@bayanclara
|
“Teşekkür Ederim, Doktor Hanım. İyi günler.” “İyi günler, geçmiş olsun.” Bugünkü son hastam odadan çıktığında yorgunluk dolu bir soluk verip arkama yaslandım. Oldukça yoğun bir gün geçirmiştim ve bu yoğunlukta öğle yemeğine çıkma fırsatım dahi olmamıştı. Bu saate kadar çay ve krakerle idare etmeye çalışsam da kurt gibi açtım, bu yüzden derhal eve gitmem gerekiyordu. Sandalyemi geri iterek ayaklandıktan sonra üzerimdeki beyaz önlüğü çıkarıp askıya astım. Askıdaki takım ceketimi alacağım sıra odanın kapısı hafifçe tıklatılıp açılınca Asuman’ın geldiğini düşünerek “Ben de tam senin yanına gele-” demiştim ki, kapıda duran kişinin yakışıklı başkomiserim olduğunu görünce cümlemi yarım bıraktım. Dudaklarım engel olamadığım bir hızla kıvrılırken ceketi n üzerindeki ellerimi çekip “Sen de nereden çıktın?” diye sordum neşeyle. Tek eliyle içeri girdiği kapıyı işaret ettikten sonra kapıyı ardından kapatıp üzerindeki anahtarla kilitlediğinde gözlerimi irice açtım. “Aa, ne oluyoruz yahu?” O ana kadar şaşkınlıktan fark edememiştim ama sol kolunu arkasına gizlemişti. Yüzündeki tatlı tebessümle bana doğru ilerlemeye başladığında kalbim ağzımda atıyordu. Aramızda iki adımlık mesafe bırakacak şekilde karşıma dikildiğinde heyecanlı bakışlarım yüzüyle kolu arasında mekik dokuyordu. “Ne? Ya! Ne saklıyorsun arkanda? Aral!” Sessizlik yemini etmişçesine dudaklarından tek bir kelime dökülmese de yüzündeki gülümseme genişlemişti ki bu benim için eşsiz bir manzara demekti. Nihayetinde kolunu önüne getirdiğinde tuttuğu çiçek buketini gördüm ve ağzım kocaman açıldı. Bana en sevdiğim çiçekten almıştı; kasımpatı… Bakışlarım rengârenk buketin üzerinde gezinirken sonunda konuşmaya karar vererek “Buraya gelirken kırmızı ışıkta beklediğim sıra köşede çiçekçi gördüm,” dedi usulca. “Sonra en sevdiğin çiçeğin kasımpatı olduğunu hatırladım. Sana gelen ilk mektubun ardından muhtemelen bir daha görmemiştin ve yaşanan kötü şeyler yüzünden sevdiğin şeylerden vazgeçmen haksızlık olurdu. Bu hiç senlik bir davranış değil çünkü.” Dolu gözlerimle yeşillerine bakarken “Aral,” dedim, fısıldarcasına. Çok haklıydı, o günden beri kasımpatı görmemiştim. Görmek de istememiştim. Gülümsemesi şefkatli bir tebessüme dönüştü. “Çiçekçiye girip kasımpatı olup olmadığını sordum, onlar da bana hangi renk istediğimi sordular. Bir fikrim yoktu, çünkü senin en çok hangi renk kasımpatı sevdiğini bilmiyordum. Bunu dile getirdiğimde dükkân sahibi olan kadın bana anlamlarına göre tercih yapmamı söyledi, sonra da buradaki her bir rengin geldiği anlamları açıkladı. Açıkçası çiçeklerin bir dili olduğunu biliyordum ancak renk renk ayrıldıklarını bilmiyordum. Muhtemelen sen de biliyorsundur, bu yüzden sana söylemek istediğim her şeyi onlara bakarak anlayabilirsin.” Ağlamamak için dudaklarımı dişlerken tekrar çiçeklere odaklandım. İlk başta renklerin nasıl dağıtıldığını fark edememiştim ancak her rengin sayısı farklıydı. Biraz beyaz (saf ve masum sevgi), ondan biraz fazla sarı (sonsuz ve gerçek aşk), biraz tık daha fazla kırmızı (tutkulu ve yoğun sevgi) kasımpatı vardı. Ama esas yoğunluğa sahip olan pembe kasımpatıydı ve bu çiçek, yeni filizlenen masum bir aşk anlamına geliyordu. Yeni filizlenen masum bir aşk… “Aral…” Yaşlarla dolan gözlerimi onunkilere sabitlediğimde beni “Ağlarsan bu çiçekler benim olur,” diye tehdit etti. Asla beklemediğim bu karşılık sayesinde gülmeye başladım. Gülüşüm onu mutlu etmişçesine çehresine memnun bir ifade yerleşirken uzandım ve çiçek buketini kucakladım. “Birine hediye aldıktan sonra vermemezlik yapamazsın, Başkomiserim.” Buketi almama izin verirken tek kaşını kaldırıp “Başkomiserin?” dedi sorarcasına. Oyunbaz bir ifadeyle gülümseyip çiçeklerimi derince kokladıktan sonra “Hımhım,” diye