyle geliyor.” Kaşlarımı kaldırdım. “Ayrıca bu ana muhtemelen milyon kez tanık olacak, çünkü birbirimizden ayrılamıyoruz, unuttun mu?”

İç geçirip şakağıma uzun bir öpücük kondurdu. “Unutmak mümkün mü?”

Kıkırdayıp geri çekildim ve elini tutup “Hadi içeri gidip Arel’e bakalım,” dedim. “Kalbine inmişse bir doktora ihtiyacı vardır.”

Onu çekiştirmeye başladığım an kolumu kullanarak beni tekrar kendine çekti ve burun buruna geldiğimizde yeşillerini kahvelerimden ayırmadan “Çok güzel görünüyorsun,” diye mırıldandı.

Bu zamana kadar Aral’a adımlar atan, hatta yeri geldiğinde koşan bendim. Çünkü ben kendisine bir adım atana on adımla karşılık veren kişilerdendim. Söz konusu olan kişi Aral olduğunda bana adım atmasını bile beklemeden, ona doğru koşmaya başlamıştım ve şimdi o koşuşların karşılığını alıyordum. Ben ona koşarak üç adım attıysam o bana koşarak beş adımla karşılık veriyordu ve bu mükemmel bir olaydı.

“Ya,” diyerek tatlı tatlı gülümsedim. “Teşekkür ederim.”

“Sadece gerçekler.”

“Ağzın böyle laf yaparken bu zamana kadar konuşmamış olman çok acı biliyor musun?” Abartılı bir şekilde iç çektim. “Neyse biz de oynatma hızımızı çarpı ikiye alır, telafi ederiz. Sıkıntı yok.”

Ona sırıtarak göz kırptıktan sonra tekrar elinden çekiştirmeye başladım. Uysalca beni takip etti.

Salon boştu, bu yüzden mutfağa yöneldik ama orada da kimse yoktu. Neyse ki Tuana’nın neşeli sesi duyulabilecek kadar yüksekti de bahçede olduklarını anlayabilmiştik. Aral’ın elindeki tatlı kutusunu -o ana fark etmemiştim- dolaba attıktan sonra mutfak kapısından dışarı çıktığımızda Arel’i bahçedeki yemek masasında yarı baygın otururken bulduk. Tuana Arel’in kollarından birini tutmuş kolonyayla ovuyordu. Ayrıca önünde de yarısı boş bir sürahi duruyordu ki onu ağzına kadar doldurup dolaba attığımdan epey emindim.

Tuana bizi gördüğünde “Ay, Arel abi sizi ne yaparken gördü de bu hale geldi Allah aşkına ya?” diyerek kahkahalarla güldü. “Tansiyonu düştü galiba, ölçsek mi ki?”

Aral, “Yok, yok, gerek yok. Şimdi gelir zaten o kendine,” diyerek elimi bırakıp Arel’in yanına gitti ve omzunu sarstı. “Şşt, oğlum tamam abartma lan.”

Arel, profesyonel oyunculara taş çıkaracak bir tavırla elini göğsüne götürüp “Abartma lan, mı?” dedi. “Abartmayayım, öyle mi? Abartmayayım? Ben bu yaşa kadar bu anı görmek için yaşadım, nasıl abartmam?”

Saf kardeşim gerçek bir şaşkınlıkla “İkizinin öpüştüğü anı görmek için mi?” derken dayanamayıp güldüm. Yavrumun hiçbir şeyden haberi yoktu, malum koşullar sebebiyle de olamayacaktı ve ne yazık ki ona nasıl bir açıklama yapmamız gerektiğinden emin değildim.

“Çocuğun yanında abuk sabuk konuşma,” diyen Aral, Arel’in ensesine bir tane yapıştırdığında ellerini beline yaslayarak Aral’a döndü Tuana.

“Çocuk mu? Aşk olsun enişte, on sekiz yaşındayım ben ya!”

“Olmuş, güzelim zaten. Görmüyor musun?” diyerek kafasını dertli dertli iki yana salladı Arel.

“Görüyorum da sen niye bu kadar şaşırdın, anlamadım yani. Daha önce âşık değiller miydi birbirlerine?”

“Öylelerdi tabii öylelerdi de, ben yani şey, başka bir şeye şaşırdım.”

Lafı toplamaya çalışıp iyice içine etmişti. Neyse ki yakışıklı başkomiserim vardı da Tuana’yı da aynı benim gibi etkisi altına alarak andan uzaklaştırabiliyordu.

Aral, kolunu Tuana’nın omzuna atıp onu Arel’den uzaklaştırdığında Tuana benim kardeşim olduğunu fazlasıyla belli ederek kocaman gülümsedi ve kolunu Aral’ın beline sarıp ona iyice yaklaştı. Aral, bu samimi yakınlık konusunda küçük bir duraksama yaşasa da bunu her zamankinden daha hızlı bir şekilde atlattı. “Sen onu boş ver olur mu, arada geliyorlar ona.”

“Sen iste yeter ki enişteciğim, ben her şeyi boş veririm.”

Tatlı başkomiserim durumdan memnun olarak bana küçük bir gülümseme gönderdikten sonra Tuana’yla birlikte barbekünün yanına gidip etlere göz atmaya başladılar. Ben de bunu fırsat bilip hızla Arel’in yanındaki sandalyeye oturdum ve “Tuana’ya açıklayamayacağımız tepkiler vermesen mi acaba?” diye söylendim.

Beni hiç duymamış gibi kafasını iki yana sallarken “Bunu benden nasıl saklarsınız?” diye hayıflandı. “Kapıda onu öptüğünde neye uğradığımı şaşırdım, Jülide. Ben Aral’ın sana adım atmasını bekliyordum evet ama bu seviyeye gelmeniz… En son ne zaman bu kadar şaşırmıştım bilmiyorum.”

