Yeni Üyelik
37.
Bölüm

BÖLÜM - 37

@bayanclara

Çalan telefon sesiyle uykumdan sıyrılırken hep olduğu gibi hızla yatakta doğruldum ve daha gözlerimi açamadan elimi uzatıp komodinin üzerindeki telefonumu aldım. Gözlerimi kırpıştırarak araladıktan sonra uyku sersemi halimle ekrandaki yazıyı tam okuyamadan aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüm. Nihayetinde gece yarısı telefonum çalıyorsa yüzde doksan dokuz ihtimalle hastaneden aranıyorum demekti.

“Efendim?”

“Tamay…”

O yüzde birlik dilimin içindeydik anlaşılan. Duyduğum ses beni uyku mahmurluğundan ayırıp endişeyle karışık bir şaşkınlığa mahkûm ederken “Aral?” diye mırıldandım. “İyi misin? Bir şey mi oldu?” Ufak bir duraksamanın ardından bu gece devriyede olacağını hatırlayarak oturduğum yerde endişeyle dikleştim. “Yaralandın mı yoksa?”

“Yok, yok, endişelenme. İyiyim ben. Sadece… Kapıyı açabilir misin?”

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırıp gayriihtiyari odamın kapısına baktım ama o zaten açıktı. Yaz gününde kapım kapalı yatamıyordum.

“Hangi kapıyı açayım?” diye sordum kafa karışıklığıyla.

“Evinizin kapısını, dış kapıyı yani… Oradayım da ben.”

“Ne? Dur, dur tamam, geliyorum. “

O ruh haliyle telefonu kulağımdan çekmeden yataktan kalktım ve koşar adım odadan çıkıp merdivenleri atlayarak indim. Dış kapıya vardığımda hiç düşünmeden kapıyı açtım ve benim gibi kulağına yasladığı telefonuyla bana bakan Aral’la göz göze geldim. Hiç iyi görünmüyordu.

Göğsüm sıkıntıyla sıkışırken telefonu kulağımdan indirip aramayı sonlandırdım ve iyice ona yaklaşıp “İyi misin sen?” diye sordum. Sesim fısıltı gibi çıkmıştı.

Bana birkaç saniye öylece baktıktan sonra birden kollarını uzatıp beni göğsüne çekti ve yüzünü boyun boşluğuma gömerek sıkıca sarıldı. Hiç beklemeden kollarımı sırtına dolarken is koktuğunu fark ettim. Uzun süre dışarıda kalmış olmalıydı. Ama onu bu halde kapıma getiren neydi? Kalbim endişeden patlayacak gibiydi.

“Telefonu kapatmadan koşarak geldin ya yanıma,” diye mırıldandı tenime doğru. Soğuk nefesi boynumu ürpertmişti. “Telefondan duydum ya benim için endişeli nefeslerini… Ben… Tamay, ben…”

Konuşmakta öyle zorluk çekiyordu ki “Şşt,” diyerek susturdum onu. “Tamam, buradayım ben. Sorun yok. Her ne söyleyeceksen daha sonra söylersin, şimdi içeri girelim olur mu?”

Başını usulca salladığında saçları çeneme sürtündü. Başımı çevirip saçlarının üzerini öptüm.

“Hadi gel.”

Yüzünü geri çekip gözlerime baktığında ona burukça da olsa güven vermek için gülümsedim ve koluna destek olarak içeri girmesine yardım ettim. Sarsak adımları kalbimdeki endişe tohumlarını arttırmıştı. Ne oluyordu? Ya da ne olmuştu? Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Gözümün içine baka baka yaşadığı şeyleri anlatırken bile bu kadar çaresiz gelmemişti gözüme.

İkimiz de içeri girdikten sonra kapıyı kapattım ve birlikte merdivenleri tırmanarak benim odama geçtik. Üstündeki ince hırkayı çıkartmasına yardımcı olup “Uyumak ister misin?” diye sordum nazikçe. Neler olduğunu deli gibi merak etsem de şu an hiç de konuşacak hali varmış gibi durmuyordu. Meraklı sorularım bekleyebilirdi, şu an için önceliğim onun kendisini iyi hissetmesini sağlayabilmekti.

“Aslında banyo yapsam kendimi daha iyi hissederim. Saatlerce oradan oraya sürüklenip durdum. Kendimi temiz hissetmiyorum.”

“Ah, tamam o zaman ben hemen havlu çıkarayım sana. Zaten kıyafetlerin de var bende. Hepsini yıkattım, dolabımda duruyorlar.” Yüzümü onunkinin önüne getirip bakışlarımızın kilitlenmesini sağladım. “Bak, çantanı böyle zamanlar için almıştım işte, gördün mü?” derken tek amacım onu biraz olsun neşelendirebilmekti ki dudaklarının hafifçe titreşmesi başardığımı hissetmemi sağlamıştı.

“Hadi gel bakalım,” diyerek onu odadan çıkarıp misafir banyosuna götürdüm. Banyo dolabından temiz bir havlu çıkarıp kenara koyduktan sonra “Sen üzerindekileri çıkarmaya başla. Ben de eşofmanlarını getireyim,” dedim. Konuşmak yerine başını kısaca sallayarak beni onaylasa da bakışlarındaki minnet benim için yeterliydi.

Hızlıca odama gidip dolabımın en güzel köşesine özenle yerleştirdiğim eşofmanı ve büyük tişörtü kapıp tekrar banyoya döndüm. Aral üzerindeki tişörtü çıkarmış, pantolonun kemeriyle uğraşıyordu. Sırtındaki birkaç küçük çizgiye bakarken istemsizce iç geçirdim. Mesleği tenine işlenmişti.

Aral, bana doğru döndüğünde göğsündeki ufak yara izlerine bakmamaya gayret gösterip hafifçe gülümsedim ve elimdekileri çıkardığım havlunun yanına bırakırken “İstediğin her şeyi kullanabilirsin,” dedim. “Amcamın şampuanı falan da var orada, kadın şampuanı kullanmak zorunda değilsin yani.”

Son cümlemi onu biraz olsun neşelendirebilmek için söylemiştim ama çabam çok da etkili olamamıştı. Yine de bakışlarındaki minnettarlık orada duruyordu. Daha fazla dayanamayıp yanına gittim ve yüzünü avuçlarımın arasına aldıktan sonra parmak uçlarımda yükselip dudağına birkaç küçük öpücük kondurdum.

“Odamda seni bekliyor olacağım ama benim için acele etme. İstediğin gibi yıkan, olur mu?”

Taraklı sesiyle “Olur,” diye cevap verip alnıma büyük bir öpücük kondurduğunda moralim bir tık yükselmişti. Bunun verdiği cesaretle işaret parmağımı göğsünün ve karın kaslarının üzerinde gezdirip “Bu kasları da daha sonra konuşacağız,” diye bilgilendirdim onu. “Gözümden kaçtığını sanma.”

Böyle bir şey söylememi beklemediği her halinden belliydi. Önce şaşkınlıkla yüzüme bakakaldı, sonra da hafifçe sırıttı. Onu böyle görmek kalp atışlarımın on katı hıza ulaşmasına neden olmuştu.

“Olur, konuşalım.”

Ona içten bir şekilde genişçe gülümsedikten sonra uzanıp bir kez daha öptüm dudaklarından. Sonra da arkamı dönüp tıpış tıpış çıktım banyodan.

Odama döndüğümde Aral’a pek belli etmediğimi düşündüğüm endişem beni ele geçirdi ve odada volta atmaya başladım. Sürekli telefonda konuşsak da onu iki gündür görmemiştim, çünkü çok meşguldü. Bir yandan Yılmaz denen adamın açığını bulmaya çalışıyor, diğer yandan da kendi ekibine verilen görevlerle boğuşuyordu. Ben de hastalarla, ameliyatlarla uğraşırken bir türlü denk gelememiştik. Tüm bunların üzerine gecenin bir yarısı mahvolmuş bir halde kapıma gelmesi beni feci şekilde endişelendirmişti.

Tırnağımı dişlediğimi fark ettiğimde yüzümü buruşturarak elimi ağzımdan çektim ve birkaç derin nefes alıp yatağıma doğru ilerledim. En iyisi onu yatakta beklemekti, zaten buraya gelip beni hapishane mahkûmu gibi volta atarken bulursa ona bir faydam olamazdı.

Yatağa geçip sırtımı yatak başlığına yasladıktan sonra kötü şeyler düşünmemeye çalışarak beklemeye başladım. Saat sabahın beşiydi. Onu kollarımda uyutup sabah uyandığında neler olduğunu sorabilirdim. Evet, şu an için yapılacak en mantıklı şey buydu.

Yirmi dakika kadar sonra banyonun kapısının açıldığını duyarak yerimde dikleştim ve yüzüme yumuşak bir ifade kondurup bakışlarımı odanın kapısına diktim. Aral, elindeki küçük havluyla saçlarının nemini alarak girdi içeri. Bakışları kısaca bana takıldıktan sonra önüne döndü ve havluyla saçlarını kurulamaya devam ederek makyaj masama doğru ilerledi. Elindeki havluyu masanın önündeki sandalyeye yayıp bana döndüğünde başımı omzuma doğru eğip kollarımı iki yana açtım. Tek ihtiyacı olan şey buymuş gibi hiç tereddüt etmeden aceleci adımlarla yatağa yaklaştı ve yanımdaki boşluğa kurulduktan sonra ellerini sıkıca karnıma dolayıp başını göğsüme gömdü.

Üzerimde şortlu bir gecelik vardı. Geceliğin üstü ince askılıydı ve gerdanımı tamamıyla açık bırakıyordu. Bu yüzden sakallı yanağı göğsümün üst tarafına sürtünüyordu ve muhtemelen tenimi tahriş edecekti ki bu şu an umursayabildiğim bir şey değildi.

Kollarımı omuzlarına sararak onu iyice göğsüme bastırdım ve tek elimle nemini aldığı saçlarını okşamaya başladım. Bir süre öylece durduktan sonra Aral nefisini tenime vererek “Hastalarını kaybetmeye alışabildin mi?” diye sordu. Bu kesinlikle beklediğim bir soru değildi ki şaşırdığımı anlayarak konuşmaya devam etti. “Yani illaki her doğum başarıyla sonuçlanmıyordur ya da başka rahatsızlıkları olan hastalarını kaybedebiliyorsundur. Öyle zamanlarda ne yapıyorsun? Artık alıştığın için kafanı başka hastalarına mı odaklıyorsun, yoksa onları atlatman uzun mu sürüyor?”

