Yeni Üyelik
41.
Bölüm

BÖLÜM - 40/1

@bayanclara

“Demek aranızdaki ilişki bu kadar ciddileşti, ha?”

Amcamın memnuniyetsiz bakışlarına aldırmadan gülümsedim. Gerçekten çok kıskanç bir adamdı ve bunun en büyük nedenlerinden biri de şüphesiz Uğur yüzünden yaşadıklarımdı.

“Amca,” diye mırıldandım usulca. “Bunu defalarca kez konuştuk. Hem gideceğimizi sana söyleyeli birkaç gün oldu, neden daha önce haber vermemişim gibi tekrar konuşma yapıyoruz şu an?”

“Çünkü büyük bir yanım aradaki birkaç günde aklını başına alıp bu aileyle tanışma sevdasından vazgeçeceğine inanıyordu,” diye homurdandı usulca.

Ona kızmadım. Darılmadım da. Kızını korumaya çalışan, kıskanan bir baba nasıl davranıyorsa öyle davranıyordu işte. Kendince sahip çıkmaya, güvende olduğuma inanmaya, bir erkek tarafından üzülmeyeceğime emin olmaya çalışıyordu. Tabii bunun erkek arkadaş edinmeden olacağına inanması biraz mantık dışıydı.

“Aral’dan hiç mi hoşlanmıyorsun gerçekten?” diye sordum usulca.

“Hiç,” dedi, yüzünü buruşturup.

“Neden peki?”

“Çünkü bir başkomiser. Çünkü Asaf denen herifin bir numaralı adamı. Çünkü gereksiz bir özgüveni ve yakışıklılığı var. Bu da senin ondan vazgeçmeni zorlaştırıyor.”

Kendimi tutamayıp hafifçe kıkırdadığımda kötü bakışlarının hedefi oldum ve hızlıca dudaklarımı birbirine bastırdım. Kıskançlığı çok tatlıydı ancak güldüğüm için onunla dalga geçtiğimi sanabilirdi, zira insanlar yaşlandıkça biraz fazla alıngan olabiliyorlardı.

“İlk olarak onun bir başkomiser olması çok güvenilir biri olduğunu kanıtlıyor, amcacığım.” Yılmaz denen adamdan ve onun gibilerden bağımsızdı bu söylediğim. Bana göre polisler güvenilir olmalıydı çünkü. “Bu yüzden onu sevmemezlik edemezsin. Evet, mesleği çok kutsal ve zor. Muhtemelen beni sayısız kez korkutacak da ama sırf bu yüzden ondan vazgeçersem bu onu sevmediğim anlamına gelmez mi zaten? Aral’ı, ona bir şey olursa korkusuyla yaşamamak için terk edersem bencil biri olmaz mıyım?”

Dalgın bakışlarını karşısındaki boş duvara odaklayarak susma hakkını kullandığında doğru yolda ilerlediğimi anlamıştım. Bu yüzden konuşmaya devam ettim. “İkinci olarak da Asaf amcamla aranızdaki şu saçma inadı bitirmenin zamanı gelmedi mi artık? Çocukken yaşadığınız bir şey için hala birbirinizden hoşlanmıyor olmanız ne kadar mantıklı? Hadi biriniz o kızla evlenmiş olsa neyse diyeceğim, biraz da olsa hakları var ama öyle bir durum söz konusu değil. İkiniz de şu an bambaşka kadınlarla evlisiniz ve ikiniz de eşlerinize deli gibi âşıksınız. Öyleyse hala bu saçma çekememezliği sürdürmenizin sebebi ne, Allah aşkına?”

Amcam karşı çıkmak üzere ağzını aralamaya çalıştığında elimi kaldırarak susturdum onu. “Hiç bahane uydurma bana. Bugüne kadar alttan aldığım yeter. Hele de bundan sonra sürekli yüz yüze bakacağınızı düşünürsek aranızdaki ilişkiyi tatlıya bağlamanın zamanı gelmiş demektir. Amasya’dan döndükten sonra bununla bizzat ilgileneceğim. Eğer karşı çıkarsan zor kullanıp yengemi de kendi tarafıma çekerim, elin kolun bağlanır haberin olsun.”

“Sen ne zaman bu kadar kötü bir kız oldun?” diyerek sahte olduğu bariz bir hüzünle kafasını iki yana salladığında hafifçe gülümsedim ve daha fazla dayanamayıp yanına giderek yanağına küçük bir öpücük kondurdum.

“Ben kötü bir kız olmadım amca ama senin artık yaşının insanı gibi davranman gerekiyor.” Suratının asıldığını görünce bir kez daha öptüm onu. Bu, Tuana’yla ikimizin gizli silahıydı çünkü amcam buna asla karşı gelemezdi. “Hiç surat asma bana. Doğruları söylüyorum. Son olarak Aral’ın çok yakışıklı olduğu doğru ve bence buna sevinmelisin. Kim yakışıklı ve özgüvenli bir damat istemez ki?”

“Ben istemem,” diye homurdandığında güldüm.

“Kesinlikle istersin.”

Oflar gibi iç çektikten sonra kolundaki saate dikti bakışlarını. “Uçak saatiniz gelmiş, artık çıkın yoksa geç kalacaksınız.” Bakışları bana döndü. “Gerçi geç kalmanız işime gelir ama bu sefer de başka uçak bulmaya çalışırken beni de strese sokarsınız siz.”

Gülerek kollarımı omuzlarına sardım ve ona sıkıca sarıldım. “Seni çok seviyorum. İyi ki benim amcamsın.”