mırıldandım. “Benim Başkomiserim.” Aramızdaki mesafeyi kapatmak üzere iki adım attığında çiçekler artık yalnızca benim değil, onun göğsüne de dokunuyordu. Elini kaldırıp alnıma götürdü ve önüme dökülen saçlarımı okşayarak geriye attı. “Aslında bu çiçekler biraz da minnettarlığımı simgeliyor. Yani dün ve önceki gece yaptıkların için. Teşekkür ederim, yanımda olduğun ve bana iyi geldiğin için.” Dün, Yaseminlerle yaptığımız uzun kahvaltı sonrası akşama kadar hep birlikte evde vakit geçirmiştik. Tuana kahvaltının ardından evden ayrılıp arkadaşına gitmişti çünkü akşamki balo için hazırlanmak üzere birlikte kuaföre gideceklerdi. Yaseminler akşamüzeri gittikten sonra Aral televizyon karşısında oyalanırken ben de kuaförden gelen kardeşimin elbisesini giymesine yardım etmiş ve onu almaya gelen Arel’le birlikte baloya göndermiştim. Tuana kuaförden gelirken jest olsun diye Arel’e, balo elbisesiyle aynı renkte bir kravat almıştı ve normalde kravat takmayı pek sevmediğini itiraf etmesine rağmen Arel’in Tuana’nın aldığı kravatı hevesle takması gözümden kaçmamıştı. İnsan değer gördüğünü hissettiğinde sevmediği şeyleri yaparken bile zevk alabilirdi. Sevgi, işte böylesine büyük ve güçlü bir şeydi. Onları da yolcu ettikten sonra mısır patlatıp Aral’ın yanına sokulmuştum ve saatlerce film izlemiştik. Aral’la evde bir gün geçirmek bana çok iyi gelmişti. Onun da bundan hoşlandığını fark etmiştim ancak çiçeklerle yanıma gelişine bakılırsa birlikte vakit geçirmemiz ona sandığımdan çok daha fazla iyi gelmişti. “Bunun için ban teşekkür etmene gerek yok, biliyorsun değil mi? Ben her zaman senin yanında olurum ve bunu seve seve yaparım.” “Biliyorum ama ben yine de teşekkür etmek istiyorum.” “Hımm, madem bu kadar ısrar ediyorsun… Bir teşekkür öpücüğüne hayır demem.” Kaşları alayla havalandı. “Öyle mi?” Hevesle başımı salladım. “Kesinlikle.” Tatlı bir şekilde gülümseyerek bakışlarını dudaklarıma indirdiğinde kalp atışlarım hızlandı ve daha fazla dayanamayacağımı anlayarak atağa geçtim. Parmak uçlarımda yükselip dudaklarımı dudaklarına bastırdığımda gülümsemesi genişledi ve ben onu gülüşünden öpmüş oldum. Bu, tarif edemeyeceğim kadar harika hissettirmişti. Kısa bir süre sonra gülümsemeyi bırakıp dudaklarımı kavradığında memnuniyet dolu bir mırıltı çıkardım ve öpücüğümüze hükmetmesine izin verdim. Her geçen saniye öpüşmemiz daha da alevlenirken belime doladığı eliyle beni iyice kendine çekti. Aramızda kalan çiçeklerin ezildiğini fark ettiğimde hızla geri çekilmek istedim ancak kafamı birkaç santim geriye çektiğim an Aral beklemediğim bir hırsla bana tekrar yapıştı. Üstelik bunu sesli bir şekilde homurdanarak yaptı ki şu an şiddetle öpülüyor olmasaydım buna kahkahalarla gülebilirdim. Aramızdaki çekime kapılıp tekrar çiçekleri ezmeye başladığında gülme isteğim yerini endişeye bıraktı ve zorda olsa dudaklarımı onunkilerden ayırıp “Çiçekler!” demeyi başarabildim. Neyse ki sonunda istemeyerek de olsa beni bıraktı ve ben de çiçeklerimi daha güvende olacakları yere, masanın diğer ucuna koydum. Daha sonra da aceleyle eski yerime, yani Aral’ın dudaklarına döndüm. Hatta üzerine doğru uçmuş da olabilirdim. Kollarımı sıkıca boynuna doladığımda o da bir kolunu belime sarıp diğeriyle sırtıma bastırmak suretiyle göğsümün onunkine yapışmasını sağladı. Başını hafifçe yana eğerek öpücüğümüzü bir öncekini dahi aşacak kadar derinleştirdiğinde aklımda olan tek şey ona daha fazla temas etmekti. Bu düşünce istekten muhtaçlığa döndüğünde tek bacağımı kaldırıp beline doladım. Mesajımı anında anlayarak sırtıma bastırdığı elini baldırıma indirdi ve tek bir hareketin ardından kucağındaydım. Kucağında olmamdan faydalanarak ileri doğru bir adım atıp beni masanın üzerine oturttuktan sonra dudakları usulca çeneme kaydı. Tenimi küçük