Hafifçe iç çekerek başının göğsümle birlikte yükselip alçalmasına neden olduktan sonra “Başlarda çok etkileniyordum,” diye itiraf ettim. “Ama ister istemez alışıyorsun bir süre sonra. Tabii alışmış olmak etkilenmediğim anlamına gelmiyor. Kadınların düşük yapması çok sık rastlanan bir olay, böyle durumlarda elbette üzülüyorum ama sonuçta çoğu anne adayının tekrar hamile kalma olasılığı devam ediyor. Tabii uzun yıllar boyunca çocuk sahibi olmak için uğraştıktan sonra bebeğini kaybeden hastalar da oluyor. O kadınlarla hasta-doktor ilişkisinden başka bir bağa ulaşmış oluyoruz ister istemez ve onların hayal kırıklıklarını görmek, yaşadıkları acıya tanık olmak hiç kolay değil. Eşlerini doğumda ya da herhangi bir ameliyatta kaybettiğimizi onu kapıda dualarla bekleyen kocasına söylemekse bu hayatta başıma gelen en zor şeylerden biri ve muhtemelen buna asla alışamayacağım.”

Parmaklarının ince geceliğimden belime battığını hissetsem de bir şey söylemedim ve onu sıkıca sarmaya devam ettim.

“Peki, öyle durumlarda ne yapıyorsun?” diye sordu. “Ne hissediyorsun?”

Küçük bir duraksamanın ardından “Çaresiz, kaybolmuş ve ne yapacağını bilmez halde hissediyorum,” diye mırıldandım. “Hatta o gece tek başıma yatamıyorum, çünkü gözümü kapattığım an hastane koridorunda ağlayan insanlar görüyorum ve bu kaldırılabileceğim bir şey değil. Bu yüzden Tuana’nın yanına kıvrılıyorum. Onun kokusu beni rahatlatıyor ve uykuya daha rahat dalmamı sağlıyor.”

Aral, söylediklerimin ardından burnunu göğsümün üst kısmına yaslayıp kokumu içine çektiğinde kafamdaki soru işaretleri birer cevap bulmuştu.

“Benim kafama öyle çok şey takılmaz aslında,” diye mırıldandı yavaşça. “Yakaladığımız adamlar hep suçlu olur çünkü ama arada bir masum insanlar da işin içine girer ve durumlar karmaşıklaşır. Bu da kabağın masum insanların başında patlamasını kolaylaştırır. İşte öyle zamanlar kendimi çok kötü hissediyorum. Elimden hiçbir şey gelmemiş, olan biteni engelleyemediğim için suçlu olan benmişim gibi. Olduğum yere sığamıyorum bu yüzden. Eve gitmek yerine kulübeye gidiyorum ve sabaha kadar ön verandadaki sandalyede oturuyorum.”

Kulübeden kastı kendi elleriyle yaptığı Şile’deki o tatlı ahşap evdi ki ona kulübe denmesi pek hoşuma gitmiyordu doğrusu. Ayrıca kulübe denince akla tek göz odalı bir yer geliyordu. Yine de bunu onunla daha sonra tartışmalıydım.

Dudaklarımı hızla kurumaya başlayan saçlarına bastırıp “Sanırım bu seferlik beni tercih ettin, ha?” diye sordum, hafif bir muziplikle. Bunu onu rahatlatmak için yapıyordum aslında, zira ben hiç de rahat değildim. Çünkü anlattıklarından yola çıkınca beni yerine koyduğu şeyin çok büyük olduğu anlaşılıyordu. Onun için kötü hissettiğinde kaçmaya alışık olduğu evinden bile önce gelmiştim. Alışkanlıklarını göz ardı etmişti. Bu, bana söyleyebileceği çoğu şeyden daha değerliydi.

Uzun denebilecek bir sürenin ardından “Tercih denebileceğinden emin değilim,” diye mırıldandı. Sessiz kaldığı anlarda kendini sorgulamış gibiydi. “Olay yerinden ayrıldım. Emniyet’e gitmeyecektim. Yani direkt eve geçebilirdim ama eve gitmek istemiyordum. Arabama atladım, aklımdaki düşünce kulübeye gitmekti ama yola çıkınca direksiyonu çevirdiğim yerin senin yanın olduğunu fark ettim. İçgüdüsel bir şeydi sanırım, ben de bilmiyorum. Sorgulayacak durumda da değilim zaten.”

Ayakları onu bana getirmişti kısacası. Bundan duyduğum memnuniyetle bacağımı onunkilerin üzerine attığımda boğazından küçük ama tatlı bir homurtu çıktı ve belimdeki ellerinden birini yavaşça aşağı indirip üstüne attığım bacağımın üzerine koydu. Hatta birkaç parmağını şortun bittiği yerden içeri sokması da gözümden kaçmamıştı.

“Buraya, yani bana geldiğin için mutluyum,” diye mırıldandım yumuşak bir ses tonuyla. “Şimdi uyuyalım, eğer istersen sabah bana yaşadığın şeyleri anlatırsın.”

“Çok uykun var mı?” diye sordu yavaşça. “Belki şimdi anlatırsam daha rahat uykuya dalarım.”

“Aslında ayıldım bile sayılır. Yani istediğin kadar anlatabilirsin, belki uyumak istersin diye anlatmak isteyip istemediğini sormamıştım.”

Burnunu usulca tenime sürttükten sonra aynı yere yanağını yaslayıp gözlerini kapattı. Onu rahat ettirebilmek için bir elimle sırtını sıvazlarken diğeriyle de usulca saçlarını okşuyordum.

“Bir hafta kadar önce bir kayıp ihbarı düştü sisteme. Bir anne, on yedi yaşındaki kızından haber alamayınca Emniyet’e gelmiş. Ben Yılmaz’la uğraştığım için duruma el atamadım ama ekibimdekiler kızı aramaya başladı. Annesinin verdiği bilgilerle de çoğunlukla yanlış yerlerde aramışlar. Bu yüzden doğru düzgün bir ipucu bulamadılar ve sonunda Asaf amir duruma bakmamı istedi. Ben de gidip anneyle konuştum. Rıdvan kadının sorulara cevap verirken bir garip davrandığını söylemişti, biz de bunu kadının acısına vermiştik ama ben dinleyince kadının bir şeyler sakladığı için garip davrandığını fark ettim. O anda işin ilginçleşeceğini anlamıştım zaten.”

Sıkıntıyla iç çektiğini işitince sırtındaki elimi yukarı çıkartıp ense köküne masaj yapmaya başladım. Bunun onu rahatlatacağını umuyordum.

“Bize eksik ya da yanlış bilgiler vermeye devam ettiği takdirde kızını bulamayacağımızı kesin bir dille belirtince gerçekleri anlatmak zorunda kaldı. Kadının eşi inşaat işçisiymiş ve bir sene kadar önce çalıştığı inşaattan düşerek vefat etmiş. Bu yüzden kadın evi geçindirmek ve iki çocuğuna bakmak için bir fabrikaya girip çalışmaya başlamış. Giderlere para yetiştiremediği için sürekli mesaiye kalıyormuş. On yaşındaki küçük kızına da ablası bakıyormuş. Küçük kız, olanları annelerine anlatmamak için ablasına söz verdiği için kadıncağızın anlaması uzun sürmüş ama bir gün vardiyası iptal olup da eve dönünce büyük kızının evde olmadığını fark etmiş. O gece sabaha kadar endişe içinde kızının eve dönmesini beklemiş ve kızı sabaha karşın, annesinin işten geldiği saatten bir saat kadar önce eve gelmiş. Annesine yakalanınca da geceleri açık olan büyük bir mekânda çalışarak para kazandığını ama onu üzmemek için gizli tuttuğunu söylemiş. Kavga etmişler, kadın kızının çalışmayı bırakması için çok dil dökmüş ama kız vazgeçmemiş. Her gece gitmediği için annesi de en sonunda pes etmiş. Çünkü vardiyaya da kalsa kazandığı yetmiyormuş. Ama keşke… Keşke pes etmeyip peşine düşseydi. Kızının sözlerine gözü kapalı güvenmek yerine hiç değilse gidip çalıştığı yere baksaydı.”

Olayların gittiği yeri az çok tahmin edebiliyordum. Neticesinde yaşadığımız devir belliydi ve her gün onlarca benzer olay haberlere çıkıyordu. Yine de kendimi çok kötü hissetmekten alıkoyamadım çünkü benim de on sekiz yaşında küçük bir kız kardeşim vardı.

“Kızın çalıştığı yer bir gece kulübü ve hiç tekin bir yer değil, reşit olmayan birini çalıştırmaları da yasak zaten. Tabii ne çalışanlar ne de oranın sahibinin umurunda değil bu, çünkü en hafif suçları reşit olmayan bir kızı orada çalıştırmak.” Kısa bir an duraksadı. “Mekânda uyuşturucu satıyorlarmış. Bu kızın görevi de garson gibi davranarak siparişleri almakmış zaten. Sonra… Tam olarak nasıl olduğunu bilmiyorum ama o kızcağızı da başlatmışlar bu illete. On yedi yaşında küçük bir kız. Sadece on yedi yaşında, Tamay.”

Altdudağımı dişlerimin arasına aldım ve dolan gözlerimi kırpıştırdım.

“Ne oldu peki? Kız o mekânda mıymış?”

“Hayır, değilmiş. Zaten annesi de ihbarda bulunmadan önce oraya gitmiş. Uyuşturucudan haberi yokmuş ama orada takılan tipleri görünce hoş şeyler dönmediğini fark etmiş. Kızının ceza almasından korktuğu için de bize anlatmamış orada çalıştığını.”

“Ah… Sonra ne oldu?” diye sordum, korka korka.