Sessizce iç geçirdi ve o güven dolu kollarıyla bedenimi sarmaladı. Bazen ona sarıldığımda babamın kokusunu alır gibi oluyordum. Bunun mümkün olmadığını biliyordum, hatta muhtemelen bunca yılın ardından babamın nasıl koktuğunu da unutmuş olmalıydım ancak böyle hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi.

“Sen de iyi ki benim yeğenimsin. Çok dikkat et kendine olur mu? Öyle bir şey olacağını sanmasam da kimsenin seni üzmesine izin verme. Bu kısa tatilini en güzel şekilde geçir ve mümkünse o polis bozuntusundan soğumuş olarak İstanbul’a geri dön.”

Kıkırdayarak geri çekilirken bozuk bir bakış attım ona. “Amca!”

“Tamam, tamam; demedim bir şey.”

“Umarım öyledir,” diyerek başımı sallayıp odanın kapısını işaret ettim. “Hadi, Aral beni ona vermemek için kaçırdığını düşünmeye başlamadan içeri geçelim artık.”

“Güzel fikirmiş aslında.”

“Amca!”

“Gidiyorum ben!”

Amcam koşar adımlarla mutfaktan çıkarak salona geçtiğinde kafamı iki yana sallayıp peşine düştüm. Aral, beni almak için eve geldiğinde günlerdir bunun için hazırlanmıyormuşum gibi beni mutfağa çağırmış ve gitme konusunda emin olup olmadığımı sormuştu. Üstelik birkaç saat sonraki Amasya uçağına biletim olduğunu çok iyi biliyordu…

Yengemlerin oturduğu odaya giren amcam kapı ağzında duraksayıp bana dönerek yüzünü buruşturduktan sonra gizlemediği hoşnutsuz ifadeyle yürümeye devam ettiğinde yüzünü bu hale getirmesine neden olan şeyi görebilmek için adımlarımı hızlandırdım. Kapıdan içeri girdiğimde gördüğüm ilk kişi tekli koltukta oturan yengem olmuştu ve amcamın aksine yüzündeki keyifli gülümsemesiyle bir şeyler anlatıyordu. Bakışlarımı hızla diğer tarafa çevirdiğimdeyse amcamın yüzünün buruşma sebebini görmüştüm. Aral’ın çekimine karşı koyamama konusunda bana taş çıkaran kız kardeşim, eniştesinin dibine oturmuş ve koluna girmişti. Üstelik hem kendisinin hem de Aral’ın yüz ifadesi de en az yengem kadar keyifliydi.

Tabii Aral amcamı görünce yüzüne saygılı ve yarı ciddi bir ifade kondurmuştu. Koşarak gidip dudaklarına yapışsam çok mu ayıp olurdu?

Yengemin yanındaki tekliye yerleşen amcam “Uçağınız kaçtaydı sizin?” diye sordu ki bunu laf olsun diye sorduğuna emindim, zira bu soruyu yalnızca bugün içinde tam üç kez sormuştu bana.

Aral kolundaki saate kısa bir bakış atıp “İki saat sonra,” diye cevap verdi.

“Şimdi çıkmazsanız geç kalabilirsiniz. Malum İstanbul trafiğinin hali belli olmuyor.”

Aral geldiğinden beri beni oyalayan amcam, şimdi resmen kovuyordu bizi. Kıskançlığı bazen beni korkutsa da daha çok eğlendiriyordu, bu yüzden gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmıştım. Ancak çok sevgili başkomiserim bunu bir emir olarak algılamış olacaktı ki başını kısaca sallayıp “Tabii,” dedikten sonra kalkmak için izin istercesine kolunda duran Tuana’nın eline dokundu. Tuana mesajı alarak elini geri çektiğinde de usulca kalktı koltuktan. “Biz gidelim öyleyse.”

Yengem hızla ayaklanıp “Ben geçireyim sizi,” dediğinde Tuana onu eliyle durdurup kendisi kalktı. “Ben geçiririm, sen amcamın yanında kalsan daha iyi olur.”

Amcam Tuana’ya kötü kötü baktığında Tuana ona neşeyle öpücük attı ve nasıl davranacağını bilememiş gibi herkese tuhaf bakışlar atan Aral’ı kolundan çekiştirdi.

“Hadi enişteciğim, biz ablamın bavullarını dışarı çıkaralım.”

Aral, onu başıyla onayladıktan sonra yengemle amcama son kez dönüp “Sonra görüşmek üzere o zaman,” dedi. Amcam kısaca kafasını sallarken yengem de “Ailene selamlarımızı ilet lütfen,” diye mırıldandı. Biz gittikten sonra amcama güzel bir fırça çekeceğinden adım gibi emindim.

“Baş üstüne.”

Aral’la Tuana odadan çıktıklarında ben de ilerleyip yengeme sarıldım ve kulağına eğilip “Zorda kalırsam seni arayıp yardım isterim, özellikle bugün bir gözün sürekli telefonda olsun lütfen,” dedim. Şu an evden çıkma telaşıyla bu konuyu geri plana atmış olsam da Aral’ın anne ve babasıyla tanışacak olmak fazlasıyla geriyordu beni ve onların yanındayken saçma tavırlar sergilemekten acayip korkuyordum.

“Muhtemelen orada çok keyifli anlar geçireceğin için beni aramak aklına bile gelmeyecek ama söz, telefonumu yanımdan ayırmayacağım.”

