Yeni Üyelik
40.
Bölüm

BÖLÜM - 39

@bayanclara

“Asuman ben çıkıyorum, sana kolay gelsin.”

“Tamamdır, Tamay Hanım. Teşekkür ederim.”

Asuman’a gülümseyerek başımı salladıktan sonra merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Acil doğum için hastaneye çağrıldığımdan gece dörtten beri ayaktaydım ve doğum sonrası randevulu hastalara da bakınca yorgunluğum tavan yapmıştı. Allah’tan bugün cumartesi olduğu için öğlene kadar mesaim vardı da eve gidip yarım kalan uykuma dönebilmek için akşamı beklemek zorunda değildim.

Kalabalık hastane koridorunda ilerleyerek hastaneden çıktıktan sonra arka bahçedeki otoparka yöneldim. Arabayı aceleyle tam olarak nereye park ettiğimi hatırlayamasam da arka bahçede olduğundan emindim.

Sırayla park edilen arabaların yanından geçerken bir yandan da bakışlarımı etrafta gezdiriyordum ki otoparkın sonunda beni bekleyen arabamı gördüğümde küçük bir iç çekiş eşliğinde oraya doğru ilerledim.

Arabaya iyice yaklaştığım sıralarda gözüme arabamın hemen yanındaki siyah cip takıldı; daha doğrusu cipe yaslanıp kafasını öne doğru eğmiş kişi. Aral.

Aklıma onunla ilk tanıştığımız zaman geldiğinde içime dolan endişeyle koşmaya başlamıştım bile. Bulunduğum yerden görebildiğim tek şey ellerini hırkasının içinde bir yere bastırdığıydı ki kaşlarının çatılı olması düşüncelerimde haklı olduğumu gösterir nitelikteydi.

“Aral!”

Adını bağırarak arabalarımızın arasındaki boşluk alana girdiğimde kafasını kaldırıp olanca şaşkınlığıyla bana baktı ancak bakışlarından bir anlam çıkaramayacak kadar endişeliydim. Karşısında durur durmaz ellerimi hırkasının içine daldırıp kafamı eğdim.

“Nerede? Nerenden yaralandın? Bıçak yarası mı yine?”

Ellerini hızla karnından uzaklaştırıp kendime görüş açısı oluşturmaya çalışırken pantolonunun kemerine taktığı pembe renkteki kasımpatını görünce öylece kalakaldım. Kalbimdeki hezeyan yerini bambaşka hislere bırakırken dudaklarımı birbirine bastırıp sakinleşmeye çalıştım. Soru işareti dolu bakışlarım yeşillerine kaydığında onun da bana ne yaptığımı anlamaya çalışırcasına baktığını fark ettim ve ellerimi yavaşça üzerinden çekerken “Ne yapıyorsun Allah aşkına ya?” diye sordum, sesim oldukça isyan dolu çıkmıştı.

“Sana sürpriz yapacaktım. Hırkanın iç cebi yoktu, ben de gizlemek için sapını kemerime sıkıştırmaya çalışıyordum. Asıl sen ne yapıyorsun, geldiğini bile görmemiştim.”

Avuç içimi alnıma yaslayıp sakinleşmeye çalıştım. Eğer kalbim endişeyle deli gibi atıyor olmasaydı söylediği şeyin tatlılığına gülebilirdim ancak şu an gülmek bir yana sinir boşalmasıyla ağlayabilirdim bile.

“Seni böyle karnına doğru eğilmiş görünce uzaktan,” diye mırıldandım, kısık çıkan sesimle. “Yaralandın falan sandım, ne bileyim…” Düzgün cümle kuramadığım için ofladım. “Seni ilk gördüğümde de aynı böyle hastaneden çıkmıştım, arabana yaslı bir şekilde elini karnına bastırıyordun. O anlar geldi aklıma, ben de bir anda yine öyle bir şey oldu sandım, aklım çık-”

Elini ansızın enseme koyarak beni kendine çektikten sonra hızla dudaklarıma kapandığında cümlem yarım kaldı. Kısa sürede duygudan duyguya geçiş yapmak beni öyle yormuştu ki bir süre ne olduğunu idrak bile edemedim. Kısa bir süre sonra yapabildiğim tek şey dilinin baskısıyla dudaklarımı aralayıp beni istediği gibi öpmesine izin vermek olmuştu. Öpücüğü sakinleşmek yerine her geçen saniye daha da alevlendiğinde içimdeki korku ve endişeyi bir kenara attım ve kollarımı boynuna dolayıp ona karşılık vermeye başladım.

Boştaki elini sırtıma bastırarak beni kendine yapıştırdığında iyice göğsüne sokuldum. Dakikalarca, nefessiz kalana kadar birbirimizin dudaklarında kaybolduk. Onun ne hissettiğini tam olarak bilemesem de ben kesinlikle büyük bir rahatlama içindeydim. Rahatlama ve minnet.

Dudakları usulca çeneme kaydı, oraya da birkaç öpücük bıraktı ve başını usulca geri çekti. Bakışlarımı kaldırıp onunla göz göze gelmemizi sağladığımda hala ensemde duran elini tenimi okşayarak yüzüme getirdi ve dağılan saçlarımdan bir tutamı kulağımın arkasına sıkıştırdı.

“Özür dilerim, seni korkutmak istememiştim.”

“Özür dilemene gerek yok,” diyerek başımı iki yana salladım. “Sadece son zamanlarda çok fazla şey üst üste geldi ve hala o patlamanın etkisinde olduğum için sanırım, en ufak şeyde endişelenmeye başlıyorum.”

“O gün seni peşimden sürüklememeliydim.”

“Ve o zaman ben de senin patlayan bir depodan son anda kaçtığını asla öğrenemeyecektim, öyle değil mi?” diye sordum kaşlarımı çatarak.

“Söylememeyi tercih ederdim, evet.”

“Bazen seni de tercihlerini dövmek istiyorum.”

“Hımm, buna izin veremem. Çünkü o zaman kendini de dövmek zorunda kalırsın.”

Çenemi dikleştirip ona havalı olduğunu düşündüğüm bir bakış attım. “Ben bir tercih değildim ki tatlım,” diyerek uzanıp yanağından makas aldım. “Çaren yoktu. Geldim ve kalbini ele geçirdim. Tıpkı senin bana yaptığın gibi.”

Dudaklarında peydahlanan küçük tebessümüyle “Öyle mi, tatlım?” diyerek benle alay etse de başını eğip burnunu burnuma sürtmesi çok tatlı olduğu için umursamadım. Bu yüzden hafifçe kıkırdayıp “Öyle, tatlım,” dedim ve çenesinden öptüm onu.

“Bence bu küçük öpücüklere arabada devam etsek daha iyi olur. Otoparkın köşesinde olmamız görülme olasılığımızı azaltsa da burası her geçen dakika daha dolu hale geliyor.”

“İnan bana hiç fark etmez,” diyerek genişçe sırıttıktan sonra aklıma pembe kasımpatı gelince başımı eğdim ve hırkasını kaldırıp öpüşme esnasında bir hayli darbe alan çiçeği kemerinden kurtardım. Büzüşen yaprakları parmaklarımla düzeltmeye çalışsam da “Sanırım ateşli öpücüğümüz bir canlının hayatına mal oldu,” diyerek dudaklarımı büktüm.

“Senin aklını çıkarmama neden olduğunu göz önünde bulundurursak hak etmediğini söyleyemeyeceğim, üzgünüm.”

“Ama o senin aşkının ispatı,” diyerek gözlerimi kocaman açtım.

“Seninle karşılaştırdığım zaman hiçbir şeyin önemi kalmıyor gözümde. Kendimin bile.”

Ağlama moduna geçmemek için kendimi sıksam da başımı boyun boşluğuna gömerek ona sıkıca sarılmama engel olamadım.

“Böyle şeyler söyleme. Kendi canını önemsemediğini duymak çok kötü hissettiriyor.”

“Kendi canımı önemsemiyor değilim, önceden de değildim. Sadece kendimi üstün bir çabayla korumaya çalışmıyordum ama uzun zamandır bunu yapmadığımı fark ettim. En çok da o patlayan depodan kaçarken hissettim bunu. Sana daha önce de söylediğim gibi ölümle ilk burun buruna geldiğim an, o an değildi ama ölmemek için daha önce hiç o kadar büyük bir arzu duymamıştım.” Hafifçe iç çekti. “Benim seninle yaşamak istediğim yıllar var, Doktor. Hem de çok, çok uzun yıllar.”

“Aral…”

Yapabildiğim tek şey adını fısıldayıp ona daha sıkı sarılmaktı, çünkü büyük bir kısmım gözyaşlarına boğulmamak için kendini kasmakla meşguldü.

“Ben de seni seviyorum.”

Daha fazla tutmayı başaramadığım ilk gözyaşım bu cümlesiyle yanaklarımla buluştuğunda hızla sildim onu. Onun bana aşkını itiraf etmesi için bunca zaman beklemişken normal bir şeyden bahsedermişçesine böyle şeyler söylediği ilk anda gözyaşlarımla bozmamalıydım ortamı. Bu yüzden sessizce burnumu çektim ve “Seni sevdiğimi söylememiştim ama olsun, duymak iyi oldu. Teşekkürler,” diye mırıldandım oyunbaz bir ses tonuyla.

“Öyle mi? Oysa söylediğin her kelimede aşkını itiraf ediyormuşsun gibi geliyor bana.”

Başımı geri çekip omzuma doğru eğerken “O kadar diyorsun yani?” dedim. Gözlerime odaklı yeşilleri parıldıyordu.

“Tabii.”

“Şapşal,” diyerek güldükten sonra yanağıyla çenesinin arasındaki noktaya bir öpücük daha kondurdum ve “Ee?” dedim. “Burada olmanızı neye borçluyuz, Başkomerim?”

“Başkomiserin yesin seni.”

“Oluuur… Bu beni oldukça mutlu eder,” diyerek kocaman sırıttığımda burnuma fiske attı.

“Aman hiçbir fırsatı kaçırma, aman!”

“Asla,” deyip neşeyle güldüğümde bu sefer de o uzanıp gülüşümden öptü beni. Bu ani hareketi beklemediğim için yüzümdeki şaşkın ifadeyle öylece kalakaldığımda ifademe gülüp bir kez daha öptü dudaklarımı. Sonra da hareket edebilme yeteneğimi kaybettiğimin farkındaymış gibi elini belime atıp beni arabasının ön yolcu koltuğuna yönlendirdi.

“Yeterince oyalandığımıza göre artık yola çıkabiliriz.”

Elini önüme uzatıp arabanın kapısını açtığında transa geçiş halimden kurtulup başımı hızla ona çevirdim. “Bir dakika, bir dakika! Nereye gidiyoruz biz? Ayrıca benim arabam ne olacak?”

“Geçtiğimiz bir haftanın acısını çıkarmaya gidiyoruz, araban da burada kalıyor. Pazartesiye kadar burada kalması sorun olur mu? Olursa Arel’e söyleyeyim, gelip alsın.”

“Yok, sorun olmaz da,” derken sesim bir hayli şaşkın çıkmıştı. O patlamanın üzerinden yaklaşık bir hafta geçmişti ve bu bir hafta içinde sürekli telefonla konuşup mesajlaşsak da ikimiz de çok meşgul olduğumuz için yalnızca birkaç kez görüşebilmiştik. Onlar da maksimum dört beş saat yan yana kalabilmiştik. “Pazartesiye kadar burada niye kalacak ki?”