küçük öperek boynuma doğru yol aldığında başımı geriye atıp ona yer açtım ancak o, çenemle boynum arasındaki bölgeye de dudaklarını bastırdıktan sonra beni öpmeyi bıraktı. Göğüslerimiz kor gibi inip kalkarak birbirine çarparken “Durma,” diye sızlandım. Beni duyduğunu belli eden hiçbir karşılık vermeden derince nefeslenmeye devam ettiğinde bu ayrılığa dayanamayıp tekrar dudaklarına uzandım ancak benden önce davranıp alt dudağımı hafifçe ısırarak buna engel oldu. “Şu an durmazsak sonumuz hiç iyi olmayacak, Doktor.” “Olsun istemiyorum zaten,” diye sızlanıp onu bir kez daha öpmeye çalıştığımda bu sefer de kafasını çevirip dudaklarına ulaşmama izin vermedi ve ben de en nihayetinde sinirlendim. “İki öpüp koklaşmayacaksak niye kapıyı kilitledin ki ya!” İsyanım onu güldürdü. Ne kızdı ne de başka bir şey yaptı. Sadece eğlenen bakışlarla güldü bana. Gıcık Başkomiser bozuntusu! “Gülüyor musun bir de? Cidden mi yani?” “Şu an beni öpmene izin vermediğim için mi bu kadar sinirlendin gerçekten?” Ona ters ters baktım. “Yok, mutluluktan göbek atmak üzereyim. Görmüyor musun?” “Gerçekten sinirlenmişsin.” Hırsla solurken ellerimi belime attım ve “Hem neden gelmiştin ki sen?” diye sordum hırçın bir tavırla. “Çiçekler içinse verdin işte, hadi git.” “Kovuluyor muyum şu anda?” derken o kadar eğleniyordu ki yakışıklı suratını dövmek istiyordum. Ama en çok öpmek istiyordum; bana izin vermediği her öpücük için onu on katı öpmek. Sonra da öptüğüm yerlerden dövmek. “Evet, yorgunum ben. Açım da zaten. Eve gidip yemek yiyeceğim, oyalama beni.” Onu kenara ittirip masadan atlamaya kalktığımda ellerini kalçamın iki yanına yerleştirip bana engel oldu ve başını eğip gömleğimin açık bıraktığı gerdanıma uzun, upuzun bir öpücük kondurdu. Yelkenleri anında suya indirmiştim aslında ama bunu ona belli etmedim ve ellerimi çeneme dokunan saçlarına atmamak için kendimi sıktım. Yoktu öyle benle dalga geçip hiçbir şey olmamış gibi davranmak. Başını usulca kaldırıp ona ifadesiz bir yüzle baktığımı görünce dudakları kıvrıldı ve burnu çeneme sürttü. “Aslında çiçekleri vermeye gelmemiştim. Hatta kırmızı ışıkta beklerken çiçekçiyi gördüğümü söylemiştim az önce, hatırlarsan eğer… Ben seni yemeğe götürmek için gelmiştim, yani sürpriz yapacaktım. Çok da iyi düşünmüşüm, baksana acıkmışsın sen de.” Ona dik dik bakmaya devam ederken “Yorgunum da dedim, duymadın mı?” diye homurdandım. “Sen git nereye istiyorsan, ben eve gideceğim.” Burnunu tenime sürterek çenemden yukarı çıkmaya başladı -ki ciddi manada o yakışıklı suratını tutup dudaklarına yapışmamak için kendimi zor tutuyordum- ve nihayetinde burnuma ulaşıp kendi burnuyla benimkinin ucunu dürtükledi. Gülmek üzere olduğumu fark edip son çare olarak dudaklarımı ağzımın içine çektim ve bunu fark edip hafifçe güldü. “Bence kendini tutmayı bırakmalısın.” Ağzımı açtığım an kendimi tutamayıp gülmeye başlayacağımı bildiğimden omuz silkmekle yetindim. Bu hareketim onu biraz daha güldürdü ve uzanıp alnımdan öptü. Bu basit bir öpücük değildi. Önce uzunca bastırdı dudaklarını tenime, ardında aynı yere kısa bir öpücük daha bıraktı ve ben bunun etkisiyle kendimden geçmişken belimi kavrayarak tekrar kucağına aldı beni. “Madem sen kendi isteğinle gelmiyorsun, o halde ben götürürüm.” Bacaklarım ani hareketi sonucu refleks olarak beline dolanmış olsa da “İstemiyorum seninle gelmek!” diye karşı çıktım. Alnımdan öpmesi bir anlığına davamı geri plana attırmış olsa da onu öpmeme engel olduğunu unutmuş değildim. “Hemen beni bırak!” İstemem yan cebime koy, tavırlarında olduğumun farkındaydım. Bunu o da biliyordu ama naz yapmak güzel şeydi. Nazlanabileceğin birine sahip olmaksa çok daha güzeldi. Beni bir çocuk gibi kucağında zıplatarak yerimi sabitleştirip yalancı üzgün bakışlarını yüzüme dikti. “Tek