Ellerimi mutlu bir ifadeyle masanın üzerinde birleştirdikten sonra “Dün gece oldu,” dedim. Sesim yalnızca onun duyabileceği yükseklikteydi. “Aslında böyle bir şey olabileceğini ben de tahmin etmemiştim. Düğündeki adamlardan biri bana sarktı. Hatta bu konuda biraz ileri giderek ahlaksız teklifte bulundu ki bunu da Aral öğrendi. Sonra delirdi ve beni otelde Sadullah’ın onun için ayarladığı odaya sürükledi. Orada biraz daha kavga ettik. Ben de biraz damarına basmış olabilirim tabii.” Kıkırdadım. “Neyse işte, iyice zıvanadan çıktı ve beni öptü.”

“Sizi o halde izlemek için neler vermezdim,” diye hayıflandığında biraz daha güldüm. “E, peki sonra ne oldu? En son öpüşmeniz pek hayırlı sonuçlanmamıştı çünkü.”

“O an nasıl oldu bilmiyorum ama ben de bunu düşündüm ve ittim onu. İşte aynı şeyleri bir daha yaşatacaksan uzak dur benden, falan dedim. Yapmayacağını söyledi. Özür diledi ki basit bir özür değildi bu. Bayağı açıldı bana. Sonucu da görüyorsun işte.”

Kafasını usulca salladıktan sonra önündeki kolonyanın kapağını kapattı ve “Peki,” diyerek başını salladı. “Bunu hazmetmek kolay olmayacak ve muhtemelen alışmam biraz sürecek ama bugünü bunun tadını çıkarmaya adıyorum. Çünkü bugün benim bayram günüm.”

“İkizinin sevgili yaptığı günü kendi bayram günün ilan etmen bir tık abartı mı sanki?”

“İnan bana hiç abartı değil,” diyerek başını salladı ve önündeki yarı dolu su bardağını kafasına diktikten sonra ayağa kalktı. “O halde parti başlasın!”

Neredeyse koşar adım Aral’la Tuana’nın yanına giderek kollarını onların omuzlarına atmasını yüzümdeki geniş gülümsemeyle izledim. Biz çok tatlı bir aile olacaktık.

Nihayetinde ben de tembellik yapmayı bırakıp yanlarına gittim ve “Hayatınızda yiyeceğiniz en iyi barbekü için hazır mısınız bakalım?” diyerek ellerimi belime yasladım. Aral gülerek kafasını iki yana sallarken -sanırım gerçekten bunu başaracağıma inanmıyordu ama gününü görecekti- Arel tek kaşını kaldırıp “Gerçekten sen mi yapacaksın?” diye sordu. “Aral demişti de pek inanmamıştım doğrusu.”

Abartılı bir ifadeyle iç çektim. “Ah, siz erkekler…”

“Parmaklarınızı yediğinizde görürsünüz o halde,” diyen ben değildim. Biricik savunucum Tuana’ydı ve aşırı haklıydı. Zaten inanmasa beni harcaması bir dakika bile sürmezdi.

“O kadar diyorsun yani?” diyerek dudaklarını büktü Arel.

“Söylediklerim az bile, diyorum.”

“Peki o zaman, etler sizindir Doktor Hanım. Ama bunlar insan etine benzemez bakın, şimdiden uyarıyorum.”

“Çok komik,” diyerek yüzümü buruştursam da gülmemek için zor duruyordum. Çünkü keyfim yerindeydi. “Tuana sen al Arel’i, kafanıza göre takılın. Aa, bak hatta konsolla oyun falan oynayabilirsiniz. Ben de eniştene biraz özel ders vereyim.”

Arel hevesle Tuana’ya baktı. “Oyun mu oynuyorsun kız cidden?”

“Bunun sorulmasını bile kendime hakaret sayarım yalnız,” diyerek sırıttı Tuana. “Gel de sana nasıl oynadığımı göstereyim.”

Arel, Tuana’nın oldukça özgüvenli konuşmasını hayret dolu bir ifadeyle izledikten sonra bana dönüp olmuş bu bakışı attı ve kız kardeşimin koluna girerek onu içeri götürmesine izin verdi.

Onlar içeri girdiklerinde neşeyle Aral’a döndüm. “Ee, ateşi yakmakla başlayalım mı başkomiserim?”

Yüzüme dalgın dalgın baktı. “Bana herkes böyle hitap ediyor ama hiçbiri böyle etkileyemiyor beni. Öyle bir telaffuz ediyorsun ki kendimi sahiplenilmiş gibi hissediyorum. Çok garip.”

Ona doğru bir adım attıktan sonra ellerimi omzuna koydum ve yeşillerine bakarak “Çünkü ben gerçekten sahiplenerek söylüyorum,” diye mırıldandım.

Usulca yutkundu. “Hoş bir şeymiş.”

“Sana böyle hitap etmem mi?”

“Hayır, sahiplenilmek.”

Kalbime bir acı oturdu ve ben gözlerimin dolmaması için kendimle mücadele ettim. Başaramayacağımı anladığımda da kollarımı uzatıp boynuna doladım ve yüzümü omzuyla boynu arasındaki o noktaya gömerek sıkıca sarıldım.

“Seni çok seviyorum. Seni gerçekten çok ama çok seviyorum. Bunu hiçbir zaman aklından çıkarma, olur mu?”

Başımdan öptü. “Olur.”

İçime derin ve sesli bir soluk çekerek kokusunu ciğerlerime doldurduğumu ona ilan ettikten sonra geri çekildim ve neşemizin kaçmasına izin vermeyerek “Hadi o zaman, başlayalım!” diye şakıdım.

Gülümseyerek başını salladı. “Başlayalım, Doktor.”

İlk işim ateşi yakmaktı. Bu yüzden çoktan hazırladığım çalı çırpıyı tutuşturup ateşin harlanması için yellemeye başladım. Aral, hemen yanımda pür dikkat beni izliyordu.

“Seni şimdiden uyarayım, bütün koku üzerimize sinecek. Ben seviyorum ama sen hoşlanmıyorsan biraz geri çekil.”

Ellerini ceplerine sokup usulca omuzlarını kaldırıp indirdi. “Ben bulunduğum konumdan oldukça memnunum.”

