@bayanclara
|
Gözlerin, kalbin aynası olduğunu söylerlerdi hep. Dudaklar başka konuşsa dahi gözlerin hakikati anlattığını savunurlardı. Buna ben de katılıyordum. Katılmakla da kalmıyor, tam karşımdaki aynadan kendi gözlerime bakarken buna şahit de oluyordum. Günler hızlı geçiyordu lakin içinde bulunduğum çukurdan dolayı bunu fark edemiyor, zamanın kolları boynuma asılmış gibi hissediyordum. Boynuma asılan tek şey zaman da değildi üstelik, annemle babamın toprağı da sıkıyordu boğazımı. Hakikati istiyorlardı. Gerçeği öğrenmeye ihtiyaçları vardı. Gerçeği öğrenmeye en çok benim ihtiyacım vardı. Günlerdir kimseye bir şey belli etmemek için kendi içimde boğuluyordum. O kadar çok daralıyordu ki içim, nasıl saklayacağımı şaşırıyordum. Beceremiyordum da zaten saklamayı. Bunca yıldır sahte tavırlardan uzak tutmaya çalıştığım mimiklerim altından kalkamıyordu bu işin. Gecenin bir vakti elini kolunu sallayarak evime giren adamı gördüğümden beri diken üstünde gibiydim. Lakin bu durum kendim için değildi. Ben kendimi bir kenara bırakalı çok oluyordu, en büyük endişem yalnızca Tuana içindi. Hiçbir şeyden haberi yokken kendini neye karşı, nasıl savunabilirdi ki? Ancak ona anlatmam da iyi bir seçenek değildi. Zira korkacaktı, çok korkacaktı ve belki de yalnızca birkaç ay kalan sınavına odaklanmayı dahi bırakacaktı. Bu ona yapacağım en büyük kötülük olurdu zira kendini bu sınava nasıl adadığını, sınav için ne kadar emek sarf ettiğini en iyi ben biliyordum. Bu yüzden saklamaya devam ediyordum ancak gizlediğim bu büyük sırrın altında eziliyordum. Notları gönderen kişinin bana ya da bize zarar vermeyeceğinin garantisi yoktu ve bu beni dehşete düşürüyordu. Fiziksel bir zarar vermese dahi bende şu kısa zaman içinde oluşturduğu psikolojik tahribatın tarifi olamazdı. Aral başkomiser, birkaç gün evvel evden çıkarken söylediği gibi olanları Asaf amcama anlatmıştı ve Asaf amcam da derhal evimizin önüne sivil polis dikmişti. Tuana’nın fark etmemesi için evin biraz gerisinde bekliyorlardı ancak bu bile yeterliydi şu an benim için. Gece nöbetini arabalarında geçirdikten sonra da Tuana’yı ben bırakacaksam Emniyet’e geri dönüp Tuana’nın çıkış saatinde tekrar geliyorlardı, ancak Tuana sabahleyin tek giderse o zaman da ona gizlice eşlik ediyorlardı. Kısacası birkaç gündür kendimi bir aksiyon filminin ana karakteri gibi görüyordum ve bundan fazlasıyla hoşnutsuzdum. Bu hoşnutsuzluğu saklamak da hiç kolay değildi, en azından ben şu durumda iyiymiş rolü yapacak kadar profesyonel bir oyuncu değildim. Tuana’yla vakit geçirirken eskisi gibi olmaya ve enerjik davranmaya çalışıyordum ama ne kadar başardığım tartışılırdı. Zaten davranışlarından anladığım kadarıyla Tuana da ben de bir gariplik olduğunun farkındaydı ama üzerime gelmiyordu. Kız kardeşim çok iyi bilirdi ki kötü bir şey olduğunda tavırlarımla saklayamasam da ben anlatmak isteyene kadar dudaklarımdan tek kelime çıkmazdı. Halimi neye bağladığını bilmiyordum. Ben işte sıkıntılar olduğunu söyleyerek geçiştiriyordum onu ama başka şeyler düşünmesi de muhtemeldi. Yine de yaşadığım durumu aklına getiremeyeceği için bunu pek fazla sorun etmiyordum. İrdeledikçe beni daha da dibe çeken düşüncelerden kurtulabilmek için seslice nefes alıp verdim ve ardından üzerime giydiğim ince, beyaz gömleğin uçlarını bağlayarak kısa eteğimin üzerine bıraktım. Bugün günlerden pazardı ve Yasemin’in hafta başında söz vermesi üzerine ona kahvaltıya gitmek için hazırlanıyorduk. Gömleğimin uçlarını serbest bıraktıktan sonra birkaç adım gerileyerek üzerimi süzdüm. Mart ayının ortalarına gelmiştik ve havalar her an değişebiliyordu. Bir hafta kadar önce hırkasız dışarı adım atamıyorduk, bugün ise kavurucu bir sıcak vardı. Bu yüzden yazı getirmeye çoktan meyilli olarak ince, beyaz, salaş bir gömlek giymiştim ve kollarını da dirseklerime kadar sıvamıştım. Üstten iki-üç düğmesini açık bıraktığımdan v yaka şeklinde, göğüslerime kadar abartılı olmayan bir dekolte oluşmuştu. Gömleğin altına da krem renginde, mini, tırtıklı bir etek giymiştim. Esmer bir tene ve uzun boya sahip olduğum için kombinimi gayet güzel taşımıştım. Bakışlarım üzerimden ayrılarak tekrar yüzüme çıktığında gece siyahı rengindeki salık saçlarımı bağlamam gerektiğine karar verdim ve dolabımın aynasının karşısından çekilerek makyaj masamın önündeki sandalyeye oturdum. Masanın çekmecesinden çıkardığım tarakla masanın aynasına bakarak hafif dalgalı diyebileceğim uzun saçlarımı güzelce taradım ve tam tepemde sıkı bir atkuyruğu şeklinde topladım. Yüzüme de pastel tonlarda hafif bir makyaj yedirdiğimde hissettiğimin aksine gayet hoş ve iyi görünüyordum. Aynadan son bir kez yorgun görünen koyu kahve harelerime baktıktan sonra masanın kenarına bırakmış olduğum saatimi takıp iç çekerek ayaklandım ve giyinmeden evvel hazırlayarak yatağımın üzerine bıraktığım kol çantamı aldıktan sonra odadan çıktım. Merdivenlere yürüyeceğim sıra etrafta hiç ses duymadığımı fark ederek adımlarımın yönünü değiştirdim ve Tuana’nın odasına doğru ilerledim. Kapısına vardığımda içeride kısık sesle kendi kendine söylendiğini işiterek boştaki elimi uzattım ve kapıyı tıklattım. “Bebeğim?” Seslenişimin hemen ardından içeriden duyduğum adım sesleri kapının öteki tarafında duraksadı ve saniyeler içinde açılan kapının ardından asık suratıyla Tuana belirdi. Mavi hareleri beni saniyeler içinde baştan aşağı süzdükten sonra kahvelerime tırmandı. “Ama sen benden önce hazırlanmışsın ya…” Küskün suratına bakarken dayanamayıp güldüm. Saçlarını ikiye ayırıp omuzlarından aşağı salmıştı ve yanılmıyorsam örmeye çalışıp becerememişti. “Olmadı mı istediğin gibi?” diyerek çenemle saçlarını işaret ettiğimde dudaklarını büzdü. “Tekli örmek kolay da böyle tek başımayken eşit ayıramıyorum, komik oluyor.” Başımı omzuma eğdikten sonra “E, ben ne güne duruyorum acaba küçük hanım?” diye sorarak yanından geçip odaya girdim. Benim odamdakinin aynısı olan makyaj masasına doğru ilerledim ve masanın önündeki sandalyenin hemen arkasında duraksayarak elimdeki çantayı masanın üzerine bıraktım. “Hadi gel, öreyim.” Tuana tıpış tıpış peşimden yürüyerek önümdeki sandalyeye oturdu ve masanın üzerindeki tarağı alıp bana uzattı. Tarağı aldıktan sonra sarı-kahve karışık tondaki yamuk bir şekilde ikiye ayırdığı saçlarını tek elimde toplayarak nazikçe taradım. Kız kardeşim benim aksime kumral ve mavi gözlüydü. Hatta Tuana aslında yalnızca fotoğraflarından bildiği annemizin kopyasıydı. Özellikle annemin gençlik resimlerindeki halinin birebir aynısıydı. Ben ise babama çekmiştim. Onun gibi esmerdim ve koyu kahverengi gözlere sahiptim. Tuana’nın gür saçlarını kısa bir sürede güzelce taradıktan sonra dikkatlice ikiye ayırdım ve bir tutamı omzundan aşağı sarkıttıktan sonra elimdeki tutamı alnının birkaç parmak üzerinden örmeye başladım. Ben tüm dikkatimi önümdeki işe vermişken kısa bir an aynanın üzerinden bende olan bakışlara takıldı harelerim. Tuana’nın dikkatli bir tavırla yüzümü incelediğini fark ettiğimde dudaklarımı kıvırmaya çalıştım. “Yüzümü eskitmeye mi çalışıyorsun acaba?” Bakışlarını üzerimden ayırmadan “Hayır,” diye mırıldandıktan sonra sonuna geldiğim örgüsünü bağlamam için siyah bir lastik uzattı bana. Lastiği alıp örgünün ucunu bağladığım sıra “Gözlerindeki yorgunluğun sebebini çözmeye çalışıyorum,” diye devam etti konuşmaya. Tokayla bağladığım saçını sırtına bırakırken bakışlarımı aynaya çevirdim ve tekrar göz göze geldik. Bir