“Benimle kalacağın için ona ihtiyacın olmayacak çünkü.”

Gözlerimi kıstım. “Hiçbir şey anlamadım ama seninle kalacaksam tamam, hadi gidelim!”

Gülerek başını salladı. “Bin arabaya öyleyse.”

Önüme dönüp ön koltuğa yerleşeceğim sırada koltuğun üzerindeki çiçek buketini gördüm. Sadece pembe renkteki kasımpatılardan oluşan kocaman bir buketti. Uzanıp buketi kucaklarken “Aral,” diye mırıldandım mayhoş bir ses tonuyla. “Çok güzel ama bunlar!”

“Emin ol senin kadar değiller.”

Her lafıma sevgi dolu bir karşılık bulabiliyor olması inanılmazdı. Aşk adamı olan Aral Ertem’le tanışabildiğim ne kadar şanslı olduğumu her geçen an daha da iyi anlıyordum.

Elimdeki ezilmiş çiçeği de buketin içine soktuktan sonra uzanıp Aral’ın yanağını öptüm. “Çok teşekkür ederim, bayıldım.”

“Beğenmene sevindim.”

Ona genişçe gülümseyerek kucağımdaki çiçeklerle birlikte ön koltuğa oturduğumda Aral kapımı kapattı ve arabanın önünden dolanıp hemen yanımdaki koltuğa yerleşerek arabayı çalıştırdı.

Daha rahat edebilmek adına çantamı arka koltuğa bırakmak üzere döndüğümde arka koltuktaki sırt çantasını görerek duraksadım. Eğer Aral aynı çantadan kendine almadıysa ki, bu kesinlikle bir kadın çantasıydı, çanta benim olmalıydı.

Elimdeki çantayı sırt çantasının yanına bırakırken “Buradaki sırt çantası benim olabilir mi acaba?” diye sordum imalı bir ses tonuyla.

Parmaklarını ritimle direksiyona vururken “Hımm, olma ihtimali çok yüksek,” diye cevap verdi ve anayola çıktı.

“Öyle mi?” diye sordum, yapmacık bir şaşkınlıkla. “Oysa bu çantayı hazırlayıp buraya koyan ben değilim, ne kadar garip.”

“Çok iyi bir insan olduğum için senin için hazırlayacak birini buldum, böylelikle bir de bunun için yorulmamış oldun.”

“O biri, baş harfi Tuana olan biri olabilir mi acaba?”

“Hımm,” derken yüzündeki gülümseme iyiden iyiye genişlemişti. “Bunun olma ihtimali de çok yüksek.”

Koltukta ona doğru kaydım. “Ne oluyor Aral? Nereye gidiyoruz? Söylesene, çok merak ettim ya.”

“Öyle çok merak edilecek bir şey değil, sadece bu akşamı ve yarını baş başa geçirelim istedim. Şile’ye gidiyoruz, kulübeye.”

Yerimde dikleşirken “Sahiden mi?” diye sordum, mutlulukla. Oraya tekrar gidebilmek için can atıyordum resmen.

“Sahi.”

“Tekrar basketbol oynayacak mıyız, peki?”

Bakışlarını birkaç saniyeliğine de olsa yoğun trafikten ayırıp bana çevirdi. “Sen de istersen oynarız elbette.”

“Çok isterim. Hem zaten ancak öğreniyordum basket atmayı, hesapladığımız gibi bir daha oynayamamıştık.”

“Bu sefer acısını çıkarırız, üzülme.”

Kocaman gülümsedim ve arkama yaslandım. “Tamam.”

“Tuana daha gün doğmadan hastaneye geldiğini söyledi, çok yorgun olmalısın. Trafik de çok zaten, gidene kadar biraz kestir istiyorsan.”

“Evet, dörtte falan uyanıp geldim hastaneye ve doğrusunu söylemem gerekirse seni görene kadar yorgunluktan bayılmak üzereydim. Eve kadar nasıl araba süreceğimi düşünüyordum hatta ama muhtemelen seni görünce salgıladığım adrenalin yorgunluğumu unutturdu bana.”

“Hatırlaman an meselesidir öyleyse. Koltuğunu geri yatır da uyu biraz.”

“Ama sen tek kalırsın, canın sıkılır.”

“Yanımda bir dünya insan varken bile yalnız kalabilirim ama sen yanımdayken ben asla tek kalmam, Doktor.”

Kucağımdaki bukete daha sıkı sarılırken usulca başımı salladım. “Doğru, kalmazsın. İzin vermem.”

“Hadi şimdi dediğimi yap, eğer canım sıkılırsa ki nefes seslerini dinlerken bunun pek mümkün olduğunu sanmıyorum, yüzüne bakarım. Canımın sıkıntısı hemen geçer.”

Ağzından zorla laf aldığınız birinden böyle şeyler duyuyor olmak sizi epey afallatıyordu ancak tuhaf bir şekilde alışkanlık da yapıyordu. Sözleri her seferinde kalbimi tekletiyor ve ağzımı açık bıraktırıyordu evet ama ondan çok güzel şeyler duyabileceğimi biliyordum artık. Kabullenmiştim ancak bu şaşırmayacağım anlamına gelmiyordu, çünkü her iltifatında bir üst levele geçmeyi başarıyordu.

Çiçeklerime bir zarar gelmesinden korktuğumdan onları da arka koltuğa bıraktıktan sonra oturduğum koltuğun sırt kısmını biraz geriye yatırdım ve Aral’a doğru dönerek uykuya dalabileceğim rahat bir pozisyon aldım.

“Bana daha rahat bakabilesin diye sana dönük uyuyacağım o halde.”

“Sen bilirsin, ben nasılsa her şekilde sana bakacak bir yol bulurum.”

Ellerimi başımın altına koyarken “Ne istiyorsun ya sen benim kalbimden?” diye isyan ettim. Tamam, alışkanlık yapıyor falan demiştim ama bu kadar üst üste gelen güzel sözlere kimsenin kalbi dayanmazdı ki.

“Ben istediğimi aldım, başka bir isteğim yok.”

Gözlerimi şaşkınca kırpıştırırken “Sen iyisin, değil mi?” diye sordum. “Bir şey falan içip gelmedin?”

Ciddi ciddi düşünüyormuş gibi dudaklarını büktü. “Çay içmiştim, sayılır mı o?”

Kendimi tutamayıp güldüm. “Çayın içinde ne olduğuna bağlı sanırım.”

“Onu ben bilemem maalesef, şansına küs.”

O kadar keyifliydi ki hali ister istemez nedenini sorgulamama neden oluyordu. Başımı kaldırdım ve bakışlarım yeni tıraş edildiği belli olan çehresinde gezinirken “Yanlış anlamanı istemiyorum ama bu mutluluk nereden geliyor?” diye sordum, hafif bir çekintiyle. “Enerji bombası gibisin ve bu kişi genelde ben olurdum, sen değil.”

Kırmızı ışıkta arabayı durdurduktan sonra yeşillerini bana çevirdi. “Doğru, aramızdan biri enerji bombası olacaksa bu kişi yalnızca sen olursun. Benimki enerji değil zaten, yani en azından kaynağında o yok.”

“Ne varmış bakalım kaynağında?”

“Özlem sonrası kavuşmanın verdiği o huzur dolu mutluluk.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Ha?”

Yeşilin yanmasıyla arabayı tekrar harekete geçirirken şaşkın surat ifademe güldü ve bakışlarını yola çevirdi. Yanlış görmüyorsam hafiften utanmış gibiydi.

“Özledim işte seni. En son görüşmemizin üzerinden iki gün geçti ki onlarda da pek yalnız kalamadık. Telefonda konuşmak ya da sürekli mesajlaşmak, yüzünü görüp kokunu solumakla aynı etkiyi vermiyor.”

Bana yandan bir bakış atarak şaşkınlıktan açık kalan ağzımı gördüğünde kaşlarını çattı.

“Niye bu kadar şaşırdın, sen özlemedin mi beni?”

Benden bir cevap çıkmayınca -ki ciddi manada dilim tutulmuştu- gıcık varmış gibi boğazını temizledi. “Yani tamam, özlemek zorunda değilsin elbette ama yani benim özlemiş olmam da bu kadar şaşılacak bir şey de-”

Dikkatini dağıtacak olmayı umursamadan tek elimle yüzünü sabitledim ve uzanıp yanağına kocaman bir öpücük kondurdum ama yetmedi. Ben de peş peşe birkaç kez daha öptüm onu. Eğer araba kullanmıyor olsaydı çoktan dudaklarına yapışmıştım.

Elimi, yüzünü sabitlemek için tuttuğum yanağından ayırmadan geri çekildiğimde dudaklarını hafifçe kıvırıp “Bu, senin de beni özlediğin anlamına geliyor galiba?” diye mırıldandı.

“Sana her seferinde birlikte yaşamamız gerektiğini söylüyorum, Aral,” diyerek güldüm. Başparmağımla yanağını okşuyordum. “Bunu soruyor olman bile bana haksızlık ama sen… Senin tatlılığın bugün tavan yapmış sanki.”

Suratını buruşturarak “Bana tatlı dememen gerektiğini daha kaç kere söyleyeceğim?” diye sızlansa da hala oldukça keyifliydi.

“Tatlılık yapmayı bırakırsan demem, söz.”

“Ben tatlılık yapmıyorum zaten.”

“Evet, yapıyorsun. Hem de her zaman.”

Hakarete uğramış gibi gözlerini kocaman açarak bana döndüğünde arabada yankılanan bir kahkaha patlatıp yüzünü tutan elimle yanağını mıncırdım. “Dua et araba kullanıyorsun, Başkomiserim. Dua et.”

Yanağını elimden kurtarmak için kafasını geriye çekiştirirken “Hani uyuyacaktın sen?” diye kızdı bana. Daha doğrusu kızmaya çalıştı ama daha çok küçük bir oğlan çocuğu gibi mızmızlanıyordu. “Beni rahat bırakıp uyur musun lütfen?”

“Seni rahat bırakmamı isteyecektin madem, niye beni almak için hastaneye kadar geldin?” diye söylensem de elimi üzerinden çekip tekrar kendi koltuğuma yaslandım. Oynaşırken kaza falan yapmamızı asla istemezdim çünkü.

Bir anlığına bakışlarını yüzüme çevirdi ve anladığım kadarıyla sözlerimde ciddi olup olmadığımı anlamaya çalıştı. İşini kolaylaştırmak için ona genişçe sırıttım, çünkü şu an asla rol bile yapamayacak kadar keyifliydim.

Sabır dilenircesine iç çekse de hala küçük bir gülümseme vardı yüzünde. “Radyoyu açayım ister misin?”

“Ninni niyetine mi?” diye takıldım ona. “Bu kadar mı istiyorsun uyumamı?”

“Sadece dikkatimi yola verebilmek istiyorum. Ve tabii senin de dinlenmeni.”

Hafifçe güldüm. “Tamam, tamam, uslu duracağım. İstiyorsan radyo da açabilirsin.”