Yengemi çok seviyordum. O kadar pozitif, nazik ve ilgili biriydi ki çoğu zaman ona sevgimi yeterince gösteremediğimi düşünüp üzülürdüm. Bu dünyada anne olmayı en çok hak eden insanlardan biriydi şüphesiz. Bir çocuğu olabilseydi eğer, o çocuğun çok mutlu biri olacağından hiç kuşkum yoktu. Böyle harika bir anneye ve her ne kadar kıskanç olsa da bu kadar iyi bir babaya sahip olduğu için çok şanslı olurdu çünkü.

Tuana ve ben de çok şanslıydık. Anne ve babamızı kaybetiğimiz için ne kadar şanssızsak, böyle bir amca ve yengeye sahip olduğumuz için de bir o kadar şanslıydık.

Duygulanmaya bile vaktimin olmadığının bilinciyle yengemden ayrılıp hala koltukta oturan amcamın yanına gittim ve elini tutarak öpüp başımın üzerine koydum.

“Geldiğimde seni daha az kıskanç biri olarak bulmak istiyorum, ona göre.”

Yalandan kaşlarını çatıp “Kepaze seni,” dediğinde kendimi tutamayıp küçük bir kahkaha attım ve uzanıp iki yanağından da öptüm onu.

“Bu kepaze yeğenin çok seviyor seni, hiç unutma olur mu?”

“Ben de tüm yanlış kararlarına rağmen seviyorum seni. Öyle de yüce gönüllüyüm işte.”

“Tuncay!”

Yengemin tiz sesi aramıza girdiğinde amcamın huysuz bakışları ona döndü ve yumuşar gibi oldu. Yengeme de asla karşı koyamazdı.

“Ne? Yalan söylesem daha mı iyi?”

Yengem ona cevap vermek yerine kafasını iki yana salladı ve tekrar bana döndü. “Hadi, Aral’ı daha fazla bekletme sen. Taksici de ağaç olmuştur kapıda, yazık vallahi. Ben de şu amcandan bir hesap sorayım.”

Gülerek başımı salladım. “Çok zorlama ama. Onun derdi ona yeter.”

“Soracağım ben ona derdi, tasayı.”

Yengem, kıstığı gözleriyle amcama döndüğünde biraz daha güldüm ve odanın çıkışına doğru ilerlemeye başladım. Tuana’yı onlara emanet etmeme gerek yoktu; çünkü insan kardeşini anne babasına emanet etmezdi. Daha doğrusu bunu sözlü olarak ifade etmezdi.

Dış kapıya yöneldiğimde Aral’la Tuana’nın açık kapının iki yanında dikildiğini gördüm. Aral, iki eliyle bavullarımı tutuyor ve bir yandan da Tuana’ya bir şeyler söylüyordu.

“Eğer ablan kaçarak dönmezse bir dahakine seni de yanımızda götürürüz, söz.”

Ayakkabı dolabından çıkardığım beyaz renkteki spor ayakkabılarımı giyerken kaşlarımı çattım. “Niye kaçarak dönüyormuşum ben?”

“Bilmem,” diyerek omuzlarını kaldırdı Aral. “Bunu söyleyen sensin. Eğer anne ve babamla anlaşamazsan Amasya’dan kaçarak uzaklaşacağını söylemiyor musun bir haftadır?”

Bağcıklarımı bağlayıp doğrulduktan sonra eğilince önüme gelen atkuyruğumu tekrar sırtıma attım.

“Ha, evet, öyle bir şeyler söylemiştim. Sen de her seferinde bunun saçma bir kuruntu olduğunu söylemiştin.”

“Öyle çünkü.”

“Tartışmaya başlamak için evden çıkmayı mı bekleseydiniz acaba?”

“Biz tartışmıyoruz!”

“Bu bir tartışma değil.”

Aral benim gibi ciyaklamamış olsa da aynı anda kurduğumuz cümlelerin üzerine bakışlarımız hızla birbirine tutunmuştu. Birkaç saniye boyunca öylece durduğumuzda Tuana’nın arkamdan mırıldandığını duydum.

“Eh, iş başa düştü.”

Ne olduğunu anlamadan belimden itilmek suretiyle Aral’ın göğsüne yapıştıktan ve onun sıcak kolları tarafından sarmalandıktan hemen sonra kapanan kapının sesini işittim. Tabii hemen ardından da deli kardeşimin kapı arkasından söylediklerini…

“Hadi öpüşün, kendinizi zor tuttuğunuzu biliyorum ve merak etmeyin, sizi izlemek yerine yengemle mücadele eden amcamı izlemeye gideceğim. İyi öpüşme- ay pardon, iyi yolculuklar!”

Muhtemelen duyalım diye zemine vura vura uzaklaştığında Aral’ın yeşillerine bakarak gözlerimi kırpıştırdım.

“Kardeşin tam bir çatlak,” diye mırıldandı Aral. Bunu söylerken bakışları dudaklarıma inip tekrar çıkmıştı. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı.

“Burnu iyi koku alan ve gözleri oldukça keskin bir çatlak,” diye düzelttim onu.

“Hangi konuda?” diye sordu, bunun sorulmak için sorulmuş bir soru olduğunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. Bu yüzden cevap verme zahmetine girmedim ve göğsünde duran ellerimi kaydırıp boynuna sardıktan sonra parmak uçlarımda yükselerek dudaklarına yapıştım. Bana hiç beklemeden karşılık verdiğinde kendimi iyice ona yasladım ve başımı yana eğerek öpücüğümüzü derinleştirdim. Eve geldiğinden beri yapmak istediğim tek şey buydu lakin bir türlü baş başa kalamadığımız için bundan mahrum kalmıştım.