şey söylememi beklemeden “Belli etmemeye çalışıyorsun ama fark etmemek mümkün değil abla,” diye mırıldandı yavaşça. “Bir haftadır bir garip davranıyorsun. Başlarda her zamanki hastane yorgunluğu sandım ama değil. Seni çok iyi tanıyorum abla, neyin yüzünden bu haldeysen daha önce yaşamadığın bir durum. Zira seni ilk defa böyle görüyorum. Benden saklamaya çalıştığının farkındayım, bu yüzden üzerine de gelmek istemiyorum ama senin için üzülüyorum. Bir şeyleri tek başına sırtlamak zorunda kalman beni gerçekten çok huzursuz ediyor.” On sekiz yıl boyunca bir an olsun yanından ayrılmadığım kardeşimden böyle şeyler duymak beni şaşırtmıyordu. Ben onu ne kadar iyi tanıyorsam o da beni o kadar iyi tanıyordu. Bizim birbirimizden hiçbir gizlimiz saklımız olmazdı. Bu durumu bu hale getirmek için çok uğraşmıştım. Zira genel tabloyu bırakarak özele indiğimizde Tuana için tek gerçek vardı, o da bendim. Benim için de tek gerçek oydu. Sözlerinin ardından dolmaya başlayan gözlerimi kırpıştırdım ve usulca yutkunduktan sonra başımı eğerek saçlarının üzerine dudaklarımı bastırdım. Ona olan şefkatim bir ablanın kardeşine duyduğu şefkatten çok daha farklı ve fazlaydı. Ben Tuana’yı annemin yerine de seviyordum. Öpücüğün ardından çenemi saçlarının örmediğim kısmına bastırarak tekrar aynaya bakıp gözlerine tutundum. “Senden bir şey saklayamadığım için kendime kızsam mı, yoksa beni bu kadar iyi tanıdığın için gurur mu duysam, emin olamıyorum,” dedikten sonra usulca gülümsedim. “Doğru diyorsun, son bir haftadır altından nasıl kalkabileceğimi bilmediğim bir şeyler yaşıyorum ama ablanı bilirsin, bu zamana kadar halledemediği bir şey olmadı.” Bu zamana kadar olmadı ama bu sefer nasıl halledeceğimi inan ben de bilmiyorum. Sözlerime gülümserken kafasını salladı usulca. “Bilirim ablam, bilirim.” Hafifçe iç çektikten sonra “Yasemin abla biliyor mu peki?” diye sordu. Derdime ortak olan birilerinin olduğuna emin olmaya çalışıyordu. “Hım-hım,” diye mırıldanarak başımı geri çektim ve çenem yüzünden elektriklenen saçlarını parmak uçlarımla düzelttikten sonra alnının birkaç santim üzerinden küçük bir tutam alıp üçe ayırarak örmeye başladım. “Yasemin’in haberi var.” “İyi bari,” dedikten sonra güven vermek istercesine gülümsedi. Gülümsemesine aynı şekilde karşılık vermek için kendimi zorladıktan sonra saçlarını örmeye devam ettim. Kısa süre sonra saçlarını tamamladığımda birkaç adım geri çekilerek ayağa kalkması için ona yer açtım. Tuana zarif hareketlerle ayağa kalkıp yan dönerek aynadan saçlarına bakmaya çalışırken ben de odaya girerken yapamadığım şeyi yaparak onu baştan aşağı süzdüm. Üzerinde ona geçen sene aldığım siyah, üzerinde papatyalar olan yazlık elbisesini giymişti. İnce askılı ve dizlerinin bir karış üzerinde biten elbise kız kardeşime çok yakışıyordu. Zaten abla-kardeş çiçekli elbise giymeye bayılıyorduk ve gardırobumuzun yarısı çiçekli elbiselerle doluydu. “Teşekkür ederim, çok güzel olmuş!” Çocuksu bir sevinçle el çırparak bana döndüğünde gülümseyerek öpücük attım ona. “İkimiz de hazır olduğumuza göre artık yola çıksak iyi olur, zira Yasemin her an arayıp geç kaldığımız için bize bir ton söylenebilir ki çok iyi bildiğin üzere Yasemin’in cırtlak sesine ben bile tahammül edemiyorum.” Tuana, konuşmamın sonuna doğru buruşturduğum suratıma bakarak kıkırdadıktan sonra “Tamam, tamam,” diyerek hızla önüne döndü ve masanın kenarında duran şeffaf dudak parlatıcısını dudaklarına yedirdikten sonra masanın üzerinde duran çantamı alarak bana uzattı. “Mersi canım,” diyerek çantamı elinden alıp odasının çıkışına yürürken o da yatağının üzerindeki telefonunu kaparak peşime takıldı. Hızlı adımlarla aşağı kata indikten sonra Tuana çıkışa yöneldiğinde ben de mutfağa yönelip bahçe kapısının kilitli olduğundan emin oldum. Bu hep yaptığım bir rutindi ancak notlardan sonra iyice evhamlı hale geldiğimi söylemek yalan olmazdı. Mutfaktan çıkarak dış kapıya yöneldiğimde Tuana’nın çoktan ayakkabılarını giyip dışarı çıkmış olduğunu görerek dolaptan aldığım beyaz, bez ayakkabılarımı ayağıma geçirdim ve dışarı çıkıp kapıyı kapattıktan sonra üst üste kilitledim. Tuana, kırmızı Audi A7’min yanında dikilirken çantamdan çıkardığım arabanın anahtarıyla kapıların kilidini açtığımda bana yamuk bir gülüş bahşedip kendini arabamın içine attı. Ben de alışkanlık haline getirdiğim üzere arabanı yanına varıncaya kadar arabanın ön tarafına bakıp durdum. Dışarıdaki polislerin varlığından haberdar olmama rağmen yine de sanki benimle oyun oynayan kişi bir yolunu bulacakmış da arabama tekrar not koyacakmış gibi geliyordu. Evet, dediğim gibi psikolojim gittikçe daha da berbat bir hale geliyordu. Başımı sallayarak bu takıntıdan kurtulmaya çabalarken tepemdeki güneşin sıkıcı varlığını hissediyordum. Arabaya gidene kadar dahi havanın sıcaklığında boğulmuş, ince gömleğimin sırtıma yapıştığını hissetmiştim. Tuana, torpidodaki kumandayla bahçe kapısını açmış olsa gerek siyah kapı gürültü çıkararak açılmaya başladığında arabanın yanına vardım ve kendimi sürücü koltuğuna attıktan sonra ilk işim sıcakta içi sauna haline gelen arabamın camlarını sonuna kadar açmak oldu. Tuana emniyet kemerini bağladığı sıra açık torpido gözüne uzanarak güneş gözlüğü kabımı aldım ve içindeki gözlüğü taktıktan sonra kutusunu eski yerine bıraktım. Hava sıcaklığının yanında güneş de tam tepemizde olduğu için sağlıklı bir şekilde araba sürmek istiyorsam gözlüğe ihtiyacım olacaktı. Kendi kemerimi de taktıktan sonra araba anahtarını kontağa sokarak arabayı çalıştırdım ve bahçeden çıkardım. Tuana kapı kumandasına tekrar basarak kapının kapanmasını sağlarken ben de evin birkaç metre ötesindeki siyah arabaya baktım göz ucuyla. Evimizi gözleyen polisler yine iş başındaydı. Asaf amca kalabalık yerlerde bize bir şey yapabileceklerini düşünmediği için yalnızca evi gözetmeyi daha uygun bulmuştu ki bence de bu makul bir karardı. Zira her yere arkamda korumayla gitmek bana sürekli korunmaya ihtiyacım varmış gibi hissettirir, bu da beni daha çok strese sokardı. Bakışlarımı camları filmle kaplı olduğu için içindekileri göremediğim polis arabasından alarak tekrar önüme çevirdikten sonra gaza basarak yola çıktım. Tuana, yola çıktıktan yalnızca birkaç dakika sonra uzanıp radyoyu açtı ve hoşuna giden hareketli bir şarkı bulduktan sonra beraber bir yerlere giderken yaptığı gibi kucağına koyduğu telefonunu mikrofon gibi kullanarak yüksek sesle şarkıya eşlik etmeye başladı. Emniyet kemeri takılı olduğundan istediği gibi hareket edemese de oturduğu yerde kıvırtmaya çalışan kardeşime gülerek başımı iki yana salladım. En kötü olduğum zamanlarda bile neşemi yerine getirebilen yegâne kişiydi. Yaklaşık yarım saatlik hareketli sayılabilecek bir yolculuğun ardından Yaseminlerin oturduğu siteye vardığımızda arabayı sitenin otoparkına park ettim. Tuana’yla karşılıklı olarak kapılarımızı açarak aşağı indikten sonra arabayı kilitledim ve yeni edindiğim bir huyla kısaca çevreyi süzdüm. Göze çarpabilecek farklı bir şey görmediğimde boştaki kolumu yanıma gelen kardeşimin omzuna attım ve birlikte koca binadan içeri girdik. Yasemin’in kendi ailesi orta halli bir aileydi ancak kocası Gökhan’ın ailesi epey varlıklıydı. Gökhan, genel cerrahtı ve bizden üç yaş büyüktü. Ayrıca Gökhan’ın kendi anne-babası da doktordu ve kendi hastaneleri vardı. Gökhan da orada doktorluk yapıyordu. Aslında Gökhan, biz mezun olduktan sonra Yasemin’in de o hastaneye