Gülümsedim. “İyi öyleyse.”

Ateşi istediğim kıvama getirdikten sonra etleri maşa yardımıyla tek tek dizdim barbekünün üzerine. Etlerin bir kısmı tavuk, bir kısmı da dana etiydi. Tavuk eti daha çabuk piştiği için önce dana etlerini koymuştum.

Etlerin kızarmasını beklerken başımı çevirip Aral’a baktım. Beni izlediğini görünce yüzümdeki belli belirsiz gülümseme büyüdü.

“Eti pişiren kişi olmanın en güzel yanı ne, biliyor musun?”

İlgili bir tavırla “Ne?” diye sordu.

“Tadım yapabilmek. Neden olduğu hakkında bir fikrim yok ama bunun başında yediğim etler, masada yediklerimden hep daha tatlı geliyor.”

“Bekletmeden direkt yediğin için olmasın?”

“Bilmem,” diyerek omuz silktim. “Belki de öyledir.”

Uzandım ve Aral’ın bakışlarının altında etleri ters çevirdim. Beni garip bir deneyi izliyormuş gibi izliyordu ve bu hem tuhaf hem de çok tatlıydı.

Nihayetinde dayanamayıp kaşlarımı kaldırdım ve “Altı üstü et pişiriyorum,” diye söylendim. “Niye öyle bakıyorsun bana?”

“Hoşuma gidiyorsun.”

Ne diyeceğimi bilemeyerek öylece kalakaldığımda hafifçe güldü ve elini uzatıp tersiyle sıcak basan yanağımı okşadı. Pekâlâ, bu kesinlikle hazır olmadığım bir hareketti ve bu yüzden şaşkınlığım iki katına çıkmıştı. Kalbimin püreye dönüştüğünden bahsetmek bile istemiyordum.

“Hoşuna gittiğimi anlaman için barbekü başına geçmem gerektiğini daha önceden söyleseydin keşke,” diyerek dirseğimle koluna vurdum. Güldü.

“İnan bana, buna ihtiyacım olduğunu ben de bilmiyordum.”

Küçük bir kahkaha attıktan sonra “Off!” diye sızlandım. “Çok tatlısın!”

Suratı buruştu. “Bana böyle söylememen konusunda anlaştığımızı sanıyordum?”

“Ben de tatlı olduğun konusunda sana yeterli açıklamayı yaptığımı ve senin de bunu kabul ettiğini sanıyordum?”

Başını iki yana salladı. “Boşa uğraşıyorum.”

Parmağımı şaklattım. “Geç de olsa öğrenmiş olman güzel.”

Önüme dönüp etleri tekrar çevirdiğimde köşedeki küçük parçalardan birinin neredeyse pişmiş olduğunu gördüm ve heyecanla kenardan bir çatal kapıp ete batırdım. Parçayı yüzüme yaklaştırıp yenecek kıvamda olduğuna kanaat getirdikten sonra birkaç kez üfledim ve eti, tüm bu süreçte pür dikkat beni izleyen Aral’a uzattım.

“Aç bakalım ağzını.”

Küçük bir duraksamanın ardından sözümü dinleyerek başını uzattı ve parçayı ağzına attı. Eti çiğnerken yanaklarının yavaşça gerilip gevşemesini dikkatlice izliyor, vereceği tepkiyi bekliyordum.

Nihayetinde eti yuttuğunu gösteren âdemelması aşağı yukarı hareket etti ve Aral dudaklarını takdir eden bir tavırla büküp “Hiç fena değil,” dedi. Dudaklarım alayla kıvrılırken özlerimi devirdim.

“Harika demek istedin galiba?”

“Bunu anlamam için biraz daha yemem lazım,” diyerek oyunbozanlık yaptığında burnumu kırıştırsam da tavrının hoşuma gitmediğini söyleyemezdim. Bu yüzden dikkatimi tekrar pişen etlere verdim ve diğerlerinden daha iyi durumda olduğunu düşündüğüm birine daha batırdım elimdeki çatalı. Bu seferki biraz daha büyüktü, bu yüzden eti üfledikten sonra birazını ısırdım ve kalanı Aral’a uzattım. Çatalı tutan elimi avucunun içine alarak eti ağzına atarken gözlerimi yeşillerinden ayırmadan etimi çiğnemekle meşguldüm. Hiç de fena değil falan değildi, harikaydı!

Düşüncelerimi yüzümden okuyabiliyormuş gibi hafifçe gülümseyip başını salladı. “Tamam, kabul ediyorum. Gerçekten harika.”

Ona ben demiştim bakışı attıktan sonra yediğimiz parçalardan sonra barbeküde açılan boşluğa yeni etler koydum ve diğerlerinin de olmak üzere olduğunu görerek “Gidip Tuanaları çağırabilir misin?” diye ricada bulundum. “Etler soğumadan yemek lazım. Bir de gelirken dolaptaki mezeleri getirebilirseniz harika olur.”

“Tabii.”

Aral, kolunu koluma sürterek -ki bilerek yaptığına emindim- yanımdan geçip mutfak kapısından içeri girdiğinde pişen etleri bir tabağa doldurup barbeküye yeni etler attım ve elimdeki tabağı yemek masasına bıraktım.

Çok geçmeden elleri dolu bir şekilde bahçeye çıktıklarında Arel oldukça neşeli bir sesle “Bu kadar şeyi tek başına nasıl yaptın?” diye sordu. “Hepsi de harika görünüyor.”

“Tek değildim, Tuana da yardım etti,” diyerek barbeküdeki etleri çevirdim.

“Evet, ama yalnızca yıkama ve doğrama işlerine yardım ettim ben. Bir de bahçeyi falan ayarladım. Yani tatlarına hiçbir katkım olmadı.”

Kendi elindeki içecekleri masaya bıraktıktan sonra Aral’la Arel’in elindeki meze tabaklarını masaya dizen kardeşime bakarak kafamı salladım. Dürüstlük deyince akla gelen ilk insandı şüphesiz. Ayrıca yalandan komşularına kızını öven annelere dönmeme neden olmuştu ama neyse ki ne Aral ne de Arel bunu zerre kadar umursamış görünüyorlardı.