“Bu sefer biz gittik. Sahibiyle, çalışanlarıyla konuştuk. Güya kız günlerdir çalışmaya gelmiyormuş, telefonla da ulaşamıyorlarmış. Hatta patronları kız geri döndüğünde kovacakmış. Yersen… Arel, on sekiz yaşında bir oğlan buldu. Çalışmaya başlayalı birkaç ay olmuş sadece. Biraz da tırsak bir tipti, konuşturması zor olmadı. Ama keşke olsaydı, keşke bu gece gördüklerimi hiç görmeseydim.”

Onu tutuşumu sıklaştırdım. Çünkü anlamıştım. O kız çocuğunu iyi bir şekilde bulmadıklarını anlamıştım.

“Kızcağız o mekâna uyuşturucu almaya gelen serserilerden birine tutulmuş, onunla takılmaya başlamış. Herifi araştırdık; adını, adresini falan bulduk. Evine gittik. Zengin piçinin teki, evi de doldurmuş ayyaşlarla. Parti yapıyormuş. Evde ne anne var ne de baba. Kapıdan girer girmez fark ediyorsun her yerin buram buram esrar koktuğunu.”

“Kız orada mıydı peki?”

Birkaç saniye bekledikten sonra kısılan sesiyle “Oradaydı,” diye mırıldadı. “Evin çatı katındaki odalardan birinde, yerde yatıyordu. Yanında da şırınga vardı.” Hırıltılı bir soluk çekti içine. “Nefes almıyordu.”

Göğsüme bir taş oturmuştu sanki. Kötü bir şey olduğundan emindim ama yine de ölmüş olması… En kötüyü düşünmek istememiştim. Ne yazık ki bazen düşüncesine bile katlanamadığımız şeyler başa gelebiliyordu.

“Canımı en çok yakan şey neydi biliyor musun?” diye sordu, ben ağlamamak için gözlerimi kırpıştırırken. “Bir kişinin bile haberi yoktu. Zaten aklı başında biri kalmamıştı, hepsinin kafası bir milyondu. Çatı katına çıkana kadar kaç kişiye sorduk ismini, öyle birini ilk kez duyuyorlarmış gibi tepki verdiler. O reşit olmayan kız çocuğu, kendisini tanımayan ayyaşların arasında nefes almadan yatarken annesi evinde onun için ağlıyordu.”

Aral’ın neden bu kadar kötü olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyordum. Buraya gelmeden dakikalar önce o kız çocuğunun nefes almayan bedenini görmüştü. Bu kaldırılabilecek bir şey değildi. En azından ben yapamazdım.

Tuana’nın yanına gidip onu sıkıca sarmak istiyordum.

Hayır, buna ihtiyaç duyuyordum ancak Aral’ı bırakıp bir yere gidemezdim. Bu yüzden ona biraz daha fazla sıkı sarıldım.

“Çok kötü bir şey bu,” diye mırıldandım yavaşça. “Ne diyeceğimi bilmiyorum. İster istemez Tuana geliyor aklıma ve o kızın annesinin hissedeceği acıyı düşünmek bile istemiyorum.”

Bir süre sessiz kaldıktan sonra “Yapamadım,” dedi. “Normalde ne kadar sarsılmış olursam olayım son işimi de yerine getirirdim ama bu kez yapamadım.”

“Neyi yapamadın?” diye sordum anlamayarak.

“O anneye, kızını ölü bulduğumuzu söyleyemedim. Emniyet’e gidip bu konuşmayı yapacak gücü bulamadım kendimde. Arel’den bunu benim yerime yapmasını istedim.”

“Ah,” diyerek saçlarından öptüm. Gözyaşlarımı daha fazla tutamamıştım.

“Biliyor musun?” diye sordu fısıltıyla. “Benim de aklıma Tuana geldi. Yani o kızcağızın düştüğü ortamı gördüğümde onun o gülen yüzü belirdi gözlerimin önünde. Bu mu tetikledi beni bilmiyorum ama o kızı bulamazsam mahvolacakmışım gibi hissettim.” Yutkundu. “Ki bulamadım da. Geç kaldım. Mahvoldum.”

Diyebildiğim tek şey “Senin suçun değildi,” oldu.

“Biliyorum ama suçlu gibi hissediyorum. Eğer Yılmaz’la uğraşmasaydım, kızın annesiyle daha önceden konuşabilseydim belki de ölmüş olmayacaktı.”

“Bunu bilemezsin,” diyerek çenemi saçlarının üzerine yasladım. “Ayrıca senin tarzında bir suçlu arayacak olursak elimizde birden fazla şüpheli olur. Kadın, çocuğunun çalıştığı yeri bilmeyerek hata etti ama tek başına iki çocuğun ve koca bir evin geçimini sağlamaya çalışırken mantıklı düşünememiş olması kabul edilebilir. Kadın, ihbarda bulunduğunda onunla konuşan ve bir şeyler sakladığını anlamayan polislere de suç bulabiliriz. Oysaki onların söylenmeyen şeyleri bulma gibi bir zorunlulukları yok. Senin de tek görevin bu değildi, uzun zamandır bir mafyayı çökertmek için uğraşırken seni çok üzecek şeyler öğrenip bir de onların peşine düştün. İşin zaten başından aşkındı, her şeye de sen koşamazsın ki.” Başımı salladım. “Olacağı varmış, Aral. Klişe belki ama öyle işte, şu saatten sonra kimi suçlarsan suçla faydası yok.”

“Biliyorum,” diyerek iç çekti. “Biliyorum.”

“Hadi artık uyuyalım,” diye mırıldandım. “Çok yorgunsun. Dinlenmen gerek.”

Başını salladı usulca. “Böyle uyusam sorun olur mu senin için?”

Dudağımın kenarı kıvrıldı. “Bu saçma soruyu başka bir zaman sormuş olsaydın seni pataklardım ama şu an iyi olmadığın için bu seferlik es geçiyorum.”

“Özür dilerim,” diyerek dudaklarını tenime bastırdı. “Düşüncelerinin hızla değişebileceği konusundaki endişelerimi bastırmak kolay değil.”

Seslice iç çektim. Onda en sevdiğim şeylerden biri kesinlikle dürüstlüğüydü. “Biz de kolay olana kadar bekleriz o halde.”

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandı, içimi ısıtacak kadar sıcak bir ses tonuyla. “Sen karşıma çıkana kadar böyle bir şeye ihtiyacım olduğunu bile bilmiyordum.” Duraksadı. “Sana ihtiyacım olduğunu bilmiyordum.”

Onun bu samimi itirafına ne şekilde cevap vereceğimi bilemedim. Bu yüzden içimden gelen ilk şeyi söyledim. “Seni seviyorum ve bana ne zaman ihtiyacın olsa hep yanında olacağım.”

Bir şey söylemek yerine etrafımdaki kollarını sıkılaştırdığında yatakta biraz daha aşağı kayıp başımı yastığa koydum. Aral da benimle birlikte kaykılmak zorunda kalsa da benden birkaç santim bile uzaklaşmadı.

Hafifçe başımı uzatıp elimle saçlarını geri çekerek alnını öptüm. “İyi geceler, Başkomiserim.”

“İyi geceler, Doktor. En çok sana iyi geceler.”

Tenime dokunan soluklarla gözlerimi araladığımda ilk birkaç saniye nerede olduğumu ve üzerimdeki ağırlığın sebebini anlayamadım. Ancak âna dönmem uzun sürmedi. Bunun en büyük etkeni de şüphesiz burnuma dolan kokuydu. Yüzüme geniş bir gülümseme yayılırken başımı yavaşça aşağı eğdim ve uykuya dalmadan evvel göğsümde yatan adamı boyun boşluğuma sokulmuş olarak bulmanın tarifsiz mutluluğunu yaşadım. Bir zamanlar üzülerek kurduğum hayallerin gerçekleştiğine şahit olabilmek paha biçilemezdi. Bu yüzden işim olmasına rağmen tembellik edip yatakta biraz daha durdum ve Aral’ın sıcaklığının keyfini sürdüm. Bu adama fena kapılmıştım. Hem de çok fena.

Uzun sayılabilecek bir süre Aral’ın ritimle inip kalkan göğsünü dinledikten sonra duvardaki saate kaydı bakışlarım. Yaseminleri kahvaltıya davet etmiştim ve gelmelerine tam iki saat vardı. Acilen kalkmalı ve Yasemin’e bir saat daha geç gelmelerini söylemeliydim. Zira iki saatte istediğim sofrayı hazırlayamazdım ki kendimin de hazırlanması gerekiyordu.

Tabii bunlardan önce en zorlu görevimi yerine getirmeli ve Aral’dan ayrılmalıydım.

Birkaç saniye boyunca içinde bulunduğumuz pozisyonu incelediğimde onu uyandırmadan kalkmanın mümkün olmadığını kavradım ve bu yüzden gereksiz kasıntılığa girmeden başımı yavaşça yastıktan kaldırdım. Bedenim de başımla birlikte yükseldiğinde Aral’dan birkaç mırıltı geldi ama gözleri açılmadı. Bunu fırsat bilerek başının arkasına destek yaptım ve yastığa yatmasını sağladım. Üzerimdeki ellerini de çekerek yanına bıraktığımda “Tamay?” deyip tek gözünü hafifçe araladı. Şefkatle üzerine eğilip yanağına birkaç küçük öpücük bıraktım ve “Uyu sen,” diye mırıldandım. “Daha erken.”

Yorgunluğu ağır bastığından olsa gerek “Hımm,” diye mırıldanıp gözünü kapattı ve yüzünü yastığıma gömerek tekrar uykuya döndü. Onu küçük bir gülümsemeyle izlediğim kısa bir zamanın ardından ayaklarımı aşağı sarkıtıp ayaklandım ve üzerimi değiştirmek için dolabıma doğru ilerledim. Dolaptan kahvaltı hazırlarken rahat olabileceğim bir şeyler seçip banyoya geçtim, işlerimi halledip üzerimi değiştirdikten sonra çıkardığım pijamaları odama bıraktım. Tabii odadan çıkana kadar Aral’ın yatağımda ne kadar güzel göründüğünü düşünüp durmayı da ihmal etmedim. Onu, bana taşınma konusunda daha çok darlamalıydım.