Ciğerlerimdeki hava tükenmek üzereyken usulca geri çekilip derince nefeslendim ve doyamadığım dudaklarına tekrar uzandım ancak başını hafifçe yana çevirerek dudaklarımın yanağına yaslanmasına neden oldu. Kaşlarımı çatıp “Hey!” diyerek geri çekildiğimde dudaklarıma hızlı bir öpücük kondurup “Yeterince geç kaldık,” dedi. “Beni biraz daha zorlarsan uçağı boş verip seni kulübeye kaçıracağım ve bütün planlarımız boşa gidecek, haberin olsun.”

En ufak bir itirazımda dediğini yapmaktan korkuyormuş gibi aceleyle iki valizimin çekçeklerinden tuttuğunda ona kötü bakışlar atmaya devam etsem de haklı olduğunu bildiğimden bir şey demedim ve uzanıp valizlerden birinin üzerinde duran sırt çantamı aldım. Aral, sadece düğün için gitmenin saçma olduğunu ve bana Amasya’yı gezdirmek istediğini söylediğinden hastaneden bir haftalığına izin almıştım ve bu yüzden sadece kuzeninin düğününe değil, kınasına da katılacaktık. Tabii bu da yanıma fazladan kıyafet almama neden olmuştu, yoksa bir yere giderken yanına on valizlik eşya alan kadınlardan elbette ki değildim.

Çantayı koluma takıp bahçe kapısına doğru yürümeye başladığımda Aral da peşime takıldı ve sırayla bahçeden çıkıp kapının önünde bekleyen taksinin yanında duraksadık. Bizi görünce taksinin içinden çıkan Tuana yaşlarındaki çocuğu eliyle durdurdu Aral.

“Ben hallederim, sen bin taksiye.”

“Ama abi-”

“Bin dedim, Mesut.”

“Peki, abi.”

Çocuk tekrar arabaya binip kapısını kapattığında şaşkın bakışlarımı Aral’a çevirdim ancak o bana bakmadan taksinin bagajını açıp bavullarımı yerleştirdi, ardından da yanıma gelip taksinin kapısını benim için açtı. Surat asmaya bu kadar dayanabildiğim için usulca gülümsedikten sonra taksiye bindim ve bakışlarımı kapımı kapayarak taksinin etrafından dolanıp hemen yanıma yerleşen Aral’dan ayırmadım.

“Gidebiliriz.”

“Tabii abi.”

Mesut, taksimetresine baktığımda uzun zamandır çalışıyor olduğunu anladığım arabada gaza basarak yola koyulmamızı sağladığında gülmemek için yanağımın içini dişlemek zorunda kalmıştım. Aral, beni almak için amcamların evine gelirken içeride fazla kalacağını öngörerek çocuğa taksimetreyi açmasını söylemiş olmalıydı ki bizi beklerken kazancından olmasın.

Bu adamın en beklemediğim anlardaki düşünceli tavırları beni fena halde tav ediyordu lakin onu istediğim gibi öpemiyordum bile. Adalet neredeydi?

“Radyoyu açayım ister misiniz?”

Dakikalar sonra Mesut’un sesiyle düşüncelerimden sıyrılarak ona çevirdim bakışlarımı. Dikiz aynasından bakıyordu bize.

“Olur,” diyerek başımı salladım.

Onayımı alınca kırmızı ışıkta durmamızı fırsat bilerek uzanıp radyonun düğmesine basmış ve birkaç kanal gezdikten sonra birinde duraksamıştı. “Hoşunuza gitmezse söyleyin, değiştireyim.”

“Bize fark etmez,” diye cevap verdi, arabasında radyo dinlememek için özel listeler hazırlayan sevgilim. “Sen keyfine bak.”

Mesut kısaca başını sallayıp yeşil ışığın yanmasıyla tekrar yola odaklandığında ben de çalan şarkının ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Anladığımdaysa yüzüme bir aydınlanma gülümsemesi yerleşmişti. Şu şarkı Aral’la baş başayken çalsa olmaz mıydı? Ben nasıl rahat duracaktım şimdi?

Bir süre kendimi tutmayı başarmıştım aslında, ta ki nakarata gelene kadar. Biraz da şoför koltuğunda oturan çocuğun kardeşim yaşında olmasından da yüz bulmuyor değildim tabii. En nihayetinde Aral’a doğru döndüm ve ona baktığımı hissetmiş gibi yeşillerini bana çevirdiğinde dudaklarımı oynatarak şarkının nakaratına eşlik etmeye başladım.

Sen, adamım bakma öyle

Sileceksen beni bir kalemde

Ellerin okşamasın

Saçlarıma ak düşecekse

İşaret parmağımla onu işaret ettikten sonra parmaklarımı saçlarımın üzerinden geçiriyormuş gibi yaptığımda Aral’ın kaşları havalanırken Mesut beni fark etmiş olacaktı ki şarkının sesi yükseldi. Başımı hızla çevirip Mesut’a baktığımda aynadan göz göze geldik ve bana genişçe gülümsedi. “Keyfine bak, yenge.”

Neden bilmiyorum ama Aral’ı tarafında sayılan ve Arel’den başka birinin bana yenge diye ithaf etmesi o kadar hoşuma gitmişti ki kendimi tutmayı bıraktım ve Aral’ın bundan hoşlanmayabileceğini düşünmemeye çalışarak el kol hareketleriyle şarkıyı yaşamaya başladım.