“Hadi oturun da etler soğumadan yemeye başlayın.”

Arel’le Tuana derhal birer sandalye çekerek otururlarken Aral çatık kaşlarıyla bana baktı.

“Sen?”

Tatlı deyince kızıyordu bir de… Bu adamı en etkili Japon yapıştırıcısıyla kendime yapıştırmak istemem çok mu abartıydı?

“Bunlar pişsin geleceğim ben de, hadi otur sen.”

Tatmin olmayan bakışları yeni bir itiraza kalkınacağını söylerken ağzını açmasına izin vermeden “Oturup karnını doyurmaya başlar mısın lütfen?” dedim. “Şu an ev sahibiyim ve misafirlerime en iyi şekilde bakmak istiyorum.”

İç çekti ve isteksiz bir şekilde sandalyelerden birini çekip oturdu. Bakışları hala bende olduğu için gülümsedim ve ona öpücük attım. Hızla bakışlarını tüm dikkatleri yemek masasında olan kardeşlerimize çevirdi ve öpücüğümün farkında olmadıklarını görerek omuzlarını gevşetti. Gülmemek için yanağımın içini ısırdım. Bu kadar çekingen olması beni deli ediyordu.

Tavuk etleri piştiğinde onları yeni bir tabağa koydum ve barbeküye son etleri de atarak masaya doğru ilerledim. Elimdeki tabağı masadaki boş bir yere bıraktıktan sonra Aral’ın yanındaki sandalyeyi çekip oturdum ve kendi tabağıma yeni getirdiğim etlerden koymaya başladım.

Aral, benden daha yakın olduğu için ricam üzerine birkaç meze tabağını bana uzatırken bakışlarım Arel’deydi; daha doğrusu bir tenis topu büyüklüğündeki yanağında. Gülerek ve oldukça imalı bir ses tonuyla “Arel,” dedim. “Afiyet olsun.”

Arel, bakışlarını bana çevirdi ve hızlı hızlı ağzındakileri çiğnedikten sonra “Sabaha kadar seni öveceğim ve geldiğimde söylediğim şeyleri tek tek yutacağım, söz,” diyerek başını salladı. “Ama önce karnımı doyurayım, olur mu?”

Tuana yüksek sesle kıkırdarken Aral’ın dudağı kıvrılmıştı. Bense kaşlarımı kaldırmış, koca bir sırıtışla Arel’e bakıyordum.

“Peki, öyle olsun bakalım.”

Ağzıma tabağımdaki etlerden birini daha atıp ayaklandım ve barbeküdeki etleri çevirip tekrar yerime geçtim. Bir süre öyle havadan sudan şeylerden bahsettik ve ben son etler de pişince onları boşalan tabaklardan birine koyup masaya yerleştirdim. Gerçi tekrar boşalması hiç uzun sürmemişti.

Mezeler de dâhil olmak üzere masadaki bütün tabaklar silinip süpürülmüştü. Bundan oldukça gurur duyduğumu itiraf etmeliydim.

Arel, olmayan göbeğini ovuşturarak kolasını içmeye devam ederken “Hayatımda gördüğüm en iyi sofralardan biriydi,” dedi. “Her şey o kadar lezizdi ki ne söylersem söyleyeyim yeterli gelmeyecek. Ellerine sağlık.”

Omuzlarımı dikleştirip oldukça keyifli bir şekilde “Afiyet olsun,” dedim. “Beğenmene sevindim.”

“Ellerine sağlık,” diyerek araya girdi Aral. “Her şey harikaydı.”

İçten bir şekilde gülümsedim. “Afiyet olsun.”

“Ben size demiştim, ablam bu işte harikadır,” diyerek omuzlarını salladı Tuana. Keyfi oldukça yerindeydi ki bu da beni çok mutlu ediyordu.

Aral, sandalyesini geriye iterek yavaşça ayaklandıktan sonra “Bundan sonrası bizden o halde,” diyerek Tuana ve Arel’e anlamlı bakışlar attı. Ardından da bana döndü. “Hadi sen git bahçe sandalyesinde falan dinlen. Biz de masayı toplayalım.”

Hızla ayaklanırken “Hayatta olmaz, siz misafirsiniz,” dedim. “Biz halleder-“

“Tamay.”

Aral, sözümü keserek gözlerimin içine öyle bir kesinlikle baktı ki bu masayı bana toplattırmayacağından emin oldum. Bu yüzden hafifçe iç çektim ve “Pekâlâ,” dedim. “Size bırakıyorum.”

“Ah, daha fazla dayanamayacağım.”

Arel, meze tabaklarından birkaçını üst üste koyduktan sonra onları sol eline aldı ve diğer elini alnına yaslayıp bayılma taklidi yaparak mutfak kapısına doğru ilerledi. Bu tavrını Aral’la aramızdaki ilişki için sergilediğini bildiğimden küçük bir kahkaha atarak başımı salladım. Gerçekten çok fenaydı.

Masadaki içecek şişelerini kucağıma doldurduğumda Aral’ın uyarı dolu bakışlarıyla karşılaştım ve hızla “Ellerimi yıkamaya giderken boş gitmeyeyim dedim sadece,” diye açıklama yaptım.

“Bir daha eline bir şey aldığını görmeyeceğim ama.”

Tatlı tatlı sırıttım. “Tamam, Başkomiserim. Anladım, benim tatlı Başkomiserim.”

Derhal kaşlarını çattı. “Tamay…”

“Dua et dudaklarım yağlı,” diyerek hüsranla iç çektim. “Dua et.”

Mutfağa gitmek üzere başımı çevirdiğimde Tuana’nın yüzündeki gözle görülür derecedeki büyük tebessümüyle bizi izlediğini gördüm. Göz göze geldiğimizde tebessümü imalı bir sırıtışa döndü ve eline birkaç tabak alıp mutfak kapısına doğru ilerledi. Ne olduğunu anlamasam da umursamadan peşine takıldım.