Daha fazla oyalanacak zamana sahip olmadığımdan telefonumu alıp odadan çıktım ve kapıyı kapatıp aşağı indim. Mutfağa girer girmez buzdolabına yönelirken bir yandan da rehberde Yasemin’in numarasını arıyordum. Bulduğum gibi derhal isminin üstüne tıkladım ve telefonu kulağımla omzumun arasına sıkıştırıp dolaptaki hazır yufkayı çıkardım. Yasemin su böreğini çok severdi.

“Efendim?”

Yasemin’in uykulu sesini işittiğimde “Uyandırdım mı?” diye sordum, hafif bir pişmanlıkla.

“Yok yahu, Sare uyutuyor mu ki sen uyandıracaksın beni?” diye sitem etti. “Sabah ezanında dikti yine beni ayağa.”

Güldüm. Anne olmak sahiden zor şeydi.

“Allah kolaylık versin, be bacım.”

“Âmin, âmin. Ne oldu, sen neden aradın? Kahvaltıyı iptal mi ediyorsun yoksa?”

“Yok kız, başka bir şey diyecektim ben. Bir saat kadar geç gelseniz olur mu? Ben anca kalkabildim de.”

“Olur tabii, hatta daha iyi olur. Gece boyunca camış gibi uyuyan kocamı kaldırıp azıcık da ben yatarım.” Bir an duraksadı. “Kalkamamanın özel bir sebebi var mı, yoksa uyuya mı kaldın?”

“Sabaha karşı Aral geldi,” diye açıklamaya giriştim. Aral’a aramızdakileri duyunca onu anında aramadığım için bana bir kamyon fırça çekmiş, sonra da Arel’in mutluluğuna bağlanmıştı. Nihayetinde benden bile önce desteklemişti ilişkimizi. Hatta eşeğin aklına karpuz kabuğunu sokan da ta kendisiydi. “Devriyedeydi, demiştim sana. Kötü şeylere şahit olmuş, bana gelmiş o yüzden.”

“Ah, kıyamam ya. Senin şefkatine mi ihtiyaç duymuş?”

Kızını baş göz etmenin gururunu yaşayan anneler gibiydi ses tonu.

“Onun gibi bir şey. Her neyse işte, onunla ilgilenince sabah da geç kalktım. Hem Aral biraz daha uyusun istiyorum hem de sana layık bir sofra hazırlayabilmek için fazladan bir saat hiç fena olmaz doğrusu.”

“Aman da aman… Ne de çok severmiş başkomiserini. Tamam, tatlım sıkıntı yok. Ben de başarabilirsem Sare’yi uyutmayı denerim. Olmazsa Gökhan’ı kaldırırım artık.”

“Tamamdır. Gelince görüşürüz o halde. Öptüm. Sare’yi ısır benim için.”

“Oldu bil.”

Aramayı sonlandırıp kısık sesle şarkı açtıktan sonra telefonu masanın üzerine bıraktım ve böreğin içini hazırlamaya koyuldum. İş ya da yemek yaparken şarkı dinlemek en sevdiğim şeylerden biriydi. Gerçi bir şey yapmama da gerek yoktu, ben her daim şarkı dinlemeye ve dans etmeye hazır biriydim.

Şarkıya eşlik ederek börek içini hazırladıktan sonra yufka paketini açtığım sıra “Güüünaaaayyydııınn!” diyerek mutfağa girdi Tuana. Benden daha enerjik biri varsa o da ta kendisiydi. Bunu içeri girer girmez çalan şarkıya eşlik ederek etrafımda dönmesinden ve yanağıma sulu bir öpücük kondurmasından anlayabilirdiniz.

“Günaydın güzellik,” diyerek sırıttım. “Bana yardım etmek için mi erken kalktın?”

Gözlerini abartılı bir ifadeyle kırpıştırıp “Tabii ki,” dedi. “Ben çok hayırlı bir kardeşimdir.”

“Öylesin, öylesin,” diyerek güldüm. “Hadi öyleyse, patates soyarak işe başlayabilirsin.”

“Emriniz olur sultanım,” diyerek patates ve soğanları koyduğumuz yere doğru ilerledi. “Bu arada odanın kapısını kapalı görünce seni uyuyakaldın sanmıştım ama merdivenlerin oradan geçerken açtığın şarkıyı duyunca çoktan işinin başına düştüğünü anladım.”

Her zamanki bir olaydan bahsediyormuşçasına rahat bir tavırla “Aral uyuyor, o yüzden kapattım kapıyı,” dedim ve cümlemi bitirir bitirmez yere düşen patateslerin çıkarttığı tok sesi işittim.

“Eniştem şu an senin odanda mı uyuyor yani?” diye sordu Tuana adeta bağırarak.

Ona çatık kaşlarla bakarken “Biraz daha bağırırsan uyanacak,” diye homurdandım.

Uyarımı zerre umursamadan “Ben gece yatmadan önce yoktu ama?” dedi sorarcasına. “Geceleyin mi geldi?” Yüzünde hiç de hoş olmayan bir sırıtış belirdi. “Düşündüğüm şey için mi geldi yoksa?”

“Ne istiyorsun?” diye sordum gözlerimi kısarken. “Bu yaştan sonra seni terlikle bir güzel pataklayayım mı yani?”

Sırıtışı iyice genişledi. “İstediğin kadar döv. Bu konuda seninle dalga geçmeyi asla bırakmam.”

Bezmiş bir halde kafamı iki yana salladım. “Sen ne ara bu kadar edepsiz bir kız oldun? Ve ben nasıl izin verdim buna?”

Yere düşürdüğü patatesleri alıp tezgâhın üzerine bıraktıktan sonra usulca yanıma yaklaştı ve kötü bakışlarıma aldırmadan koluma girip başını omzuma yasladı. “Senin için çok mutluyum abla. Vallahi bak içim içime sığmıyor seni böyle görünce. Bu yüzden takılmadan edemiyorum.”

Bir anda değişen ruh haliyle söylediği şeyler duraksamama neden olurken “Niye böyle söyledin ki şimdi?” diye sordum. Başını omuzumdan ayırmadan bakışlarını bana çevirdi.

“Sen farkında değilsin ama eniştemle barıştığınız o günden beri çok farklısın. Seneler önceki ablama kavuşmuş gibi hissediyorum kendimi.”

“Farklı mıyım?” diye sordum şaşkınlıkla. “Seneler önceki ablan nasıldı ki?”

Gülümsedi. “İşte böyle. Mutlu. Ama gerçekten mutlu; hani şu etrafa da neşe saçan mutluluklardan… O adını anmak istemediğim kişi çekip gitmeden önceki sen gibisin. Aşkın, coşkun, umudun gözlerinden okunuyor. Sen her ne kadar kendini toparladığını düşünsen de ki gerçekten toplamıştın, hatırlamak dahi istemediğim kadar çok acı çektin sen, ama eskisi gibi olamadın hiç. Bunu sana şimdi söylüyorum, çünkü artık kaygılanmam gereken bir şey yok. Aral eniştem hayatına girdiğinde geleceğin için çok büyük bir adım atmıştın ama ilk başlardaki çekingenliğin seni tanıyan birinin hemen fark edebileceği bir şeydi. Ben de fark ettim ama söylemedim, bekledim. Enişteme gerçekten âşık olmanı, ona inanmanı, güvenmeni bekledim. Oldu da bak. Yani bence bir tık uzun sürdü ama olsun, sen şimdi böylesin ya başka hiçbir şeyin önemi yok.”

Bir an yaptığım her şeyi unutup Tuana’nın sözlerinin akıntısına kapıldım. Ben onun büyüdüğünü, onu kandırmanın eskisi gibi kolay olmadığını bir türlü kabullenememiştim belli ki. Yani bir şeyleri anlıyordum elbette ama beni bu kadar iyi çözümlemesi dokunmuştu. Gözlerimi dolduracak, burnumun ucunu yakacak kadar çok dokunmuştu hem de.

Halimi fark eden Tuana hızla surat asarak “Bunları sana ağlayasın diye anlatmadım ama ben,” diye söylendi. “Ben çok mutluyum. Sizi nihayet öpüşürken yakalayabildiğim için, eniştemin tişörtleriyle ev işi yaptığın için, eskisi gibi gözlerin parıldayarak baktığın için, yeniden âşık olup güvendiğin için çok mutluyum. Senin mutluluğun benim mutluluğum demek ve bunu en iyi sen biliyorsun. Sen benim her şeyimsin. Annemsin, babamsın, ablamsın, kardeşimsin. Gerçekten her şeyimsin abla.”

Gözlerimden patır patır yaşlar dökülürken “Ağlamamamı istediğin halde böyle konuşman çok saçma,” diyerek gürültüyle burnumu çektim. Bu onu güldürdü ve uzanıp ıslanan yanağımı öptü.

“Tamam, bu kadar yeter. Çok ağladın. Sonra eniştem gelip seni ağlattığım için beni hapse atar falan.” Duraksadığında söylediği şeyi hayal ettiğini anlayıp güldüm. “Düşünsene bileklerime kelepçe geçirip ensemden tuttuğu gibi parmaklıkların arkasına ittiriyor beni. Ayy, tüm suçum da ablama olan aşkımı itiraf etmem! Siz ayrılsanız mı acaba ya? Sana öğretmen bulalım bir tane. Daha güvenli olur. Yani benim için. Bana ceza vermek isterse fazla cetvelle elime vurur.”

Artık iyice kahkaha atıyordum ki saçmalamasının sebebinin bu olduğunu da suratındaki muzır ifadeden anlayabiliyordum. Alnına küçük bir şaplak atıp “Şapşal şapşal konuşma,” diye homurdandım. “Çok gevezelik ettin, vaktimiz yok. Çabuk soyup ince ince doğra o patatesleri. Ben de şu böreği bitirip fırına atayım artık.”

“Emredersiniz, Doktor Hanım. Bendeniz köle olduğum için emirlerinizi harfiyen yerine getireceğim.”

“Sen gerçekten terlik istiyorsun galiba?”

Başını iki yana salladı. “Yok, yok, sana gerçekten bir öğretmen bulmak lazım; tercihen anaokulu öğretmeni ya da ilkokul. Polislerden de şiddetle uzak durmalısın.”