Bak, hani var ya benliğimde

Haykırıyor gözlerimde

Vurdular beni ansızın

O toyluk günlerimde

Mesut direksiyona vurarak ritim tutmaya başladığında gaza gelmeye meyilli olduğum için ben de alkış tutturup oturduğum yerde salınmaya başladım. Aral, başını sallayarak omuzlarını sallayan Mesut’a kısa bir bakış atsa da sandığım gibi dehşete düşmedi veya bu halimiz onu biraz bile şaşırtmadı. Hatta bunu yapmadığı gibi dudağının kenarına küçük bir gülümseme yerleştirip uzandı ve kuyruğumdan çıkan bir tutam saçı yanağımı okşayarak kulağımın arkasına sıkıştırdı.

Bu adama âşıktım; bu adama deli oluyordum, bu adama bitiyordum. Üstüne atlamak, ona sıkıca yapışmak ve yüzünün her bir noktasını defalarca kez öpmek istiyordum. Bu aşk denen illet insanda ne akıl bırakıyordu ne de mantık. Her şeyim o olmuş gibi hissediyordum. Onsuz hiçbir şeyin ne anlamı ne de değeri vardı gözümde. Ya delirmiştim ya da aşk sarhoşluğunun zirvesindeydim ve aşağı inmeye hiç niyetim yoktu.

Ben o küçük temasın ardından sevgiyle dolan kalbim yüzünden ağırlaşırken Mesut bizi umursamadan ritim tutmaya devam etti. İyi ki de etti yoksa duygusallıktan kafayı yemek üzere olduğumu fark edebilirdi.

Aral, içimden geçenleri duyabiliyormuş gibi uzanıp kucağımda duran elimi kavradı ve parmaklarını benimkilere kenetledi. Havaalanına gidene kadar şarkılar sürekli değişti, Mesut ritim tutmaya devam etti, ellerimizse hiç ayrılmadı.

“Fazla mı gerginsin bakayım sen?”

Aral’ın fısıltısını duyduğumda usulca yutkunup başımı ona çevirdim. Bana doğru eğildiği için başımı çevirmem, burnumun çenesine sürtülmesine neden olmuştu ve kokusunu duymak beni biraz olsun sakinleştirmişti.

“Uçak kalkınca az zamanımızın kaldığını fark ettim,” diyerek dudaklarımı büzdüm. “Mızmızlık yapan biri gibi görünmek istemiyorum ama tutamıyorum kendimi. Özür dilerim.”

“Özür dileyecek bir şey yok,” diyerek kolumu okşadı. “Biraz fazla gerildiğin doğru ama bunun annemle yüz yüze geldiğin an yok olacağından adım gibi eminim.”

“Bana biraz onlardan bahsetsene,” diye mırıldandım, başımı omzuna yaslayarak. “Yani biraz anlatmıştın ama belki onları daha detaylı tanırsam endişem az da olsa yatışır.”

Saçlarıma küçük bir öpücük bırakıp kalbimi sıcacık yaptıktan sonra başını benimkinin üzerine yasladı ve elini, dizinin üzerinde duran elimin üzerine bırakıp “Hımm,” diye mırıldandı. Yanındaki koltuk boştu, uçak da pek dolu sayılmazdı ancak yine de diğer yolcuları rahatsız etmek istemediğimiz için kısık sesle konuşuyorduk. “Ne anlatmamı istersin?”

Bakışlarımı elimin üzerini okşayan başparmağına dikip “Mesela,” diyerek iç çektim. “Annenle baban nasıl tanışmış?”

“Ah,” diyerek kısık sesle güldü. “Bunu sana anlatmak eğlenceli olacak.”

Dudaklarım iki yana kıvrılırken ona bakabilmek için başımı yukarıya kaldırmaya çalıştım ve bu yüzden sakalları sert bir şekilde alnıma sürtündü. Muhtemelen dokunduğu yer tahriş olacaktı ama bu bile hoşuma gidiyordu. “Ya, hemen anlat.”

“Annemin ailesinin zengin olduğundan bahsetmiştim sana bir keresinde, hatırlıyor musun?”

“Hımhım.”

“Annemin babası, yani dedem, onların köyündeki en zengin insanmış. Hani köy ağaları vardır ya, köydeki birçok mal varlığı ona ait olur. Diğer köylülerin çoğu da onun işlerinde çalışır falan… Dizilerde mutlaka izlemişsindir. Öyle biriymiş işte.”

Doğma büyüme İstanbullu olduğum için böyle bir açıklama yapması gülümsetmişti beni. Bu yaşıma kadar hiç köye gitmemiş olmamı ona ilk söylediğim zaman garipsemişti ama köyde yaşayan bir tanıdığım olmadığı için nereye gidebilirdim ki?

“O zaman siz sandığımdan da zenginsiniz,” diye takıldım ona.

“Muhtemelen sizin kadar değildir, çünkü o mal varlığı dört kardeş arasında paylaşıldı.”

Dirseğimle karnına vurduktan sonra “Ee,” dedim. “Parayı pulu bırakalım, konumuza geri dönelim.”

Elimin üzerinde duran elini çekip omuzlarıma sararak beni kısmen göğsüne yatırdı ve ardından diğer eliyle hala dizinde durmakta olan elimi sıkıca kavradı. Bir kedi gibi mırlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım ve onun bu yakın temasını memnuniyetle karşılayarak sözlerine kulak verdim.