geçmesini istemişti ancak Yasemin buna karşı çıkarak mezun olduğu üniversitenin kendi hastanesinde benimle birlikte çalışmaya başlamıştı. Bunun sebebi kendini tamamen Gökhan’ın ailesine bağlı olarak görmek istememesiydi ve ben de bu kararını saygıyla karşılıyordum. Bu devirde ağzı olan herkes boş konuşmakla yükümlüydü ve eğer Yasemin direkt orada çalışmaya başlasaydı torpilli olduğu konusunda atıp tutacaklardı, zira Gökhan’ın ailesinin hastanesi çok gözde bir hastaneydi ve her doktoru oraya almıyorlardı. Arkasından konuşulmasını istemediği için şehirdeki bir diğer gözde hastanede benimle birlikte çalışıyordu ve başarılı bir kadın doğum uzmanı olarak halinden bir hayli memnundu. Tuana’yla birlikte asansöre bindikten sonra en üst katın düğmesine basarak sırtımı asansör aynasının önündeki demire yasladım. Yaseminlerin dubleks dairesi sitenin en üst katında olduğundan çıkmak biraz sorun oluyordu ama evleri dehşet güzel olduğu için bunu umursamıyormuş gibi yapıyordum. Asansöre binip inenlerden dolayı asansör birçok kez dur-kalk yaptıktan sonra nihayet en üst kata çıktığında Tuana’yla birlikte asansörden indik ve koridorun sonuna kadar ilerledikten sonra beyaz çelik kapının önünde duraksayarak zile bastım. Kısa süre sonra aralanan kapının arkasında Yasemin ve kucağındaki güzeller güzeli Sare belirdiğinde bakışlarım direkt altı aylık bebeğin grimsi gözleriyle çarpıştı. Yüzümde şefkatli bir gülümseme oluşurken “Teyzem,” diyerek dişlerimi sıktım ve kafamı iki yana salladım. Sare, ona gösterdiğim tepkiye gülerek ellerini çırparken Tuana benden hızlı davranarak ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi ve Yasemin’in kollarının arasındaki güzelliği kucağına aldı. “Ya ama ilk ben!” diyerek hızla ayakkabılarımı çıkarıp içeri daldım ancak Tuana benden kaçmak için içeri koşuşturduğunda Yasemin de halimize gülerek başını sallıyordu. “Sırf sizi bu halde görmemek için ikinci çocuğu yapmayı düşünüyorum…” “Çok mantıklı bir düşünce,” diyerek güldükten sonra uzanıp en yakın arkadaşıma sarıldım. Danasını kaçırdığıma göre anasıyla yetinecektim mecbur. Yasemin, ince kollarını omzuma dolayarak bana sıkıca sarıldığında aynı şekilde karşılık verdim ona. Eliyle sırtımı sıvazlarken “İyi misin?” diye sordu fısıltılı bir tonda. Sıkıntıyla nefeslendim. “İyi olduğumu söylesem inanacak mısın sanki?” Benim gibi derince nefeslendi ve hemen ardından ellerini omuzlarıma koyarak yüzüme bakabileceği şekilde geri çekildi. Yüzüme sıkıntılı bir ifadeyle bakarken “İnanmayacağım ama insan bazen yalan olduğunu bilse de iyi şeyler duymak istiyor,” diye mırıldandı. Üçüncü nottan ve evime gizlice giren kişiden haberdardı. Evimin önünde dikilen polislerden de aynı şekilde. Benim için endişeleniyordu, benim yerime korkuyordu, bana her şeye rağmen dik durmam konusunda öğütler veriyordu; kısacası bir yakın arkadaşın yapması gereken şeyleri fazlasıyla yerine getiriyordu. Kendimi bu konuda biraz olsun şanslı hissediyordum, zira Yasemin de olmasa tüm bu bilinmezliğin içinde kaybolup gidecekmişim gibi hissediyordum. Yüzündeki ifadeye kıyamayarak burukça gülümsedim ve elimi kaldırıp kolunun üzerine koydum. “İyi olmaya çalışıyorum Yasemin, gerçekten. İnan bana bu hiç kolay değil ama en azından çalışıyorum.” Burnundan sesli bir nefes çekerken bakışları dış kapının üzerinde gezindi. Düşünceliydi. “Nasıl oldu da bir anda kendimizi böyle bir şeyin içinde bulduk, inan aklım almıyor. Keşke o lanet olasıca notlar büyük bir kâbustan ibaret olsa. Keşke anne ve babanı yalnızca acımasız bir kaza sonucu kaybetmiş olsan. Keşke suçlu birilerini aramak zorunda kalmasan, seninle oyun oynamalarına mecbur bırakılmasan…” “Bunlara keşke demek için biraz geç kaldık sanırım,” derken gülümsemeye çalışıyordum. Aldığım nefesler yetmiyormuş gibi bir kez daha derince nefeslendikten sonra kafamı iki yana sallayarak “Aa,” diye homurdandım. Sesimi canlı çıkarmak için kendimi zorlamam gerekmişti ancak şu an buna ihtiyacımız vardı. “Ben buraya ağlamaya mı geldim, karnımı doyurmaya mı? Hem ben sana değil Sare’ye sarılmak istiyorum canım, aa yani. Aa!” Yasemin, abartılı ifademe bakıp kıkırdayarak başını salladı. “Aman iyi ki Sare var yani, o da olmasa buraya geleceğin yok.” Yanından geçerek oturma odasına yönelirken “Herhalde yani,” diye söylenmeye devam ettim. “Seni her gün görüyorum zaten hastanede, ne diye hafta sonumu da seni görerek berbatlaştırayım ki?” Odaya girdiğimde Tuana’nın ikili koltukta oturduğunu ve kucağındaki Sare’nin gözlerinin içine bakarak bir şeyler anlattığını gördüğümde yüzümdeki gülümseme genişledi. Ben, Tuana’yla birlikte bebeklere âşık hale gelmiştim. Tuana da bu huyumu Sare sayesinde ediniyordu. “Yemeklerimden yerken de böyle düşünebilecek misiniz acaba doktor hanım?” Tuana’nın yanına oturduğumda hemen arkamdan gelen Yasemin’e yan yan bakıp “Onu kahvaltı ederken düşüneceğim tatlım,” diyerek göz kırptım. Ardından da kollarımı Tuana’nın kucağındaki Sare’ye uzattım. “Sıra bana geçti!” Tuana mırın kırın etse de güzeller güzeli bebeciğimi almama engel olmamıştı. Olmaya çalışsa da başaramazdı zira Sare’ye olan düşkünlüğümü herkes bilirdi. Bana gülerek bakan gri gözlü güzele uzanarak yanaklarını şapur şupur öptüm ve başını göğsüme yaslayarak çıplak ayaklarını okşadım. O kadar güzel kokuyordu ki dayanamayıp burnumu ense köküne yasladım ve sarı saçlarının arasından o harika kokusunu içime çektim. “Senin acilen anne olmaya ihtiyacın var,” diyerek gülümsedi, kızını sevişimi gülen gözlerle izleyen Yasemin. “Bu nasıl bir bebek aşkıdır böyle?” Tuana, Yasemin’in bu sözlerine gülerken ben de onlara eşlik ederek kafamı salladım. “Haklısın ama bil bakalım anne olabilmek için neye ihtiyacım var?” “Kocaya?” Sırıttım. “Bingo.” Geri geri adımladıktan sonra çaprazımızda duran tekli koltuğa oturdu. “E, kızım kaç kere dedim ben sana Gökhan’ın hastanede eli yüzü düzgün bir kalp cerrahı var, diye. Taş gibi de adam ama sen hiç görüşmeye razı gelmedin ki.” Sare, gömleğimin yakalarıyla oynarken onu sıkıca sarmalayarak saçlarının üzerinden öptüm ve hemen sonra yanağımı öptüğüm yere yaslayıp Yasemin’e baktım. “Yok kızım, benim dilim bir doktordan yandı. Daha da yoğurdu üfleyerek yerim.” Sarı kaşları çatılırken “Senin doktor salaksa ben ne yapayım?” diye homurdandı. “Hem onun yüzünden bütün doktorlara neden düşman oluyorsun ya? Doktorun halini başka bir doktordan daha iyi kim anlayabilir?” Dudaklarımı büzdüm. “Orası öyle ama yok, daha istemiyorum doktor falan.” Bana kötü kötü bakarak geriye yaslandı ve bacak bacak üstüne attı. “Aman iyi, sen de böyle tek başına yaşlan o halde. İleride de Tuana’nın bebekleriyle avunursun.” “Ben uzun bir süre evlenmeyi düşünmüyorum Yasemin abla,” diyerek araya girdi Tuana ve Yasemin’in alaylı bakışlarının yeni hedefi oldu. “Ben de senin yaşındayken öyle diyordum canım ama bak ne oldu? Ders çalışmak için gittiğim şehir kütüphanesinde hayatımın aşkına rastladım ve meyvesi de şu an ablacığının kollarının arasında duruyor.” Tuana ne diyeceğini bilememiş gibi asık suratıyla bana döndüğünde iletiyi almışçasına bakışlarımı Yasemin’e çevirdim. “Kardeşime laf etmeyi bırak da şu hayatının aşkı nerede, onu söyle. Kaçtı mı yoksa senden?” “Hahayt,” diyerek çenesini dikleştirdi Yasemin. “Bulmuş benim gibisini, kaçar mı hiç? Mutfakta, yaptığım pişileri pişirmeye çalışıyor.” Bir anlık duraksama eşliğinde ne dediğini yeni fark etmiş gibi hızla ayağa fırladı. “Uzun