başıma mı gideyim ben şimdi yemeğe? Hiç kimsesi yokmuş gibi? Öyle yapayalnız, bir başına… Sevgilisi yok muymuş bu adamın, demezler mi beni görünce?” Anlaşılan Aral’a haberim olmadan güncelleme gelmişti. Zira daha önce hiç böyle yalandan sızlandığını görmemiştim ama hoşuma gittiğini de saklayamayacaktım. Maalesef bu adama çok âşıktım. “Derlerse desinler, bana ne?” “Ya halime üzülüp benle yemek yemek isterlerse? Sonra muhabbetim sararsa ve beni bırakmazlarsa?” Daha fazla tepkisiz kalamayıp yanağına hafif bir şaplak indirdim ve “Ne olsun istiyorsun ya sen?” diye sordum sinirle. “Önce hayalini kurduğun şırfıntıları, sonra da seni mi döveyim? Ne yapayım, ha?” Kaşlarım iyice çatıldı. “Hem sen benle bile konuşmuyordun mecbur olmadıkça, şimdi masana oturmayı teklif eden kişileri kabul edeceğini mi ima ediyorsun bana? Hayırdır, Aral Bey? Nereden geliyor bu sosyallik?” “Yani… Oldukça değiştim ve geliştim ben. Bunu şu anki pozisyonumuzdan da anlayabilirsin.” “Başlarım şimdi sana da pozisyonuna da ha! Deli etme beni ve saçmalamayı bırakıp yere indir! Hemen!” Gerçekten sinirlenmiş olmam onu öyle eğlendiriyordu ki alnını omzuma yaslayıp katıla katıla gülmeye başladı. Gülüşü fena halde tatlıydı ama ben de gerçekten sinirlenmiştim. “Neye gülüyorsun sen acaba? Aloo, kime diyorum ben? Sen indirsene yere beni bir, alayım boyunun ölçüsünü.” Omuzları daha hızlı sarsılmaya başladığında düşmekten korkarak kollarımı doladım boynuna ama öyle sıkıca değil, kendimi garantiye alacak kadar. Bana cevap vermeden gülerek iyice boynuma sokulduğunda sırtına bir şaplak indirdim. “Kime konuşuyorum ben? Kızıyorum sana şu an, beni biraz kale mi alsan acaba?” Burnunu bu sefer boynuma sürtüp aynı yeri hafifçe ısırdığında -ki bunu hiç beklemiyordum- küçük bir çığlık attım. Tepkim hoşuna gitmişçesine bu sefer de ısırdığı yeri öptü ve başını geri çekerek yüzüme baktı. “Seni kale almıyor değilim, sadece beni o kadar çok eğlendiriyorsun ki cevap veremiyorum. Sürekli gülmeye alışık değilim hiç. Bazen yanından ayrıldığımda yanaklarım acıyor biliyor musun?” “Seni affedeyim diye söylüyorsun,” diyerek kaşlarımı çatsam da söyledikleri kalbime dokunmuştu. Bana bu konuda yalan söylemeyeceğini biliyordum çünkü. “Böyle bir şey yapmayacağımı biliyorsun,” diye mırıldandı, aklımdan geçenleri okurmuşçasına. Uzatmadan “Biliyorum,” diye kabullendim. O eğlenen bakışları gitmişti, şimdi içini görmemi istercesine bakıyordu bana. Yeşilleri böyle görünürken ona aksi bir şey söylemem mümkün değildi zaten. Bu yüzden trip atmaya son verdim ve yüzünü avuçlarımın arasına alıp “Bundan sonra alışsan iyi olur, o halde Başkomiserim,” dedim. “Çünkü benim yanımdayken hep güleceksin. Hatta yanında olmama gerek yok; artık hep güleceksin. Bunu yapmaman için hiçbir neden kalmadı, değil mi?” “Kalmadı,” diye onayladı beni. “Şimdi… Eğer barıştıysak yemeğe gidebilir miyiz? Seni daha fazla aç bırakmak istemiyorum.” Beni engellemesine izin vermeden yanaklarını sıkıştırdım ve büzüşen dudaklarına sert bir öpücük kondurdum. “Evet, şimdi gidebiliriz.” Haylaz bakışlarıma bakarak başını iki yana salladı. “Asla rahat durmayacaksın, değil mi?” “Ben önceden temas bağımlısıydım ama artık çok daha ciddi bir hastalığım var; Aral Ertem bağımlılığı. Yani hayır, konu sana temas etmekse asla rahat durmayacağım!” Alnını alnıma yasladı. “Neden daha önceden çıkmadın ki karşıma?” “Çıksam ne olurdu ki? Ben zorlamasam yüzüme baktığın mı vardı sanki?” diyerek alay ettim onunla. Çünkü bu sorunun cevabı yoktu bende. Beraber uzun yıllar geçirmeyi ben de çok isterdim elbette ama bu zamana kadar başımıza gelen şeyleri yaşamamış olsaydık şu anki kişiler olur muyduk bilinmezdi. Her şeyin bir vaktinin olduğuna inananlardandım ve bizim zamanımız da yeni gelmişti. Elbette gönül