“Annem hem dört kardeş arasındaki tek kadın hem de en küçükleri. Bu da abileri ve dedem tarafından sürekli sarıp sarmalanmasını, el üstünde büyütülmesini sağlamış. Hatta bu yüzden annem üniversite okumak istediğinde köydekiler babası bu kadar zenginken okumak istemesine şaşırmışlar. Gerek yokmuş onlara göre, çünkü dedemin bıraktığı parayla ölene dek mutlu mesut yaşayabileceğini herkes biliyor.”

“Ne alaka yahu?” diyerek kaşlarımı çattım. “Hem oldu da bir gün bütün parayı kaybettiler diyelim, sonra ne olacak? Annen geçimini nasıl sağlayacak? Her şeyi düşünmek lazım şu hayatta.”

“Annem de tam olarak senin gibi düşünmüş ve hemşire olmuş.”

İşte bu benim için tam bir şoktu, çünkü annesinin hemşire olduğunu bilmiyordum. Bunu bilmediğimi bile şu an fark ediyordum ve bu durum beni fazlasıyla utandırmıştı.

“Annenin hemşire olduğunu bilmiyordum,” diye mırıldandım, utana sıkıla.

“Emekli hemşire,” diye düzeltti beni. “Ayrıca bilmemen çok normal, hiç konusu geçmedi ki.”

“Olsun, babanın Emniyet Müdürü olduğunu biliyorum ama.”

“Amcanla tanıştığımız gün söylemiştim çünkü.”

Kendimi üzmeme izin vermeyişi çok tatlıydı ama yine de üzülmüştüm. Sesim çıkmadığında bunu anlamış olacaktı ki başını çevirip birkaç kez alnımdan öptü beni. Ne ara böyle bir adama dönüşmüştü bilmiyordum ama şu halinden o kadar memnundum ki yapabileceğim tek şey şükretmekti.

“Babam bir gün elini kesmiş,” diye anlatmaya devam etti. “Derin bir kesikmiş ve bu yüzden dikiş attırmak için hastaneye gitmiş.”

Gözlerimi kırpıştırdım şaşkınca. Onun annesiyle babası da mı hastanede tanışmıştı yani?

“Sonra ne olmuş?” diye sordum heyecanla. Ses tonumdan heyecanımı anlayarak usulca güldü.

“Doktorun biri babamın yarasını dikerken annem de acil serviste oradan oraya koşturuyormuş. Babam, annemi gördüğü an vurulmuş.”

“Ya,” dedim, iç çekerek. “Ne kadar güzel.”

“Babam için o kadar da güzel değilmiş, çünkü annem o meşguliyetin arasında babamı hiç fark etmemiş ve babamın dikişi bitmeden o alandan çıkıp bir daha da gelmemiş. Babam, annemi tekrar görebilme umuduyla dikişi atıldıktan sonra birkaç saat oralarda dolanmış ama annemi görememiş. Bu yüzden de canı oldukça sıkkın bir şekilde hastaneden ayrılmış.”

Başımı aceleyle göğsünden kaldırıp yüzüne baktığımda çehresindeki şefkati görerek duraksadım ve ne söyleyeceğimi unutarak “Ne?” deyiverdim. “Niye öyle bakıyorsun?”

“Çünkü beni çok heyecanlı bir şekilde dinliyorsun. Sanki olaylar yıllar önce gerçekleşmiş gibi değil de birkaç gün önce yaşanmış gibi.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Bu kötü bir şey mi?”

“Hayır,” diyerek başını omzuna doğru eğdi. “Bu çok tatlı.”

Bir an ne diyeceğimi şaşırarak ona öylece bakakaldıktan sonra “Hey,” diyerek gözlerimi kıstım. “Aramızda biri tatlı olacaksa bu yalnızca sen olabilirsin.”

Kaşları çatılırken “Hemen kaçır hevesimi,” diyerek başını salladı. “Sakın vakit kaybetme, sakın!”

Gülme sesimin diğer yolcuları rahatsız etmesinden korkarak ellerimi ağzıma kapattıktan sonra kendimi ileri atıp başımı göğsüne yasladım ve gülmeye devam ettim. Aramızdaki en tatlı kişi kesinlikle oydu ve bu durum tartışmaya kapalıydı. Yine de bunu ona söylemeyecektim tabii ki.

Ellerinden birini başımın arkasına, diğerini de sırtıma sardıktan sonra beni iyice göğsüne çekip koltukta geri yaslandı ve gülüşüm kesilene kadar beni bırakmadı. Muhtemelen gülmem geçse de bırakmayacaktı lakin hikâyenin devamını çok merak ettiğim için başımı gömdüğüm yerden hafifçe kaldırıp yukarı doğru uzanarak boynuna küçük bir öpücük kondurdum.

“Bana hemen babanın anneni nasıl bulduğunu anlat.”

“Emredersiniz padişahım, başka emriniz var mıydı?”

“Şimdilik bu kadar, aklıma gelirse söylerim.”

Bana nispet yaparcasına başını yana doğru eğip yüzümün boynuyla omzu arasında sıkışmasına neden olduğunda çırpınmak istesem de kendimi tuttum ve dilimi uzatıp tenine dokundurdum. Bu hareketimi asla beklemediğini belli ederek irkildiğinde başım da özgürlüğüne kavuşmuştu.

Kafamı yukarı kaldırıp onunla göz göze geldiğimde bana hiç de iyi bakışlar atmadığını fark ederek dudaklarımı büzdüm. “Kendin kaşındın.”

“Dua et yalnız değiliz, Doktor. Dua et.”

“İstersen tuvalete gidelim?” diyerek sırıttığımda gözlerini kıstı.

“Sanırım sana ceza vermek zorunda kalacağım.”