süredir ses çıkmıyor bundan… Yakmış olmasın sakın?” Yasemin, bizim bir şey söylememize fırsat vermeden odadan uçarcasına çıktığında gülerek kafamı salladım ve yakamı çekiştirmekten bir hal olan yavrucuğu koltuk altlarından tutarak dizlerimin üzerinde ayağa kaldırdım. Kocaman açtığı gözleri ve büzdüğü dudaklarıyla bana baktığında gülümseyerek “Nereye gitti senin annen aşkım?” diye sordum. “Babanı haşlamaya mı gitti?” Sare, tombik ellerini uzatarak yüzüme dokunduğunda başımı çevirerek parmaklarının üzerine sayısız kez öpücük bıraktım. Genel olarak bebeklere bayılırdım ama Sare’ye ayrı bir zaafım vardı. “Bazen kendimi Sare’yi kıskanırken bulmam ne kadar normal?” Tuana’nın mırıldanmasıyla başımı çevirerek koltuğun kenarına sinmiş bir halde bizi izleyen kardeşime baktım. “Aradaki yaş farkına bakarsam pek normal olduğunu söyleyemeyeceğim, üzgünüm.” Cevabım onu güldürdüğünde başını yasladığı yerden kaldırdı ve bana doğru yaklaşarak elini uzatıp benim gibi Sare’nin çıplak ayaklarını okşadı. “Beni de böyle mi seviyordun abla?” Sorusu bir anlığına yutkunmamı engellemişti. “Böyle sevmeye çalışıyordum,” diyerek başımı salladım. “Ama annem düşürmemden korktuğu için fazla kucağıma vermiyordu seni. Ben de seni rahatça sevmeme izin vermediği için anneme küsüyordum.” “Ya,” diye mırıldandı buruk bir gülümseme eşliğinde. “Yaa,” diyerek başımı salladım. “Sen de böyle tombuldun. Her yerini ısırıp mıncırırdım.” Tuana’nın bebekliği gözlerimin önüne geldiğinde iç çekerken buldum kendimi. “Keşke yine bebek olsan.” Tuana kıkırdayarak bana sokuldu ve başını omzuma yasladı. “Ne oldu Tamay Hanım? On sekiz yaşında bir genç kıza ablalık etmek zorunuza mı gitti?” Sare şaşkın bakışlarla bir bana bir de Tuana’ya bakarken gülümseyip onu kendime çektim ve boynundan koca bir öpücük çaldım. Ardından tekrar yüz yüze gelmemizi sağlayarak başımla Tuana’nın omzumdaki başının üzerine vurdum yavaşça. “Ondan değil şaşkoloz, sen büyüdükçe ben de yaşlanıyorum ve buna hiç hazır değilim. Hem bir de sadece Sare’yle yetinemiyorum, daha çok bebek çekiyor canım.” Tuana, elini uzatıp Sare’nin parmaklarını kavrarken “Senin neren yaşlı?” diye sordu bana ithafen. “Kendi kendine kuruntu yapıyorsun. Bakan yirmilerinin başında olduğunu sanıyor. Ayrıca beni tekrar bebek halime döndüremeyeceğimize ve yakın zamanda evlenmeye niyetin olmadığına göre bir on sene kadar Sare’yle idare etmeye devam edeceksin.” Ettiği o kadar lafın arasında tek bir şey çekmişti dikkatimi. Tatlı tatlı sırıttım. “Niye? Emir beyefendi on yıl sonra mı evlenme teklifi etmeyi düşünüyormuş sana?” Tuana derhal başını omzumdan çekerken “Abla ya!” diye cırladı utançla. Sare, Tuana’nın sesiyle irkildiğinde kıyamayıp tekrar göğsüme yasladım onu. Elimle küçük sırtını sıvazlarken “Korkma aşkım,” diye mırıldandım. “Tuana ablan gerçekleri duyunca bocaladı yalnızca.” “Gerçek falan değil!” diyerek koltukta geriledi. “Emir’le aramda hiçbir şey yok!” “Ama bu olamayacağı anlamına gelmiyor, tatlı kız kardeşim,” diyerek göz kırptım. “Şu an derslerini bahane ederek kaçıyorsun çocuktan, üniversiteyi kazandığında ne olacak peki? Onu hiç tanımamış gibi yoluna devam mı edeceksin, yoksa yeni okulunda kendine kız arkadaş yapar mı korkusuyla mı yaşayacaksın?” Sözlerim hoşuna gitmemiş olacak ki daha da çattı ince kaşlarını. “Abla çok kötüsün ya!” “Kötü değilim,” diyerek başımı salladım. Yüzüme biraz önceki alaycılığın aksine şefkatli bir tebessüm oturmuştu. “Sadece kendi büyüttüğüm kardeşimin tavırlarını çok iyi çözümleyebiliyor ve ileride üzülmemesi için onu uyarmaya çalışıyorum. Belki farkında değilsin, belki de farkındasın lakin değilmiş gibi davranıyorsun ama zaman geçiyor Tuana. Bu günlerin geri gelmeyeceğini bilerek ileride pişman olmayacağını umduğun kararlar almalısın. Hem Emir tatlı bir çocuk, bence bir şansı hak ediyor.” Tuana, sıkıntılı bir şekilde oflayarak koltuğa yaslandığında odadan içeri Gökhan girdi. “Hoş geldiniz, hanımlar!” Dudaklarımı kaplayan gülümseme eşliğinde karşımda dikilen yakışıklı adamın siyah tişörtündeki unlara bakarak “Günaydın, Gökhan,” dedim. Sesim son günlerde olmadığı kadar canlı ve iyi çıkıyordu. Buraya gelmek ve en önemlisi kucağımdaki melekle biraz vakit geçirmek bana çok iyi gelmişti. “Hayırdır? Cerrahlık zoruna gitti de aşçılığa mı soyundun?” Gülerek “Yok yahu,” diye mırıldandı ve biraz önce karısının kalktığı koltuğa oturdu. Üzerinin halini hiç de takmıyor gibi görünüyordu. “Yasemin, sizi kapıda karşılamak için mutfağını birkaç dakikalığına bana bıraktı yalnızca ama sanırım beni orada unuttu ve ben de mükemmel yeteneklerimle birkaç hamuru yaktım.” Cümlesinin sonuna doğru sesini muzipleştirdiğinde Tuana’yla birlikte kıkırdadık. Gökhan, aynı Yasemin gibi fazlasıyla deli dolu ve çokça da iyi bir adamdı. Ayrıca bir mankene taş çıkartacak kadar da yakışıklıydı ki Yasemin gibi bir taş bebekle evlendiğinde kucağımdaki güzellik ortaya çıkmıştı. Ne yalan söyleyeyim, baya iyi iş çıkarmışlardı hani. “Biz bağırma sesleri duymadık,” diyerek gözlerimi kıstım. “Konuşmaya çok mu daldık diyeceğim ama Yasemin’in o cırtlak sesini duymamak için sağır olmak falan gerekiyor yani.” Gökhan, tatlı tatlı sırıttıktan sonra bir sır veriyormuşçasına öne eğilip kıstığı sesiyle “Yasemin, mutfağa girip yanmış hamurları gördüğünde şoka girdi,” diye mırıldandı. “Ben de o kendine gelemeden fırladım dışarı. Muhtemelen birazdan evi inletir.” Gökhan cümlesini henüz bitirmişti ki aynı dediği gibi evin içini koca bir inilti doldurdu. “GÖKHAN!” Zavallı Sare, anasının sesinden korkarak irkildiğinde Gökhan’ın irice açılan gözlerine bakarak kahkaha attım ve ağlamak üzere olduğunu belirtircesine dudaklarını büzen Sare’yi “Bir şey yok aşkım, bir şey yok,” diye sakinleştirmeye çalışarak kucağımda hoplatmaya başladım. Sözlerim küçük meleğe yeterli gelmemiş olacak ki daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladığında, kızına kıyamayan babası ayaklanarak yanıma geldi ve Sare’yi almak için kollarını uzattı. “Onunla ben ilgilenirim, sen gidip arkadaşını sakinleştir.” Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülen Sare’yi şefkatle gözyaşlarından öperek babasının kollarına bıraktıktan sonra ayaklandım ve odadan çıkarak mutfağa yöneldim. Yasemin, beyaz renge âşık biri olarak evin her yerini bu renkle donatmıştı. Duvarlardan tutun da, koltuklara, masalara, mutfak dolaplarına ve hatta televizyona kadar her şey beyazdı. Odaların kenarlarında olan çiçekler ve farklı renklerdeki koltuk yastıkları eve biraz olsun renk katıyordu. Aslında başlarda arkadaşımın her şeyi beyaz yapma fikrini tuhaf karşılamıştım ancak evini donattığı zaman harika bir seçim yaptığını fark ederek onu tebrik etmiştim. Zira evi hem şık hem de peri masallarından çıkmış gibi görünüyordu. Gerçi Sare doğduktan sonra özellikle koltuklar konusunda bu kararından pişman olmuştu ancak yapılacak bir şey yoktu. Sarı saçlı küçük kızı için biraz kirliliğe göz yummak zorundaydı. Beyaz parke zeminde ayaklarımı sürüyerek mutfağa doğru ilerlerken yanık kokusu burnuma ulaşmaya başlamıştı ancak abartılacak kadar değildi. Mutfak kapısından içeri girdiğimde en yakın arkadaşımın söylenerek tavada pişi kızarttığını gördüğümde hafifçe gülümsedim ve sonuna kadar açık balkon kapısıyla pencereye göz ucuyla baktıktan sonra ilerleyerek mutfağın ortasındaki masanın sandalyelerinden birini çekip oturdum. Yasemin başını çevirip bana bakmamıştı lakin gelenin ben olduğumu