çok daha erken gelmesini isterdi ama demek ki nasip böyleydi. Dudağımın kenarına küçücük bir buse kondurup hafifçe geri çekildi. Dakikalardır kucağında duruyordum ve azıcık bile yorulmuş gibi görünmüyordu. “Özür dilerim,” diye mırıldandı. “Sana böyle şeyler yaşattırdığım için. Elimde değildi. Yani elimdeydi elbette ama değildi de işte. Anlıyorsun, değil mi?” Yanağını okşadım. “Anlıyorum. Anlaması biraz zor oldu, inkâr etmeyeceğim ama anladım. Anladığım için de çok mutluyum. Seni doyunca öpmeme izin vermesen de mutluyum bak, o derece.” Hafifçe güldü. “Sana izin vermiyor değilim, sadece yanlış şeyler yapmak istemiyorum.” Tek elimi ensesine atıp saçlarının arasına daldırdıktan sonra fısıltıyla “Dün sabahki gibi mi?” diye sordum. Yutkundu ve başını salladı. “Dün sabahki gibi.” Kaşlarım gerçek bir endişeyle çatılırken “Pişman mısın?” diye sordum. “Hayır, asla.” İç çekti. “Beni korkutan da bu zaten, kendimi tutamamaktan endişe ediyorum.” “Benim için hiç önemli değil,” diye atıldım hemen. “Hatta tutamaman beni daha çok mutlu eder.” “Bunun farkındayım,” deyip yarım yamalak güldü. “Sen de bu konuda bana hiç yardımcı olmuyorsun ve bu da endişemi katlıyor. Ben… Zamanı gelmeden ileri gitmek istemiyorum.” “Hangi zamandan bahsediyorsun tam olarak?” diye sordum, çünkü kastettiği şeyi anlamamıştım; ta ki bakışlarını görene kadar. Dudaklarıma geniş bir gülümseme konarken “Ha, sen evlenmekten bahsediyorsun,” dedim. “Evlenmeden olmaz, mı diyorsun yani?” Utanarak bakışlarını kaçırdı. Ah, o kadar tatlıydı ki! “Yani… Sonuçta… Belki sana öyle gelmeyebilir ama… Her şeyin bir önceliği vardır, daha doğrusu bir zamanı. Anlatamadım da şimdi-” Kıvranmasını izlemek acayip keyifli olsa da haline kıyamadım ve “Tamam,” diyerek lafını kestim. “Hadi gidelim o zaman.” “Nereye?” diye sordu şaşkınca. “Nikâh tarihi almaya tabii ki.” Ağzı açık kaldı. “Ne?” “Evlenmeden olmaz diyorsun,” diyerek başımı salladım. “Ben de senin düşüncene saygı duyuyorum işte. Yıldırım nikâhıyla evlenelim, sonra da işimize bakarız.” Ne diyeceğini bilememiş gibi “Ama?” deyip kaldığında kendimi tutamayıp güldüm. “Evlilik teklifini dert etme. Onu da ben yaparım, hiç sıkıntı yok. Sen yeter ki benden kaçıp durma.” Kaşları hızla çatılırken “Olmaz öyle şey,” diye homurdandı. “Tamam, hadi hemen evlenme teklifi et bana o zaman. Ben de kabul edeyim, sonra nikâh günü almaya gidelim. Nasıl fikir?” “Hiç iyi bir fikir değil.” “Niye ya?” diye sordum somurtup. “Bana tam olarak âşık olmadığın için mi? Benim için o da sorun değil, evlendikten sonra olursun illaki.” “Sorun bu değil, şu dünyada evlenebileceğim tek insan sensin çünkü. Ama… Bilmiyorum… Yangından mal mı kaçırıyoruz?” “Evlenmeden sevişemeyiz diyorsun ama!” Bana gözlerini kocaman açarak baktıktan sonra sıkıntıyla iç çekti ve “Bence biz yemeğe gidelim,” diye mırıldandı. “Açken anlaşamıyoruz çünkü. Midemize bir şeyler gitsin, aklımız çalışsın, biz de orta yolu bulalım. Ha, ne dersin?” “Aklıma sok onca şeyi, sonra da yemeğe gidelim deyip konuyu kapatmaya çalış… Teessüf ediyorum Başkomiserim,” diyerek gözlerimi devirdim. “Açım diyordun ama az önce?” “Sana daha çok açmışım demek ki.” “Sen bayağı edepsizmişsin yalnız.” Dayanamayıp güldüm. “Edepsiz değilim, libidom yüksek diyelim. Ama o da yalnızca sana.” “İyi ki yalnızca bana… Yoksa ne olurdu halimiz?” Kafamı geri atarak kahkaha attığımda dudaklarını açığa çıkarttığım boynumda hissettim. Bana o kadar şey söylüyordu ama kendisi de hiç boş durmuyordu doğrusu. Başını geri çektiğinde bakışlarımı yeşillerine diktim ve tüm içtenliğimle “Sana çok aşığım,” dedim. “O kadar çok aşığım ki hem de.” Bana öylece bakmaya devam etti. Hiçbir şey söylemedi, tepki de vermedi ama bakışlarında gördüğüm o şey yetti bana. Değerli ve güvende hissettirdi. Hatta… Sevildiğimi