Kalçasına kalçamla vurarak onu kendimden uzaklaştırdım ve “Bunu zor buldum zaten, başkasını bulmakla uğraşamam. O yüzden çok konuşma da yaylan,” dedim. Abartılı bir hüzünle iç çekti.

“Dua et eniştemi seviyorum. Yoksa bu gördüğüm muameleye sessiz kalmazdım.”

Tuana tezgâhtaki patateslere doğru ilerlerken küçük bir tebessümle izledim onu. Hem kendi çocuğum gibiydi hem de arkadaşım. Aramızdaki yaş farkı öyle bir seviyedeydi ki bu iki zıt şeyi aynı anda hissedebilmemi mümkün kılabiliyordu. Ve onu çok seviyordum. Bu hayatta ne yaparsa yapsın vazgeçemeyeceğim tek şey oydu.

Telefondaki şarkı değişip oldukça hareketli bir parça çalmaya başlayınca Tuana büyük bir coşkuyla şarkıya eşlik etmeye başladı. Arada dans figürlerine elindeki patatesleri de eklemiyor değildi. Ben de ona uydum ve böreği hazırlamayı bitirdikten sonra Yaseminlerin gelmelerine yakın pişirmeye karar vererek tepsiyi fırının içine bıraktım. Börek ve patates kızartmasının yanında bir de omlet yapacaktım ki fazla kişi olduğumuzdan iki büyük tavalık yumurta karışımı hazırladım. Tuana da bu sırada patatesleri soymayı bitirip dolaptaki kahvaltılıkları tazelemeye başladı. Omlet karışımlarını da hazırlayıp dolaba attıktan sonra bahçedeki masayı hazırlamaya başladım.

Bütün işleri hallettiğimizde Yaseminlerin gelmesine kırk beş dakika olduğunu görerek fırını açıp böreği pişmeye bıraktım ve hazırlanmak üzere üst kata çıktım. Ayrıca Aral’ı da kaldırmam gerekiyordu artık.

Odamın kapısını açıp içeri girdiğimde Aral’ı bıraktığım pozisyonda uyurken buldum. Bu onunla ikinci birlikte uyuyuşumuz olduğundan tam olarak nasıl uyuduğunu bilmiyordum ancak bu iki seferde de uyurken pek hareket etmemişti. Eğer yorgunluktan böyle davranmıyorsa yattığı gibi kalkan kişilerdendi.

Sessiz adımlarla yanına giderek yataktaki boş kısma oturdum ve birkaç dakika boyunca onu izledikten sonra uzanıp yastığa bastırmadığı yanağına yumuşak bir öpücük kondurdum. Hiçbir tepki vermediğinde hafifçe gülümseyip yüzünün görünen her bir noktasına öpücükler kondurmaya başladım. Nihayetinde ona bir sözüm vardı; beraber uyuduğumuz her günün sabahında onu günaydın seansıyla uyandıracaktım.

Hafifçe kıpırdanmaya ve mırıltı tarzı sesler çıkarmaya başladığında gülümseyip yüzünü öpmeye devam ettim. Nihayet uyku halinden sıyrılıp başını bana doğru çevirdiğinde duraksamadan dudaklarımı yüzünün diğer yarısına yönlendirdim. Ben yanından gideli başını hiç hareket ettirmediği çehresindeki yastık izlerinden belli oluyordu.

O çok sevdiğim gözlerini açarak yeşil yeşil bana baktığında kendimi tutamadan daha büyük gülümsedim ve neşeli bir ses tonuyla “Gü-nay-dııın,” dedim. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra dudağının kenarını usulca kıvırdı.

“İnsanın gerçekten günü aydığında böyle oluyormuş demek ki.”

Duygulanarak “Ya,” diye mırıldandım ve ona doğru biraz daha eğilip burnumu burnuna sürttüm. Geri çekilmeden önce de çenesine uzun bir öpücük kondurdum. Bir süre daha bana baktıktan sonra hafifçe iç çekip “Saat kaç?” diye sordu.

“On ikiye geliyor.”

“Misafirlerin geldiler mi?”

Alnına dökülen saçlarını parmaklarımla geriye tararken “Yasemin’i arayıp biraz daha geç gelmelerini söylemiştim,” diye açıklama yaptım. “Yani daha gelmediler ama birazdan gelirler. O yüzden seni uyandırmaya geldim. Çok yorgun değilsen bizimle kahvaltı yapar mısın?”

“Yorgun değilim, hatta mucizevi bir şekilde kendimi çok daha iyi hissediyorum. Yani evet, sizinle kahvaltı yapmayı çok isterim.”

Genişçe gülümseyerek elimi yüzünün hizasında kaldırıp parmaklarımı oynattım. “Gece sen uyurken büyü yapmıştım, işe yaramış demek ki.”

Elini kaldırıp havadaki elimi kavradı ve parmaklarını benimkilerin arasından geçirip elimi dudaklarına götürerek parmak boğumlarını öptü. Bir şey söylemesine gerek yoktu, bakışlarındaki minnettarlık fazlasıyla yeterliydi benim için. Bu yüzden yüzümdeki gülümsemeyi silmeden elini çevirdim ve ben de onun tenine bastırdım dudaklarımı.

“Sen hep iyi ol, olur mu?”

“Sen yanımda olduğun müddetçe iyi olmamamın imkânı yok.”

“O zaman buna devam et, olur mu?” diye sordum nazikçe. “Kendini her kötü hissettiğinde yanıma, bana gel.” Kısa bir an duraksadım. “Hatta buraya mı taşınsan acaba? Bu sayede hep yanımda olursun, iyi olmama ihtimalin sıfıra iner.”

Güldü. “Hiçbir fırsatı kaçırmazsın, değil mi?”

Ciddiyetle başımı salladım. “Asla.”

Birkaç saniye boyunca öylece gözlerimin içine baktıktan sonra “Bana çok iyi geliyorsun,” diye itirafta bulundu. “Bu hem çok korkutucu hem de felaket güzel bir his. Yüzüne bakmak bile içimdeki sıkıntıların çoğunu silip süpürüyor.”

“Böyle hissetmen beni çok mutlu ediyor,” diye mırıldanıp alnımı alnına yasladım. “Çünkü şu an istediğim ilk şey sana iyi gelebilmek, ikinci istediğim şeyse bana âşık olman.”

Alnını alnıma sürttü. “İlki gerçekleşeli çok oluyor, korkarım ikincisi de olmak üzere.”

İçimde depremler meydana gelirken gözlerimin dolmaması için kendimle mücadele etmem gerekti. Onları aşk itirafına saklamalı ve şu anı gözyaşlarımla mahvetmemeliydim.

Sesli bir şekilde nefeslendim ve dudaklarına küçük bir öpücük bırakıp başımı geriye çektim. “Biz yataktan kalkamadan Yaseminler gelecek. Hadi artık, herkes işinin başına.”

Başını sallayıp yerinde doğruldu ve bakışlarını yattığı sırada kırışan tişörtüne çevirdi. “Dün gece çıkarttığım kıyafetleri banyodaki kirliye atmıştım, bunlardan başka da giyecek bir şeyim yok. Sorun olur mu?”

Serseri bir tavırla uzanıp yanağından makas aldım. “Bu bir pazar kahvaltısı, Başkomiserim. Yani herkes salaş olacak, merak etme. Hatta Gökhan’a kalsa pijamalarıyla gelecek de Yasemin engel oluyor. Yine de için rahat etmezse dolaptaki diğer tişörtünü vereyim sana. Ütüleyip koymuştum dolaba.”

“Olur.”

Sırayla yataktan kalktığımızda Aral banyoya gitmek üzere odadan çıktı. Ben de onun yokluğunu fırsat bilerek dolabımdan siyah bir tayt ve kalçalarımı örtecek uzunlukta olan açık mavi, kalın askılı bir tişört çıkarıp üzerimi değiştirdim. Çıkarttığım kıyafetleri komodinimin üzerine bıraktığım sıra Aral odaya girince dolaptan onun diğer tişörtünü çıkarttım. Şu an üzerinde olanı da kirlenene kadar pijama niyetine kullanırdım artık.

Aral’a tişörtü verdikten sonra saçlarımı taramak üzere makyaj masama doğru ilerlemeye başlamıştım ki masanın aynasındaki aksinden üzerindeki tişörtü ensesinden tutup çıkarttığını görerek duraksadım. Her ne kadar fark etmemiş gibi yapıp saçlarımı taramaya odaklanmak istediysem de yapamadım. Dün gecenin aksine şimdi beni durduran bir şey olmadığı için tekrar ona döndüm ve bakışlarının üzerime kaymasına aldanmadan usulca ona doğru ilerledim. Hipnoz olmuş gibiydim.

Aramızda birkaç adım duraksadığımda kahvelerimi üst bedeninde gezdirdim. Kaslı bir adamdı, cılız değildi ama o kodamanlar gibi de değildi. Şanslı mıydım yoksa şanssız mı, bilmiyordum ancak bildiğim bir şey vardı. O da Aral’ın her şeyiyle tam bana göre olduğuydu.

Elimi kaldırdım ve parmak uçlarımı kendi diktiğim yara izinin üzerinde gezdirdim. Dokunuşumla karnı içe çöktü ve ağzından hırıltıya benzer küçük bir inilti çıktı ama duymamış gibi yaptım. Anın büyüsünün kaybolmasını istemiyordum. Yine de aramızdaki o gözle görülecek kadar yoğunlaşan elektriği harmanlamak istercesine bakışlarımı yeşillerine taşıyıp “Dün gece bunları daha sonra konuşacağımızı söylemiştim,” diye mırıldandım. Sesli bir şekilde yutkundu ve sadece “Söylemiştin,” dedi.

Parmaklarımı tenine sürterek başka bir yara izine yönlendirdim. “Bunların hepsini aklıma kazıyorum. Hangi yara ne kadar derin, ne boyutta, zihnime bir bir yazıyorum.” Parmaklarımı başka bir izin üzerine getirdim. “Yani vücudunda fazladan bir iz görürsem çok kötü şeyler olur. Bundan sonra vücuduna benim için, daha önce hiç yapmadığın kadar çok dikkat edeceksin.”