“Öpücük cezası mı?” diye hevesle sorduğumda elini uzatıp ağzımı kapattı ve diğer eliyle ensemi tutarak beni tekrar göğsüne yatırdı. Bunu yaparken yüzüme daha fazla bakmaya dayanamıyormuş gibi davranmıştı. Daha doğrusu, yüzüme biraz daha bakmaya devam ederse elinden bir kaza çıkacakmış gibi.

Keşke çıksaydı.

“Elbette ki hayır... Bunun senin için ödül olacağını ikimiz de çok iyi biliyoruz.”

“Hiç de bile,” diye homurdandım huysuzca. “Bu gerçek bir ceza.”

“Hımhım,” diye mırıldanırken sesi oldukça alaycıydı. “Kesin öyledir.”

Abartılı bir tavırla iç geçirdikten sonra bana öpücük vermeyeceğinden emin olduğumdan kolumu uzatıp karnına sardım ve elini ağzımdan çekince pes etmiş bir ses tonuyla “Peki… Anlatmaya devam et öyleyse.”

“Hımmm. Onca lafın arasında unuttum, nerede kalmıştım?”

Elimi tişörtünün eteğinde gezdirirken “Baban annen için beklemiş ama göremeyince hastaneden ayrılmıştı,” diye mırıldandım.

“Hah, evet,” dedikten hemen sonra biraz önce ağzımı kapattığı eliyle tişörtünün içine daldırdığım parmaklarımı yakalayarak geri çekti. “Eğer uslu durursan anlatacağım, Doktor.”

“Oğor oslo dororson onlotocoğom,” diyerek onu taklit ettiğimde elini uzatıp hafifçe dudaklarıma vurdu. Ben de sinirlenip tişörtünün üzerinden göğsünü ısırdım.

Ve Aral dehşete kapıldı.

Bu zamana kadar iyi dayanmıştı doğrusu.

Bir şey demesine izin vermeden “Sen kaşındın,” diyerek omuz silktim. “Sevgilimi öpüp, ona dokunamayacaksam niye sevgili yaptım ben ya?”

“Bilmem biliyor musun ama her şeyin bir yeri ve zamanı olur,” diye homurdandı, sesi kızgından çok küskün gibi çıkınca bakışlarımı ona kaydırdım. Kaşları huysuzca çatılmıştı. Dayanamayıp tatlı tatlı gülümsedim.

“Ne oldu? Canın sıkıldı sanki?”

“Benimle sadece öpüşmek ya da fiziksel şeyler yapmak için berabermişsin gibi konuştun.”

Ona dokunmaya çalışmama fiziksel şeyler mi demişti o?

Kahkaha atmamak için yanaklarımın içini ısırarak sakinleşmeye çalıştım. Cevap vermeyişimi yanlış anlamış olacaktı ki kaşları daha da çatıldı.

“Dur, dur; çatma hemen kaşlarını,” diyerek gülüşümü toparladım. “Elbette ki öyle bir şey söz konusu değil. Hem ben sana âşık olduğumda bana doğru düzgün gülümsemiyordun bile, hatırlatırım. Hatta gülümsemeyi bırak, yüzüme bile bakmıyordun. Yani böyle bir şeyin olma ihtimali yok. Ayrıca sana hep söylüyorum, ben temas severim.” Kısa bir an duraksayıp başımı omzuma doğru eğdim. “Üstelik temas seven tek kişi ben de değilim. Fark etmiyor olabilirsin ama bence sen benden daha betersin. Kendini tutmayı bırakırsan bunu çok net anlayacaksın.”

Bir süre hiçbir şey söylemeyip dalgın bakışlarla yüzümü izledikten sonra bakışlarını benden kaçırdı. “Ben kendimi tutmuyorum, sadece öpüşüp koklaşmanın yeri olmadığını söylüyorum.”

Hararetli bir şekilde tartışsak da hala fısıltıyla konuşuyorduk ki yakınımızda oturan tek kişi de uyuyor olduğu için kimse tarafından duyulamazdık. Bunu göstermek amacıyla elimle şöyle bir etrafımızı işaret edip “Kimsenin umurunda değiliz,” diye mırıldandım ve ona biraz daha sokularak sesimi iyice azalttım. “Ayrıca sana gel uçak fantezisi yapalım falan mı diyorum? İki dokunduk altı üstü.”

Bakışları birkaç kez dudaklarımla gözlerim arasında gelip gitti. Ardından da gözlerini sıkıca yumarak başını koltuğa yasladı. “O iki dokunuşunun bendeki etkisini bilseydin böyle basit bir şeymiş gibi konuşamazdın.”

Kaşlarım neşeyle havalanırken boynuna doğru sokuldum. Tamam, ileri gidiyordum ve bunun farkındaydım lakin neden gitmeyecektim ki?

“Bu bir itiraf mı?”

Gözlerini açmadan cevap verdi. “Bu zaten ortada olan bir şey.”

“Yani bana çok âşıksın ve bana dokunmak için çıldırıyorsun, öyle mi?”

Çenesini sıkıp cevap vermedi. Üstüne gittim.

“Öyle mi?”

“Bana cevabını bildiğin şeyler soruyorsun,” diye homurdandı dişlerinin arasından. “Bilerek üzerime geliyorsun ve bundan zevk alıyorsun.”

“Çok doğru şeyler söylüyorsun,” diyerek güldüm ve çenesine küçük bir öpücük kondurdum. “Şimdi soruma cevap ver, öyle mi?”