bildiğini biliyordum. Zaten bu yüzden ben içeri girmeme rağmen duraksamadan söylenmeye devam etmişti. Bakışlarımı çeşit çeşit kahvaltılıklarda ve kızartmalarda gezdirirken “Zaten bir sürü şey yapmışsın, pişiye gerek yokmuş ki,” diye mırıldandım yavaşça. Sözlerimin üzerine duraksayarak derin bir nefes çekti içine, hemen ardından da bana bakmadan tavadaki pişileri ters çevirirken “Sana bir söz vermiştim,” diye cevap verdi. “Sözümü tutabilmem için masada kuş sütünün bile eksik olmaması gerekiyor ama eksik. Yani sadece kuş sütü eksik ama tabii çok sevgili kocam sayesinde pişilerimiz az olacak.” Sözlerine gülerek başımı sallarken masadaki dilimlenmiş salatalıklardan birini Yasemin’e çaktırmadan alarak ağzıma attım. “Kaç tane yakmış ki?” “İki tane. Üçüncüyü de zor kurtardım elinden,” diye homurdandı. “Bir de belli etmiyor beyefendi. Ben gelmesem olana kadar deneyecekmiş. Muhtemelen birkaç dakika geç gelmiş olsaydım bütün hamurları yakmış olacaktı.” Kısa bir duraksamanın ardından tekrar devam etti söylenmeye. “Hayır, bak cidden anlamıyorum Tamay. Adam cerrah ya, cerrah! Allah bilir kaç tane ameliyata girdi bugüne kadar, kaç kişinin organlarını dikip biçti... İşi gereği en ince damarları bile dikiyor ama basit bir hamuru yakmadan pişirmeyi beceremiyor.” Kıyaslaması sonucu dudaklarımdan fırlayan kıkırtıya engel olamadığımda yeşil harelerini çevirerek kötü bakışlar attı bana. Umursamayarak gülmeye devam ettim. “Kulvarlar aynı değil sonuçta, kıyaslamak ne kadar doğru bilemiyorum yani… Hem sinirlenme bu kadar, bu kadar şeyle aç kalacak değiliz ya? Birkaçımız da az pişi yiyiversin.” Kızaran pişileri tavadan alarak yanındaki tabağa koyarken “Öyle olacak mecbur,” diye cevap verdi hoşnutsuz bir sesle. “Yedek hamurum yok.” Son hamurları da kızartmak için tavaya bıraktığında ağzıma bir salatalık daha atmadan evvel “Sare’yi de korkuttun,” diye söylendim. “Öyle bağırılır mı yahu?” İç çektiğini işittim. Üzülmüş olmalıydı. “Ağlama sesini duydum ama o da çok korkak ya, her şeye ağlıyor.” Bu sefer dayanamayarak kahkaha atarken sırtımı sandalyeye yasladım. Muhtemelen hala Gökhan’a sinirli olduğu için böyle konuşuyordu, zira Yasemin kızına asla kıyamazdı. “Çünkü o daha küçücük bir bebek Yasemin! Elbette korkacak.” “Ben de koca kız demedim ya,” diye homurdandı. “Ben de biliyorum bebeklerin korkak olduğunu ama Sare’ninki biraz fazla. Neredeyse kendinden bile korkacak çocuğum.” Kastettiği şeyi anladığımda “Bazı bebeklerde oluyormuş öyle,” diye cevap verdim. “Büyüdüklerinde geçiyormuş ama.” Beni anladığını belirtmek için kafasını aşağı yukarı salladıktan sonra tavadaki pişileri çevirdi. “Kocam olacak herif nerede? İki bağırınca da ardına bakmadan kaçıyor hemen, ne anladım ben böyle evlilikten?” “Ay, Yasemin,” diyerek gülmeye devam ettim. Çenem ağrımıştı gülmekten. Kesinlikle buraya gelmekle çok iyi bir şey yapmıştım. Zira notları almaya başladığım günden bu yana kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. “Ne yapsın adam? Ağlayan kızını susturmaya çalışıyordu en son.” Bana bir şey demeye gerek duymazken nihayet kızaran son pişileri de tavadan aldıktan sonra elindeki pişi tabağını masanın ortasına bıraktı. Yeşil hareleri kısaca masanın üzerinde gezinerek eksik bir şey olup olmadığını kontrol ederken muzip bir ses tonuyla “Yine birileri salatalık aşırmış,” diye söylendi ancak bunu bana bakmadan söylemişti. Bu konudaki dikkati beni mümkünmüş gibi bir kez daha şaşırtırken “Yuh ama yani…” diye mırıldandım hayretle. “Sayarak mı dilimliyorsun, ne yapıyorsun? Altı üstü iki dilim yedim be kızım! Nasıl anladın öyle şıp diye?” Bakışları yüzüme çıkarken elini kaldırıp ince beline yasladı ve beni taklit edercesine “Ben anlarım kızım,” dedikten sonra mutfağın çıkışına doğru ilerledi. “Sen otur, ben gidip diğerlerini çağırayım.” Yasemin mutfaktan çıktığında kısa bir süre arkasından baktıktan sonra omuz silkerek önüme döndüm ve tam önümdeki su bardağını alarak birkaç yudum aldım. Birkaç dakika sonra kucağındaki Sare’yle birlikte içeri ilk giren Gökhan olmuştu. Yüzünde muzip bir ifade vardı, muhtemelen buraya gelene kadar Yasemin’i iyice delirtmiş ve bundan zevk almıştı. Aralarındaki ilişkiye imrenmiyorum desem yalan olurdu yani (!) Gökhan kızını masanın başındaki bebek sandalyesine yerleştirdikten sonra hemen yanındaki sandalyeye kuruldu. Onun arkasından giren Tuana da benim yanıma geçtiğinde sona kalan Yasemin, ocaktaki demliği alarak masaya yerleştirdikten sonra kocasına kötü kötü bakarak hemen yanına oturdu. Tuana uzanıp bardaklara çay doldururken ben de tabağıma bir şeyler almaya başladım. Yasemin, göz ucuyla kızının mama önlüğünü bağlayan kocasını izlerken yumuşamamak için zor duruyor gibi görünüyordu. Onun kadar çabuk sinirlenen birini de aynı hızla yumuşayan birini de görmemiştim doğrusu. Arkadaşımın kendini tutma çabalarına sırıtmamak için dudaklarımı birbirine bastırdıktan sonra Tuana’nın uzattığı çay bardağını alarak içine tek şeker atıp karıştırdım. Tuana diğerlerine de bardaklarını uzattıktan sonra kendi tabağını doldurmaya başladığında Yasemin almadığı şeyleri işaret ederek onlardan da almasını söyledi. Gökhan kendi tabağına da bir şeyler doldurduktan sonra Yasemin’in önceden Sare için hazırlayıp masanın kenarına bıraktığı küçük tabağı alarak Sare’nin mama sandalyesinin üzerine koydu ve kızına yedirmeye başladı. Kızının ağzına mama tıktıktan sonra kendisi de bir şeyler yiyor ve bir kez daha Sareye mama veriyordu. Tabağımdakileri yerken bir yandan Tuana’yla Yasemin’in konuştuğu şeyleri dinliyor, bir yandan da Gökhan’ın kızıyla ilgilenişini saklayamadığım bir tebessümle izliyordum. Kızına o kadar bağlıydı ki insan ister istemez imreniyordu. Son yudumu da aldıktan sonra boşalan çay bardağımı Tuana’ya uzattığım sıra diğer odada çalan telefonumun zil sesi ulaştı kulaklarıma. Kaşlarımı çatarak doğru duyup duymadığımdan emin olmaya çalışırken Tuana halimi anlamış gibi “Seninki çalıyor abla,” dedi. Bunun üzerine hızla sandalyemi geriye iterek ayaklandım. Koşar adımlarla mutfaktan çıktıktan sonra geldiğimde oturma odasındaki koltuklardan birine bıraktığım çantamı kavrayarak içindeki telefonu çıkardım ve ekrandaki isme bakarak kaşlarımı çattım. Hastaneden arıyorlardı. Telefonu açarak hızla kulağıma götürdükten sonra “Efendim?” dedim. “Tamay Hanım, iyi sabahlar.” “İyi sabahlar, Asuman. Acil bir durum mu var?” “Yok, yani var ama tahmin ettiğiniz gibi bir şey değil. Cuma günü size bir dosya imzalatmam gerekiyordu ancak son anda acil bir ameliyatınız çıktığı için size imzalatamamıştım. Pazartesi hallederim diye düşünmüştüm ama bugün teslim etmem gerekiyormuş.” Sesindeki mahcup tınıyı işittiğimde iç çektim. Bir imza için hastaneye gitmek istemiyordum ama görünüşe göre mecburdum. “Tamam, sorun yok. Ben bir saate kadar hastanede olurum.” “Çok sağ olun, Tamay Hanım.” “Ne demek, hastanede görüşürüz.” Telefonu kapatıp çantama attıktan sonra yarı aç karnımla hastaneye gitmek istemediğim için tekrar mutfağa döndüm ve sandalyeme oturduktan sonra kimin aradığını soran Yasemin’e açıklama yaparak tabağıma birkaç bir şey daha doldurdum. “Bu asistanlar da bazen çok dalgın oluyorlar,” diyerek söylendikten sonra ben yokken yemeğini bitirmiş olan kızına bakıp gülümsedi. Yemeğin ardından önüne koydukları plastik bir oyuncağa vurup duruyordu. “Değil mi anneciğim?” Sare, ona kur yapan annesine bakıp ağzından tükürükler saçarak gülümsediğinde hepimiz