Tırnağımı omzuna sürttüğümde boğazından bir inilti koptu ve aramızda duran boş elini uzatıp belime bastırarak beni kendine yapıştırdı. Tişörtüm tenime iz çıkartmak isteyen parmaklarına engel olamayacak kadar inceydi ve ben bundan memnuniyet duyuyordum.

Kollarımı belinin iki tarafından uzatıp ellerimi sırt kaslarının üzerine bastırdım ve parmaklarımı oradaki yara izlerini bulmak için keşfe çıkarttım. Bu sırada bakışlarım gitgide daha da yoğunlaşan gözlerindeydi. Sessizce bana itaat etmesi içimdeki edepsiz kadının daha cesur olmasına neden oluyordu ve nedense bunun farkında olduğunu hissediyordum.

“Muhtemelen bu keşif işini misafir beklemediğimiz bir zamanda yapmalıydım,” diye mırıldandım, kendi kendime konuşuyormuşçasına bir ses tonuyla. “Ama kendimi tutamadım.”

“Evet… Onu… Fark ettim.”

Parmaklarımı sırtında gezdirmeye devam ederken “Hayırdır, Başkomserim?” diye sordum yarım bir gülümsemeyle. “Sesiniz kısıldı sanki?”

Tişörtü tutan kolunu da belime sarıp beni kendiyle bir ederken dişlerinin arasından “Kısanlar utansın,” dedi. Dişlerimi gösterecek şekilde sırıttım.

“İnan bana, sesinin kısılmasına neden olmak en son utanacağım şey bile olmaz.”

“Ama sen böyle konuşarak benim sonum olabilirsin.”

Sırtında gezinen ellerimden birini önce omzuna, oradan da yanağına çıkarttım ve “Ben senin sonun değil, olsa olsa başlangıcın olurum,” diye mırıldandım. Usulca yutkundu ve yavaşça başını salladı.

“Evet, sen benim başlangıcım olursun.” Duraksadı. “Hatta oldun bile.”

Başını öne doğru eğerek aramızdaki milimlik mesafeyi de kapattıktan sonra dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Ah, hayır; dudaklarımı ele geçirdi. Önce yavaş başlayan öpücüğümüz hızlı bir şekilde harlanırken iki kolumu da sıkıca boynuna doladım ve kelimenin tam anlamıyla üstüne çullandım.

Tüm ağırlığımı üzerine verdiğim ve muhtemelen bunu beklemediği için birkaç adım gerilediğinde bacakları yatağa çarptı. Dengesini kaybederek yatağa düştüğünde dudaklarımız ayrılmak zorunda kalmıştı ki bu durum yüksek sesli bir kahkaha atmama neden oldu. Benimle birlikte o da gülmeye başladı ve ellerini kalçalarımın üzerine yaslayıp araladığı bacaklarının arasına girmemi sağladı. Ellerimi saçlarının arasında daldırıp onu kendime çektim ve çenesini karnımın üzerine yaslayıp gözlerini benimkilere diktiğinde görüntüsü karşısında kalbimin atışlarının hızlandığını fark ettim.

Çenesini yasladığı yere dudaklarını bastırıp tekrar gözlerime baktığında daha fazla ayrı kalmaya dayanamadım ve bacaklarım iki yanına gelecek şekilde kucağına tırmanıp dudaklarına sokuldum. Öpücüğüme aynı şiddetle karşılık verirken kalçamda duran ellerinden birini tişörtümün içine daldırdı ve belimi okşamaya başladı. Çıplak bedenine biraz daha sokulup öpücüğümüzü daha da ileri götürdüğümde kendini geriye bırakıp sırt üstü yatağa düştü. Bu sefer dudaklarımız ayrılmadığından ben de onunla ileri gitmiş ve dudaklarına yetişebilmek için kasıklarına sürtünmüştüm ki bu, boğazından hırlamaya benzer bir ses çıkmasına neden olmuştu.

İkimiz de felaket alev almıştık ve nasıl duracağımız hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Gerçi durma isteğim de yoktu.

Dudaklarımı onunkilerden ayırsam da teninden ayrılmadım ve önce çenesine sonra da boğazına doğru öpücükler kondurmaya başladım. Bir eliyle sırtımı desteklerken ne zaman tişörtümün altına girdiğini bilmediğim ikinci eliyle belimi o kadar sıktı ki görmesem de tenimin kızardığına emin oldum. Yine de bu bana acı vermek yerine zevk vermişti. Bu yüzden istifimi bozmadım ve boynunu boydan boya öptükten sonra hızlı solukları kulaklarıma dolarken dudaklarımı köprücük kemiklerine, oradan da omuzlarına indirdim. Daha da aşağı inmek üzere tekrar ona sürtündüğümde elleri belimi hiç olmadığı kadar sıkıca kavradı ve “Siktir, Tamay dur!” diye inledi. Elleri beni olduğum yere mıhladığı için istesem de hareket edemezdim zaten.

Göğsüm kor gibi hızla inip kalkerken şaşkın bakışlarımla gözlerine baktım. Yüzü kızarmıştı ve dağılmış görünüyordu. Muhtemelen benim de ondan bir farkım yoktu, zira ne yaptığımın ancak farkında varabiliyordum. Resmen kendimi kaptırmıştım ve tam üstünde oturduğumu şu an idrak edebildiğim için ne kadar zor durumda olduğunu da şimdi anlayabilmiştim.

Gözlerimi şaşkınca kırpıştırıp dudaklarımı yalarken “Şey, affedersin,” diye mırıldandım. Göğsüm hızla kalkıp inmeye devam ediyordu. “Ben bir an kendimi kaptırdım.” Üzerinden kalkmak niyetiyle kalçamı geri çektiğimde ona tekrar sürtünmüş oldum ki bu sefer çok daha yüksek bir sesle inledi ve elleriyle kalçalarımı sertçe kavrayıp beni olduğum yere adeta kilitledi.

“Gözünü seveyim hareket etme, Doktor.”

Tüm utancımla sözünü dinlemek üzereydim, ta ki bakışlarındaki muhtaçlığı görene dek. Buna ihtiyacı vardı, bana ihtiyacı vardı. Bunu fark ettiğimde aklımı bir kez daha kaybettim ve ikinci kez düşünmeden eğilip dudaklarımı dudaklarına bastırdım. İlkten duraksasa da öpücüğüme karşılık vermesi uzun sürmemişti. Öpücüğümüz derinleşirken beni tutan ellerinin gevşediğini hissettim ki istediğim şey de tam olarak buydu. Dikkatini yeterince dağıttığıma kanaat getirdiğimde kalçalarımı oynattım ve hızla ona sürtünmeye başladım.

Acı çekiyormuşçasına inleyerek beni tekrar itmeye kalktığında alt dudağını dişleyip “Rahatla,” diye mırıldandım. “Kendini bana bırak, Başkomiserim.”

Sözümü dinlemesi için dudaklarını öpmeye devam ettiğimde nihayet pes edermişçesine iç geçirdi ve ellerini kalçalarımın üzerinden ayırmasa da onları rahat bıraktı. Ben de usulca ona sürtünmeye devam ettim.

Öpücüğümüz derinleşirken ona daha hızlı sürtünmeye başladım ve bir süre sonra o da tuttuğu kalçalarımla bana yardım etti. Odayı ikimizin hızlı ve yüksek sesli solukları doldururken Aral birden dudağımı ısırarak öpücüğümüzü sonlandırdı. Ardından da beni belimden tuttuğu gibi yatağın boştaki kısmına oturtturup hızla ayaklanarak odadan çıktı. Banyonun çarpılan kapısının sesini duyduğumda iki elimle yüzümü kapayıp gülmeye başladım. Az önceki şeyi hangi akla hizmet yaptığım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Pişman falan da değildim lakin Aral’ın üzerine fazla gitmiş olmaktan korkuyordum. Banyodan çıkınca yanıma gelebileceğinden bile şüpheliydim ki böyle bir şey olursa oturup ağlamam kaçınılmaz olurdu.

Yine de kendimi felaket iyi hissediyordum, bu yüzden aklımdaki kötü düşüncelerin hepsini bir kenara atıp kendimi anın mutluluğuna bıraktım. Aklımdan her şey çıkmıştı. Ne mutfakta beni bekleyen yemekleri düşünüyordum ne de gelecek misafirlerimi. Yalnızca Aral’ı görmek istiyordum. Onu görmek ve biraz önce yaşadığımız şeyin gerçekliğine tam anlamıyla inanmak.

Aradan dakikalar geçti. Nefesim düzene girdiğinde dirseklerimi yatağa yaslayarak doğruldum ve yatakta oturur pozisyona geçtim. Kıyafetlerimi giydikten sonra saçlarımı taramadığım için kendimi tebrik ettim, zira şu durumdan sonra tekrar taramak zorunda kalacak ve bununla iki kez uğraşmış olacaktım.

Aral’ın banyoda durma süresi artarken aklıma kötü şeyler getirmemek için ayağa kalktım ve makyaj masamın yanına gidip sandalyeye oturarak çekmeceden aldığım tarakla saçlarımı taramaya başladım. Kısa sürede dizginleyerek at kuyruğu şeklinde bağladığım saçlarımı sırtıma bıraktıktan sonra gözüme birkaç ufak şey sürdüm ve dudaklarımı es geçerek masadan kalktım. Ruj sürsem de dudağımda fazla kalmayacağını düşünüyordum. Daha doğrusu öyle umuyordum.

Tarağı tekrar çekmeceye koyup ayaklandığımda banyonun açılan kapısını duyarak omuzlarımı dikleştirdim ve güç almak istercesine arkamdaki masaya yaslanıp bakışlarımı odanın girişine odakladım. Saniyelerin saatler gibi geldiği belirsiz bir zaman diliminin ardından Aral odaya girdiğinde bakışlarımız birbirine kilitlendi. Suratında en ufak bir kızgınlık ya da pişmanlık ibaresi aradım ama yoktu. Aslında hiçbir şey yoktu ve bu da stresimin artmasına neden olmuştu.

Birkaç saniye boyunca öylece birbirimize baktıktan sonra Aral büyük ama hızlı adımlarla yanıma geldi ve ben daha ne olduğunu anlayamadan yüzümü avuçlarının arasına alıp dudaklarıma kapandı.