Elimdeki şişeleri mutfak masasının üzerine bıraktıktan sonra boş olanları çöpe attım, kalanları da buzdolabına yerleştirdim ve ellerimi yıkamak üzere banyoya gittim.

Banyodaki işlerimi halledip geri döndüğümde Arel ve Tuana’yı makineye bulaşık yerleştirirken buldum. Tam buna gerek olmadığını söylemek üzere ağzımı aralamıştım ki o an mutfağa giren Aral başını iki yana sallayarak beni durdurdu. İç çektim ve buzdolabına doğru yöneldim. En azından tatlıları ayarlayabilirdim.

Aralların getirdiği tatlı paketini dolaptan çıkardıktan sonra mutfak masasının üzerine koydum ve paketi dikkatli bir şekilde açarak içinde ne olduğuna baktım. Dondurmalı kadayıf vardı. Küçük bir gülümsemeyle beni izleyen Aral’a döndüm.

“En sevdiğin tatlı bu demek?”

Tatlıya kısa bir bakış attıktan sonra başını salladı.

“Sen de seviyorsun, değil mi?”

“Muhtemelen senin kadar değil ama severim,” diyerek gülümsedim ve dolaptan dört tane tatlı tabağı çıkarıp tatlıları paylaştırdım. Ardından iki tabağı alıp birini Aral’a uzattıktan sonra Arellere döndüm.

“Biz bahçeye çıkıyoruz. Siz de işinizi bitirince tatlılarınızı alıp bize katılabilirsiniz.”

“Biz bulaşıkları halledince oyun oynamaya devam edeceğiz abla. Arel abi rövanş istiyormuş da.”

Tuana gururla göğsünü kabartırken Arel ters ters baktı ona. “Abiyle dalga geçilmez. Hem seninki acemi şansıydı.”

“Yalnız Tuana senelerdir oynuyor bu oyunları. Yani buna pek acemi şansı denilemez.”

Arel ters bakışlarını bu sefer bana çevirdiğinde kıkırdayarak başımı salladım ve “Tamam, tamam, demedim bir şey,” dedim. “Siz nasıl biliyorsanız öyle yapın, biz dışarıdayız.”

Uzanıp Aral’ın boştaki elini tuttum ve diğer elimdeki tatlıyı düşürmemeye çalışarak onu peşimden sürükledim. Bahçeye çıktığımızda onu bahçe sandalyesine yönlendirdim ve sandalyeye önce onu oturttuktan sonra yönüm ona dönük olacak şekilde yanına oturup bağdaş kurdum. Şimdi hem tatlımı yiyip hem de onun yakışıklı yüzünü izleyebilecektim.

Dondurmadan bir kaşık alırken burada en son Arel’le oturmuş dondurma yiyerek dertleştiğimiz gün geldi aklıma ve istemsizce gülümsedim. Aral bunu fark etti.

“Ne oldu?”

“Hiç,” diyerek omuz silktim. “Bir hafta kadar önce burada Arel’le oturmuş dondurma yiyerek seni çekiştiriyorduk da, o geldi aklıma.”

Kaşları çatıldı. “Beni çekiştiriyordunuz demek?”

“Hak ettiğini biliyorsun,” diyerek gözlerimi kıstım. İç geçirip başını salladı.

Bir süre birbirimize bakarak tatlılarımızı yedikten sonra “Ee,” dedim. “Başka ne var ne yok?”

Güldü. “Her şey bildiğin gibi, değişen bir şey yok. Sizin çoluk çocuk nasıl?”

Kahkaha attım. “Bu halini benden sakladığın için hapse girmelisin.”

“Beni hapse göndermeye razı gelebilecek misin?”

“Elbette. Çünkü senin demir parmaklıkların benim odamın duvarları olacak.” Kaşlarımı oynattım. “Müebbet bile veririm sana.”

Şaşkınca gözlerini kırpıştırdı. “Ah.”

O kadar tatlıydı ki dayanamayıp “Gerçekten inanamıyorum,” dedim.

“Neye?”

“Senin gibi bir adamın bunca zamandır sevilmemesine. Yani bana yeni yeni gösterdiğin hallerin böyleyse deli gibi âşık olduğundaki halini tahmin bile edemiyorum. Yakışıklısın, hem de çok yakışıklısın, tatlısın, komiksin, ilgilisin. Seni sevmeyecek birinin olması imkânsızmış gibi geliyor.”

Keyfi kaçtı ve ona böyle şeyler söylediğim için anında pişman oldum ama içimde tutamamıştım işte. İnanması öyle zordu ki.

“Demek ki değilmiş,” diyerek omuz silkti. “Hem ne demiş şair, sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda mı? Ben kendi içimde bir şeyler yaşamıştım, hatta çok şey yaşamıştım ama bu yeterli değilmiş işte.”

“Evet,” diyerek başımı salladım. “Sevmek zorunda değil ama sevmediği elmayı, seven bir başkasının yiyemeyeceği hale getirmeye de hakkı yok kimsenin.”

Küçük bir duraksamanın ardından başını salladı. “Haklısın.”

“Haklı olmak güzel bir şey değil ki,” diyerek iç çektim. “Hakkını alabilmek, güzel olan.”

“Bunda da haklısın.”

Usulca güldüm ve tabağımdaki tatlıyı bitirmeye odaklandım. Aral da benim gibi düşünmüş olacaktı ki tabaklarımızın dibini görene kadar konuşmadık. Sonrasında ben boşalan tabakları alıp yemek yediğimiz masaya bırakarak geri döndüm ve Aral’ın üzerimdeki bakışları eşliğinde gayet normal bir şey yapıyormuşum gibi geçip kucağına yerleştim. Sağ kolumu boynuna attıktan sonra tek dizimi sandalyeye uzatıp diğerini de kendime çektim ve Aral’ın göğsüne yasladım.