Koltuğumun sırt kısmını geriye doğru yatırıp uyku pozisyonu aldıktan sonra Aral’ın uzanıp listesinden şarkı seçmesini izledim. Barış Akarsu’nun sesi hafif bir tonda arabadaki sessizliği doldurduğunda bakışlarım Aral’ın çehresindeydi. Şarkının yavaş tonu beni sakinleştirirken ezberlemek istercesine bir dikkatle inceledim onu. Çenesinin şeklini, burnunun kusursuzluğunu, uzadıkça kıvrılmaya yüz tutan kumral saçlarını seyrettim uzun uzun. Arada bir bana kısa bakışlar atıp onu izlediğimi görse de hiçbir şey demedi.

Lakin bu keyfim çok uzun süremedi. Zira dalga geçmiş olsam da radyoda çalan yavaş parçalar ve uyku pozisyonum geri plana attığım uykusuzluğumu harekete geçirmişti. Göz kapaklarım yavaşça inerken hatırladığım son şey Aral’ın ritimle direksiyona vuran parmaklarının ne kadar güzel olduğunu düşündüğümdü.

Sıcak bir kuytuya çekilerek havalandığımı hissettiğimde gözlerimi yavaşça aralamaya çalıştım ancak daha ilk hamlemde başıma uygulanan hafif baskıyla o hoş sıcaklığa iyice gömüldüm.

“Şşt, uykuna geri dön, Doktor.”

Aral’ın kısık tonlu sesi içimi bir hoş ederken kokusunun yoğunlaştığı bölgeye burnumu bastırıp uyku dolu mırıltılar çıkardım. Beni daha sıkı sarmalayıp yürümeye başladığında “Geldik mi?” diye sormaya çalıştım ancak sesim oldukça boğuk çıkmıştı.

“Evet, geldik.”

Düzgün konuşamamış olmama rağmen söylediklerimi anlamış olması beni mutlu etse de uykum o kadar ağır basıyordu ki gözlerimi aralamak istemiyordum. Bu yüzden ona biraz daha sokuldum ve “Çok uykum var,” mızmızlandım.

Duraksayarak beni dizine yasladığında kapıyı açmaya çalıştığını anlayıp boynuna sarılı olan kollarımı sıktım.

“Biliyorum, o yüzden uykuna geri dönmeni söyledim. Böyle konuşarak iyice açacaksın uykunu.”

Haklı olduğunu idrak edebilecek kadar bilincimin açık olduğunu fark ettiğimde cevap vermeyi es geçip tekrar uyku moduna geçmeye çalıştım. Kapının açılma sesi ve Aral’ın ayakkabılarını çıkarttığına dair hışırtılar geriden geliyormuş gibi gelse de idrak edebiliyordum.

Bir süre daha havada yolculuk ettikten sonra sırtım soğuk bir zeminle buluştuğunda hafifçe ürpererek Aral’a daha çok sokulmaya çalıştım ama bana izin vermedi ve alnıma yatışmama yardımcı olan bir buse bırakıp ayakkabılarımı çıkarttı.

“Çantadan senin için bir şeyler bulmamı ister misin?”

Aslında bıraksa bu halde de hızla uykuma geri dönebilirdim ancak elde seçenek varken kullanmamak saçma olurdu. Bu yüzden onaylayıcı birkaç mırıltı çıkardım.

Aral tekrar gelene kadar geçen sürede tekrar uykuya dalmama ramak kalmış olmalıydı, zira fısıltıyla da olsa adımı söylediğini duyduğumda istemsizce irkilmiştim.

“Çantada pijama tarzı bir şey yok, eşofman ve kısa tayt var. Bir de beyaz, dantelli ve giyebileceğinden çok daha küçük görünen bir şey.”

Söyledikleri ilgimi çektiği için tek gözümü merakla aralayıp neden bahsettiğini anlamaya çalıştım. Çatılan kaşlarıyla elindeki geceliğimi inceliyordu.

“Çantamı Tuana’ya hazırlatırsan böyle olur,” diyerek hafifçe güldüm. Fırsatçı kardeşim, tam da ona yakışır bir hareket sergileyerek en açık geceliğimi koymuştu çantaya.

“Uyurken bunu mu giyiyorsun yani? Hiçbir şey giymesen de bir şey değişmez, boşa uğraşma giymeye çalışmakla.”

Başımı temiz deterjan kokan yastığa bastırırken gülmeye devam ediyordum. “Senin için sorun olmayacaksa öyle de yatarım, benim için hiç önemli değil.”

“Benim için oldukça büyük bir sorun. En iyisi sana kendi tişörtlerimden birini vereyim.”

Elindeki geceliği son bir kez daha inceledikten sonra tekrar çantaya tıkıştırmasını göz ucuyla izlerken o geceliği giymeden buradan gitmemeyi aklıma koymuştum bile.

Uykumdan tamamen sıyrılmadan evvel üstümdekileri çıkarmak için harekete geçtim ve yattığım yerden gözlerimi açmadan üzerimdeki gömleğin düğmelerini açmaya başladım. Tüm düğmeleri açtığım sıra yanımdaki boş kısım çökünce Aral’ın geri geldiğini anlayıp ellerimi üzerimden çektim ve gerisini ona bıraktım.

Aral, eliyle sırtıma destek yapıp beni hafifçe kaldırdıktan sonra üzerimdeki gömleği sıyırdığında karşısında sadece beyaz bir sutyenle kalmıştım. Yüzündeki ifadeyi görmeyi çok istesem de bir öncekinde olduğu gibi bakışlarını benden kaçıracağını düşünerek kendime hâkim oldum ve gözlerimi aralamadım. Belki ona bakmıyor oluşum küçük kaçamaklar yapmasına yardımcı olurdu.

Aradan geçen saniyelere rağmen tişörtünü bana giydirmek için bir hamlede bulunmayınca daha fazla dayanamayıp ona bakacaktım ki dudaklarının baskısını köprücük kemiğimin üzerinde hissedince kendimi frenledim. Kalbimde ani ritim bozukluğu oluşurken dudaklarını tenime sürterek aşağı indirdi ve sol göğsümün üzerine de yumuşacık bir öpücük bıraktı.

“Bu kadar narin bir tene sahip olman kalbim için hiç iyi değil.”

Fısıltıyla söylediği şeyleri duyduğumda yutkunmamak için kendimi tutmam gerekmişti. Onu kaçırmaktan korkuyordum çünkü.

İki göğsümün arasındaki boşluğa da dudaklarını nazikçe dokundurduktan sonra hafifçe iç çekip tişörtü olduğunu düşündüğüm şeyi yavaşça başımdan geçirdi. Kollarımı kaldırarak tişörtü giydirmesine yardımcı olsam da gözlerimi aralamadım.

“Pantolonunu çıkarmak ister misin?”

“Ben hallederim,” diye mırıldandım usulca.

“Pekâlâ,” diyerek şakağıma uzun bir öpücük kondurdu. “Rahat rahat uyu sen, ben içerideyim.”

Tek gözümü aralayıp yalvaran bir bakış attım ona. “Sen de benimle uyumayacak mısın?”

Saçlarımı okşadı. “Aslında yanına yatsam muhtemelen uyurum ama içeride işlerim var. Zaten gece birlikte uyuyacağız, dert etme.”

Israrcı olmak istemediğimden “Peki,” diye mırıldanıp tekrar yumdum gözümü. “Çok uyumama izin verme ama. Bu sefer de gece uyuyamam ve senin de uyumanı engelleyebilirim.”

Gülüşü içimi eritirken bir kez daha öptü şakağımdan. “Emriniz olur, Doktor Hanım.”

“Güzel.”

Aral’ın odadan çıktığını kapının kapanma sesinden anladığımda ellerimi tişörtün altına uzatıp kumaş pantolonumun düğmesini açtım ve çekiştirerek çıkarttım. Ardından da yarı kapalı gözlerimle yatağın diğer ucuna atıp üstümü örterek yatağa gömüldüm. Başka bir zaman olsaydı bunca olaydan sonra uykum çoktan kaçmış olurdu ancak o kadar yorgundum ki uykusuzluk baş ağrısı yapmaya başlamıştı. Bundan mütevellit deterjan yerine Aral kokmasını dilediğim yastık bile dakikalar içinde derin bir uykuya dalmama engel olamadı.

Burnuma dolan kokularla uykudan sıyrıldığımda gözlerimi açmadan gerinerek yatağa daha da yayıldım. Kendime yeni bir pozisyon bulup yeniden uykuya dalmaya meyilliydim, ta ki nerede olduğum aklıma gelene kadar. Gözlerim hızla aralanırken uyku mahmurluğuyla etrafa bakındım ve Aral’ın daha önce hiç görmediğim yatak odasında olduğumu fark ettim. Bu farkındalıkla mahmurluğumdan gereğinden fazla hızlı bir şekilde ayrılırken dirseklerimi yatağa bastırarak doğruldum ve önüme gelen saçlarımı ellerimle geriye atarak merakla etrafa bakındım.

Oda; oturma odasından biraz küçük, mutfaktansa büyüktü. Üzerinde yattığım iki kişilik yatak haricinde çift kapaklı büyükçe bir gardırop, yatağın sağ kenarında orta boylarda bir komodin, ikili koltuk ve makyaj masası olduğunu düşündüğüm ama burada olmasına asla mana veremediğim aynalı bir masa vardı.

Üzerimdeki ince örtüyü kenara atarak ayaklarımı yataktan aşağı sallandırdığım sıra yerdeki kumaş pantolonumu görerek hafifçe yüzümü buruşturdum. En son yatağın üzerine attığımı hatırlıyordum, uyurken aşağı düşürmüş olmalıydım.

Uzanıp pantolonu yerden aldıktan sonra tekrar yatağın üzerine bıraktım ve ayağa kalktım. Üzerimdeki tişört diz kapaklarımın bir karış üzerine kadar iniyordu lakin daha rahat edebilmek adına -Aral’ın tepesine tırmanmak falan isteyebilirdim sonuçta- koltuğun üzerindeki sırt çantamın yanına gittim ve Aral’ın bahsettiği kısa taytı bulup giydim. Tişört taytı göstermeyecek kadar kısa olduğu için tişörtün ön kısmını alıp hoş görünecek şekilde taytın içine sokuşturdum ve beni uyandıran kokuların kaynağını bulmadan evvel lavaboya gidebilmek için odadan çıktım.

Kare şeklindeki salona çıktığımda mutfaktan gelen takırtıları daha net duyabiliyordum ancak tuvalet ihtiyacım ağır bastığı için öncelikle lavaboya gittim. İşlerimi halledip elimi yüzümü yıkadıktan ve dağılmış saçlarımı elimle tarayarak tepemde bağladıktan sonra ağzımın kokmasından endişe ettiğim için lavabo dolabını karıştırmaya başladım. Aslında umduğum şey diş macunu bulduktan sonra parmağımla dişlerimi fırçalamaktı lakin diş fırçalığında iki adet fırça bulunuyordu ve bir tanesi paketinin içinde duruyordu.

Önce Aral’ın bunu benim için özel olarak aldığını düşünerek küçük bir kalp spazmı geçirdim ancak bu halim uzun sürmedi, zira kendine yedek olarak ikinci bir fırça almış olması daha olasıydı. Bu yüzden kendimi sakinleştirdim ve fırçayı kullanmak için Aral’a sormam gerek olmadığını düşünerek paketini açıp dişlerimi bir güzel fırçaladım ve aynaya son bir kez bakıp iyi göründüğüme karar verdikten sonra banyodan çıktım.