güldük. Gökhan, aldığı peçeteyle kızının ağzını silerken Tuana’nın benim için doldurduğu çay bardağını önüme çekip şeker ekledim. “İmzaladıktan sonra geri geleceksin değil mi abla?” Tuana’ya dönerek “Pazar günümü hastanede geçirmek gibi delice bir arzum yok tatlım,” diye mırıldandığımda Yasemin güldü. “Hem daha Sare’yle oyun oynayamadık,” diyerek başımı sarı meleğe çevirdim. “Değil mi teyzem?” Sare, gri bakışlarını bana çevirerek sanki dediklerimi anlamış gibi neşeyle el çırptığında bir kez daha hep birlikte güldük. Bebeklerle geçirilen birkaç saat, hatta dakika, saatler süren birçok terapiden daha yararlıydı benim için. Sare, olmayan dişleriyle gülerken ne halde olursam olayım içim açılmış gibi hissediyordum. Yaklaşık on beş dakika sonra midemi tıka basa doyurduğuma emin olarak masadan kalktım ve lavaboya geçerek elimi, ağzımı yıkadım. Karşımdaki aynadan kendime bakarak iyi göründüğüme karar verdim ve oturma odasına bıraktığım çantamı alarak mutfağa geçtim. Yasemin çoktan kocasına olan kızgınlığını unutmuş, Tuana’yla birlikte Gökhan’ın yaptığı espirilere gülüyordu. Onların haline gülümseyerek mama sandalyesinde oturan bebeğimin yanına gittim ve tombul yanaklarından koca birer öpücük çalarak doğruldum. “Evet, hanımlar ve beyler,” dedikten sonra Gökhan, tek olduğunu belirtmek istercesine boğazını temizlediğinde kıkırdayarak cümlemi düzelttim. “Hanımlar ve çok saygıdeğer Gökhan Bey.” Gökhan, ona olan hitabımdan hoşlandığını belli etmek istercesine yerinde doğrulup omuzlarını oynattığında gülerek kafamı salladım. “Ben çıkıyorum, hastaneye acil bir hasta giriş yapmadığı takdirde de muhtemelen bir saat içinde dönmüş olurum. Lütfen ben yokken Sare’mi uyutmayın. Gelince onunla oynamak istiyorum çünkü.” “Merak etme,” diyerek elini salladı Yasemin. “Bu gece hiç kalkmadan uyudu Sare. Yani bir iki-üç saat kadar daha uyumaz.” Duyduklarımdan memnun olmuş bir şekilde tebessüm ederken “İyi o halde,” diyerek tekrar eğilip bir kez daha öptüm kendi kendine gülerek oyun oynayan Sare’yi. “Ben kaçar.” Diğerlerini masada bırakarak evden çıktım ve asansöre yöneldim. Şansıma bir alt katta duran asansörü çağırıp bindikten sonra zemin katın düğmesine basarak sırtımı aynanın önündeki demire yasladım. Çıkarkenki doluluğun aksine yalnızca üç-beş kat aşağıda bir kadın durdurmuştu asansörü. Bu yüzden aşağı inme sürem baya kısa olmuştu. Sitenin otoparkına bıraktığım arabama bindikten sonra çantamı yan koltuğa bıraktım ve torpidodaki güneş gözlüğümü alıp taktıktan sonra da arabamı çalıştırarak gaza bastım. Bizim evden hastane arabayla on dakika mesafe olabilirdi ancak buradan daha uzun sürüyordu. Bu yüzden anayola çıktıktan hemen sonra uzanarak radyoyu açtım ve sevdiğim şarkılardan birinde durarak bana eşlik etmesine izin verdim. Pazar trafiği yüzünden hesapladığımdan da daha uzun süre sonunda hastaneye vardığımda söylenerek arabamı her zamanki yerine park ettim ve yan koltuktaki çantamı koluma taktıktan sonra arabadan indim. Çantamdan çıkardığım anahtarla kapıları kilitleyip hastane girişine doğru ilerlerken bakışlarımla etrafı süzüyordum. Etraf hafta sonu olmasına rağmen baya kalabalıktı. Öğle saatlerinde iyice zıvanadan çıkan sıcaktan kaçabilmek için koşar adımlarla hastane kapısından içeri girdim ve direkt merdivenlere yönelerek kendi odamın olduğu kata çıktım. Odamın çaprazında kalan asistanların bulunduğu yere vardığımda bana sırtı dönük bir şekilde önündeki dosyanın sayfalarını çeviren Asuman’ı gördüm. Güneş gözlüğümü saçlarıma çıkararak kolumu önümdeki masanın üzerine yerleştirdim. “Asuman?” Sesimi duyar duymaz hızla arkasına dönen asistana hafifçe gülümsediğimde aceleyle doğruldu ve “Ah, Tamay Hanım! Geldiğinizi fark etmemişim,” diyerek yanında duran dosyayı kaptığı gibi önüme geçti. Elindeki dosyayı açarak hemen önüme yerleştirdikten sonra masadaki kalemlerden birini uzattı. “Bu kadar acil olduğunu bilseydim cuma günü mutlaka imzalatırdım ama söylememişlerdi. Kusura bakmayın lütfen.” Dosyada yazan şeylerde kısaca göz gezdirdikten sonra rahat bir tavırla “Olur öyle şeyler, takma kafana,” diye mırıldanarak işaret ettiği yerleri imzaladım. Gelirken biraz söylenmiştim ona ancak suçlu olan tek kişi o değildi. Onun da karşımda gerçekten mahcup olduğunu gördüğümden umursamıyormuş gibi davranmak daha doğru gelmişti. İmzalamam gereken yer yeri imzalayıp dosyayı ona uzattığımda teşekkür ederek aldı. Dosyayı, kenardaki dosya yığının üzerine bıraktığı sıra “Başka bir şey yoksa gidiyorum ben?” diye mırıldandım sorarcasına. Başını iki yana sallayarak “Hayır, yok. Tatil gününüzde sizi buraya gelmek zorunda bıraktım, tekrar kusura bakmayın.” “Bir kez daha özür dilersen kızacağım ama ha,” diyerek kaşlarımı kaldırdığımda, muzip tavrım onu güldürdü. Yirmilerinin başında, sakin bir kızdı. İşe başlayalı çok olmadığı için bazen böyle küçük pürüzler çıkmasına neden olabiliyordu ancak yine de seviyordum onu. “Neyse, ben çıkayım o zaman. Sana da kolay gelsin, yarın görüşürüz.” “Sağ olun. Görüşürüz, doktor hanım.” Kısa bir baş sallamasının ardından yanından ayrıldım ve kalabalık olan yerlerden uzak durmaya çalışarak merdivenlerden indim. Yasemin’in söylediklerine rağmen Sare’yi uyumadan görebilmek için acele ediyordum. Zira uyurken istediğim gibi ısırıp öpemiyordum bıcırığı. Hastane kapısından çıktığımda öğlen vakti olmasının da etkisiyle iyice artan sıcak çıplak tenime çarpmış ve beni bunaltmıştı. Klimalı bir yerde olmayı hayal ederek saçlarımdaki gözlüğü burnumun üzerine indirdim ve arabamı park ettiğim yere doğru ilerlemeye başladım. Arabaya yaklaştığım sıra hazır dışarıya çıkmışken ev için almam gereken bir şey olup olmadığını sormak için Yasemin’i aramaya karar verdim. Kolumdaki çantayı kucağıma çektikten sonra içindeki telefonumu çıkarmak için başımı önüme eğdim ve tam o anda vücuduma aldığım darbeyle şaşkınlıkla inlerken birkaç adım gerilemek zorunda kaldım. Biri resmen üzerime çıkarcasına çarpmıştı bana! Başımı hızla kaldırıp bana çarpan kişiyi görmek için arkamı döndüğümde karşılaştığım tek şey kalabalık insan sürüsüydü ve içlerinden hiçbiri benimle ilgilenmiyordu. Kafam öne eğik olduğu için kimin çarptığını da görememiştim ki arkasından yetişip hesap sorabileyim! Yapacak bir şeyimin olmadığını fark edince “Nasıl insanlar var ya,” diye homurdanarak önüme döndüm ve söylenmeye devam ederken telefonumu bulabilmek için kafamı tekrar çantama eğdim. Ve eğdiğim an donup kaldım. Zira çantamın içinde katlanmış beyaz bir kâğıt duruyordu. Yani… Yeni bir not! Diken diken olmuş tüylerimi umursamayarak bir kez daha döndüm arkama ve bunu çantama bırakan kişiyi görebilecekmişim gibi hızla gezdirdim bakışlarımı etrafımda. Ancak karşılaştığım sonuç koca bir hiçti. Zira aradığım şey siyahlara bürünmüş bir adam veyahut temizlik görevlisi kılığına girmiş biriydi lakin görebildiğim tek şey, basit kıyafetler içindeki hastalar ve hasta yakınlarıydı. Üstelik benimle ilgilenen kimse yoktu, bana göz ucuyla bakan bile yoktu. Yani bana çarpan kişi her kimse notu okuyup okumadığımı görmeden yok olmuştu. Gözlüğümü hayal kırıklığı içinde bir kez daha saçlarımın üzerine çıkarırken en ufak bir ipucu yakalayabilecekmiş gibi etrafa bakmaya devam ediyordum. Belki de beni notları gönderen kişiye ulaştırabilecek birini kaybettiğim için kendime delicesine kızdım. Bu kadar dikkatsiz olmak zorunda mıydım? En azından kıyafetinin rengini ya da saç şeklini görebilmiş olsaydım tüm