Tüm bu süre zarfında havalanan kaşlarıyla beni izlemişti. Keyfimin oldukça yerinde olduğunu gösteren koca bir sırıtışla “Bu zamana kadar oturduğum en rahat yer,” dedim. Kafasını sallayarak güldü.

“Belli.”

Kollarından birini beni sabitlemek için sırtıma dolarken diğerini de göğsüne yasladığım bacağımın üzerine koymuştu. Koluyla diz kapağımı sarıyor desem daha doğru olurdu hatta.

Bakışlarını etrafta gezdirdikten sonra “Bizi böyle göremezler değil mi?” diye sordu. Elimi uzatıp yanağını kavrayarak bakışlarının bana dönmesini sağladım.

“Görürlerse ne olur?”

Yeşilleri usulca yüzümde gezindi. “Pek uygun olmaz gibi sanki.”

Dudağımı büzerek tüm dikkatinin oraya kaymasına neden oldum. “Neden uygun olmasın? Biz birlikte değil miyiz?”

Yavaşça yutkundu. “Öyleyiz. Öyleyiz ama-”

“Aması ne?”

“Bilmiyorum, ben… Yani uzun zaman oldu, farklı geliyor.” Oflayarak başını salladı. “Anlatamıyorum ki.”

“Ama ben anlıyorum.” İşaret parmağımı yanağında, çenesinde, dudaklarının kenarında gezdirdim. “Alışacağını da biliyorum. Umduğumdan hızlı ilerleme kaydediyorsun hatta.”

“Öyle mi?”

“Hımhım ve bu da içimdeki sabırsızlığı had safhaya çıkarıyor.”

“Ne için sabırsızlanıyorsun?”

“Bana deli gibi âşık olan Aral’la tanışmak için.”

Soluğunu içine çekti ve bana tarif edemeyeceğim bir yoğunlukla baktı. Ona hafifçe gülümsediğimde uzandı ve dudaklarını çeneme bastırdı. Ardından tenimden uzaklaştırmadan dudaklarının rotasını yanaklarıma, burnuma, şakağıma, gözlerimin altına çevirdi. Öpücüklerini büyük bir memnuniyetle kabul ederken aramızdaki büyü bozulmasın diye nefes bile almamaya çalışıyordum.

En sonunda gözlerini kapayarak alnını alnıma yasladığında “Tatlıları yerken hemen yanıma oturmayınca içten içe şaşırmıştım,” diye mırıldandı. “Meğer esas hamleni sonraya saklıyormuşsun.” İtirafı beni gülümsetmişti.

“Sana dokunurken aklım tamamen sende olacağı için tatlıyı ağzıma gözüme bulaştırır rezil olurdum. Ayrıca elim kolum rahat durmayınca senin yemene de mani olurdum.”

Alnını hafifçe alnıma vurarak geri çekildi. Gülüyordu. “Düşünce tarzın beni öldürüyor.”

Başımı omzuma doğru eğdim. “İyi anlamda ama değil mi?”

“Hem de çok iyi anlamda.”

Daha fazla dayanamadım ve uzanıp dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Sanki başından beri bunu bekliyormuşçasına rahatlayarak iç geçirdi ve diz kapağımda oyalanan elini enseme yaslayıp bana karşılık verdi.

Başta oldukça yumuşak olan öpücüğümüz gittikçe hızlandı ve nefessiz kalana kadar öpüştük. Ardından küçük bir mola verip -ki molayı çenemi öperek geçirmişti- tekrar dudaklarıma kapandı ve bu durum defalarca kez tekrarlandı. Normal olan birkaç defanın ardından yorulup ya da sıkılarak ayrılmak mıydı bilmiyordum, eğer öyleyse ben asla normal değildim. Zira öptükçe daha çok öpesim geliyordu. Sanki dudaklarında bir çeşit uyuşturucu vardı ve onu her tadışımda içimdeki bağımlılık katlanarak artıyordu.

Dudaklarımın acımaya başladığını hissettiğimde gülerek uzaklaştım ve parmaklarımla şiştiğine emin olduğum dudaklarımı yokladım. Sık nefesleri benim çehreme vuran Aral’sa dikkatle hareketlerimi izliyordu. Ona cilveli bir şekilde gülümsedim.

“Sayende estetik yaptırmama gerek kalmadı sanki ha?”

Boğazından homurtuya benzeyen ama kıkırtı olduğunu bildiğim bir ses çıktı.

“Dudaklarını yaptırmayı mı düşünüyordun?”

“Yo,” diyerek sırıttım. “Ama her kadın gibi biraz daha dolgun olsa ne olurdu acaba diye düşünmedim de diyemem.”

“Estetik yaptırdığında nasıl olur bilemem ama ben öptüğümde çok güzel göründükleri kesin.”

Ağzım açık kalmıştı. Şaşkın halim hoşuna gittiğinden usulca sırıttı ve uzanıp alt dudağımı çekiştirdi.

“Beni şimdiden yoldan çıkarıyorsun, mutlu musun?”

“Hem de nasıl!”

Coşkum, küçük bir kahkaha atmasına neden olmuştu.

“Ya daha beter bir hale gelirsem?” diye sordu kaşlarını kaldırarak. “Ya her gün daha çok ilgi istersem senden? Bıkmaz mısın?”

Kollarımı boynuna sıkıca dolayıp burnumu burnuna sürttüm. “Deli misin? Sen yeter ki ilgi iste benden, başımda bin tane iş olsa da gelip ilgiye boğarım seni.” Göz kırptım. “Sarılayım derken gerçekten boğabilirim de ama ha, dikkat etmen lazım.”

Güldü. Sonra da ne diyeceğini bilemiyormuş gibi uzanıp yüzünü boynuma gömdü.

“Karşıma çıkman hayatım boyunca elde ettiğim en büyük şans mı yoksa şanssızlık mı, emin olamıyorum,” diyerek boynuma titrek bir nefes verdi. “Sana, tavırlarına, kokuna, tadına öyle kolay alışıyorum ki.” Dudakları köprücük kemiğimin üzerinde gezindi. “Ve bu bir bakıma çok korkunç bir şey... Ya bir şey olursa? Yani yolunda gitmeyen bir şeyler olursa ve ayrı kalmak zorunda kalırsak?”

