Yeni Üyelik
39.
Bölüm

BÖLÜM - 38/2

@bayanclara

Telefonu kapattıktan sonra sıkıntılı bir nefes verdi ve ben daha ne olduğunu sormaya fırsat bulamadan gaza yüklenerek ilerideki kavşaktan U dönüşü yaptı. Kendimi sabitlemediğim için kapıya doğru kaydığımda telefonu tuttuğu eliyle kolumu kavradı. Bunu yapmak telefonunun kucağıma düşmesine neden olmuştu ama onun umurunda olan şey bendim.

“Özür dilerim, kemerini bağlar mısın? Acele etmemiz gerek.”

Kolunu geri çekip gaza biraz daha yüklendiğinde sözünü dinleyip aceleyle kemerimi taktım.

“Ne oluyor, Aral? Kimdi arayan, ne dedi sana?”

“Yılmaz yine bir haltlar karıştırıyor. Sadullah bunun farkına varmadan ne olduğunu bulmamız lazım. Yoksa Yılmaz’ın kellesini alır ve aralarındaki sırlar da Yılmaz’la birlikte toprağa gömülür.”

Söyledikleriyle kaşlarım derinden çatılırken kucağımdaki telefonun titremesiyle başım öne meyletti. Ekranda Arel’in ismi yazıyordu.

“Arel mesaj attı,” diye bilgilendirdim onu hemen.

“Açsana. Yılmaz’ın konumunu atacaktı. Onu takip etmemiz lazım.”

Başparmağımla kilit ekranını kaydırdığımda şifre istemediğini görerek ufak da olsa şaşırsam da şu an bunu sormakla vakit kaybedemeyeceğimizin bilinciyle hızla mesaja tıkladım ve Arel’in gönderdiği konumu açtım.

“Maltepe taraflarında ilerliyor.”

Aral, kısaca başını salladıktan sonra gaza biraz daha yüklendi ve ben, ekranı daha rahat görebilsin diye telefonu konsoldaki telefon tutucuya koyarken “İstersen seni yol kenarına bırakabilirim,” diye mırıldandı. Hızla başımı iki yana salladım.

“Eğer engel olmayacaksam gelmek istiyorum. Sonuçta bir şey yapmayacaksın, değil mi?”

“Evet, sadece izleyip bilgi edinmeye çalışacağım. Şu aşamada ortalığı karıştıramam çünkü. Ayrıca benimle gelmeni pek istiyor sayılmam ama olur da Yılmaz bizi fark ederse yanımda olman işime gelir. Senin arabandayken ve sen yanımdayken onu takip etmediğime inanması daha kolay olur.”

“Tamam, kalıyorum öyleyse,” diyerek sırtımı koltuğa yasladım ve istemsizce düşünmeye başladım. Bu Yılmaz denen adam bu kadar önemli ne karıştırıyor olabilirdi? “Yılmaz’ın telefonunu mu takip ettiriyorsunuz?” diye sordum, ufak da olsa bir şeyler biliyor olmak için.

“Herkesten gizlediği telefonunu takip ettiriyoruz, evet.”

“Herkesten gizliyorsa siz nasıl buldunuz?”

Soruma cevap vermek yerine “Bulmak pek kolay olmadı,” dediğinde kaşlarım çatıldı ve “Nasıl buldunuz öyleyse?” diyerek sorumu yeniledim.

“Takip ettik gizlice. Sonra kendi telefonu haricinde başka bir telefonu olduğunu fark ettik ama araştırdığımızda kendi üzerine yalnızca bir numara bulabiliyorduk ve bu da herkesin bildiği numaraydı zaten. Kısacası bu pis işleri için kullandığı başka hattı var. Belki de hatları vardır, biz yalnızca birini bulabildik.”

“Numarayı nasıl aldınız peki?”

Aral, önümüzdeki iki aracı sollarken “Aldık işte bir şekilde,” diye cevap verdi. Sesi oldukça gergin çıkmıştı ki bu, sorumun cevabından asla hoşlanmayacağımı gösteriyordu.

“Kendini tehlikeye attın, değil mi?”

Kısa bir duraksamanın ardından “Pek de tehlikeli sayılmazdı,” diyerek dudak büktüğünde kollarımı göğsümde kavuşturdum.

“Senin tehlike anlayışının nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyorum ben.”

“Nasıl bilebilirsin?”

“Göğsündeki izlerden mesela?”

“Bu sefer öyle bir durum söz konusu değildi, çünkü Yılmaz’ın evine gizlice girdiğimde evde kimse yoktu.”

Ona ağzım iki karış açılmış vaziyette bakarken “Gizlice evine mi girdin?” diye sordum şaşkınca. “Bunu nasıl yaptın?”

“Arel bir şekilde anahtarlarını arakladı.”

“Bir şekilde? Sahi mi? İnanmıyorum size.”

“Şu an bana görevimi yerine getirdiğim için mi azar atıyorsun gerçekten, Doktor?”

Ona çıkışmak için dudaklarımı aralasam da diyecek bir şey bulamadığım için yerime sindim, çünkü tam da dediği şeyi yapıyordum. Lakin elimde değildi, Yılmaz’ın ne kadar iğrenç biri olduğunu biliyordum ve eğer Aral’ın onun karıştırdığı haltlardan haberi olduğunu öğrenirse neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyordum.

“Peki, ne öğrendin?” diye sordum, sorusunu geçiştirerek. “Ya da şu an ne öğrenmeyi umarak onu takip ediyorsun?”

“Akif Ulusoy, yani Sadullah’ın bir numaralı rakibi ve aynı zamanda düşmanı olan adam, Sadullah’ı bitirmek için tutmuş Yılmaz’ı. İşlerini baltalamak, onun önüne geçebilmek için her şeyi yapacak kadar da karartmış gözünü ama biz bunun olmasına izin veremeyiz. Sadullah’ı yaptığı onca pislik için adalete teslim etmem lazım ve bu kadar kaşındığına göre aynı tarifeyi de Akif için uygulamamız şart oldu.”