Hızlı ama bir o kadar da sessiz adımlarla ilerleyip mutfak kapısında duraksadığımda Aral’ı tezgâh başında görmek beklediğim bir şey olduğu için şaşırmamıştım lakin onu domates doğrarken bile bu kadar yakışıklı bulabiliyor olmam takdire şayandı doğrusu.

Başımı kapı kenarına yaslayarak birkaç dakika boyunca oldukça kısık bir tonda çaldığı ıslıkla birlikte sebze doğramasını izledikten sonra uzak kalmaya daha fazla dayanamayacağımı anlayarak yavaş adımlarla mutfakta ilerlemeye başladım. Hemen arkasında durduktan sonraysa saatin kaç olduğuna aldırmadan “Günaydın!” diye cıvıldayıp kollarımı etrafına doladım. Ellerimi karnının üzerinde buluşturduktan sonra yanağımı omzuna yasladığımda “Bana gün doğalı bayağı bir oldu aslında ama sana da günaydın,” diyerek takıldı bana. Kollarımı ona sardığımda hiç irkilmemiş olması beni fark ettiğini gösteriyordu lakin hiç belli etmemişti.

“Uyandığımı anlamış mıydın? Oldukça da sessizdim hâlbuki.”

Başını çevirip saçlarımın üzerine tatlı bir öpücük bırakıp “Banyo kapısının sesini duydum,” diye açıklama yaptı. “Ondan beridir de bir kulağım sende.”

“Aman, bir şeyi de duymayıver.”

“Mesleğim bana her an tetikte olmayı öğretti ve bunun için üzgün değilim. Ama üzgün olmadığım için üzgün olabilirim.”

Başımı sırtından ayırdıktan sonra yanına geçip çatık kaşlarımla baktım ona. “Ne diyorsun ya? Yeni uyanmış birine böyle cümleler kurulur mu?”

Halim, dudaklarının kıvrılmasına neden olurken uzanıp yanağıma sesli bir öpücük kondurdu. “Dişini fırçalamayı akıl edecek kadar ayıldıysan ne dediğimi de anlaman lazım aslında ya.”

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Resmen benimle dalga geçiyordu. Burnumu kırıştırdım.

“Çok ayıp. Dolapta fazladan diş fırçası görünce alıp kullandım işte. En son kaç saat önce yemek yediğimi bile bilmiyorum, bıraksaydım da ağzım mı koksaydı yani?”

Doğradığı domatesleri büyük bir kaba aktarırken sorduğum soruya cevap vermek yerine “Fazladan değildi,” dedi. O an benle dalga geçişine takılı kaldığım için ne dediğini anlayamamıştım. Bu yüzden “Ne fazladan değildi?” diye sordum.

“Diş fırçası,” diye cevap verdi, normal bir şeyden bahsediyormuşçasına yaptığı şeye odaklanmıştı.

Yanlış anlayıp anlamadığımı teyit etmek için “Fazladan değildi, ne demek?” diye sordum.

“Fazladan değildi, demek,” dedikten sonra yeşillerini bana çevirdi. “O fırçayı senin için alıp oraya koydum, demek.”

Bir an ne söyleyeceğimi şaşırdığım için “Ha,” deyiverdim. “Şey, anladım.”

Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilememiş olmam onu eğlendirmişti. Bunu fazlasıyla belli eden yüz ifadesiyle “Güzel,” demesinden anlayabilirdiniz.

Bakışlarımı ondan kaçırıp yeni bir muhabbet açabilmek adına beni uyandıran kokunun kaynağını ararken mutfağın diğer ucundaki ikili yemek masasının değiştiğini fark ettim. Bu yemek masası diğerinden çok da büyük sayılmazdı ancak çok daha güzel olduğu kesindi.

“Masayı değiştirmişsin,” diyerek ona döndüm. “Hayırlı olsun ama diğeri de güzeldi, niye değiştirdin ki?”

“Değiştirmedim, daha doğrusu onu arka bahçedeki verandaya koydum. Buraya da yeni aldım işte.”

Kaşlarımı kaldırdım şaşkınlıkla. Nihayetinde bu evdeki her şeyi tek kişilik ayarlayan biriydi, niye böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyduğunu acayip merak etmiştim. Bunu ona da belli ettim. “Neden ki?”

Umursamazca omuz silkti. “Hava güzel olduğunda, bugünkü gibi yani, dışarıda yemek yiyebiliriz diye düşündüm.” Bakışları bir anlığına bana kaydıktan sonra aceleyle yaptığı salataya geri döndü. “İkimiz yani.”

Yanlış duymuyordum veyahut anlamıyordum, değil mi? Aral, kendi için yaptığı ahşap kulübesini benimle birlikte kullanabilmek için eşyalarına ufak dokunuşlar yapmıştı.

“Ben… Ne diyeceğimi bilemiyorum. Çok düşüncelisin, teşekkür ederim.”

Bir kez daha omuz silkerken bakışlarını benden kaçırdığını fark ettim. Şapşal başkomiserim utanmıştı…

“Öyle abartılacak bir şey değil.”

Ellerimi uzatıp yüzünü avcumun içine alarak bana bakmasını sağladım. Yaptığı şeyi önemsizleştiremezdi. Basitleştiremezdi de. Bu onun için çok, çok büyük bir adımdı. “Evet, çünkü çok daha fazla abartılması gereken bir şey.”

Bir an öylece gözlerimin içine baktı. Sözlerimde ciddi olup olmadığımı sorguluyordu sanki. Bakışlarımı ondan asla kaçırmadan ne kadar ciddi olduğumu belli etmeye çalıştım. Sonucunda başarılı olmuş olacaktım ki yüzü ellerimin arasında esir olduğu için iç çekerek gözlerini kapattı.

“Sadece yemek masası için böyle düşünüyorsan diğer şeyleri söylememem daha hayırlı olacak galiba.”

“Yemek masası ve diş fırçası için,” diyerek eksiğini tamamladıktan sonra merakla ekledim. “Diğer şeylerden kastın ne?”

Tek gözünü açıp “Bana söyletmek yerine kendin bakarsan kendimi daha az utanmış hissedeceğim,” dedi. O kadar tatlıydı ki tüm şaşkınlığım ve merakıma rağmen güldüm ancak ona tatlı olduğunu söylemedim. Konunun değişmesini asla istemiyordum çünkü.

“Pekâlâ, nereye bakmam gerekiyor?”

Kaşlarıyla yukarıyı işaret edince yüzünü ellerimin arasında tutmaya devam ederek başımı çevirdim ve işaret ettiği yere baktım. “Mutfak dolaplarından mı bahsediyorsun?”

Hafifçe başını salladığında ellerimi üzerinden ayırıp birkaç adım geriledim ve en yakınımdaki mutfak dolabını araladım. Gördüğüm şeyler üzerine şaşkınlıkla Aral’a dönüp “Bunlar da ne?” diye sordum. Bir önceki gelişimde makarna yapabilmek için zar zor bulduğum malzemelerin haricinde bir dünya mutfak araç-gereci dizilmişti dolaba.

Aral’ın cevap vermesini beklemeden diğer dolaplara baktığımda onların da bir önceki hallerine göre epey dolu olduklarını gördüm. Tabaklar, bardaklar, tava ve tencereler çoğalmıştı.

Yarı şaşkın yarı güler bir halde ona dönüp “Burada misafir ağırlamaya mı karar verdin?” diye sordum. Bu düşünceden hiç hoşlanmadığını belli edercesine kaşlarını çatıp “Elbette hayır,” diye cevap verdi.

“E, bu kadar şey niye aldın o zaman?”

“Bize lazım olur diye.”

“Bize lazım olur diye mi?”

“Yani… Her zaman değil elbette. Çok sık gelmek istemeyebilirsin ve bu da senin en doğal hakkın ama yani, işte, arada bir geldiğimizde eksiklik çekmeyelim diye.”

Duygulanarak kısık bir ses tonuyla “Aral,” diye mırıldandıktan sonra hızla aramızdaki mesafeyi kapattım ve bir kez daha yüzünü avuçlarımın arasına aldıktan sonra onu öptüm. Öpücüğüme hiç vakit kaybetmeden karşılık verdiğinde ona biraz daha yaslandım ve nefessiz kalana kadar öpüştük.

Ciğerlerimin daha fazla dayanamadığı noktaya geldiğimizde başımı hafifçe geri çektim ve gözlerinin içine bakarak “Sen nereye istersen oraya gelirim,” dedim. “Hatta istemene bile gerek yok, sen neredeysen ben de oradayım demektir ve emin ol, bundan hep mutluluk duyarım. Ama böyle şeylere hiç gerek yoktu. Yani benim için sevdiğin şeyleri değiştirmeni istemiyorum. Ben seni buradaki tek tük tavalarınla, tek sandalyesini dışarı attığın yemek masanla sevip benimsedim. Başka hiçbir şeyde gözüm yok.”

“Biliyorum. Senin isteyeceğini düşündüğüm için yapmadım zaten. Kendim için yaptım. Her eşyanın sayısını teke indirmemin sebebi öylesini daha çok sevdiğimden değildi, sadece öyle olmasını gerektiğini düşünüyordum işte. İhtiyacım olmayacağını düşünüyordum. Buraya fazladan eşya almamın onları kullanacak birilerini bulmayı umduğumu düşündürüyordu ve kendime böyle bir şeyin olmadığını veya olmayacağını kanıtlamak istiyordum. Şimdiyse her şeyin tam tersini düşünüyorum.” Hafifçe iç çekti. “Burayı ikimizin de çok sevdiği eşyalarla, anılarla doldurmak istiyorum. Tabii eğer sen de istersen…”

Dudaklarına hızlı ama büyük denebilecek bir öpücük daha kondurdum. “Çok isterim hem de.”

“Böyle düşünmene sevindim.”

Ona mutluluktan ağlayacakmışım gibi bakarken aklıma gelen şeyle başımı omzuma doğru eğdim ve temkinli bir şekilde “Yatak odasındaki makyaj aynasını da yeni almış olabilir misin?” diye sordum. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.

“Şey, muhtemelen… Yani evet, olabilirim.”

“İnanmıyorum sana,” diyerek gözlerimi kocaman açtığımda, “Abartılacak bir şey değil,” dedi hızla. “Oda zaten çok boş duruyordu. Şeyle birlikte-” Her ne söyleyecekse vazgeçmiş olacaktı ki aceleyle sustu. “Masa odayı doldurdu işte. Yakıştı, hoş oldu.”

Gözlerimi kısıp “Neyle birlikte?” diye sordum.

“Hiç, hiçbir şey…”

“Aral!”

Pes ettiğini belirten bir şekilde iç çekti. “Yatak. Yatakla birlikte.”

Aklıma dakikalar önce derin bir uykuda olduğum yatak gelirken “Ne olmuş yatağa?” diye sordum.

“Onu da değiştirdim,” diye mırıldandı utana sıkıla ancak neden bu halde olduğunu hala idrak edememiştim.

“Çok mu eskiydi, anlamadım?”

“Eski değil, tek kişilikti.”

Gözlerim kocaman açıldı. “Ha?”

Sorguya daha fazla dayanamamış olacaktı ki “Buraya taşındığım zaman her şeyin sayısını teke indirdiğimden bahsediyorum saatlerdir,” diye isyan etti. “Yatağımın çift kişilik olmasını beklemiyordun değil mi?”

Gayet de bekliyordum, çünkü yataktı o. Yani yetişkin insanlar genelde -eğer yerleri de varsa tabii- daha rahat yatabilmek için kendilerine çift kişilik yatak alırlardı.