bile düşünüyordum. Tam olarak âşık değilse bile bana karşı boş değildi, bundan emindim. Bıraksam akşama kadar bana böyle bakacakmış gibi hissettiğimden uzanıp dudaklarına küçük bir buse daha bıraktım ve ardından belindeki bacaklarımı çözüp beni yere indirmesini sağladım. “Daha fazla oyalanmayalım da çıkalım artık, yoksa gerçekten seni yemeye başlayacağım ona göre.” Güldü. “Tamam, hazırlan da gidelim.” Aceleci adımlarla askılığa gidip ceketimi üzerime geçirdim ve ardından çantamı omzuma atıp masanın üzerine bıraktığım buketimi kucaklayarak tekrar Aral’ın yanına gittim. “Hazırım!” Coşkum onu biraz daha güldürdü. “Çiçekler de epey yakıştı kucağına yalnız.” “Ayıptır söylemesi kendime yakışanı sevmeyi çok iyi bilirim.” Kaşları havalandı, imamı anlamıştı. “O kadar diyorsun yani?” Havalı olduğunu düşündüğüm şekilde göz kırptım. “Kesinlikle.” Peş peşe odadan çıktıktan sonra kapımı kilitlemeyi ihmal etmedim ve Aral’a elimle beklemesini işaret edip Asuman’ın masasına yöneldim. Ona yarınki programımla ilgili birkaç şey sorduktan sonra iyi günler dileyip gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmayan başkomiserimin yanına döndüm ve boştaki kolumu uzatıp elini tuttum. “Gidebiliriz.” Sorgulamadan, hatta memnuniyet dolu bir ifadeyle parmaklarını benimkilerin arasından geçirdikten sonra merdivenlere doğru ilerlemeye başladığında ona eşlik ettim. Bir elimde hayatımın aşkının eli, diğerinde de onun bana aldığı çiçekler vardı ve beni hastanedeki odamdan alıp yemeğe götürüyordu. Evet, onca yılın ardından hayat bana tekrar gülümsüyordu. El ele merdivenlerden indiğimiz sıra “Niye herkes bize bakıyormuş gibi hissediyorum?” diye sordu, yalnızca benim duyabileceğim bir ses tonuyla. Hafifçe gülümsedim. “Çünkü herkes bize bakıyor.” “Peki, neden?” “Buradaki çalışanların çoğu eski ve hastanede dedikodular çabuk yayılır, bunu sana daha önce de söylemiştim. Malum durumdan sonra hep acıyarak baktıkları kadının uzun zaman sonra bu kadar mutlu görünmesi dikkatlerini çekmiş olmalı.” Başını bana çevirdiğinde kaşlarının çatılı olduğunu fark ettim. “Sana acımak için kafayı yemiş olmaları gerekir.” “Geride bırakılmış, mağdur bir kadın olarak görüyorlardı beni. Başlarda acınası olduğumu kabul ediyorum ama sonradan iyi toparladım. Yine de beni geride bırakan kişi evlenip çocuk yapmasına rağmen ben yalnız kalmaya devam edince iyi olduğuma inanmak istemediler sanırım. Türkler ve bayıldıkları acılı hayat hikâyeleri işte…” İç çektim. “Aman, boş ver şimdi bunları. İstedikleri kadar baksınlar, sonuçta çiçeklerimle ben çok mutluyuz ve bunu kimseden saklamıyoruz.” Hastanenin dış kapısından çıkarken “Beni unuttun,” diye mırıldandı. “Ben de çok mutluyum.” “İşte bunu duymak, beni dünyadaki en mutlu insan yapmaya yetti bile.” Kocaman gülümsedim. “Bir de karnımı doyursam mutluluktan deliririm sanırım.” “Sen mutluluktan delir diye daha çok acele edelim o zaman,” deyip duraksadı. “Arabanla geldin hastaneye, değil mi?” “Hımhım, arka tarafta ama sen de arabayla geldiğini söyledin. Ayrı ayrı mı gideceğiz?” “Yo, benimki kalsın burada. Sonradan gelir alırım ya da Arel’e aldırırım. İşi ne, sabaha kadar orada burada sürtüyor zaten.” Küçük bir kahkaha attım. “Cidden birbirinizden çok farklısınız.” “Aynı olsak sıkıcı olurduk zaten, böylesi daha iyi.” “Arel’i bilmem ama senin böyle olman kesinlikle çok iyi.” Arabamı park ettiğim yere gittiğimizde çantamdan çıkardığım anahtarı ona uzattım. “Aç aç araba sürmek çok zor oluyor, biliyor musun?” Gözlerini kıstı. “Ben olmasam kullanacaktın ama?” “Ama sen varsın,” diye genişçe gülümsedim. Bana eşlik etti. “Evet, ben varım.” Kapıları açtığında çiçek buketimi arka koltuğa yerleştirdim ve öndeki yolcu koltuğuna geçtim. Aral da kendi yerine kurulduktan sonra arabayı