Maltepe köprüsünü geçerek ara sokaklara daldığımızda aklımda bin bir türlü düşünce cirit atıyordu. Ben mafyanın birinden korkarken başımıza bir de onun en büyük düşmanı çıkmıştı ve sevdiğim adam, bu heriflerin fişini çekmek istiyordu. Bunun neye mal olacağını bilmiyordum, bu yüzden de endişe etmeden duramıyordum.

Yine de tüm bu düşüncelerimi içime attım ve bakışlarımı telefondaki konuma diktim. Yılmaz kısa bir süre olduğu yerde kaldıktan sonra biraz öncekinden çok daha yavaş bir şekilde hareket etmeye başlayınca Aral içimden geçenleri duymuş gibi “Arabayı bıraktı,” diye mırıldandı ve telefonundan şarj uyarısı geldiğinde kısık sesle küfrederek gaza yüklendi.

Kısa süre sonra ağaçlık alana girdiğimizde Aral arabayı biraz daha ilerlettikten sonra büyük bir ağacın altına park etti. Hızlı bir şekilde telefonunu eline aldıktan sonra bana dönüp “Bundan sonrasını yürüyerek gideceğim, beni burada bekle,” dedi ve ekledi. “Bir öncekinde olduğu gibi sözümü dinlemezlik yapma sakın, anlaştık mı?”

Yüzüm endişeyle buruşsa da başımı sallamayı başardım. “Burada bekleyeceğim ama sen de kendine çok dikkat et, tamam mı? Tek başına bir delilik yapma.”

“Anlaştık,” diyerek arabanın kapısını açmıştı ki aklına bir şey gelmiş gibi aceleyle bana doğru döndü ve uzanıp dudaklarını şakağıma bastırdı. “Ben inince kapıları kilitle.”

Arabadan inip kapıyı kapattıktan sonra arabanın önüne doğru ilerledi ve bana son kez baktıktan sonra ağaçlığın içine doğru koşturdu. Gözden kaybolana kadar arkasından baktım ve görüş alanımdan çıktığında arabanın kapılarını kilitleyip sol yanıma oturan yükle arkama yaslandım.

Saniyeler dakikaları kovalarken bakışlarımı Aral’ın kaybolduğu yerden ayıramıyordum. Zaman geçip hava karardıkça kalbimdeki ağırlık artıyormuş gibi hissediyordum ve yersiz paranoya yaptığım için kendime kızıyordum. Aral’a hiçbir şey olmayacaktı, sadece orada her kim varsa uzaktan izleyip dönecekti. Evet, evet, böyle olacaktı. Sonra da birlikte bize gidecektik. Şanslıysam onu bu gece benimle kalmaya bile ikna edebilirdim belki.

Başımı çevirip güç almak istercesine çiçeklerime bakarken dudaklarıma küçük bir tebessüm konuverdi. Bana çiçek almıştı. Üzerine gitmemek için sormamıştım ama çiçekler bana olan duygularını dile getiriyorsa ve özellikle pembe kasımpatıyı bol koydurttuysa bu, bana âşık olmaya başladığı anlamına gelmez miydi?

Arel anlattığından beri âşık bir Aral Ertem’in nasıl biri olduğunu çok merak ediyordum ve sanırım yavaş yavaş da görmeye başlamıştım. Bana olan davranışlarının değiştiğini fark etmek beni mutlu ediyordu. Küçük, doğal ve anlık hareketleri vardı; arabadan inmeden evvel dönüp şakağımdan öpmesi gibi.

Küçük bir iç çekişle önüme döndüğüm sıra arabanın içini zil sesimin doldurmasıyla irkildim ancak Aral’ın arıyor olabileceğini düşünerek kendimi hızla toplayıp çantamdaki telefonumu çıkardım. Lakin düşündüğüm kişi aramıyordu. Yine de aceleyle yanıtladım aramayı.

“Efendim, Arel?”

“Aral yanında mı?”

Aceleyle sorduğu soru üzerine kalp atışlarım hızlanırken “Hayır,” diye mırıldandım. “Ben arabada bekliyorum, Aral da gönderdiğin konuma gitti.”

“Siktir ya.”

Ettiği küfrü işitince bir şeylerin yolunda olmadığını anlayarak yerimde dikleştim. “Ne oluyor? Bir sorun mu var?”

“Söyleyeceğim ama endişelenme hemen, tamam mı?”

“Böyle söyleyerek daha çok endişelenmeme neden oluyorsun,” derken sesimi istemsizce yükseltmiştim.

“Tamam, tamam, affedersin. Bir şey olduğundan değil de işte Aral’ın telefonu kapalı olduğundan-”

“Şarjı azdı,” diyerek kestim lafını. Konumu izlerken telefonuna gelen bildirimi hatırlamıştım. “Ondan kapanmıştır.”

“Ne kadar oldu yanından ayrılalı?”

“Emin değilim… On beş yirmi dakika falan sanırım.”

“Bayağı da olmuş, şimdiye kadar fark etmiş olmalı.”

“Neyi? Neyi fark etmiş olması gerekiyordu?”

“Yılmaz’ı arayan kişi Akif Ulusoy’un adamlarından biri değilmiş. Yılmaz’ı aradı biri beş dakika kadar önce, hemen oradan uzaklaşmasını emretti. Tam olarak ne halt döndüğünü bilemiyorum, şu an başka bir operasyona gittiğimiz için araştıramıyorum da ve Maltepe’den çok uzaktayım. Üstelik geri dönecek vaktim de arayabileceğim biri de yok, durum belli değilken ortalığı velveleye vermek de istemiyorum. Aral’ın telefonu kapalı olsa da konumunu takip edebiliyorum, o deponun oralarda dolanıyor. Muhtemelen Yılmaz’ın geri döndüğünü görünce bir şeyler olduğunu anladı ve konumdaki yeri araştırmaya kalktı. Yılmaz’ın gideceği yerde eski depo gibi bir şey varmış sanırım. Aral’ın oraya girmesine engel olmamız, girdiyse de derhal çıkmasını sağlamamız lazım.”