Dilim tutulduğu için bir şey diyemesem de sessizliğim onun için yeterli bir cevap oluşturmuştu.

“Seninle birlikte daha rahat uyuyalım diye yatağı da değiştirdim işte. Çift kişilik, büyük bir yatak aldım.”

“Gerçekten çok şaşkınım şu an. Ne diyeceğimi de bilemiyorum,” diyerek kafamı salladığımda gözlerini devirdi.

“Onu anladım, evet.”

“Aral… Bu kadar şeyi değiştirmiş olman, yani ne bileyim, daha ikinci kez geliyorum buraya ve sen biraz…”

Tamamlayamadığım cümlemi “Hızlı mı davranıyorum?” diye devam ettirdi. “İtiraf etmem gerekirse bunu ben de çok düşündüm. Çok mu acele ediyorum? İçimdeki coşkuya kapılma konusunda yanlış mı yapıyorum?” Sustu ve ellerinden birini bana doğru uzatıp başparmağıyla alt dudağımın kenarını okşadı. “Ama sonra dedim ki kendime: Otuz iki yaşında koca adamsın. Sence de çok geç kalmadın mı?

Gözlerim dolarken “Aral,” diye fısıldadım can çekişir gibi. Sonra da kollarımı boynuna dolayıp sıkıca sarıldım ona. “Seni öyle çok seviyorum ki.”

Başını benimkine yaslayıp “Ben de seni seviyorum,” dedi. “Çok seviyorum hem de.”

Kollarımı boynundan ayırmadan başımı geri çektim ve parıldayan yeşillerine bakarak “Ne yapayım şimdi ben sana?” diye sordum. “Seni delirtene kadar öpeyim mi?”

“O işin sonu kolay kolay gelmez ama. Hem o kadar yemek yaptım, boşa gitmesin,” deyip gergince gülümsediğinde, ciddi anlamda onu baştan çıkarmamdan korktuğunu fark ederek koca bir kahkaha patlattım. Gözlerini kırpmadan beni izliyor oluşu kendimi durdurma konusunda fazlasıyla zorlanmama neden oluyordu ancak onun için bunu başarabilirdim; en azından yemeğimizi yiyene kadar.

Kollarımı kendime çekip bir iki adım geriledikten sonra “O zaman lütfen beni yaptığınız o lezzetli yemeklerle tanıştırın, Başkomiserim,” diyerek gözlerimle mutfağı taramaya başladım. “Beni uykumdan uyandıracak kadar güzel kokan şeyin ne olduğunu görmem lazım.”

“Yemek kokusuna mı uyandın gerçekten?”

“En azından ben öyle sanıyorum.”

“Fırında köfte-patates var,” diyerek başıyla fırını işaret ettikten sonra salatasına geri döndü. “Sen banyodayken kapattım, soğumasın diye de almadım fırından. Bir de pilav yaptım,” dedikten sonra da elindeki bıçakla tezgâhın diğer ucundaki örtüyle örtülmüş bir şeyi işaret etti. “Onu da soğumasın diye sarıp sarmaladım. Annem pilav hemen yenmeyecekse genelde öyle yapar.”

“Yengem de öyle yapıyor,” diyerek güldükten sonra biraz önce açtığım dolaplara uzandım. “E ben de bir işin ucundan tutup masayı kurayım bari.”

İki tane tabak çıkarıp dolabı kapattıktan sonra çatal-kaşık almak için çekmeceyi açmıştım ki o ana kadar düşünemediğim bir şey geldi aklıma. “Aa, ben Tuana’yı aramadım hiç. Gece evde tek başına kalmasın, arayıp söyleyeyim de amcamlara falan gitsin.”

Elimdekileri tabaklardan birinin içine koyduktan sonra telefonumu bulmak üzere yatak odasına gidecektim ki “Tek kalmayacakmış zaten, merak etme,” diyerek durdurdu beni. “Dün gece bir arkadaşında kalmış sanırım, bu gece de o arkadaşı sizde kalacakmış. Kız kıza parti yapacaklarmış.” Duraksayarak kaşlarını kaldırdı. “Pijama partisi gibi bir şey söyledi yanlış hatırlamıyorsam.”

“Oh, tamam, içim rahatladı. Ayrıca kız kıza yapılacak en iyi aktivitelerden biridir pijama partisi. Hatta kız kıza da olmak zorunda değil, biz bile yapabiliriz. Olayın amacı evde vakit geçirmek.”

Doğradığı salatalıkları geniş kaba aktardıktan sonra gerekli diğer malzemeleri de atarak salatayı karıştırmaya başladı.

“İyi de senin pijaman yok.”

“Ama geceliğim var?”

Salatayı karıştırmayı bırakıp irice açtığı gözleriyle bana döndü. “Hayır, yok.”

Her ne kadar uslu durmaya karar vermiş olsam da işaret parmağımı omzuna sürtmeme engel olamadım. “Olduğunu çok iyi biliyorsun, Başkomiserim.”

Kötü bir haber almış gibi boynunu bükerken “Bende de kalp var, biliyor musun? Yeni öğrendim,” dedi. Hali yüzünden bir anlığına şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırsam da kahkahalarla gülmeye başlamam uzun sürmemişti.

“Bu sefer yaptığın tatlılıklar bile işe yarayamaz, üzgünüm.”

Asık bir suratla önüne dönüp salatayı iki geniş kâseye pay ederken “Tatlılık yaptığım yok zaten,” diye homurdandı.

“Ama yapıyorsun…”

“Tamay!”

Ellerimi aceleyle havaya kaldırıp “Tamam, tamam!” diyerek güldüm. “Teslim oluyorum. Arkamı döneyim mi? Üstümü aramak ister misiniz?” Sözlerim çatık kaşlarını gevşettiğinde üstüne gittim. “Ama üstümdeki şey size ait, yani yasa dışı bir şey bulursanız hapse girecek kişi siz olabilirsiniz.”

“Üstündekinin bana ait olduğu ne malum? İspatlayamadığın bir şey için suçu başkasına atamazsın.”

“Madem öyle, tutuklayın beni.” Ellerimi ona doğru uzatıp muzipçe sırıttım. “İsterseniz kelepçe de takabilirsiniz.”

Bana baktı. Baktı, baktı, baktı ve sonunda hiçbir şey söylemeyip önüne döndü. Musluğu açarak ellerini yıkadığını gördüğümde alaycılığımı abartıp abartmadığımı sorgulamaya başladım.

Musluğu kapatıp ellerini mutfak dolabına asılı olan havluya silerken “Şey,” diye mırıldandım, oldukça çekingen bir ifadeyle. “Abarttım mı biraz?”

Havluyu bırakıp usulca bana döndü ve sessizliğini sürdürerek birkaç saniye boyunca yüzüme baktı. Kalbimin iyiden iyiye endişeyle çarpmaya başladığı sırada Aral beklemediğim bir hamlede bulunup aniden bana doğru atıldı ve bir anlık telaşla attığım çığlık mutfak duvarlarında yankılanırken kendimi aniden mutfak masasının üzerinde buluverdim. Daha bunun şokunu atlamadan dudaklarıma kapanan dudaklar tarafından hunharca öpülmeye başladığımdaysa aklım çoktan beni terk etmişti.

Elleriyle ayırdığı bacaklarımın arasına girerek beni kendine yapıştırdığında ona aynı şiddetle karşılık vermekten başka çarem kalmamıştı. Ben de üzerime düşeni yaptım ve bacaklarımı beline, kollarımı da omuzlarına sarıp şiddetli öpücüğüne karşılık verdim.

Dakikalarca öpüştük. Nefesimiz her tükendiğinde rotasını çeneme ya da yanaklarıma çevirdi, sonra da dudaklarıma geri döndü. Bu sırada elleri de sıyrılan tişörtümden içeri girmiş ve sırtımda dolanmaya başlamıştı. Dokunuşu öyle harika hissettiriyordu ki ona izin vermekten ve daha fazlasını istemekten başka yaptığım bir şey yoktu.

Ellerinden biri sutyen kopçamın etrafında dolanırken hırsla öpüşmeye devam ediyorduk; ta ki kancayı yerinden çıkarana dek. Sutyenin boşta kalmasıyla sırtım rahatlarken istemsizce inledim ve bu Aral’ın dudaklarını benimkilerden ayırmadan yüksek sesle küfretmesine neden oldu.

Ana dönüp yaptığımız şeyin bilincine kavuştuğumuzda öpüşmeyi kesmiştik ancak geri çekilen olmadı. Aksine hızla alıp verdiğimiz nefesler birbirimizin suratına çarpıyordu lakin ikimiz de bundan rahatsız olmuyorduk.

Nefeslerimiz usulca düzene girdiğinde “Bana ne yaptığını görüyorsun, değil mi?” diye sordu. Beni suçlu göstermeye çalışır gibi görünse de asla umurumda değildi. Çünkü bana göre daha da ileri gitmemiz gerekiyordu, çok daha ileri.

“Bana zaafın olması benim suçum değil,” diyerek üst dudağını dudaklarımın arasına aldığımda alt dudağımı ısırdı ve acıyla inleyerek geri çekilmeme neden oldu. Kaşlarımı çatıp kötü kötü baktım ona.

“Ne yapıyorsun ya?”

“Söylediklerimi umursamayıp hala zaafımı kullanmaya çalışıyorsun.”

Gülmemek için kendimi sıkarken abartılı bir ifadeyle gözlerimi büyüttüm. “Ne münasebet, ben sadece sevdiğim adamı öpmeye çalışıyorum.”

“Sadece öpmüyorsun.”

“Sadece öpüyorum, rahat durmayan sensin,” diyerek omuzlarımı kaldırdım. “Beni yatağa yatırırken de tenimden alacağın var gibiydi zaten ve o anda yaptığım tek şey uykuma geri dönmeye çalışmaktı, yalan mı? Daha fazla dayanamadın işte. İstiyorsan tişörtümü tekrar çıkarayım, sen de yarım bırak-”

Ellerimi boynundan ayırıp tişörtümün eteklerine götürdüğümde alelacele kollarımı tutup bana engel oldu.

“Sakın, Tamay sakın… Kendimi çok zor tutuyorum zaten, lütfen.”

“Boşa tutuyorsun, diyorum; kızıyorsun. Tamam, istediğin olsun, gel gidip evlenelim, diyorum; yine kızıyorsun. Öpsem ayrı suç zaten… Ne yapayım ben şimdi ha? Ne yapayım?”

“Yemek yiyelim. Lütfen sadece gidip güzelce yemeğimizi yiyelim.”

Sesli bir şekilde iç geçirdim. “Tamam, buna da tamam, Başkomiserim.”

Kısaca başını salladıktan sonra bacaklarımın arasından çıkmaya yeltenmişti ki mahcup bir ifadeyle “Takayım mı geri?” diye sordu. Kopçadan bahsettiğini anlamam birkaç saniyemi almış olsa başımı sallayarak onayladım onu. Ellerini tekrar tişörtün içine soktuktan sonra sutyenin iki ayrı ucunu birleştirip kancayı takmaya çalıştı lakin bu konuda oldukça tecrübesiz olduğu ellerinin sırtımdaki hareketinden bile beliydi.

“Bu konuda bu kadar tecrübesizken nasıl oldu da tek seferde açtın o kopçayı?” diye takıldım ona. Utanarak bakışlarını kaçırdı.