korkularıma rağmen kalabalığa dalıp o kişiyi arayabilirdim. Ne de olsa herkesin içinde bana fiziki bir zarar veremezdi, yani sanırım… O an aklıma gelen şeyle gözlerim fal taşı gibi açılırken “Tabii ya,” diyerek hiç beklemeden tekrar hastaneye koştum. Bana notu veren her kim ise muhtemelen kalabalıkta onu seçememem için dikkat çekmeyecek, kendini saklamayacak şeyler giymişti. Yani güvenlik kameralarında yüzü görünüyor olabilirdi! Vücudum beklemediğim bir hızda adrenalinle dolarken hastaneye girdim ve hiç duraksamadan merdivenlere yöneldim. Beni tanıyan birkaç çalışanın şaşkın bakışları altında merdivenleri inerek güvenlik odasına koştum. O kadar heyecanlı ve meraklıydım ki kapıyı çalmayı akıl edemeyerek pat diye odaya daldım ve bilgisayar başındaki tüm kafaların irkilerek bana dönmesine neden oldum. Bu yaptığıma kısa bir an pişman olarak “Affedersiniz,” diye mırıldansam da çok üstünde durmadım ve bakışlarım Hasan abinin bakışlarıyla buluştuğunda hızlı adımlarla yanına vardım. Adamcağız neden geldiğimi anlamış olacak ki bir şey dememe gerek duymadan bilgisayarına yöneldiğinde “Hastanenin ön tarafı abi,” diye mırıldandım, yalnız onun duyabileceği bir sesle. Bu mevzuyu en başından beri bilen tek kişi oydu ve ondan başkasının da bilmesini istemiyordum. Zira ne kadar çok kişi bilirse durumun hastane yöneticisinin kulağına gitme ihtimali o kadar fazla olurdu ki bu da amcamın öğrenmesi demekti. Buna engel olmam gerekiyordu. Kısa bir baş onaylamasıyla dediğim yerin görüntülerini açarak ekranı büyüttü. Oturduğu sandalyeye biraz daha yaklaşarak bakışlarımı ekrana diktiğimde “Birkaç dakika önce biri bana çarptı abi,” diye fısıldadım. “Çarptığı an çantama bir şey bırakmış.” Sözlerimin üzerine endişe dolu bakışları yüzüme çevrildi. “Başında nasıl bir bela olduğunu bilmiyorum kızım ama içim hiç rahat değil.” Kırklarının sonunda olan adama buruk bir ifadeyle baktım. Benim için endişeleniyor olmasına üzülüyordum, zira kendi dertleri yokmuş gibi bir de benimle uğraşıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırarak elimi omzuna koydum. “Başımda ne olduğunu bilmediğim bir bela var ve bunu çözmem gerek Hasan abi. Hem endişelenme, tek başıma değilim. Durumu bildirdiğim polisler de yanımda.” Yüz ifadesi sözlerimin içine sinmediğini belli etse de meseleyi uzatmadan “Sen öyle diyorsan,” diyerek bakışlarını tekrar görüntülere dikti. Biraz önce dediğim gibi kayıtları biraz geriye alıp benim hastaneden çıkış anımdan tekrar başlattığında nefes almadan izlemeye başladım. Hastanenin ön kapısından çıktıktan sonra arabama doğru yöneldiğim sıra ekranın diğer kısmına kalabalık bir grup giriş yapıyordu. Karşılıklı olarak birbirimize doğru ilerlerken ben onların farkında bile olmayarak çantamla ilgileniyordum ancak o kalabalığın içinde duran bir kişinin başı bana dönüktü. Bu kişi benim boylarımda, uzun ve kıvırcık saçlara sahip bir kadındı ancak taktığı güneş gözlüğü ve maske yüzünden çehresi görünmüyordu. Kadının kalabalığın arasında benim olduğum tarafa doğru süzülüşünü ve tam yanımdan geçerken ayağı takılmış gibi yapıp üzerime çullanışını ağzım açık bir şekilde izledim. Kadın yalnızca saniyeler içinde elindeki bir şeyi, yani notu çantamın içine bırakıp hızla kalabalığın içine dalmış ve bir kez dahi arkasına bakmadan hızla yürümeye devam etmişti. Ben ne yaşadığımı idrak edene kadar sarışın kadın çoktan kalabalıkla birlikte kameranın odağından çıkmıştı. Hasan abi söylememe gerek bile duymadan kayıtların bir kopyasını çıkarırken ağzımdan hayret dolu mırıldanmalar çıkıyordu. Bu kadın her kimse bana ilk notu ulaştıran kişi değildi. Bunu o temizlik görevlisi kılığına girmiş kişiden daha uzun boylu olduğu için rahatça söyleyebiliyordum. Vücut hatları ve fiziksel özellikleri çok bariz ortadaydı ancak yüzünü çok iyi saklamıştı. Bu görüntüyle bir şeyler yakalayabilir miydik, hiç bilmiyordum. Sıkıntıyla iç çektiğim sıra Hasan abi görüntüleri aktardığı belleği bana uzattı. Onun da çehresini sıkkın bir ifade bürümüştü. “Bu işler benim hiç hoşuma gitmiyor kızım. Kimseye bir şey söylememekle iyi ediyor muyuz, ondan da emin değilim ama sen yine de kendine daha çok dikkat et.” Uzattığı belleği çantamın içine attıktan sonra ona güven verircesine gülümsemeye çalıştım ancak bunda ne kadar başarılı olduğumu yalnız Allah bilirdi. “Polisler gizli olması konusunda ısrarcı,” diyerek zaten fısıltı gibi çıkan ses tonumu iyice kıstım. “Bunları yapan ya da yaptıran yakınımdaki insanlardan biriyse haber alamasın istiyorlar. Ben de onlara güvenmek zorundayım, çünkü beni korumaya çalışan onlar.” Sözlerimi kabullenmekten başka bir çaresinin olmadığını bilerek sesli bir şekilde iç çektiğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. “Her şey için sağ ol Hasan abi.” “Keşke elimden daha fazlası gelse…” Ona buruk bir tebessüm eşliğinde tekrar teşekkür ettikten sonra diğer güvenlikçilerin soru işareti barındıran bakışlarından kaçarak kendimi odadan dışarı attım. Koşar adımlarla merdivenleri tırmandıktan sonra aynı aceleyle çıktım hastaneden. Bakışlarım sanki o sarışın kadını görebilecekmiş gibi istemsizce etrafta gezinse de kadın hala buralarda bir yerde olsa dahi bu kalabalıkta onu seçebilmem mümkün değildi. Bu yüzden daha fazla oyalanmak istemeyerek tekrar arabama yöneldim. Vücudumdaki adrenalin görüntülerden sonra daha da artmıştı ancak yanına koca bir merak da yerleşmişti. O kadın da diğerleri gibi bir piyon muydu, yoksa notlarla direkt bir ilgisi var mıydı? Soru işaretleriyle dolu kafamla birlikte arabamın yanına vardığımda anahtarı almak için çantamı açtım ve o an bakışlarım bir kez daha çantamın içindeki katlanmış beyaz kâğıdı buldu. Kâğıdı vereni bulmaya o kadar çok odaklanmıştım ki notu unutuvermiştim. Derince nefeslenerek elimi uzatıp kâğıdı parmaklarımın arasına aldım ve çantamı arabanın üzerine bıraktıktan sonra gerilen vücudumu umursamamaya çalışarak kâğıdı yavaşça açtım. Polislerle iş birliği yapmana ses çıkarmamıştım lakin evinin önünde dikildikleri ve peşinde oldukları müddetçe sana ulaşmam daha zor olacak, Doktor. Benim sana ulaşmam zorlaştıkça senin de geçmişte yaşanan şeylere ulaşman daha uzun sürecek. Buna razıysan benim için sorun yok, bolca vaktim ve sabrım var ama sende o sabrın olduğunu hiç sanmıyorum… Ha, bir de notları sana ulaştıran kişileri araştırmak yerine sana daha kolay ulaşmamı sağlarsan daha rahat edersin. Unutma, benimki yalnızca bir tavsiye... ;) Notta yazanları kaç kere okuduğumu sayamamıştım. Gerginliğim had safhaya çıkmıştı ve benimle dalga geçermişçesine yazdığı şeyler sinirime dokunmuştu. Bakışlarım notun sonundaki göz kırpma ifadesinde takılı kaldığında dişlerimi sıktım. Kendimi notları yazan kişinin kuklası gibi hissediyordum ve bu durum oldukça canımı sıkmaya başlamıştı. Bana resmen kapımdaki polisleri göndermemi emrediyor ve yapmadığım takdirde gerçeklere ulaşmamı daha zor hale getireceğini söylüyordu. Avucumu var gücümle sıkarak kâğıdın buruşmasına neden olduğumda gözlerimi sıkıca yumdum ve sakinleşmeye çalıştım. Sinirle kalkıp yanlış şeyler yapmak istemiyordum. Bu yüzden boştaki elimle arabamdan destek alarak derince nefeslendim. Nefesi burnumdan alıp ağzımdan verirken aklımdaki tek düşünce arabaya atlayıp Emniyet’e gitmekti. Asaf amcayla adamakıllı konuşmanın vakti gelmişti, zira böyle giderse akli dengemi bile kaybedebilirdim. Pek iyi halde olmasam da biraz olsun sakinleşmiş hissettiğimde gözlerimi