Hızla arabanın kilidini açarken “Ben giderim,” dedim. “Ama burası ormanlık alan, nasıl bulacağım?”

“Aral’ın konumunu atayım sana,” dedikten sonra kısık sesle ekledi. “Muhtemelen bunun için Aral’dan dayak yiyeceğim ama ışınlanmayı bulamayacağıma göre başka çarem yok.”

“Onu sağ salim bulalım da gerisi önemli değil,” derken çoktan arabadan inmiş ve Aral’ın kontakta bıraktığı anahtarla kapıları kilitlemiştim. “Hadi, çabuk at konumu. Hava daha fazla kararmadan bulmamız lazım.”

“Tamam, atıyorum,” dedikten sonra telefonu kendinden uzaklaştırdığını belli eden hışırtılar duydum ve onu beklerken bakışlarımı etrafta gezdirmeye başladım. Yılmaz’ı buraya çeken her kimse derdi Yılmaz’laydı, Aral’la değil. Bu yüzden ona bir şey olamazdı, olmamalıydı.

Aral’ın gözden kaybolduğu yere doğru ilerlemeye başladığımda telefonun diğer ucundan “Attım,” diye haber verdi Arel. “Sadece Aral’ı bulup geri döneceksiniz. Etraf sarılı olsaydı Yılmaz oradan elini kolunu sallayarak geri dönemezdi. Bunun için çok endişeli değilim ama ne olur ne olmaz, senin Aral’ı bulmanda fayda var.”

“Tamam, tamam,” diyerek telefonu yüzümden uzaklaştırdım ve Arel’in attığı konuma baktım. Sabitti ve yürüyerek beş dakikalık mesafe gösteriyordu. Düşünmeden koşmaya başladım.

“Tamay, benim şimdi kapatmam gerekiyor. Aksi bir şey olursa hemen Asaf amirimi ara, tamam mı? Ben telefona bakamayabilirim.”

“Tamamdır.”

“Dikkat et kendine.”

“Sen de.”

Aramayı kapattıktan sonra konuma doğru koşmaya devam ettim. Yaptığım şey saçmalık mıydı bilmiyordum ama Arel’in söylediklerinden sonra elimi kolumu bağlayıp arabada oturamazdım.

Havanın el verdiğince etrafı inceleyerek konuma doğru koştuğum sıra ansızın öyle büyük bir gürültü koptu ki yerin sallanmasıyla dengem bozuldu ve çığlık atarak yere kapaklandım. Elimdeki telefon düşmenin etkisiyle benden uzağa düşmüştü ancak bundan çok daha önemli bir sorun vardı. İleriden dumanlar yükseliyordu. Alevli dumanlar. Patlama olmuştu.

Parmaklarım toprağın içine dalarken canhıraş bir halde “Hayır!” diye bağırdım. Düşündüğüm şey olmamalıydı. Düşündüğüm şey olmamalıydı. Düşündüğüm şey olmamalıydı… “ARAL!”

Delicesine bir korkuyla ayağa fırladıktan sonra düşen telefonumu aldım ve Aral’ın konumunu gösteren noktanın aynı yerde durduğunu gördüm. Kalbimin sıkıştığını hissederken alevlerin yükseldiği yere doğru koşmaya başladım. Bir yandan da çığlık atarcasına Aral’ın ismini haykırıyordum.

Dakikalarca koştuktan sonra ağaçların arasından çıktım ve korkunç alevlerin yükseldiği yerle karşı karşıya geldim. Arel’in dediği gibi kullanılmayan büyükçe bir depoydu burası ve alevler içindeydi. Gözlerimden akan yaşlarla elimdeki telefonu kaldırdım ve konumun nereyi işaret ettiğine baktım.

Depoyu gösteriyordu. Yanan depoyu. Biraz önce gürültüyle patlayan depoyu…

Telefon elimden kayıp düşerken “ARAL!” diye bağırarak ileri doğru birkaç adım attım ancak bacaklarım beni taşıyamayınca ikinci kez yere yapıştım. Tırnaklarımın içi avuçladığım toprakla dolarken defalarca kez ismini haykırdım. Görüyordum ama idrak edemiyordum. Hissediyordum ancak bedenime söz geçiremiyordum. Boğazımdan feryat dolu çığlıklar çıkarken ağlamam gittikçe şiddetlendi ve ben gözyaşlarımdan önümü göremez oldum.

“Aral, neredesin? Aral, lütfen geri gel! Sana bir şey olmasın, ne olur sana bir şey olmasın!”

Alevler hızla dört bir yana dağılırken kafamı deli gibi iki yana sallamaya başladım. “İzin veremem. Onun da ölmesine izin veremem. Beni bırakmasına izin veremem.”

Ani bir kararla yerden destek alarak ayağa kalkmaya çalıştım ama bunu başarabilmek için birkaç kez denemem gerekmişti. Hiç dermanım yoktu, damarlarımdaki bütün kan çekilmiş gibi hissediyordum ama yine de ayağa kalkmayı ve yanan depoya doğru koşmayı başarabilmiştim. Sağlıklı düşünecek halde olmadığımın farkında olmak kendime engel olmama yardımcı olamıyordu. Aral, o deponun içindeydi ve benim onu kurtarmam gerekiyordu. Onu kaybedemezdim. Beni bırakmasına izin veremezdim.

Alevlere doğru defalarca kez ismini haykırarak depoya koştum. Bakışlarım deponun kapısı olduğunu tahmin ettiğim büyükçe bir aralığa takıldığında vücudumu oraya yönlendirdim. Bir an bile duraksamadım ve kendimi o aralıktan içeri attım.

Daha doğrusu atmaya çalıştım ama başaramadım, çünkü alevlerin etrafını sardığı boşluktan içeri dalacağım an biri kolumdan çekerek bana engel oldu. Başım hızla sert bir şeye çarptığında neyin ne olduğunu anlayamadan “BIRAK BENİ!” diye bağırdım. Bir yandan da bana engel olan şeye yumruk savuruyordum. “ARAL! ARAL’A GİDECEĞİM, BIRAK BENİ!”