çalıştırdı ve yola koyulduk. “Nereye gideceğiz?” “Sevdiğim bir restoran var, İstanbul’a ilk geldiğim zamanlar keşfetmiştim. Öyle büyük bir yer değil, gide gele sahibiyle falan da tanış oldum zaten. Oraya götüreceğim seni, yemeklerine bayılacağını düşünüyorum.” “Hımm, şimdiden heyecanlandım,” diyerek avuç içlerimi birbirine sürttüm. Aral, arabayı anayola sürdüğünde aç olmama rağmen kendimi bir hayli enerjik hissettiğimden uzanıp radyoyu açtım. “Ee, Başkomiserim… Benim listemle tanışmak ister misiniz? Ama şimdiden uyarayım, bende sizdeki gibi eserler yok. Ben arabadayken eğlenceli şeyler dinlemeyi severim.” “Sen genelde eğlenceli şeyler dinlemeyi seviyorsun bence.” Kıkırdadım. “Haklısın.” “Aç bir tane de neşemizi bulalım öyleyse.” Dudaklarımdaki koca sırıtışla “Hemen efendim,” diye uzandım ve özellikle Tuana’yla bir yerlere giderken dinlediğimiz listeden bir parça açtım. Arabanın içini Yonca Evcimik’in sesi doldururken Aral’ın bakışları önce radyo ekranında yazan isme sonra da bana kaydı. Ona göz kırptım. “Eski parçaları seviyorsun diye sana kıyak geçeyim dedim.” Gülerek başını iki yana salladığı sıra yerimde sallanmaya başlamıştım bile. E, sallanmak yetmezdi; eşlik etmek de lazımdı. Yönümü başkomiserime çevirdim ve işaret parmağımı kaldırarak ona uzattım. “Ben, seni herkeslerden daha daha iyi tanırım! Hem ben, sana herkeslerden daha daha iyi bakarım!” Oturduğum yerden yalnızca kollarımı oynatarak şarkının dansını yapmaya başladığımda Aral sesli bir şekilde güldü. Bandıra bandıra ye beni hiç doyamazsın tadıma Bütün numaralar bende sen de var benim farkıma Kalmasak mı başka yerde ne işin var başka yerde Bandıra bandıra ye beni hiç doyamazsın tadıma Sonunda enerjimin etkisine kapılıp parmaklarıyla direksiyonda ritim tutmaya ve kısık bir sesle de olsa şarkıya eşlik etmeye başladığında daha da coştum. Araba yemek yiyeceğimiz yerin önünde durana kadar şarkılar değişip durdu ancak ne ben dans etmeyi bıraktım ne de Aral bana eşlik etmeyi. Anı yaşadık, yan yana oluşumuzun keyfini sürdük. Evet, hayat yaşamasını bilene güzeldi ama sevene çok daha güzeldi. ღ “Bir an doymayacaksın diye çok korktum,” diyen Aral, anahtarı kontağa sokarken ona ters bakışlarımı gönderdim. “Senin çenen de bir açıldı pir açıldı he,” diye söylendim. “Sabah kahvaltısıyla duruyordum, olsun o kadar. Ayrıca dediğin kadar varmış, yemekler şahaneydi.” “Tamam, canım; demedim bir şey.” “Canın yesin seni,” diye yükselerek konudan saptım. Çünkü bu adama zaafım vardı ve dikkatim asla bozulmadan duramıyordu. Gözlerini kırpıştırarak bana şaşkınca gülümsediğinde ona havadan bir öpücük gönderdim ve yeni dans figürleri sergilemek üzere listede gelirken dinlemediğimiz bir şarkı aramaya başladım. Aral arabayı yola çıkardığı sıra sonunda aradığım türde bir şarkı bulup açtım. “Bu şarkı benden sana gelsin, Başkomiserim.” Meraklı bakışları önce bana sonra da radyo ekranına kayarken ben çoktan omuzlarımı sallamaya başlamıştım. İçine memnuniyet dolan bakışları tekrar bana döndüğünde “Olmaz, civanım imkânsız. Vazgeçmek olmaz,” diye mırıldanarak uzanıp yanağından makas aldım. “Ben sana varmazsam eğer, gözüm açık giderim.” Dudaklarındaki gülümseme her geçen saniye büyürken koltuğumda ona doğru kaydım ve işaret parmağımın tersini yanağında gezdirerek şarkıya eşlik etmeyi sürdürdüm. “Oynar, gider yarım aklım da; bende durmaz. Ben seni almazsam eğer, mahvolurum biterim.” Başını çevirip yanağında gezinen parmağımı öptüğünde genişçe tebessüm ettim ve tekrar yerimde sallanmaya başlarken sesimin tonunu yükselttim. “Sen yeter ki sev kulun olayım, bir dile bin yıl kölen olayım. Boynuna, koynuna dolanayım; mahşere kadar.” Şarkının sözsüz kısmı çalarken “Sana bir şarkı yazmaya kalksam muhtemelen bunu yazardım,” diye mırıldandım gülerek. “Şarkının