Tek elimi saçlarının arasına daldırırken yanağımı da başının tepesine yasladım.

“Bu korku hepimizin içinde yok mu ki zaten?” diyerek ona biraz daha sıkı sarıldım. “Birini çok severiz ve bu yüzden de onu kaybetmekten deli gibi korkarız. Annemizi, babamızı, kardeşimizi, arkadaşımızı ya da hayat arkadaşımızı… İlla ki bir gün ayrılacağız zaten. İlla ki bir gün biri, diğerinin ardından gözyaşı dökecek. Ama bu yüzden sevmekten vazgeçemeyiz ki. Hayat sevdiklerimizle yaşayabildiğimiz zaman katlanabilir oluyor Aral, aksi mümkün değil. Bir gün çok üzüleceğiz diyerek bugün birilerini sevmemek hiç mantıklı değil.”

Aramızda kısa bir sessizlik oldu. Söylediklerimi düşündüğünü bilerek sabırla bekledim onu.

“Her zaman bu kadar haklı mıydın?”

Hafifçe güldüm ve saçlarından öptüm bir kez daha.

“Mantıklı bir insan olduğumu söylerler.”

Kafasını salladı. “Mantıklı, inatçı ve kesinlikle sevgi dolu.”

“Evet, işte bu benim!”

Yüzünü tenime sürterek yüksek sesli bir soluk çekti içine. Sonra da usulca başını kaldırıp yorgun ama içleri gülümseyen yeşilleriyle bana baktı.

“İçindeki o sonsuz sevgiyi paylaşmak için beni seçtiğin için teşekkür ederim. Sana bunun için hep minnettar olacağım.”

“Öyle güzel bir adamsın ki, bana başkasını sevme şansını tanımadın,” diyerek yanağını okşadım.

“Bu kulağa biraz bencilce geliyor.”

“Öyleyse bile ki bence değil, olup olabilecek en güzel bencillik.”

Yüzümüzdeki küçük tebessümlerle birbirimizin gözlerinde kaybolduğumuz birkaç dakikanın ardından aramıza bir şey girdi. Daha doğrusu bir ses, Yıldız Tilbe’nin sesi.

Bırak bu işleri hadi dostum

O hikâyelere ben çok tokum

Benim yolum belli amacım var umutlarım var

Aral şaşkınca gözlerini kırpıştırdı. “Bu ses de nereden geliyor?”

Kahkaha atarak başımı salladım. “Tuana oyun oynamaktan sıkıldı belli ki.”

Müziğin ritmiyle omuzlarımı oynatmaya başladığımda Aral da eğlenen bakışlarla beni izlemeye başladı. Bu yüzden hamlelerimi arttırdım ve üst bedenimi tamamen kıvırtmaya başladım.

“Dans zamanı!”

Tuana, bağırarak bahçeye girdiğinde kız kardeşime anında uyum sağladım ve Aral’ın dudaklarına sesli bir öpücük kondurduktan sonra ayağa kalkıp Tuana’nın yanımıza gelmesini bekledim.

Tuana “Geliyor, geliyor!” diyerek şarkının en sevdiğimiz yerinin geldiğini haber ettiğinde omuzlarımı dikleştirip ellerimi eteğimin iki yanına yerleştirdim. Tuana tam karşımda durup benimle aynı şekli aldıktan yalnızca birkaç saniye sonra sevdiğimiz o yer geldi ve biz Yıldız Tilbe’nin şarkı klipinde yaptığı gibi eteklerimizi savurarak kıvırtmaya başladık.

Ben senin var ya lafınla şekil alamam

Ben senin var ya halini yadırgayamam

Sen benim var ya tırnağıma makas bile

Sen benim var ya e ne söylesem nafile

Tuana şarkıyı söyleyerek kendi etrafında dönmeye başladığında ben de Aral’a döndüm ve sırıtan yüzüne bakarak kıvırtmaya devam ettim. Hatta biraz ileri gidip açık bacaklarının arasına girerek eteğimi ona doğru savurmuş da olabilirdim.

“Amanın! Parti başlamış!”

Bahçe kapısında beliren Arel anında ortama ayak uydurup havaya kaldırdığı kollarıyla kıvırtarak yanımıza doğru ilerlemeye başladığında o kadar komik görünüyordu ki bir an hareket edemeyip koca bir kahkaha patlattım ama toparlanıp Aral’a arkamı dönmem ve başımı geriye atmak suretiyle kıvırtarak üzerine eğilmem hiç uzun sürmemişti.

Aral alnıma para yapıştırmak yerine uzanıp yanağımdan öptüğündeyse kalbim pır pır etmişti.

Şarkı sonunda bittiğinde Arel yanımıza gelip -kıvırtmakla meşgul olduğu için yanımıza varma süresi epey uzamıştı- o ana kadar farkına varamadığım telefonu Tuana’ya uzattı.

“Lavabodan döndüğümde koltuğun üzerinde titreyip durduğunu gördüm. Belki önemlidir diye getirdim.”

Muhtemelen kız kardeşim çalma listesini otomatiğe aldığı için evin içinde farklı bir şarkı duyulmaya başlarken Tuana uzanıp teşekkür ederek telefonunu Arel’den aldı. Arel telefonu verdikten sonra çalan yeni şarkıyla omuzlarını oynatıp “Ee, devam etmiyor muyuz?” diye sordu.

“Ediyoruz tabii ki,” diyerek Aral’ı da ayağa kaldırmak için ona doğru uzanmıştım ki telefonuna bakan Tuana’nın suratının asıldığını görerek duraksadım. Endişelenmiştim.

“Tuana? Bir sorun mu var?”

Tuana, başını hızla iki yana sallayıp telefonunu kapattı ve “Yo,” dedi. “Yok bir şey.”

Ama vardı bir şey.

Kaşlarımı çatarak ona doğru ilerledim. “Bana ne olduğunu söyler misin lütfen?”