“Ben buradayım! Tamay, benim! Buradayım!”

Duyduğum sesle başımı kaldırıp iki kolumdan tutarak beni sertçe sarsan kişiye baktığımda nefesim kesildi. O güzel yeşillerindeki dehşet dolu ifadeyle bana bakıyordu.

“A-aral?”

“Benim, benim güzelim. Buradayım. İyiyim.”

Gözlerimden yaşlar boşalmaya devam ederken titreyen sesimle fısıldarcasına “A-aral?” dedim tekrar. Onun yanımda olduğunu idrak edemiyordum sanki. Bana dokunduğuna, kollarıyla beni sardığına inanamıyordum.

“Benim. Buradayım.”

İçim müthiş bir rahatlamayla dolarken korkunun vermiş olduğu güç bütün vücudumdan çekildi ve ayaklarım boşaldı. Bir kez daha yere düşmek üzereyken Aral tutuşunu sıkıştırarak düşmeme engel oldu ve beni yavaşça yere bıraktı. Hala ağlıyordum. Aklımı kaybetmediğim için şaşkın olmam gerekiyordu belki ama şu an yapabildiğim tek şey hıçkırarak ağlamaktı.

Aral, hemen yanıma çökerek omuzlarımı sarmalarken “O alevlerin içine mi atlayacaktın gerçekten?” diye sordu. Daha doğrusu kızdı, en azından ses tonu bunu söylüyordu çünkü kafamı kaldırıp yüzüne bakacak kadar dahi gücüm yoktu. “Bunu nasıl yaparsın, Tamay? Nasıl bu kadar düşüncesizce davranabilirsin?”

“İçerdesin sandım!” dedim zar zor çıkan sesimle. Ağlamamı durduramıyordum. Çok korkmuştum. “Konumun orayı gösteriyordu; aklım çıktı, doğru düzgün düşünecek halim mi vardı?” Ceketimin kollarıyla gözyaşlarımı silerek önümü görmeye çalıştım. “Ö-öleceğini sandım. Bunun ne demek olduğuyla ilgili bir fikrin var mı?”

Sıkıntıyla yüksek sesli bir nefes verdikten sonra beni göğsüne çekti ve sımsıkı sarıldı. Dudaklarını peş peşe saçlarıma bastırırken “Tamam, özür dilerim, tamam,” diye mırıldandı. “Ben de korktum seni öyle görünce. Kaç kere bağırdım arkandan; nasıl kilitlediysen kendini, duymadın beni. Seni tutamayacağımı sandım.”

Burnumu gürültüyle çekerken “Ben de özür dilerim,” diye mırıldandım. Ağlamamı durduramıyordum ama nefesini çehremde hissetmek iyi gelmişti. “Tek düşündüğüm şey o alevlerin arasında olduğundu.”

“Yılmaz, depoya gireceği an bir telefon alıp geri döndü. Aslında bir bit yeniği olduğunu anladım ama telefonun şarjı bittiğinden Arel’i arayıp soramadım. Boşa gelmiş olmamak için de içeriye bakayım dedim. Deponun üst katına bomba yerleştirmiş şerefsizler. Bomba süreliydi, ben gördüğümde üç dört dakikası falan kalmıştı. Aşağı kapıdan çıkacak vaktim olmadığından camdan atladım, telefonu da o sırada düşürmüşüm sanırım. Cebimde olmadığını şu an fark ediyorum.”

“Oraya hiç girmemen gerekiyordu,” diye kızdım ona. Ellerinden biri belli bir ritimle sırtımı okşuyordu ki bu, bedenimin biraz da olsa gevşemesini sağlıyordu. “Sana dikkat etmeni söylemiştim!”

“Biliyorum, biliyorum ama Yılmaz’ın neden aceleyle geri döndüğünü anlayamadığım için gelmişken içeri bakmak istedim.”

“Yılmaz’ı buraya çağıranlar Akif Ulusoy’un adamı değilmiş. Sonradan arayan kişi hemen geri dönmesini söylemiş. Arel başka operasyona gittiği için araştıramamış, beni de telefonun kapalı olduğundan seni bulmam için gönderdi zaten.”

“İyi halt etti,” diye homurdandı ağzının içinde. “Bu işler iyice boka saracak ama şu an bunu düşünmenin zamanı değil. Telefonun nerede? İtfaiye falan bir şey çağırmamız lazım.”

Başımı gözyaşlarımı akıttığım boyun aralığından çıkarıp yarı gören gözlerle etrafa bakındım. “Depoya koşmadan önce yere düşürdüm sanırım.”

“Tamam, ben telefonunu bulayım.”

Beni yavaşça bırakmaya kalktığında kendimden beklemediğim bir güçle asıldım kollarına. “Bırakma. Aral, bırakma.”

Yüzümü ellerinin arasına aldı ve “Buradayım, bırakmayacağım,” dedikten sonra uzanıp dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. “Ama alevler ağaçlık alana ulaşmadan durdurmamız lazım. Hemen döneceğim yanına. Sonra eve gideceğiz.”

Onu hiç bırakmak istemesem de “Acele et,” diyerek kabullendim. Başını hızla salladı ve beni bir kez daha öptükten sonra ayağa kalkıp benim geldiğim yere doğru koşturdu. Oturduğum yerden gözyaşları içinde onu izlerken içimden defalarca kez şükrettim. Şu an kabullenme aşamasındaydım ancak biliyordum ki bu korkuyu kolay kolay atlatamayacaktım.

Burnumu birkaç kez daha çektiğim sıra bakışlarım yırtılan pantolonuma kaydı. O kadar düşmeye şaşılacak şey değildi doğrusu. Ayrıca dizlerim kan içerisindeydi ancak acı hissetmiyordum. Yaraları mikrop kapmadan temizlemek lazımdı ama umurumda olan şey bu değildi. Şu an tek istediğim Aral’a yapışmak ve bir an olsun yanından ayrılmamaktı.

Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki Aral’ın yanıma geldiğini telefonumu önümde sallayana kadar fark edememiştim. İrkilerek ona baktığımda mahcup bir ifadeyle yanıma çöktü ve “Telefonunun şifresi ne?” diye sordu.

Duraksamadan cevap verdim. “2725”

Söylediğim rakamları tuşlayıp kilidi açtıktan sonra kıstığı gözlerini bana çevirdiğinde dürüstçe “Adının kodlaması evet,” diyerek burnumu çektim. Yanımda mendil olmadığı için burnumu silemiyordum ve çekmekten bir hal olmuştum.

Bana derin bir bakış attıktan sonra rehbere girip birini aradı ve telefonu kulağına tuttu. Ceketimin kolunda temiz bir yer bulup yüzümdeki yaşları silerken “Benim amirim,” diye mırıldandı. Asaf amcamı aramıştı demek ki. “İyiyim, bir şeyim yok. Evet, evet, kusura bakmayın. Depoya bomba yerleştirmişler. Evet, patladı. Alevler etrafı sarmadan söndürmek lazım. Tamam, atıyorum. Emredersiniz.”

Telefonu kapatıp cebine attıktan sonra “Gerisini Asaf amir halledecek,” dedi. Başımı sallayarak anladığımı belirttim, zira üzerimdeki şok yerini feci bir halsizliğe bırakıyordu.

Aral, bana sorma gereği bile duymadan beni kucakladığında şikâyet etmeden kollarımı boynuna dolayıp başımı göğsüne gömdüm ve gözlerimi kapadım. Kalbinin atışlarını duyabilmek için kulağımı iyice bastırdım.

Arabanın olduğu yere doğru hızlı adımlarla ilerlerken “Dizlerin mahvolmuş,” dedi, şaşkınca. O da yeni fark ediyor olmalıydı.

“Patlama olduğunda yakınlardaydım, dengemi kaybedip yere düştüm. Sonra deponun önünde bir daha düştüm.”

“Ah, Doktor.”

Burnumu köprücük kemiğinin üzerine bastırdım. “O kadar korkuttun ki beni, halim olsa gerçekten okkalı bir dayak atardım sana.”

İç çekti ve arabanın yanına gidene kadar hiçbir şey söylemedi. Aramızdaki sessizliği bölen tek şey ara ara çektiğim burnumdu.

Arabanın yanına vardığımızda “Anahtar nerede?” diye sordu yavaşça. Tek elimi cebime atarak anahtarı çıkarttım. İyi ki o hengâmede bir de bunu düşürmemiştim.

Anahtarı elimden aldıktan sonra kapıyı açabilmek için beni dizine yaslarken “İndir beni,” diye mırıldandım. “Kendim binebilirim.”

Bunu ona trip atmak için değil, işini daha fazla zorlaştırmamak için söylemiştim ama bana cevap vermek yerine arabanın kapısını açtı ve beni ön koltuğa oturtup kemerimi bağladı. Küçük bir kız çocuğu gibi sessizce benimle ilgilenmesini izlerken geri çekildiği sıra göz göze geldik. Hiçbir şey söylemeden birkaç saniye boyunca bakıştık ve aynı anda birbirimize uzandık. Dudaklarımız iç içe geçtiğinde ellerim çenesine kondu ve sokulabildiğimiz kadar sokulduk birbirimize.

Derdimin bütün dermanı oymuş gibi öptüm onu. Tek çarem, gideceğim tek kapı oymuş gibi. Ne olursa olsun koşacağım ilk kişi oymuş gibi.

Öpücüğümüz her zamanki gibi giderek harlanmak yerine aynı sakinliğinde devam etse de oldukça uzun sürmüştü. İkimizin de buna ihtiyacı olduğunu hissetmiştim. Birbirimizin varlığını hissetmeye ihtiyacımız vardı.

Aral dudağımın kenarına ve çeneme birer öpücük bıraktıktan sonra hafifçe geri çekilip yüzüme baktığında burukça gülümsedim ona. Dudakları titreşti ve uzanıp alnıma da uzun denebilecek bir öpücük bıraktıktan sonra dışarı çıkıp kapımı kapattı. Hemen ardından da arabanın önünden dolanarak kendi yerine yerleşti.

Arabayı ana yola sürdüğü sıra bizim olduğumuz tarafa gelen itfaiyelere takıldı bakışlarım. Asaf amcam hiç vakit kaybetmemiş olmalıydı.

Siren seslerini dinleyerek kafamı geriye atıp koltuğa yaslandım ve bakışlarımı yola diktim. Üzerimde oldukça yoğun bir yorgunluk vardı ve bu, sadece fiziki bir yorgunluk değildi. Ayrıca bacaklarımdaki yaraların sızladığını da hissetmeye başlamıştım. Kısacası canım iki şekilde de yanıyordu.

Yolculuğumuz oldukça sessiz geçti. Ben zihnimdeki korku dolu düşüncelerle uğraşıyordum, Aral’ın ne düşündüğünü bilmiyordum ama canını sıkacak çok şey olduğunun farkındaydım.

Araba evimizin önünde duraksadığında torpidodaki kumandayı çıkarıp bahçe kapısının açılmasını sağladığım, Aral da gaza basarak arabayı bahçeye soktu. Kumandaya bir kez daha basıp otomatik kapıyı kapattıktan sonra Aral arabayı park etti ve anahtarı bana uzatıp arabadan inerek yanıma geldi. Aksini yapmayacağını bildiğimden beni kucağına almasına gerek olmadığını söylemedim ve dünden razı bir halde göğsüne sokuldum.

Evin kapısının önünde duraksadığımızda Aral kapıyı çalma konusunda tereddüt edince Tuana’nın öyle ya da böyle halimi fark edeceğini bildiğimden uzanıp zile bastım. Kapı kısa sürede aralandı ve yüzündeki geniş gülümsemeyle “Hoş geldi-” diyen kardeşim beni gördüğünde lafını yarıda kesti. “Abla? Ne oldu, iyi misin?”