“Parmaklarımı sırtında gezdirirken oradaki kancayı fark ettim, sonrasını nasıl yaptığımı ben de bilmiyorum.”

Kısık bir sesle güldüm. “İstersen bakarak tak, böyle olmayacak.”

Başını sallamakla yetindiğinde ona daha fazla acı çektirmeye kıyamadığım için usulca yan döndüm ve arkama geçip tişörtü yukarı kaldırmasına izin verdim.

“Tişörtünün ucunu tutabilir misin?”

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp onaylayıcı birkaç mırıltı çıkardım ve sol elimi omzumun üzerinden atıp bana uzattığı kısmı tuttum. Böylece o da hiçbir engel altında kalmadan ve görerek kapattı kopçayı.

Ardından da iki kürek kemiğimin arasına uzun bir öpücük kondurdu.

“Teninin bu kadar güzel olması haksızlık; çok, çok büyük haksızlık hem de.”

Sessizce içimi çekip “Evet,” diye mırıldandım. “Bunu daha önce de söylemiştin.”

Cevap vermek yerine tişörtün ucunu elimden alıp indirdi ve beni de oyuncak bebek tutuyormuşçasına bir rahatlıkla belimden kavrayıp yere bıraktı.

“Yemeği arka verandada yiyelim mi?”

“Olur,” diyerek başımı salladım. “Yiyelim.”

Aral’la birlikte yemekleri ve gerekli diğer şeyleri arka verandaya koyduğu mutfak masasına taşırken saatin yedi buçuğa yaklaştığını fark ettim. Bu da en az iki saat uyuduğum anlamına geliyordu. Neyse ki yaz mevsimindeydik, bu yüzden hava geç kararıyordu.

Masayı hazırladıktan sonra ben yemekleri ve içeceklerimizi servis ederken Aral da kendi isteğiyle plakçalarını çalıştırdı ve içinde eskilerden seçmeler olduğunu söylediği plağı takıp yemeğimizi daha da güzel hale getirdi. İşlerimizde yaşadığımız garip ama bir o kadar da komik şeyleri birbirimize anlatarak keyifli bir sohbet eşliğinde karnımızı doyurduk. Aral’ın muhabbeti o kadar sarıyordu ki sabaha kadar konuşsa bayıla bayıla dinleyeceğimden emin oldum bir kez daha.

“Demek kadın hırsızı unutup seninle flört etmeye çalıştı, ha?” diyerek koca bir kahkaha patlattım. Bu gece öğrendiğim en komik şeydi bu.

“Yani… Onca parası çalınmış gitmiş, insan üzüntüden kahrolur; değil mi? Hadi bunu da geçtim, annem yaşındaydı neredeyse.” O anları tekrar yaşıyormuş gibi irkildi. “Allah’tan Arel’i benmiş gibi yanına gönderdim de kurtuldum.”

“Arel nasıl kabul etti bunu?” derken sırıtmaktan ağzım acımaya başlamıştı.

“Haberi yoktu ki. Kadın, evin başka odasında oturuyordu. Arel de yanına girmemişti hiç, hırsızın girdiği odaları karıştırıyordu. İki dakikalığına içeri gitmesini rica ettim, kabul etti. Sonra da geri gelemedi zaten.”

Arel’in o anki halini hayal edip daha çok gülmeye başlayınca kendimi durdurabilecekmiş gibi elimi göğsüme götürmeye çalıştım ancak hızla sarsıldığım için dirseğim önümdeki meyve suyu bardağına dokundu ve yarısına kadar dolu olan bardak üzerime devrildi.

“Hii! Çok özür dilerim!”

Üzerimdeki beyaz tişört kan kırmızısına boyanmıştı ve durum hiç de iç açıcı görünmüyordu. Mahcup bakışlarım Aral’ı bulduğunda ufak bir gülümsemeyle beni izlediğini fark ettim.

“Altı üstü bir tişört, eski sayılırdı zaten. Önemli değil, üzülme.”

“Olsun,” diye yakındım. “Çok dikkatsizim ya, of.”

“Hayır, sadece çok güzel gülüyorsun.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp âşık âşık baktım ona. İçten bir şekilde gülümsedi.

“Dolabın sol tarafında aynı tişörtün birkaç farklı rengi daha olması lazım. Buradaki dolaba koymak için özellikle almıştım. Getireyim istersen birini?”

“Yok, yok,” diyerek sandalyemi ittirdim. “Sen devam et, ben gidip alırım.”

“Peki.”

Aral’ı verandada bıraktıktan sonra önce banyoya gidip ellerimi yıkadım, ardından da yatak odasına geçtim ve orta boylardaki dolabın sol kapağını araladım. Küçük bir göz taramasının ardından bahsi geçen tişörtleri bularak birini almak için uzanmıştım ki dolabın zeminindeki kutu çekti dikkatimi. Oldukça gösterişli bir hediye kutusuydu ve sanki saklanmak istenirmiş gibi dolabın köşesine ittirilmişti.

Kutunun içinde ne olduğunu öğrenmek için delicesine bir istek ve merak duysam da başkalarının eşyalarını izinsiz kurcalamamam gerektiğinin bilincindeydim. Bu yüzden kutuya yönelen elimi diğer elimle çekiştirdim ve üst üste dizilen tişörtlerden birini kaptım. Tam doğrulup dolabı da kapatmak üzereydim ki Aral aceleyle içeri girdi ve bakışlarını önce bana sonra da arkamdaki dolabın zeminine çevirdi. Bu tavrı içimdeki merakı katlayarak arttırmış olsa da bunu belli etmemeye çalışıp “Kutu için geldiysen açmadım, merak etme,” diye mırıldandım. “Bana söylediğin gibi sadece tişörtü aldım.”

Elimdeki tişörtü bayrak gibi salladıktan sonra içini rahatlatmak istercesine gülümsediğimde iç çekerek omuzlarını indirdi. “Bu işlerde hiç iyi değilim, değil mi?”

Ne demek istediğini tam olarak anlayamadığım için dediklerinden kendimce bir mana çıkarıp “Kendi evin, kendi düzenin sonuçta,” diye mırıldandım. “Misafir davet etmediğin bir yerde yaşıyorsun, hiçbir şeyi gizleyip saklamak zorunda değilsin ki.”

Sözlerim karşısında kaşları çatıldı. “Kutuyu görünce ne düşündüğünü ve bu sözleri neden söylediğini anlayamadım ama öncelikle onun bir hediye olduğunu bilmeni isterim.”

Gayriihtiyari “Öyle mi?” diye sorsam da bunu tahmin etmiştim zaten. Benim asıl merak ettiğim şey kutunun kimden geldiğiydi. Aslında bunu sormamam lazımdı, cevap karşısında üzülebileceğimin farkındaydım çünkü ancak dayanamadım. Merakım ağır basıyordu.

Normal görünmeye çalışarak elimdeki tişörtün yakasını çekiştirirken “Senin için özel birinden mi geldi?” diye sorduktan sonra tişörtte olan bakışlarımı aceleyle ona çevirdim. “Yani söylemek zorunda değilsin elbette, merak ettim sadece.”

Sesim neden içime kaçmış gibi çıkıyordu bilmiyordum ancak bu halim Aral’ın hoşuna gitmiş gibiydi. En azından kıvrılan dudağı bunu işaret ediyordu.

“Sanırım küçük bir yanlış anlaşılma oldu, çünkü hediyeyi alan benim. Ama evet, onu benim için çok özel birine aldım.”

Boğazıma küçük bir yumru otururken “Ya,” diyebildim sadece. Sonra da abartılı tepki verdiğimi düşünüp tekrar gülümsemeye zorladım kendimi. “Anladım. Neyse ben daha fazla oyalanmadan gidip banyoda üzerimi değiştireyim.”

Dikkatli bakışları eşliğinde pot kırmamaya ve suratımı asmamaya çalışarak yanından geçeceğim an elini uzatıp kolumu nazikçe kavrayarak beni kendine çekti ve yanağıma, başımın omzuma meyletmesine neden olacak kadar güçlü bir öpücük kondurdu. Neye uğradığımı şaşırmış vaziyette ona döndüğümde halime usulca gülümsedikten sonra yüzümü avuçlarının arasına aldı ve “Sence benim hayatımda senden daha özel biri var mı?” diye sordu, ses tonu saflığıma inanamıyormuş gibi çıkmıştı. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım.

“Yok mu?”

Dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. “Yok, elbette.”

Bir kez daha kırpıştırdım gözlerimi. “Yani,” diyerek usulca yutkundum. “Bana mı aldın o hediyeyi?”

Güldü. “Evet.”

“Ama biraz önce bu işlerden anlamadığını söylemiştin?” diye sordum kafa karışıklığıyla.

“Hediyeyi zamanından önce görmenden bahsediyordum,” diye açıklama yaptı. “Onu senin için aldım ama henüz vermeyecektim, saklamayı beceremedim. Seni buraya göndererek kendi topuğuma sıktım yani. Ne yaptığımı anlayınca da aceleyle buraya geldim, doğrusu onu başkasına aldığımı düşünmene de inanamıyorum. Hediye alacak kadar değer verdiğim biri olsaydı, onu tanıyor olmaz mıydın?”

Dudaklarım büzüldü. “Yani şimdi yoktur belki ama daha önceden olmuştur, o kutu da eskiden kalmadır falan diye düşünmüştüm.”

“Eskiyi geride bırakalı çok uzun zaman oldu, ayrıca burayı yalnızca kendim için yaptığımı biliyorsun. Bu evde öyle bir şey saklamam asla.”

Ona dünyada gördüğüm en güzel şeymiş gibi bakarken konuyu değiştirmeye karar verdim ve merak ettiğim diğer şeyi sordum. “Madem bana aldın, niye vermiyorsun peki? Neyi bekliyorsun?”

Dertli dertli iç çekti ama numara yaptığı parıldayan gözlerinden belliydi. Alay ediyordu benle aklınca, pis başkomiser.

“Doğum gününü.”

Hiç beklemediğim bu cevap karşısında önce şok olup sonra şapşal şapşal gülümsedim. Doğum günüme birkaç hafta vardı ve bunu biliyordu… “Bana doğum günü hediyesi mi aldın gerçekten?”

“Alamaz mıyım?”

“Alabilirsin tabii ki de yani ne bileyim, doğum günümü bildiğini bilmiyordum. Şaşırdım.”

Başparmağıyla yanağımı okşadı hafifçe. “Âşık olduğum kadınla ilgili her detayı bilmem gerek diye düşünüyorum, yanlış mı düşünüyorum?”

Hevesle boynuna sarılıp dudaklarından öptüm birkaç kez.

“Hiç bu kadar doğru düşünmemiştin.”

Keyifle gülümsedi. “Öyle mi?”

“Kesinlikle.” Bir kez daha öptüm onu. “Hediyemi açabilir miyim, o halde? Doğum günüme kadar içinde ne olduğunu düşünürken meraktan ölebilirim çünkü.”

Kaşları hızla çatıldı. “Allah korusun.”

“Âmin, Allah’ım hepimizi korusun.” Abartılı bir tavırla gözlerimi kırpıştırdım. “Şimdi bakabilir miyim hediyeye?”

Ellerini geri çekip beni serbest bıraktıktan sonra “Madem bu kadar istiyorsun, bak o halde,” dedi.