Pekâlâ… Sanırım bu iyi durumda olduğumuzu gösteriyordu.

Öpücüğüne hiç duraksamadan karşılık verdiğimde artık dudaklarımın acımaya başladığını hissettim ama bu beni durdurmadı. Çünkü bu, bu yaşıma kadar tattığım en güzel acıydı.

Nefeslerimiz tükendiğinde benden usulca ayrılsa da hızlı soluklarını çehremde hissedebileceğim uzaklıkta durmuştu. Bakışlarındaki hayranlıkla bana bakarken “Başıma gelen en güzel şeysin,” dedi. “Şu yaşımda iyi ki diyebildiğim tek şey sensin.”

Gözlerime mutluluk gözyaşları dolarken kollarımı boynuna dolayarak ona sıkıca sarıldım.

“Bir an… Çok ileri gittiğimi sandım.” Burnumu saç diplerine yasladım. “Korktum.”

Sırtıma doladığı kollarını sıkarken “Çok ileriye gittin, evet,” dedi. “Ama bunun için hissettiğim tek şey minnettarlık. Aslına bakarsan beni sevdiğini itiraf ettiğinden beri hissettiğim en büyük şey minnettarlık.”

Başımı geriye çekerek gözlerinin içine baktım.

“Aşığım sana. Çok aşığım hem de.”

Yeşillerini yüzümün her bir noktasında gezdirdikten sonra beni tekrar öpmeye başladığında bu kez bizi durduran şey çalan zildi ve bu zil, unuttuğum her şeyin bir bir zihnime doluşmasına da neden olmuştu.

Telaşla Aral’dan uzaklaşırken “Eyvah!” diye bağırdım. “Böreği fırında unuttum. Keskin kömüre dönmüştür ya of!”

Aral’ın şaşkın ama neşeli bakışları üzerimdeyken ona son bir öpücük vermeyi ihmal etmeden -neticesinde giden gitmişti ve fırsat fırsattı- koşarak odadan çıktım ve merdivenleri atlayarak aşağı inip mutfağa daldım. Zilin bir kez daha çalmasını umursayamayacak kadar şaşkındım, çünkü ocak başındaki Tuana yaramaz bir gülümsemeyle bana bakarken tavadaki omleti çeviriyordu.

“Fırını düdüğü çalınca kapattım, yani böreğin yanmadı. Patatesler bu tavanın içinde pişiyor, şunlara da omlet karışımını paylaştırdım. Kısacası çalan kapı dışında her şey kontrol altında, komutanım!”

Kardeşime büyük bir minnettarlıkla bakarken “Seni çok seviyorum!” diye bağırdım ve coşkulu tavrım karşısında Tuana kahkahalara boğulurken misafirlerimi daha fazla bekletmemek için kapıya koşturdum.

Kapıyı hızla aralayıp telaşımı gizleyemediğim bir neşeyle “Hoş geldiniz!” dediğimde Yasemin parmağını hızla dudaklarına bastırıp “Şşt,” dedi. “Sare’yi uyandıracaksın.”

Bakışlarım hızla kucağındaki bebeğe kaysa da bir şey görememiştim, çünkü yavrumun her bir yanını bebek battaniyesiyle sarmışlardı. Yani yüzü falan görünmüyordu. Yine de dudaklarımı birbirine bastırıp hızla başımı sallayarak geriye çekildim ve bu sefer fısıltıyla “İçeri geçin,” diye mırıldandım.

Gökhan’la ikisi peş peşe içeri girdiklerinde arkalarından kapıyı kapattım. Bu sırada merdivenlerden inen Aral yanımıza gelerek Gökhan ve Yasemin’le selamlaştığında en yakın arkadaşımın bana dönen imalı bakışlarına gözlerimi kısarak karşılık verdim. Bu tavırları Aral’ın gece bende kalmasından kaynaklanıyordu, biliyordum ancak biraz önce yaşananları aklımdan çıkaramadığım için utandığımı hissetmiştim.

Yasemin, “Arabada gelirken uyuyuverdi. Birkaç saat uyanmaz, en iyisi yukarıdaki misafir odasına yatırıp geleyim,” diyerek kucağındaki Sare’yle birlikte merdivenleri tırmanmaya başladığında Aral’a dönüp “Siz Gökhan’la içeride oturun, masa hazırlanınca haber veririz,” dedim. Bana tuhaf ama oldukça yoğun bir bakış atıp başını salladı ve Gökhan’la birlikte içeri geçtiler.

Koşar adımlarla mutfağa girdiğimde Tuana belerttiği gözleriyle “Yardım et abla,” dedi. “Omletlerle ilgileneyim derken patatesleri bir başlarına bıraktım!”

Hızla ocağın başına giderken bir yandan da gülüyordum. “Tamam, tamam, hallediyorum hemen.”

Tuana, pişirdiği omletleri tezgâhın üzerindeki iki büyük tabağa geçirirken ben de patatesleri karıştırıp yanmadıklarına emin oldum. Elimdeki tahta kaşığı kenara bırakırken ocaktaki demliği görüp “Ay ben çayı tamamen unutmuştum,” diye hayıflandım. “Sen olmasaydın rezil olacaktım Yaseminlere.”

“Eniştemle yukarıda neler yapıyorduysanız artık,” diyerek bana sinsi sinsi baktığında ilk kez ona kızamadım ve utançla bakışlarımı kaçırdım. Bu pek benlik bir davranış değildi ancak kendimi şu an kardeşime karşı mahcup hissediyordum.

“Oha! Oha! Oha!”

Tuana’nın çığlığıyla irkilerek tekrar ona döndüğümde kocaman açtığı gözleriyle bana baktığını gördüm.

“Yukarıda gerçekten fena şeyler olmuş! Bu sefer sahiden olmuş!”

Aceleyle patatesleri karıştırırken “Tamam, sus, bağırma,” dedim hızla.

“Bu kadar kısa sürede sevişebileceğinizi sanmıyorum ama sizdeki potansiyeli düşününce pek de imkânsız değil.”

“Saçmalama,” diye çıkıştım hemen. “Sevişmedik tabii ki.”

En azından onun sandığı türde bir şey yapmamıştık.

“Yani başka türde şeyler yaptınız?”

“Kimler, hangi türde şeyler yapmış bakalım?”

Tuana’nın sorusunun hemen ardından gelen soru elbette ki Yasemin’e aitti ve ona şu şartlarda hiçbir şey açıklayamazdım. O yüzden hızla “Hiç, yok bir şey,” dedim.

Yasemin bana yemedim bakışı atsa da konuyu uzatmadı ancak Tuana’nın olmadığı bir anda üzerime geleceğini bilmek için profesör olmama gerek yoktu.

Arkadaşımın da aramıza katılmasıyla yemekleri hızla toparlayıp bahçeye kurduğum masanın üzerine yerleştirdik ve Aralları çağırması için Tuana’yı içeri gönderip herkes için bardaklara çay doldurmaya başladık.

“Gece biraz olaylı geçti sanırım?” diye mırıldandı Yasemin, boş bardaklardan birini önüme sürerken.

“Gece değil,” diyebildim sadece.

“Biz gelmeden hemen önce mi? O yüzden mi o kadar telaşlıydın? Kapıyı falan da geç açtın.”

Başımı sallamakla yetindiğimde küçük bir kahkaha attı.

“Yüzüme bile bakamıyorsun! İnanamıyorum! Ay, keşke gelmeseydik. Bu anı bozmak istemezdim.”

Gülmeye devam ettiğinde dirsek atarak susturdum onu. Her an Arallar gelebilirdi ve bu konuşmaya şahit olmalarını asla istemiyordum.

“Saçmalama da sus artık.”

“Şu an susuyorum ama en kısa zamanda bütün detayları öğreneceğim,” diye dudaklarını kulağıma yaklaştırıp fısıldadı. “Hem de hepsini.”

“Tamam ama şu an susmalısın. Hem de hemen,” diye homurdandım.

“Seni böyle utangaç görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Hala inanasım gelmiyor,” dedi neşeyle. “Yalnız hakkın var, enişte de kütür kütür hani.”

Beş karış açılmış ağzımla ona bakakaldığımda sesli bir kahkaha daha patlattı ve sandalyelerden birini çekip oturdu.

“Uykusuzluğumu bile unutacak kadar çok mutluyum şu an, bak o derece yani.”

“Kendime eğlence çıktı, demiyorsun da,” diyerek başımı iki yana sallasam da bu halinin beni mutlu ettiğini saklayamayacaktım. Dost böyle bir şeydi işte.

Nihayetinde diğerleri de aramıza katıldığında sırayla masaya yerleşip kahvaltıya başladık. Aral’la birbirimize çok bakmasak da her göz göze gelişimizde ikimizin yüzünde de şapşal bir gülümseme oluşuyordu ki bu beni delicesine mutlu ediyordu.

Karınlarımızı doyurup ortaklaşa masayı topladıktan sonra Yasemin’le birlikte kahve yapıp diğerlerinin yanına döndük ve biraz da öyle sohbet ettik. Tuana kahvaltıdan sonra arkadaşıyla buluşmak üzere evden çıkmıştı, bu yüzden üst katta uyuyan bebeğimizi saymazsak dört kişi kalmıştık.

Yasemin “Cerrahideki Aslı hemşire haftaya sözleniyormuş, biliyor musun?” diye sorduğu sırada yanındaki bebek telsizinden ağlama sesleri duyulmaya başladı. “Ah, ben de tam ‘bu kız nasıl bu kadar çok uyudu’ diye düşünmeye başlamıştım.”

Telsizi kapatıp ayaklanacağı sıra elimi uzatıp durdurdum onu. “Sen dur, ben bakayım. Gelince de apar topar yatırdın kuzumu, yüzünü göremedim.”

Memnuniyetle arkasında yaslanırken “İyi bari, sen bak teyzesi,” dedi. “Altını pisletmiş olabilir, temizlersen makbule geçer vallahi.”