“İyiyim, telaş yapma. Düştüm sadece.”

Bakışları pantolonumun yırtık kısımlarına kayarken “Düştün mü?” diye sordu şaşkınca.

“Ablan gerçekten çok yaramaz,” diye araya girdi, Aral. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı ve anladığım kadarıyla Tuana’nın içini rahatlatmaya çalışıyordu. “Küçük bir işim olduğundan ona arabada beklemesini söylemiştim ama beni dinlemeyip inmiş, sonra da düşüp kendini yaralamış.”

Aral, Tuana’yı etkisi alma konusunda gerçekten çok başarılıydı. Bunu kız kardeşimin yüzündeki endişenin yarı yarıya kaybolmasından anlayabilirdiniz.

“E, hadi çekil de önümüzden içeri girelim. Yaralarıma pansuman yapmam lazım.”

“Ay, pardon, pardon!”

Hızla kenara çekildiğinde Aral ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Bu sırada Tuana da benim ayakkabılarımı çıkartmıştı.

“Yardım edebileceğim başka bir şey var mı?”

“Sen keyfine bak, ben ablanla ilgilenirim.”

Tuana yüzündeki hınzır gülümsemeyle bana imalı bir bakış attıktan sonra hızla başını salladı. “Bana ihtiyacınız olursa seslenmeniz yeterli.”

“Teşekkürler.”

Aral usulca merdivenleri tırmanmaya başladığında yüzümdeki gülümsemeyi kaybettim ve tüm yorgunluğumla başımı tekrar omzuna bıraktım. Üst kata çıktığımızda odamın yerini çok iyi bildiğinden duraksamadan ilerledi ama onu durdurdum.

“Üstüm kirli, bu şekilde odaya geçmeyeyim. Banyoya bırakır mısın beni? Zaten ecza dolabı da orada, dizlerime pansuman yapmam gerekiyor.”

Küçük bir onay mırıltısının ardından yönünü değiştirip banyoya doğru ilerlemeye başladı. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra beni klozetin üzerine oturttu.

“Sen odama geç istersen, gerisini ben hallederim.”

Sözlerim hoşuna gitmemiş gibi kaşlarını çattıktan sonra “Ecza malzemeleri nerede?” diye sordu. Gitmesi için ısrar etmedim, çünkü yanımda kalması bana daha iyi geliyordu.

“Şu sağ alttaki dolaptalar.”

Dediğim dolaptan gerekli malzemeleri alarak önüme bıraktıktan sonra “Pantolonunu çıkartman lazım,” diye mırıldandı. “Sana benim tişörtlerimden birini getireyim, daha rahat edersin.”

Üzerimdeki ceketi çıkarırken usulca başımı salladım. “Olur.”

Aral banyodan çıktığında üzerimdeki ceketi ve gömleği çıkartıp kirli sepetine attım. Üzerimde yalnızca siyah bir sutyenle kalmış olsam da hiçbir utanma belirtisi göstermedim. Halim olsa biraz heyecanlanırdım belki ama ona bile gücüm yoktu.

Elinde kendi siyah tişörtlerinden biriyle içeri girdiğinde bakışları bir anlığına üzerime takılsa da kendisini hızla topladı ve gözlerini yüzümden ayırmadan yanıma geldi. “Gel bakalım.” Tişörtü açıp kafa kısmını genişleterek başımdan geçirdikten sonra kollarını da giymeme yardımcı oldu.

“Şimdi pantolonunu çıkar.”

Pantolonumun düğmesini açarak kumaşı baldırlarımdan aşağı indirdim, ardından da tişörtün eteklerini düzelterek üst bacağımın yarısını kapattım. Gerçi boşa çaba gösteriyordum, zira Aral’ın tüm dikkati pansuman malzemelerindeydi. Bu kadar tatlı bir adam olması bazen kalbimi acıtıyordu.

Pantolonu yaralarıma dikkat ederek bileklerime kadar indirdiğimde Aral işin kalan kısmını devraldı ve kumaşı çekip beni pantolondan kurtardı. Yırtık ve bir hayli tozlu olan kumaşı kenara bıraktıktan sonra hemen önüme oturup bağdaş kurdu ve yeşillerini kurumuş kanla boyanmış dizlerime çevirdi.

“Bayağı da yüzülmüşler,” derken yüzünü buruşturmuştu. “Çok mu kötü düştün?”

“Telaş ve korkudan nasıl düştüğümü bile fark etmedim ki,” dedim dürüstçe. “Yaralandığımı da sen telefonumu aramak için geri döndüğünde gördüm zaten.”

“Ah, Tamay,” dedi üzgünce. “Ah be, Doktor.”

“Sen de bilirsin,” diyerek hafifçe gülümsedim. “Aşk böyle bir şey işte.”

Başı omzuna meyletti ve bana birkaç saniye boyunca hüzünlü diyebileceğim bir şekilde baktı. Aslında bakışlarında başka şeyler de vardı; adı konulmamış şeyler, adını kendim koymaya korkacağım şeyler.

Usulca başını salladıktan sonra bir kez daha sessiz kalmayı tercih etti ve önce tenimdeki kurumuş kanları silip yaranın etrafını temizledi. Ne yaraya sürdüğü şeylere ne de sürüş şekline bir şey söyledim. Zaten benim bilgime ihtiyacı olmadığı vücut dilinden belli oluyordu. Kendi yaralarını sarma konusunda uzman olduğu düşünülürse şaşılacak bir şey değildi ancak yarama sürdüğü ilaçların etkisiyle yüzümü buruşturduğumda beni rahatlatmak için tenime üflemesi kesinlikle izlenilmesi gereken bir manzaraydı.

İki dizime de titiz bir şekilde bandaj yapıştırdıktan sonra ellerini ayak bileklerime sardı ve beklemediğim bir şey yaparak yüzünü kucağıma gömdü. Bir kez daha fark ettiğim üzere ben ona nasıl ihtiyaç duyuyorsam, onun da bana ihtiyacı vardı. Aslında bu ihtiyaçtan da öte muhtaçlıktı.