açtım ve elimdeki kâğıdı bir hışımla çantama fırlattıktan sonra araba anahtarıyla telefonumu çıkararak çantamı kapattım. Kapının kilidini açıp kendimi sürücü koltuğuna attıktan sonra çantamı da yan koltuğa fırlatırcasına attım ve anahtarı kontağa sokup arabayı çalıştırmadan telefon rehberimde Asaf amcamın ismini bularak üzerine tıkladım. Son zamanlardakinin aksine birkaç çalışın ardından telefonu açtığında onun bir şey söylemesine izin vermeden hızla konuştum. “Amca yeni bir not aldım. Emniyet Müdürlüğü’ndesin değil mi?” Karşı taraftan gelen sıkıntılı nefesin ardından amcamın -muhtemelen karısına- “Tatlım bir dakika,” diye mırıldanmasından sonra birkaç çıtırtı sesi duyunca istemsizce kaşlarımı çattım. Neredeydi bu adam? Birkaç saniyelik boşluğun ardından zihnimden geçenleri duymuşçasına o gür sesiyle açıklama yapmaya başladığını işittim. “Yengenle birlikte Şile’deki çiftliğe geldik. Yanımdaydı, duymasını istemediğim için yanından uzaklaştım.” Duyduklarımla birlikte kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Şile de nereden çıkmıştı şimdi? Bir anda kafama dank eden şeyle bugünün pazar olduğunu anımsadım ve derince ofladım. Niye bu adama ihtiyacım olan hiçbir anda ulaşamıyordum. “Amca benim seninle artık yüz yüze konuşmam gerekiyor,” diye konuştum ciddi ve bir o kadar da hayattan bezmiş bir tonda. Olanları kısaca özet geçtikten sonra “Notu yazan kişi resmen beni tehdit ediyor, evin önüne polis diktirdiğim için,” diye homurdandım. “Beni koruyan polisler olduğu sürece gerçekleri öğrenmemin daha uzun süreceğini söylüyor.” “Bu iş gittikçe çığırından çıkıyor,” diyerek bıkkınca ofladı Asaf amca. “Ne yalan söyleyeyim, başlarda birileri senden para kopartmaya çalışıyor sanmıştım ama amacı para olan biri bunu çoktan belli ederdi. Bu işin içinde başka dolaplar dönüyor.” Geç de olsa bana katıldığını duymak biraz olsun iyi gelmişti. Zira yürüdüğüm yolda tek başıma olmak beni korkutuyordu. Bu zamana kadar bana inanmamalarını bir şekilde kabullenebilirdim ama tüm bu olanlardan sonra hala her şeye basit bir kaza gözüyle bakmaları bana verebilecekleri en büyük zarar olurdu. Büyük bir sıkıntıyla alnımı arabanın direksiyonuna yaslarken “Ne yapacağız amca?” diye sordum. Sesimin ağlamaklı çıkmasına engel olmamıştım. Zaten belli etmemeye çalışsam da Asaf amca nasıl bir ruh halinde olduğumu bilirdi. “Bir anda çekip gelirsen Berrin yengem şüphelenir.” Kısa bir müddet sessiz kaldıktan sonra “Sen direkt Emniyet’e git,” diye cevap verdi. “Aral orada olmalı, değilse bile şimdi telefon açıp Emniyet’e gitmesini söylerim. Olanları ona baştan anlatırsın, ben de Berrin’in dikkatini çekmeyecek bir şekilde gün bitmeden onu arar detaylıca konuşurum.” Omuzlarımı düşürdüm. “Peki, amca.” Asaf amca sesimdeki yorgunluğu işittiğinde sıkıntıyla iç çekti. “Tamay, yavrum biliyorum çok zor. Gerçekten zor ama biraz daha dayanmaya çalış olur mu? Bu işin içinden ummadığımız büyüklükte bir şey de çıkabilir, saçma sapan bir şey de. Durumun tehlikesini belirleyemedikçe etrafındakilere söyleyemeyiz. Yersiz yere korkmalarını veyahut endişelenmelerini istemiyorum ama işin içinde sandığımızdan daha büyük şeyler dönüyorsa Tuncay’ı da Tuana’yı da uyarmamız gerekir. Ayrıca unutma ki bu haltı yapan onların yakın ya da uzak çevrelerinden biri de olabilir ki, olanları öğrendikten sonra endişeyle yaptıkları en ufak hatada her şey daha kötüye gidebilir.” Doğru söylüyordu. Eğer Tuncay amcamın yanında çalışan ya da ilişkisi olan birisi yapıyorsa bunu, Tuncay amcamın bilmesi tehlike barındırabilirdi. Zira amcam babamın aksine fevri bir kişiliğe sahipti ve notları öğrendiğinde sinirle yapmaması gereken şeyler yapabilirdi. Sanırım Asaf amcanın, yaşadıklarımı kimseye söylememem konusunda neden bu kadar ısrarcı olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. “Tamam, amca,” diyerek başımı kaldırdım. Biraz öncekine göre daha sakin ancak daha düşünceliydim. “Sen izin vermedikçe kimseye bir şey belli etmeyeceğim. Şu an bilen tek kişi var, o da Yasemin.” “Onu da iyice tembihle,” diyerek uyardı beni. “Kocasına dahi anlatmasın.” Karşı çıkmadım. “Peki, amca.” “Sen şimdi direkt Emniyet’e gidiyor ve soluğu Aral’ın odasında alıyorsun. Ben de hemen onu arayıp bilgilendireceğim.” Berrin yengeme selam söylemesini isteyerek telefonu kapattıktan sonra sıkıntıdan başıma giren ağrıyı kovmak istercesine şakaklarımı ovdum. Berrin yengem, Asaf amcama çok kızıyordu çünkü Asaf amca, Berrin yengemden çok işiyle evli gibiydi. Hele ki amir olduktan sonra evini iyice unutmuştu ve bu yüzden yengemle çok kavga ediyorlardı. Yengemi ne kadar çok sevdiğini bilsem de Asaf amcama kızmıyor değildim ben de. Kadın haklı olarak kocasını yanında görmek istiyordu ancak muhtemelen Aral başkomiser, Asaf amcamı Berrin yengemden daha fazla görüyordu. Arada bir bugün olduğu gibi Berrin yengemi alıp biraz huzurlu zaman geçirmek için Şile’deki babasının çiftliğine gidiyordu Asaf amcam. Yengem muhtemelen uzun zamandır kocasının bu boşluğunu gözlüyordu ve ben tüm bunları bile bile Asaf amcama yanımda olması hususunda ısrarda bulunamazdım. Zaten yanımda olsa da şu an için yapabileceği bir şey yoktu. Şimdilik elimizden gelen tek şey düşünmekti ki Aral başkomiser de bunu pekâlâ yapabilirdi. Hem nedense o, bu konuda Asaf amcamdan daha dikkatli gibi geliyordu bana. Başkomisere hala tam anlamıyla güvenmiyor olsam da evde bulduğum nottan sonra anlattıklarımı hiç kimse onun kadar dikkatli ve inanarak dinlememişti. Ve sanırım bu tavrı istemsizce ona yakın hissetmeme neden olmuştu. Yanaklarımı şişirerek ofladıktan sonra daha fazla oyalanmamam gerektiğine karar verip Yasemin’i aradım ve olanlardan kısaca bahsedip Emniyet’e gitmem gerektiğini haber verdim. Evdekilere acil bir ameliyata girmem gerektiğini söylemesini istedikten sonra da ben gelene kadar Tuana’yı hiçbir yere göndermemesi için uyardım onu. Sözlerimi telaşla dinleyip onayladı ve hemen sonra istemeye istemeye kapattı telefonu. Derin bir nefes alarak telefonu yan koltuktaki çantamın üzerine fırlattıktan sonra kontaktaki anahtarı çevirerek arabayı çalıştırdım ve Aral başkomiserle konuşmak üzere yola çıktım. ღ Bölüm sonu ^^ Umarım beğenmişsinizdir, görüşlerinizi ve düşüncelerinizi benimle paylaşmaktan çekinmeyin lütfen. Bu bölümler ilk bölümler olduğu için sakin geçiyor. Zaten şu an için en önemli olan şey karakterlere ve hikâyeye iyice alışıp ısınabilmeniz. Bir zaman sonra öyle şeyler olacak ki, bu sakinliği fazlasıyla özleyeceksiniz. Ya da belki de hiç özlemeyeceksiniz :d Siz yine de her yazdığımı sindire sindire ve anlamaya çalışarak okuyun lütfen :’) Ayrıca bu bölüme kadar anladığınız üzere ana karakterlerimizden diğeri Aral başkomiser ancak onun hikâyeye, daha doğrusu Tamay’ın hayatına asıl girişi bu gizli notlar yüzünden değil, bambaşka bir şey sayesinde olacak ve o andan itibaren kitabımız Aral-Tamay odaklı gidecek. O zamanlar için fazlasıyla heyecanlıyım, zira hiç ama hiç ummadığınız şeyler olacak! Diğer kitabımda da belirttiğim gibi aksi bir durumla karşılaşmadıkça her hafta bir kitabıma bölüm atacağım ve bu bölümler sırayla gelecek. Yani buna bölüm attığım için sıra Kızıl Yıldız’da ^^ OY ve YORUMLARINIZI eksik etmezseniz çok sevinirim. Zira sizden gelen güzel tepkiler sayesinde kitabıma olan güvenim ve yazma isteğim artıyor. :’) Yeni bölümde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın! İnstagram: rabiaclr / dolunayinvechi
|
0% |