“Hiçbir fırsatı da kaçırma sakın,” diyerek başımı salladım ve ayağa kalkıp bahçe kapısına doğru ilerledim. Sare’yle birlikte dakikalar önce lavaboya gitmek için ayaklanan sevdiceğime de baksam iyi olurdu. Dönmesi biraz uzun sürmüştü çünkü.

Merdivenleri tırmanıp üst kata vardığımda Sare’nin yattığı odaya doğru ilerlerken Aral’ın sesini duyarak duraksadım ancak sesin, Sare’nin odasından geldiğini fark edince tekrar yürümeye başladım.

Misafir yatak odasının kapısında duraksayarak başımı aralık kapıdan içeri uzattığımda gördüğüm şey kalp atışlarımı hızlandırmıştı. Zira Aral, kucağındaki Sare’nin sırtını pışpışlarken kısık sesiyle “Annen yok diye mi ağlıyorsun bakayım sen?” diyordu. “Tek kaldım diye korktun mu yoksa? Ama bak, ben varım. Seninle daha önce tanışmadık gerçi ama olsun. Ben Aral. Tamay teyzenin şeyiyim… Şeyi… Erkek arkadaş desem biraz komik kaçacak sanki. Sevgilisi diyeyim o yüzden ya da kısaca, hayatına aldığı adam. Evet, evet, bu oldu. Teyzenin hayatına aldığı adamım ben.”

Göğsüm şefkatle kabarırken başımı kapı kenarına yaslayarak onları izlemeye devam ettim.

“Sen de Sare’sin, değil mi? Ne kadar güzel bir ismin varmış. Anlamını biliyor musun?”

Daha fazla sessiz kalmaya dayanamayıp “Saf ve temiz demek,” diye araya girdim. “Ayrıca ihtiyaç duyulan anlamına da geliyor.”

Aral, sesim yüzünden hafifçe irkilse de kendini hızla topladı ve dudağının kenarını bükerek bana baktı. “Öyleyse anlamı da ismi kadar güzelmiş.”

“Aynen öyle,” deyip kapı aralığından geçerek yanlarına doğru ilerledim. “Sonunda Sare’yle tanışabildin demek?”

“Biraz geç oldu ama evet, tanıştık,” diyerek omzundaki başın sahibine baktı. Sare, yarım yamalak açtığı gözleriyle melül melül izliyordu Aral’ı. Ah, onu o kadar iyi anlıyordum ki.

Dikkatimi Aral’ın, Sare’yi tutuşuna verip “Bebek tutmasını biliyorsun,” diye mırıldandım, sesim hafif meraklı çıkmıştı.

“Kaç yaşında adamım, ilk defa karşılaşmadım ya.”

“Karşılaşmak ayrı bir şey, tutmayı bilmek ayrı,” diyerek kaşlarımı kaldırdığımda “Hafif bir kıskançlık mı seziyorum acaba?” diye sordu alayla. Neşesi yerindeydi tabii.

“Kıskançlık değil,” diyerek kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Sadece merak.”

“Kuzenlerimin çocuklarından biliyorum,” diye açıkladı, yarım bir gülümsemeyle. “Anne tarafım biraz kalabalık benim, kuzenlerimin çoğu da evli ve çocuklu. Nasıl oluyorsa oraya her gittiğimde kucağıma birinin bebeğini veriyorlar.”

Hissettiğim rahatlamayı ona belli etmemeye çalıştıysam da bakışlarından bunu başaramadığımı anladım ama takılmadım. Nefesini hissedecek kadar yakınına girdiğimde “Çocukları seviyorsun o halde?” diye tahmin yürüttüm.

Sare’ye şefkatli bir gülümseme attıktan sonra “Eh,” diye mırıldandı. “Senin kadar olmasa da seviyorum.”

“Peki bebekleri?”

“Onları da.”

İşaret parmağımla Sare’nin yumuşacık yanağını okşarken “Onaylıyorsun o zaman?” diye sordum muzırca. Kaşları havalandı.

“Neyi?”

Kolumu Sare’nin olmadığı omzuna dolayarak vücudumu ona yasladıktan sonra gözlerinin içine baktım ve “Çocuklarımızın babası olmayı,” diye mırıldandım.

“Ha?”

Şaşkınlığı karşısında gülerken alınmış gibi yaptım ve “Ne sanıyordun?” diye sordum. “Seninle gönül eğlendireceğimi mi? Çoluk çocuğa karışmak istiyorum ben. Sen de istiyormuşsun işte ne güzel. Fazla beklememek lazım, malum yaşımız geçiyor.”

Muhtemelen dili tutulduğu için bana cevap veremediğinde şaşkın suratını avuçlarımın arasına aldım ve dudaklarına hızlı ama sert bir öpücük kondurdum. Onu şu hale sokmayı o kadar çok seviyordum ki.

Çenesinin kenarına da büyük bir öpücük bıraktıktan sonra ona neşeyle göz kırptım ve başımı eğip Sare’nin bezini kokladım. Maalesef kendine yakışmayan şeyler yapmıştı…

Aral hala şoktan çıkmaya çalışarak bana bakarken “Alt değiştirmeyi de biliyor musun bari?” diye sordum. Konuyu değiştirerek onu girdiği transtan çıkarmayı hedeflemiştim.

Başını hafifçe iki yana sallayıp “Hayır,” dedi. “Onu bilmiyorum.”

“O halde iş başa düştü.”

Sare’yi kucağından alıp odadaki yatağın üzerine bıraktım ve kenardaki bebek çantasından gerekli şeyleri alarak kuzucuğumun ayakucuna oturdum. Üstündeki zıbının çıtçıtlarını açarak bezin kenarından baktığımda durumun sahiden vahim olduğunu anlayıp hala ayakta dikilmekte olan Aral’a döndüm.

“Sen aşağı in istersen. Ben hallederim.”

Yattığı yerden masum masum bize bakan Sare’ye kısa bir bakış attıktan sonra kapıya doğru ilerlemek yerine yanıma geldi ve ardından arkama oturarak kollarını karnıma dolayıp çenesini de omzumun üzerine bıraktı. Başımı geriye çekip şaşkınca yüzüne baktığımda burnunu yanağıma sürttü.

“Öğrenmeye bir yerden başlamak lazım.”

Cevabı nasıl olduğunu anlayamadığım bir hızla gözlerimi doldururken “Sahi mi?” diye sordum. Başını salladı.

“Sahi.”

Sare tatlı mırıltılar çıkarırken bir elimi Aral’ın yanağına yaslayıp alnımı çenesine yasladım.

“Eğer bıkmayacaksan bir kez daha sana olan aşkımı ilan etmek istiyorum.”

“Bundan bıkabileceğimi sanmıyorum,” diyerek şakağıma küçük bir öpücük kondurdu. Aral benimle olmayı kabul ettiğinden beri yaşadıklarım peri masalı gibi geliyordu ama değildi. Gerçekti.

“Pekâlâ, o halde ilk dersimize başlayalım,” deyip alnımı tenine sürttüm ve ardından önüme dönüp altı dolu olmasına rağmen mucizevi bir şekilde ağlamadan bizi izleyen Sare’yle göz göze geldim. Teyzesini gerçekten seviyor olmalıydı.

Aral, çenesini tekrar omzuma yaslayarak bana sıkıca sarıldığında Sare’nin zıbınını çıkarttım ve “Kendini hazırla, Başkomiserim,” diye mırıldandıktan sonra bezi de açtım. Pis koku anında bizi kuşatırken Aral “Oov,” diyerek öksürmeye başladı. “Bu kadar şeyin, bu küçük bedenden çıktığına emin miyiz?”

Küçük bir kahkaha attım. “O küçük bedenden çıkabilecek şeyleri aklın almayabilir.”

“Peki, her güne yeni bir bilgi deriz biz de o zaman.”

Paketten ıslak mendil çıkarırken alnımı yavaşça onunkine vurdum.

“Hep böyle tatlı mıydın, yoksa sonradan mı oldun?”

“Bilmem, anneme sormak lazım. Bir gün götürürüm seni yanına, ne istersen sorarsın.”

Sare’ye uzanan elim havada kalırken bakışlarım ona döndü. “Gerçekten mi?”

“Eğer istersen neden olmasın?”

Aral’ın annesiyle tanışmak… Nasıl istemezdim ki?

“Çok isterim.”

Gülümsedi. “O halde ben de sizi bir araya getiririm. Laf aramızda, ağzında bakla ıslanmayan Arel sayesinde varlığını öğrendi ve sizi tanıştırmam için beni sürekli darlıyor.”

“Şaka yapıyorsun,” diye mırıldandım şaşkınca. Dudakları büküldü.

“Çok ciddiyim.”

“Bu böyle söylenir mi ama ya, acayip heyecanlandım ben şimdi.”

“Laf lafı açınca söyleyeyim dedim, ne bileyim…”

Gülerek başımı salladım ve fazla aşktan kafayı yememek için aklıma mukayyet olmaya çalıştım. Şu an için oldukça zor geliyordu ama bunu başarabilecek güçteydim.

“Bunu daha uygun bir zamanda tekrar konuşalım olur mu? Yoksa Sare’nin altını temizleme işini akşama kadar halledemeyeceğim.”

Başparmağıyla karnımın üzerini okşarken gülüyordu. “Olur.”

Bugün yaşadıklarım bir rüyaysa asla uyanmak istemiyordum. Gerçekten yaşanıyorsa da son bulsun istemiyordum. Kalbim ikinci şansı vermek için Aral gibi bir adamı bulmayı nasıl başarmıştı bilmiyordum ancak sahiden çok iyi bir iş başarmıştı. Zira Aral, bu dünyada sevilmeyi hak eden o nadir adamlardandı.

Bölümden sonra hala nefes alabilen varsa merhabalar sfjsdfjshfg

Bölüm başında da söylediğim gibi biraz tereddütlüyüm, umarım bölümü sevmiş ve ‘bu kız ne yazmış ya’ dememişsinizdir. Yani en azından kötü anlamda dememişsinizdir

Yeni bölüm ne zaman gelir bilmiyorum, okulum açılmadan araya bir bölüm daha sıkıştırmak istiyorum ama söz vermeyeyim. Yine de elimden geleni yapacağımı bilin lütfen.

Yeni bölüme kadar kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere!

 

Loading...
0%