Tek elimi ensesine, diğerini de omzuna sardıktan sonra başımı eğip yüzümü saçlarının arasına gömdüm. İkimiz de çok yorgunduk ve dinlenmeye ihtiyacımız vardı.

Dudaklarımı saç diplerine bastırdıktan sonra “Duş almak ister misin?” diye sordum. Başını hafifçe iki yana salladı.

“İstemem. Sen ister misin?”

Kısa bir duşa ihtiyaç duymuyor değildim ancak canım hiç yıkanmak istemiyordu. Aslında bakarsanız canım şu an Aral’a sımsıkı sarılıp yatmaktan başka hiçbir şey istemiyordu.

“Hayır, ben de istemem.”

“Peki, ama benim üzerimi değiştirmem lazım.”

Arel, Tuana’yı baloya götürmek için geldiğinde Aral’ın isteğiyle ona kıyafet de getirmişti. Bu yüzden o gün kirliye attığı kıyafetlerine ek olarak eşofmanları da burada kalmıştı. Yani kıyafet sorunu yaşamıyorduk, zaten bu gidişle dolabının yarısını benim odaya taşıyacak gibiydik.

“Odama geçelim o zaman.”

Bacağımın üst tarafını öptükten sonra usulca başını sallayıp benden uzaklaştı ve yerdeki çöpleri toplayarak ayaklandı. Çöpleri banyodaki çöp kutusuna attıktan sonra yerde kalan malzemeleri de tekrar dolaba koyup yanıma geldi. Aslında yürüyebilirdim, canımın çok fazla yanacağını sanmıyordum ancak Aral bana karşı bu kadar nazikken ilgisinin tadını çıkartmak istiyordum.

“Önce elimi yüzümü yıkayayım,” dediğimde kolumdan tutarak ayağa kaldırdı ve ağırlığımın çoğunu üstlenerek lavabonun önüne götürdü beni. Ellerimi sabunla yıkadıktan sonra yüzüme su çaldım ve musluğu kapattım. “Gidebiliriz.”

Beni tekrar kucaklayarak -ki bana hiç ağırlığım yokmuşçasına oyuncak bebek muamelesi yapıyordu- banyodan çıktı ve odama geçtik. Beni yatağıma bıraktıktan sonra saçlarımın üzerine bir öpücük bırakıp gardırobuma ilerledi ve içinden kendi için bir şeyler seçerek bana döndü.

“Ben üzerimi değiştirip geleyim.”

Tatlı bir gülümsemeyle başımı omzuma doğru eğdim.

“Burada da değiştirebilirsin, banyoya gitmene hiç gerek yok.”

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıp kafasını iki yana salladı.

“Bence bugün yeteri kadar heyecan yaşadık, fazlasına gerek yok.”

“Tüh,” diyerek çenemi avcumun içine yasladım. “Bu da gol değil, desene.”

“Sen iflah olmazsın,” diyerek tekrar başını salladı ve dudaklarındaki gülümsemeyle odadan çıktı. Birkaç saniye boyunca aynı tebessümle arkasından baktım, sonra gülümsemem söndü ve iç çekerek kendimi yatağa bıraktım.

Yatağın boşta kalan kısmına dönerek cenin pozisyonu aldım ve ellerimi birleştirip başımın altına yerleştirdim. Yaşadığınız onca şeyin ardından gün sonunda başınızı yastığa koyduğunuz an aklınız asla boş olmazdı. Benim şu an yalnızca aklım değil, kalbim de oldukça doluydu ve yine delicesine ağlayasım gelmişti.

Karşımdaki duvarı izlerken düşünmemeye çalışıyordum. O yangını, hissettiğim korkuyu, geride bırakabileceğim insanları düşünmeden Aral’ın peşine düşüşümü aklıma getirmek bana gözyaşı olarak geri dönecekti çünkü, biliyordum.

Ortamdan soyutlandığımı ve dişlerimi birbirine kenetlediğimi ancak Aral yatağın boştaki kısmına oturarak duvara bakmama engel olduğunda anlayabildim. Bakışlarım usulca ona döndü ve öylece birbirimize baktık. Baktık, baktık, baktık ve daha fazla tutamadığım gözyaşlarım yanaklarımla buluştu. Titreyen alt dudağımı dişlerimin arasına alsam da ağlamamı durduramıyordum. Dudaklarımın arasından bir hıçkırık fırladığında kendimi tutmaya çalışmayı bıraktım ve başımı çevirip yüzümü tamamıyla yastığa gömerek ağlamaya başladım.

Aral, sesli bir şekilde iç çekse de ağlamamamı söylemedi bana. Hatta yanıma uzandı ve yatağın üzerindeki pikeyi ikimizin üzerine örtüp bana üstten sarıldı. Çenesini saçlarımın üzerine yaslayıp tek koluyla beni sarmaladı ve hıçkırıklarım yerini iç çekişlere bırakana kadar usulca sırtımı sıvazladı.

Aradan geçen uzun denebilecek bir zaman diliminin ardından “Biliyorum,” diye mırıldandı yavaşça. “Korktuğunu, buna alışamayacağını biliyorum ama bu benim ölümle ilk burun buruna gelişim değil. Hatta bombadan ilk kaçışım da değil ve muhtemelen son da olmayacak. Çünkü bu mesleği bırakmak gibi bir düşüncem yok.”

Başımı yastıktan kaldırmadan dinledim kısık sesle söylediklerini. Biliyordum. Çok tehlikeli bir görevi olduğunu, özel görevleri olmasa dahi hayatının sürekli tehlikede olduğunu biliyordum. Belki de amcam bir polisle sevgili olmamam konusunda söylediklerinde haklıydı. Bu herkesin kaldırabileceği bir şey değildi. Özellikle de küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş biri için hiç kolay değildi ama artık çok geçti. Ondan vazgeçemeyecek kadar çok seviyordum onu. Her yara aldığında kahrolacak ama tüm yaralarını da bizzat sarmak isteyecek kadar çok seviyordum.