Bakışları omzumun üzerinden Arallara kaydığında çekindiğini düşünerek “Gel içeri gidelim,” dedim ama başını tekrar iki yana salladı.

“Onlar da bizim ailemizden artık, söylemek istemememin sebebi bu değil.”

Duygusallıkla kalbim ağırlaşsa da şu an ağır basan şey kesinlikle endişeydi. Telefonunda her ne gördüyse küçük, tatlı kız kardeşimin canı sıkılmıştı.

“Neyin var öyleyse?” diyerek koluna dokunduğumda omuzlarını silkti ve kendini gülümsemeye zorlayarak “Balo elbisemi almak için daha fazla beklememe gerek kalmadı,” dedi.

Kaşlarım biraz daha çatıldı. “Anlamadım?”

“Emir başka bir kızın kavalyesi olmuş abla.”

“Ah.”

Emir, Tuana’nın arkadaşlarından olan ve ondan hoşlandığına emin olduğum çocuktu. Tuana, dersleri yüzünden çocuğa bu zamana kadar pek yeşil ışık yakmamıştı ki zaten bana hep onu sadece arkadaşı olarak gördüğünü söylerdi ama ben bunun doğru olmadığına emindim.

Tuana haklı olduğumu kanıtlarcasına sınavdan sonra Emir’e daha yakın davranmaya karar vermişti. Haftaya okul balosu vardı ve oraya Emir’le gitmek istediği için ona teklif eden çocukları geri çevirmişti. Ne var ki Emir de bu zamana kadar ona teklif etmemişti ama başka kimseyle adının çıkmaması Tuana’ya teklif edeceğinden şüphe duymamamızı sağlamıştı. Tuana da o gün kavalyesiyle uyumlu giyinebilmek için balo için beğendiği elbiselerden birini satın almak için Emir’in telifini bekliyordu. Biz Emir’in utandığı için bu zamana kadar beklediğini düşünmüştük ama yanıldığımız ortadaydı.

Aral ve Arel sessizce bizi izlerken “Ne olacak peki şimdi?” diye sordum. Hayal kırıklığıyla omuz silkti.

“Bana teklif eden çocuklar çoktan başka kızlar buldular. Bu saatten sonra birini bulamam, yalnız gideceğim artık.”

Evin içinden şarkı yayılmaya devam ederken dördümüz sessizce birbirimize bakıyorduk. Hızlıca düşünerek bir çare bulmaya çalışıyordum ama bu durum için ne yapabileceğim konusunda bir fikrim yoktu.

Nihayetinde konuşan Arel oldu.

“Bu balo için dışarıdan birilerini götürebiliyor musun?”

Tuana ona dönüp başını salladı. “Evet ama okul dışından benimle baloya gelebilecek kadar yakın bir arkadaşım yok.”

“Yaş sınırlaması var mı peki?”

Gözlerimi kısarak Arel’e baktım. Düşündüğüm şeyi mi yapıyordu?

Tuana’nın, yaşadığı hüsrandan dolayı aklını çalıştıramadığı anlamsız bakışlarla Arel’e bakmasından belliydi.

“Yo, neden ki?”

Arel önemsiz bir şeymiş gibi “Hiç,” diyerek ellerini pantolonun cebine yerleştirdi. “İstersen ben senin kavalyen olabilirim. Benim kadar yaşlı birini koluna takmaktan utanmazsan tabii.”

Tuana büyük bir şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırırken ağlamaklı bir ifadeyle Arel’e baktım. Onları hayatıma katabilmek için büyük bir sevap işlemiş olmalıydım.

“Sa-sahiden mi?” diye sordu Tuana, kekeleyerek. “Benim için bunu yapar mısın?”

“Elbette,” diyerek hafifçe güldü Arel. “Hem öyle ortamlara girmeyeli çok uzun zaman oldu. Belki liselilerin arasındayken fabrika ayarlarıma dönerim, belli mi olur?”

Tuana mutlulukla çığlık atıp Arel’in boynuna atladı.

“Balodaki en yakışıklı kavalye benimki olacak! Herkes kıskançlığından çatlayacak!”

Minnettar bir ifadeyle Arel’e bakarken onunla göz göze geldik. Yalnızca dudaklarımı oynatarak ona teşekkür ettiğimde bu yaptığının hiçbir önemi yokmuş gibi dudak büzdü ve sonra genişçe sırıtarak kardeşime sarıldı.

“Kötü emeller için kullanılacak olmak beni biraz heyecanlandırdı galiba.”

Tuana kıkırdayarak geri çekildi ve Arel’i yanağından öpüp “Çok teşekkür ederim,” dedi. Bunun üzerine Arel mutlu bir ifadeyle uzanıp kız kardeşimin saçlarını karıştırdı ve “Ne demek,” dedi. “Abilik görevim.”

Dolu gözlerimi Aral’a çevirdiğimde gururlu denebilecek bir ifadeyle ikizine baktığını gördüm ve kalbimdeki ağırlık iyiden iyiye arttı. Onları çok seviyordum. Onları gerçekten çok seviyordum.

Tuana bir eliyle Arel’in elini yakaladıktan sonra elindeki telefonu bahçe salıncağına fırlattı ve “Hadi o zaman!” diye bağırdı. Coşkusu kesinlikle ikiye katlanmıştı. “Partiye devam!”

Arel’in diğer elini de tutup çalan şarkıya ayak uydurarak dans etmeye başladığında mutlu bir şekilde iç geçirip Aral’ın yanına gittim ve elinden tutarak onu ayağa kaldırdım. Biraz önce yaşananlar onu da duygulandırmış olacaktı ki hiç şikâyet etmeden ayağa kalkıp belimden tutarak kendine çekti beni. Arkada Gülben Ergen’in sesi yankılanırken ona kocaman bir gülümsemeyle baktım.

Uçacaksın uçacaksın havalara uçacaksın

Ayağını yerden keseceğim senin, kalbime konacaksın

 

 

 

 

Loading...
0%