bestecisine telif davası açsam kazanırım bak, o derece.” Son sözlerime kahkaha attığında gülerek dans etmeye devam ettim. “Vallahi dünyayı yıkarım başına. Kimselere yar etmem seni, bakmam gözyaşına.” Yanağından bir kez daha makas aldım, bunu yaptığım parmaklarımı dudaklarıma götürerek öptüğümde artık gülmekten omuzları sarsılıyordu. “Mecbursun, mecbursun, hiç çaren yok. İnadı bırak, gel; şükredeceksin sonra şansına.” Elimi ikimizin arasında gezdirip parmaklarımla kalp şekli yaparken başkasında görsem keko olarak adlandıracağım hareketlerde bulunduğumun fazlasıyla farkındaydım ancak yapmak o kadar eğlenceliydi ki bunu umursamıyordum. Üstelik Aral da çok eğleniyor gibi görünüyordu. “Sen yeter ki sev kulun olayım, bir dile bin yıl kölen olayım. Boynuna, koynuna dolanayım; mahşere kadar!” Nakarat yerini kendimden geçmişçesine bağıra bağıra söyledikten sonra gelecek yeni paragrafı beklerken Aral benden önce davrandı ve benimkiyle alakası olmayan o güzel sesiyle şarkıya eşlik etti. “Yandım, amanın yandım ben bir esmerin nârına. Getirin, basayım tuz üstüne tuz; kapanmayan yarama.” Olduğum yerde hiç kıpırdamadan onu izliyordum çünkü büyülenmiştim. Çünkü ikimizin arasında esmer olan bendim ve şarkıyı bilmesine rağmen (eşlik ederken hiç zorlanmıyordu) nedense şarkının tam da burasında eşlik etmeye başlamıştı… “Ya sen gel ya da ben geleyim, ferman buyur. Ahtım var baş koyacağım yastığına, yorganına.” Ona alık gibi bakıyor olmam hoşuna gitmiş olmalıydı ki gülerek uzanıp yanağımdan makas aldı ve beni taklit edercesine parmaklarını öptü. Şu an şak diye bayılıp kalmıyorsam Aral’ın bu tatlı hallerini bir saniyeliğine olsun kaçırırsam kendimi boğazlayabileceğimi bildiğim içindi. Şarkı bitip yerini yenisine bıraktığı sıra Aral’ın telefonu çalmaya başladığında ben hala hipnotize olmuş gibi onu izliyordum. Benim ona bir faydam dokunamayacağını bildiğinden önce radyonun sesini kıstı, sonra da cebindeki telefonu çıkarıp ekrana kısa bir bakış attıktan sonra aramayı yanıtladı. Telefonunu kulağına götürüp “Efendim?” dediğinde, ona çaktırmamaya çalışarak sağ bacağımı cimcikledim. Karışan frekans ayarlarımı düzeltmem ve alıklığımdan kurtulmam gerekiyordu çünkü. “Evet, Tamay’ın yanındayım. Hayır, benim arabayı hastanede bıraktım. Emin misin? Şimdi mi? Ya, sen?” Aral’ın sesi giderek ciddileştiğinde bulunduğum saçma ruh halinden sıyrılmam kolay olmuştu, çünkü çatılan kaşları beni endişelendirmişti. Bir şeyler yolunda gitmiyor gibiydi. “Tamam, tamam, konum at sen bana. Halledeceğim. Eminim. Sorun olursa haber veririm.” Telefonu kapattıktan sonra sıkıntılı bir nefes verdi ve ben daha ne olduğunu sormaya fırsat bulamadan gaza yüklenerek ilerideki kavşaktan U dönüşü yaptı. Kendimi sabitlemediğim için kapıya doğru kaydığımda hızlı bir refleksle telefonu tuttuğu eliyle kolumu kavradı. Bunu yapmak telefonunun kucağıma düşmesine neden olmuştu ama onun umurunda olan tek şey bendim. “Özür dilerim, hemen kemerini bağlar mısın? Acele etmemiz gerek.” Kolunu geri çekip gaza biraz daha yüklendiğinde sözünü dinleyip aceleyle kemerimi taktım. “Ne oluyor, Aral? Kimdi arayan, ne dedi sana?” “Arel’di. Yılmaz yine bir haltlar karıştırıyor. Sadullah bunun farkına varmadan ne olduğunu bulmamız lazım. Yoksa Yılmaz’ın kellesini alır ve aralarındaki sırlar da Yılmaz’la birlikte toprağa gömülür.” ღ Heyecanlı bir yerde kestiğimi biliyorum, bunun için üzgünüm ama bölüm başında da söylediğim gibi sizi daha fazla bekletmemek için bölümü ikiye ayırmak zorunda kaldım. Kalan yarıyı en kısa zamanda yazmaya çalışacağım. ♥ Ekşınımız kaldığı yerden devam ediyor ve bölümün kalan kısmı pek zevkli olmayacak… Kendinizi şimdiden hazırlarsanız iyi edersiniz. En kısa zamanda tekrar görüşmek dileğiyle, kendinize çok iyi bakın!
|
0% |