Başımı usulca çevirdim ve görüş açıma giren boynuna doğru “Bunu istemeye hakkım yok zaten,” diye mırıldandım. “Ben seni böyle sevdim, böyle kabullendim. Ama… Endişelenmeyi bırakabileceğimi sanmıyorum. Ölümle burun buruna olduğunu biliyordum ama bilmekle bizzat şahit olmak çok farklı. Bugün gerçekten farkına vardım ve bu farkındalık kaldıramayacağım kadar korkunç.”

Başını hafifçe geri çekip göz göze gelmemizi sağladı. Bakışlarında tuhaf bir ifade vardı.

“Kaldıramayacağın kadar mı? Yani-”

“Hayır, hayır,” diye araya girdim hızla. “Seni kaybetme düşüncesinin beni getirdiği hale bak, sana her şeyden çok ihtiyacım varken kendi isteğimle senden vazgeçebileceğimi mi sanıyorsun? Buna gücüm yeter mi sanıyorsun?”

Omuzları düştü, rahatlamıştı sanki. Yaşadığımız onca şeyden sonra ondan vazgeçebileceğimi nasıl düşünebilirdi ki zaten?

“Ben de senden vazgeçemem,” dedi, ondan böyle bir itirafı duymayı en beklemediğim anda. “Tamay ben… Ben zaten uzun zamandır kendimi sorgulayıp duruyordum. Yani emin olmak zordu, ne hissettiğime kendim bile anlam veremiyordum ama bugün… O depoya koşuşun çıkmıyor aklımdan. Gitmiyor gözümün önünden o çaresiz halin.” Yutkundu. “Gerçi seni o şekilde gördükten sonra hissettiğim korkuyu baz alırsak en çaresiz hangimizdik, ayrım yapması çok zor.”

Ona hüzünlü bir şaşkınlıkla bakmaya devam ederken sırtımdaki elini kaldırıp parmaklarının dışıyla yanağımı okşadı. “Ne kadar inkar etsem de boş artık, çünkü biliyorum. Eskisi gibi olmadığımı, seni kaybetmekten korktuğumu, seni üzmemek için kendi canım için endişe etmeye başladığımı biliyorum. Son zamanlarda zihnimi en çok meşgul eden şey sensin. En olmadık yerde ve zamanda aklıma geliyorsun. Sürekli seni görmek, sesini duymak istiyorum ki ben uzun zamandır kendim için bir şey istememiştim. Kendim için bir şey istemem gerektiğini bile unutmuştum hatta.”

Gözlerim tekrar dolmaya başladı ama bu sefer tamamen farklı bir sebeptendi. Bunu fark edince yüzümdeki parmakları dudaklarımın etrafında gezindi.

“Seni önemsiyorum. Sana değer veriyorum. Üstelik bunları uzun zamandır yapıyorum ama artık çok farklı şeyler de hissediyorum. Yanındayken heyecanlanıyorum, hiçbir sebebi olmamasına rağmen mutlu oluyorum. Sadece yanında durmak bile çok iyi geliyor bana. Tamay, ben seni seviyorum. Bir arkadaş olarak seviyorum, dost olarak seviyorum, sevgili olarak seviyorum. Doktor ben… Ben sana aşığım.”

Kalbim deli gibi atarken titreyen dudaklarımdan şaşkınlık dolu bir nida çıktı. “N-ne?”

Hafifçe gülümsedi ve parmaklarıyla saçlarımı geriye doğru taradı. “Duydun. İtiraf ettim işte. Âşık oldum ben sana. Yani çoktan olmuşum aslında, bugün de fazlasıyla farkına vardım.”

“Aral,” diye fısıldadım çaresiz bir tonda. “Ciddi misin sen?”

“Hiç olmadığım kadar.”

Ağlamaya başladım. “Aral…”

Kollarını bana uzattı ve bedenimi sıkıca sarıp beni göğsüne çekti. Başını eğerek yüzümü omzuyla çenesi arasına sıkıştırırken “Bugün haddinden fazla ağlamadın mı sence de?” diye sordu, muzip bir tonda.

Elimle tişörtünün yakasını kavrayıp sıkarken “Ağlatma o zaman sen de,” diye homurdandım gözyaşları içinde. “Ağlak oldum çıktım senin yüzünden.”

“İlanı aşk ettiğim için ağlıyorsan ben ne yapabilirim? İtirafımı geri mi alayım?”

Başımı öyle bir aceleyle kaldırıp “Sakın!” diye bağırdım ki tepkim, Aral’ın kafasını yastığın üzerine bırakıp küçük bir kahkaha atmasına neden oldu. O kadar güzeldi ki dayanamayıp uzandım ve çenesinden öptüm birkaç kez.

“Bu geceyi ancak böyle büyük bir itiraf güzelleştirebilirdi. O yüzden sakın. Sakın öyle bir şey yapma.”

Parıldayan yeşilleriyle bana baktı. “İstesem de geri alamam ki zaten. Blöf yaptım.”

“Of, çok tatlısın!” diye yükseldim kendimi tutamayıp. “Ne yapayım, öleyim mi aşkımdan şimdi?”

“Mümkünse yaşa. Mümkünse yaşayalım. Ve yine mümkünse, birlikte yaşayalım.”

Kendimi tekrar üzerine atıp sıkıca sarıldım ona. Burnumu saç diplerine sürterken “Hiçbir şey bu kadar mümkün olmamıştı, Başkomiserim,” dedim.

Boynumu öptü. “Öyleyse harika.”

Güldüm.

“Harika, bunu ifade edebilmek için çok alelade kalıyor ama olsun. İçinde senin bulunduğun bir duyguyu anlatmak için kelimeler hep eksik kalıyor zaten.”

Kollarını bedenime doladı. “Teşekkür ederim. Her şey için.”

Gülümseyerek gözlerimi kapattım ve gecenin son gözyaşı yanaklarımla buluşurken “Asıl ben teşekkür ederim,” diye fısıldadım. “Bana âşık olduğun için çok teşekkür ederim.”

 

 

Loading...
0%