İzin çıktığında coşkuyla el çırpıp onu bir kez daha öptükten sonra elimdeki tişörtü yatağın üzerine fırlattım ve üzerimdeki lekeli tişörtü umursamadan dolaba koşturdum. İçindeki kutuyu oldukça hevesli ama bir o kadar da dikkatli bir şekilde kucakladıktan sonra yerdeki kilimin üzerine bıraktım ve hemen kutunun önünde diz çöktükten sonra başımı kaldırıp Aral’a baktım. Yüzündeki tatlı tebessümle beni izliyordu. Ona mutlu bir şekilde gülümsedikten sonra tekrar önüme döndüm ve içime derin bir nefes çektikten sonra kutunun kapağını kaldırdım.

Hediyeyi korumak amacıyla koyulmuş ince, şeffaf poşetleri araladığımda gördüğüm şey karşısında dehşete düşerek bakışlarımı hızla Aral’a çevirdim ve kendimi tutamayıp “BANA GELİNLİK Mİ ALDIN?” diye bağırdım. Tepkim karşısında öyle dehşete düşmüş gibi görünüyordu ki bu kadar heyecanlanmış olmasam tepkisine abartısız birkaç saat gülebilirdim.

“Ne? Ha-hayır tabii ki, gelinlik değil o!” diye telaşlı bir şekilde cevap verdi. Benim gibi bağırmamıştı lakin sesi oldukça yüksek çıkmıştı.

Suratım istemsizce düşerken “Ya,” diye mırıldandım ve hafif bir hayal kırıklığıyla da olsa elbiseyi ince askılarından tutarak havaya kaldırdım. Bir an gerçekten gelinlik aldığını sanmıştım çünkü. Geniş bir göğüs dekoltesi olan, yer yer dantellerle sarılmış beyaz bir elbiseydi. Biraz geceliği de andıran bir havası da vardı ancak öylesine güzeldi ki az önce hissettiğim hayal kırıklığı yerini hızla coşkulu bir mutluluğa bıraktı.

“Aral, bu çok güzel!”

“Beğendin mi gerçekten?”

Samimiyetle gözlerinin içine baktım. “Beğenmek ne kelime, bayıldım!” Yalandan iç geçirip ona takılmayı da ihmal etmedim. “Gerçi gelinlik olsaydı daha da fazla bayılabilirdim ama elimizdekiyle yetinmeyi bilmeliyiz, öyle değil mi?”

Muhtemelen geçirdiği şoktan cevap veremediğinde sesli bir şekilde gülerek ayağa kalktım ve dolabın aynasına doğru dönerek elbiseyi üzerime tuttum. Sağ göğsünün altındaki ve sol bacağındaki derin yırtmacın üzerindeki dantel detayları teni görünür kılıyordu. Oldukça iddialı bir parçaydı.

**

Aynanın üzerinden Aral’la göz göze gelince hevesle “Deneyebilir miyim?” diye sordum.

“O artık senin, ne istersen yapabilirsin,” diye gülümsedi.

“O zaman hemen giymek istiyorum.”

“Peki, ben içeri geçiyorum. Sen de rahat rahat üzerini değiştir.”

Tek kaşımı havaya kaldırıp “Gitmene gerek yok aslında, biliyorsun,” diyerek ona ufak çaplı meydan okuduğumda birkaç saniye boyunca gözlerimin içine baktıktan sonra sabır dilenerek başını iki yana salladı ve haline dayanamayıp attığım kahkaha eşliğinde odadan çıktı.

Odada tek başıma kaldığımda hızla harekete geçtim ve elbiseyi yatağın üzerine bıraktıktan sonra üzerimdeki lekeli tişörtü çıkartıp daha sonra banyoya atmak üzere makyaj masasının üzerine bıraktım. Geri dönüp elbiseye bir kez daha göz attığımda sutyenimi de çıkarmam gerektiğini fark edip hızlıca onu da hallettim ve giymek üzere çıkarttığım tişörtün arasına sıkıştırıp tişörtü yatağın kenarına bıraktım. Saklamak için bu kadar özenmemin tek sebebi Aral’dı, zira yatağının üzerine fırlatılmış sutyenimi görmek ona pek iyi gelmeyebilirdi.

Taytımı da çıkartarak elbiseyi dikkatlice giyip arkasındaki fermuarı zar zor da olsa çekmeyi başardıktan sonra kendime bakabilmek için aynanın olduğu yere koşturdum. Elbise üzerime cuk oturmuştu ve gerçekten harika görünüyordu. Sağa sola dönerek pot duran yer var mı diye kontrol ettikten hemen sonra elbiseye aşkımı ilan ettim ve ona duyduğum saygı karşısında dağılan saçlarımı tekrar topladım. Biraz önceki halime kıyasla daha iyi görünüyordum ancak yüzüme de bir dokunuş yapmak istiyordum. Bu yüzden etrafa bakınıp kol çantamı bulduktan sonra içinden koyu kırmızı rujumu çıkarıp tekrar ayna karşısındaki yerimi aldım. Güzel bir makyaj bu elbiseyi olduğundan iki kat daha çarpıcı gösterirdi ancak şu an bununla uğraşacak vaktim de isteğim de yoktu. Bu yüzden rujla yetinecektim ki sürdükten sonra bunun bile yeterli olabileceği kanaatine varmıştım.

Boynumdaki annemle babamın baş harflerini taşıyan kolyemi düzelttim ve güzel göründüğüme emin olarak odadan çıktım. Duyduğum piyano sesini takip ederek oturma odasına girdiğimde elindeki plağı kutusuna yerleştirmeye çalışırken buldum Aral’ı. Yemek yerden çalan plağı kaldırıyor olduğunu düşündüm. Ayrıca şu an çalan parça da beni bir hayli şaşırtmıştı doğrusu. 1800’lerden kalma, genelde ağır danslarda çalınan ve oldukça popüler bir parçaydı ve muhtemelen plağı yeni satın almıştı. Benim için.

Kapı ağzında dikilmeyi bırakıp içeri girdiğimde bakışları usulca bana kaydı ve öylece kaldı. Gözlerinin irileşmesine an be an şahitlik ettiğim sıra tuttuğu kutu birden elinden kayıverdi. Ağzımdan kaçan “Ay!” nidası onu kendine getirirken refleksle uzanıp plak kutusu yerle buluşmadan evvel tutmayı başardı.

Rahatlayarak elimi göğsüme koyarken “Gidiyordu plak,” diye mırıldandım. Plak kutusunu yerine yerleştirdikten sonra yeşillerini ağır ağır bana çevirdi ve adeta büyülenmiş gibi baştan aşağı süzdü beni. Hem de defalarca.

Nihayetinde bakışlarını benimkilere sabitleyip “Haber vermeden girersen içeri, olacağı buydu,” dedi. Sitem eder gibiydi sesi.

“Ama geleceğimi biliyordun?”

“Olsun, yine de kendimi hazırlayıp elimde zarar görebilecek bir şey tutmamam gerekiyordu.”

Ona doğru birkaç adım atarken “O kadar mı güzel olmuşum yani?” diye sordum.

Tam karşısında durduğumda bakışları kısa bir an dudaklarıma uğradıktan sonra tekrar kahvelerimi buldu. “Elimi ayağıma dolayacak kadar güzel olmuşsun hem de.” Yavaşça yutkundu. “Elbisenin sana yakışacağından emindim zaten ama bizzat şahit olması çok, çok farklı hissettiriyormuş.”

Mutlulukla gülümsedim. “Teşekkür ederim. Elbiseye bayıldım.”

“Ben de bayıldım,” dedikten sonra aceleyle ekledi. “Yani sana… Ama eğer bunu dışarıda bir yerde giyersen gerçekten bayılabilirim de.”

Sol bacağımı öne uzatıp dantel detayının da etkisiyle bacağımın boydan boya görünmesini sağladıktan sonra “Hım,” diye mırıldandım masumca. “O kadar mı etkileyici görünüyorum?”

“Seni yalnızca kendime saklamak istememe neden olacak kadar harika görünüyorsun.” Derin bir soluk çekti içine. “Elbette bunu istemem için böyle şeyler giymene gerek yok ama özellikle böyle şeyler giydiğinde daha çok istiyorum.”

Kollarımı kaldırıp yavaşça boynuna doladıktan sonra ona iyice sokulup dudağının kenarına küçük bir öpücük kondurdum. “Peki, Başkomiserim. Sen nasıl istersen öyle olsun.”

Kaşlarını kaldırıp şaşkınca “Sahi mi?” diye sordu. Gülümsedim.

“Sahi.” İşaret parmağımı çene çizgisinde gezdirirken devam ettim. “Bu elbisenin biraz fazla iddialı olduğunun farkındayım ve böyle bir şeyi bir tek seni etkilemek için giymek isterim zaten.”

“Öyle mi?”

“Hımhım.”

“Şey,” diyerek bir kez daha yutkundu. Can çekişiyormuş gibi bir hali vardı ve gülmemek için çok zor duruyordum. “Teşekkür ederim.”

“Rica ederim, ne demek.”

Bakışları tekrar dudaklarıma kayarken “Bu ruju beni delirtmek için sürdün, değil mi?” diye sordu.

Abartılı bir şekilde dudak büktüm ve cıkladım.

“Sadece elbiseye çok yakışacağını düşündüm.”

“Yani beni delirtmek istedin,” diyerek gözlerini kapattığında dayanamayıp sırıttım ve dudaklarımı onunkilere sabitleyip “Diyelim ki öyle,” diye fısıldadım. “Ne yaparsın?”

“Delirmemek için kendimi tutmaya çalışırım,” diye mırıldandı, gözlerini açmadan. “Tıpkı şu an yaptığım gibi.”

“Bu konuda başarılı olacağını düşünüyor musun peki?” diye sorarken bilerek dudaklarımı onunkilere dokundurmuştum ancak bu tüy kadar hafif bir dokunuştu. Sesli yutkunuşuyla âdemelması zarifçe hareket etti ve göz kapakları usulca aralanarak yeşilleriyle buluşmamı sağladı.

“Aslına bakarsan hayır,” diye fısıldadı. “Bu sadece beyhude bir çaba ve ben şu dakika bundan vazgeçiyorum.”

Cevap vermeme izin vermeden dudaklarıma kapandığında dünden razı bir şekilde karşılık verdim ona. Kolları bedenimi sımsıkı sararak beni kendine yasladığındaysa ellerimden birini saçlarının arasına daldırdım ve öpücüğü daha da derinleştirmesine izin verdim. Odada yankılanan piyano sesini bile duyamayacak kadar geçmiştim kendimden. Usulca belimden aşağı inen eline bakılırsa Aral’ın da benden bir farkı yoktu.

Ciğerlerim havasızlıktan ölmek üzereyken dudaklarımızı ayırdı ancak uzaklaşmadı, dudaklarını yanağıma yaslayarak derince soluklandı. Nefes almak için bile benden ayrılamaması hoşuma gidiyordu. Hatta bununla kalmıyor, beni tam anlamıyla delirtiyordu.

Solukları düzene girdiğinde dudaklarının dokunduğu yere birkaç küçük öpücük bırakarak başını hafifçe geriye çektiğinde yüzündeki ruju görerek kıkırdamaya başladım. Yeşilleri dudak çevremde gezinirken o da keyifle sırıtmaya başlamıştı. Anlaşılan benim de ondan bir farkım yoktu.

“Yanımdayken ruj sürmeyi bırakman gerekiyor sanırım.”

Başımı uzattım ve dudaklarımı onunkilere sürttüm. “Ama ben en çok senin yanındayken ruj sürmek istiyorum.”

“Beni palyaçoya çevirmekten zevk mi alıyorsun yani?”

“Hayır, sadece aklını başından almayı seviyorum.”

“Bunun için ruj sürmene gerek yok. Hatta bir şey yapmana da gerek yok. Dümdüz dursan bile bunu başarabilirsin.”

“Olsun,” diyerek omuz silktim. “Böylesi daha heyecanlı oluyor.”

“Öyle mi?”

“Öyle.”

Burnunu benimkine sürttü. Ardından dudağımın kenarına birkaç küçük öpücük daha bıraktı. Ben de öylece durdum ve canı ne istiyorsa yapmasına memnuniyetle izin verdim.

Dudakları usulca çenemde ve yanaklarımda gezinirken “Çalan plağı yeni mi aldın?” diye sordum. Üst dudağımı kendi dudaklarının arasına alıp hafifçe emerken “Hımhım,” diye mırıldandı. Sahiden aklı başından gitmiş gibiydi ve eğer dudakları tarafından esir alınmamış olsaydım bu haline keyifle gülebilirdim.

“Benim için mi peki?”

“Hımhım.”

“Teşekkür ederim.”

Çeneme dudaklarını sürttü. “Ben teşekkür ederim asıl.”

“Ne için?”

“Her şey… Her şey için teşekkür ederim. Beni seçtiğin için teşekkür ederim. Yanımda olduğun için, gözlerime böyle baktığın için, hatta bu kadar güzel koktuğun için de teşekkür ederim.”

“Bu kadar güzel koktuğum için mi?” derken hafifçe güldüm.

Burnunu çenemin hemen altına, boynuma sürttü ve içine derin bir nefes çekti. “Her şeyinle aklımı başımdan alıyorsun ama kokun bir başka. Kokunu duyduğum zaman her şeyden soyutlanıyorum sanki. Geriye sadece sen kalıyorsun. Kokunu içime çektiğim zaman sanki her şey daha kolay geliyor. Uyumak, sevmek, hatta yaşamak… Aklına gelebilecek her şey.”

“Siz,” diye mırıldandım zar zor. “Bana gerçekten âşık olmuşsunuz, Başkomiserim.”

Usulca güldü. “Olmuşum, değil mi?”

“Olmuşsunuz.”

Öylece birbirimize baktık bir süre. Muhtemelen boyalı suratlarımızla çok komik görünüyorduk ancak o an umurumuzda değildi asla. Sadece âşıktık ve çok seviyorduk. Yeniydik, alışıyorduk ve bu alışma sürecinde de fazla aşktan bayılmamak için çaba gösteriyorduk.

Bakışlarını benimkilerden ayırmadan “Benimle Amasya’ya gelir misin?” diye sordu birden bire. Böyle bir şeyi asla beklemediğim için gözlerimi kocaman açarak “Ne?” deyiverdim.

“Haftaya kuzenimin düğünü var. Böyle özel günlerde Arel’le aynı anda izin alamadığımız için sırayla gidiyoruz ve sıra bende ama bu sefer yalnız gitmek istemiyorum. Yani elbette sen de istersen…”

“B-ben, bilmiyorum,” diye mırıldandım, kekelememe engel olamayıp. Kalbim telaşla deli gibi çarpmaya başlamıştı çünkü Amasya’ya gitmem demek, ailesiyle tanışmam demekti. Şu an duymayı beklediğim en son şey bile değildi bu teklif. “Yani şey, çok erken değil mi?”

“Bilmem, öyle mi?” derken belli etmemeye çalışsa da hafiften bozulmuş gibi çıkmıştı sesi. Haline kıyamayıp ona daha sıkı sarılırken “İlişkimizden bahsetmiyorum,” diyerek açıklamaya koyuldum hemen. “Bu işin ciddiyetinden de asla kaçmıyorum, şu an istesen seninle seve seve nikâh masasına oturacağımı biliyorsun ama…” Lafı uzatmayıp ağzımdaki baklayı çıkarttım. “Ya anne beni sevmezse? Ya da baban?”

“Annem sana bayılıyor, Doktor.”

Bu söylediği kalbimi hoplatırken “Ama beni tanımıyor, senden duyduğu kadarıyla biliyor,” diyerek surat astım. Aral’ın ailesi tarafından sevilmezsem ne yapardım hiç bilemiyordum ve bana gerçekten bayılsınlar istiyordum.

“Ben senin o güzel kalbini yalnızca anlatmayı başarabildim, sen bunu bizzat göstereceksin. Benim anlatmamla seninle tanışmak için ölüp biten kadın, seninle tanıştığı zaman ne hale gelir inan bilemiyorum.”

Yersiz kuruntu yapıyor olabilirdim ama yine de çok endişe verici bir durumdu bu. Dudaklarımı büzüp “Şu yüzündeki ruja bak, ne hale getirdim seni,” diye yakındım. “Bir de bununla gurur duyuyorum ben. Annen seni bu şekilde görse hakkımda ne düşünür, kim bilir?”

“Birincisi annemin beni bu şekilde görmesine hiç gerek yok. İkincisi, oldu da gördü diyelim; inan bana ayıplamak yerine kaldığımız yerden devam etmemiz için bizi hızla yalnız bırakır.”

Gözlerimi kırpıştırdım şaşkınca. “Sahi mi?”

“Annem, aşka âşık bir kadın; yani sahi,” diyerek gülümsedi. “Dolayısıyla oğlunu sevgi kelebeğine çeviren kadını oldukça merak ediyor ve bulduğu an bağrına basmaya çok hazır. Zaten seni biliyor, fotoğraflarını da gördü. Benimle her telefonda konuştuğunda da seni kendime âşık edebildiğim için tebrik ediyor beni. Ülkeye cumhurbaşkanı olsam bu kadar gurur duymazdı, o derece bak.”

Gözlerimi kocaman açtım ve “Şaka mı yapıyorsun?” diye adeta bağırdım. Yüksek sesim bir anlığına yüzünü buruşturmasına neden olmuştu ama şu an bunu umursayacak halim yoktu.

“Hayır ama kızacaksan Arel’e kız, fotoğraflarını o göndermiş. Sosyal medya hesabından almış sanırım, benim hesabım yok zaten biliyorsun.”

İnternete koyduğum fotoğrafları gözümün önüne getirmeye çalışırken “Ay hangilerini göndermiş, hemen göster bana çabuk,” diyerek boynuna sarılı kollarımı çözdüm ve telefonuma koşmak üzere arkama dönmeye çalıştım ancak bana engel oldu.

“Önce dans edelim. Bu plağı boşa çalmış olamam, değil mi?”

O an konuştuğumuz konu yüzünden arkada çalan müziği tamamen unuttuğumu fark ettim ancak yine de içim rahatlamamıştı. “Önce fotoğrafları göster, lütfen. Arel hangilerini göndermiş? Orada iddialı fotoğraflar da vardı, Arel’e hiç güvenmiyorum bu konuda.”

“Arel’in çoğu hareketi abidik gubidik olabilir ama bu ince düşünmediği anlamına gelmez. Anneme hastanede çektirdiğin birkaç önlüklü fotoğrafını göndermiş ve fotoğraflarda gerçekten büyüleyici gözüküyorsun.”

Önlüklü fotoğraflarımı hatırlayıp içimi rahatlatırken Aral’ın, Arel hakkında güzel şeyler söylemiş olmasına da mutlu olmuştum ancak o Arel’den sorulacak hesabım vardı. Bana sormadan kayınvalidemle iletişime geçmemesi gerekiyordu!

“Ha, tamam, şey… Yine de daha sonra hangileri olduğunu göster bana, olur mu?”

Hafifçe gülümsedi. “Olur.”

“İki dakikada elim ayağıma dolaştı resmen,” diyerek içime birkaç derin soluk çektim.

“E, ne diyorsun peki? Düğüne tek başıma mı gideceğim, yoksa seninle mi?”

“Madem bu kadar çok istiyorsun alıştırma yapmayı, tamam. Nasıl olsa bir gün gerçekleşecek bu tanışma, ne kadar erken o kadar iyi. Geleceğim seninle.”

Yüzü gerçek bir mutlulukla aydınlandıktan iki saniye sonra kaşları çatıldı. “Alıştırma derken?”

Elimi uzatıp küçük bir çocukmuş gibi yanağını sıktım. “Kendi düğünümüz için Başkomiserim. Sonuçta kuzeninin akrabaları senin akrabaların, bir bakayım sizin düğün ortamı nasıl oluyormuş.”

Şaşkınca gözlerini kırpıştırdığında neşeyle kıkırdadım. “Ne oldu? Bir kızardın sanki? Ama alınmaya başlıyorum artık bak.” Gözlerimi kısarak ona meydan okudum. “Sen benimle gönül mü eğlendiriyorsun? Ciddi değil mi yoksa niyetin?”

Damarına basmışım gibi belimi tutan eliyle beni sertçe kendine çekti ve yüzünü, burnunun burnuma temas etmesine neden olacak kadar yaklaştırıp “Benim niyetim hiç bu kadar ciddi olmamıştı,” diye mırıldandı. “Sadece her şeyin bir zamanı var, Doktor.”

“Ben de ondan bahsediyorum ya işte, o zaman niye yarın olmasın mesela?”

Sabır dilenir gibi başını iki yana salladıktan sonra beni susturmanın çaresini öpücükten ummuş olacaktı ki dudaklarını dudaklarıma kapattı. Her isyanımın bir duruşu vardı lakin beni öptüğü zaman adımı bile unutacak raddeye geldiğim için konuştuğumuz ne varsa bir kenara atıp öpücüğüne karşılık verdim. Beni sabaha kadar öpse itiraz etmeden eşlik ederdim ona.

Bir süre daha öpüştükten sonra alnını alnıma yasladı ve çalan plağa daha fazla ayıp olmasını istemezmiş gibi usulca salınmaya başladı. Ayaklarımı onunkilere uydurdum ve başımı boyun boşluğuna gömerek kendimi çalan parçaya bıraktım.

Birkaç dakika boyunca sessizce dans etmekten ziyade ayakta sallandıktan sonra gözlerimi açmadan “Biliyor musun, Başkomiserim?” diye diye mırıldandım, nefesim boynuna çarpıyordu. “Neden bilmiyorum ama içimden bir ses bu inadının çok yakında kırılacağını söylüyor.”

İnanıyordum, bunca çabam sonuçsuz kalmayacaktı. Nasıl olacağı konusunda en ufak bir fikrim yoktu ancak olacaktı, biliyordum.

*Bilgilendirme*

Tamay’ın içine doğan şeyler spoi olabilir!

*Bilgilendirme bitmiştir*

Şaka maka umarım severek okuduğunuz bir bölüm olmuştur, çünkü ben fazlasıyla bayılarak yazdım.

Yeni bölüm için biraz bekletebilirim, çünkü vizelerim geldi ve ben doğru düzgün hiç ders çalışmadım……. Bana azıcık dua ederseniz de çok sevinirim

Oy ve yorumların üzerine biraz daha düşersek çok sevineceğim, çünkü inanın yazması hiç kolay olmuyor ve bunun karşılığında bir şeyler görmek istiyorum.

Yeni bölümde görüşene dek kendinize çok iyi bakın!

 

Loading...
0%