Sonunda damarına basmış olmalıydım ki gözlerini hışımla açtı ve tek eliyle çenemi tutup beni kendine çekerek dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu. İrice açtığım kahvelerimle ona bakakaldığımda halimi umursamadan birkaç kez daha öptü beni. Üstelik bununla da yetinmeyip geri çekilmeden evvel alt dudağımı dişleyip hafifçe çekiştirdi ve beni konuşamaz hale getirdi.

“Beni daha fazla çileden çıkarma, güzelim. Olur mu? Yoksa ben bile kendimi tutamayacağım.”

Dilim tutulmuş vaziyette gözlerimi kırpıştırdığım sıra uçağın içinde inişe geçeceğimizle ilgili anons yapıldı ve ortalığa hostesler doluşup bir şeyler anlatmaya başladılar. Aral, hareket edemediğimi fark ederek dudağındaki yamuk sırıtışla beni nazikçe ittirip koltuğuma yaslanmamı sağlasa da andan kopmuştum.

Aral deliliğime sinirlenip beni öpmüştü. Hem de ne öpmek!

Olanları ancak idrak edebilmeyi başarıp tembel bir gülümsemeyle Aral’a döndüğümde aynı yamuk sırıtışla beni izlediğini gördüm. Kendimi tutamayıp sırıttığımdaysa keyifli bir gülüş çıktı dudaklarının arasından.

“Şapşal.”

Adamı da kendime benzetmiştim resmen. Elimi ağzıma kapayarak kıkırdadım ancak laf yetiştirmeyi de ihmal etmedim. “Sensin o. Hem babanın anneni nasıl bulduğunu da anlatmadın zaten bana.”

“O kadar çok gevezelik ettin ki, senden bana fırsat mı kaldı?”

“Hi,” dedim alınmış gibi yaparak. “Şimdi de beni mi suçluyorsun? Çok ayıp.”

“Olanı söylemek mi ayıp? Farkında değilsen söyleyeyim, hala benle laf yarıştırıyorsun.”

“Hoşuma gidiyor, ne yapayım?” diyerek omuz silktim. Yelkenleri suya indirmem pek de uzun sürmemiş olabilirdi ancak bence fazla bile dayanmıştım. “Seninle atışmaya, konuşmaya, sana laf atmaya bayılıyorum.” Kısa bir an duraksadım. “Aslına bakarsan seninle yapmaktan hoşlanmadığım tek bir şey bile yok. Hiç konuşmasak bile yanında oturmak dahi iyi gelir bana.”

Şefkat dolu yeşilleriyle beni uzun uzun izledikten sonra “Dayanamazsın ki,” dedi. Bahsettiği şeyi anlamayarak kaşlarımı çattım.

“Neye dayanamam?”

“Konuşmamaya.”

Ona kızmak istedim ama bunu yapacak gücüm olmadığı için kendimi tutmayıp tekrar güldüm. “Gerçekten çok kötüsün.”

“Olmadığımı biliyorsun.”

Duruldum ve tüm samimiyetimle gözlerinin içine baktım. Onu ilk gördüğüm anda beni etkisi altına alan o güzel yeşillerinin içine. “Sana deli gibi aşığım. Yüzüne bakamadığım her saniye acı çekecek, kokunu duyamadığım her an seni deli gibi özleyecek kadar aşığım. Yanında öylece durmak bile beni dünyanın en mutlu insanı yapmaya yetiyor.” Uzanıp yanağını avcumun içine aldım. “İyi ki girdin hayatıma.”

Zorlukla yutkunduğunda âdemelması usulca hareket etti. Bakışlarına dolan onca duyguyla gözlerini kırpmadan bakıyordu yüzüme. “Asıl sen iyi ki sevdin beni,” diyerek başını çevirdi ve avuç içime peş peşe birkaç büyük öpücük kondurdu. “İyi ki âşık ettin beni kendine. Hayatıma, aldığım her nefese bir anlam kattın.”

Şu an olabilecek en saçma yerde birbirimize duygusal itiraflarda bulunuyor olmamız umurumda değildi, çünkü bazı şeylerin yeri ve zamanı olmazdı bana göre. Ayrıca duyguların paylaşıldıkça çoğaldığına ve içden geldiği an söylenmesi gerektiğine inanırdım. Çünkü daha sonradan söylemeye fırsat bulamayabilirdiniz. Bu hayatın acımasız bir kuralıydı.

Başparmağımla yanağını okşadıktan sonra kemerimin el verdiğince uzanıp boynuna sokuldum ve uçaktan ineceğimiz an gelene kadar orada kaldım.

Tüm delirmelerimin yerini müthiş bir sakinliğe bıraktığı zaman aralığı bavullarımızı almamızın ardından sona ermişti, çünkü Aral’ın babası Erhan amca bizi karşılamak için beklediğini belirten bir mesaj atmış ve beni biraz olsun unutmayı başardığım o telaşın içine geri çekmişti. Aral, bavullarımdan birini bana vermemek için inat ettiğinden iki eli de doluydu ve bu da elini tutarak kendimi güvende hissetmeme engel oluyordu. Aslında bunu ona söylesem muhtemelen iki bavulu tek eliyle çekiştirmeyi deneyip boşta kalan elini bana verirdi ancak bir bebek gibi mızmızlanmak istemediğimden bunu yapmadım ve kendi kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Aral babasını aradığı için etrafına bakınarak yürürken ben de kör adımlarla peşinden ilerliyordum, ta ki Aral’ın “Hah, işte orada,” dediğini duyana dek. Başımı hızla Aral’a çevirip bakışlarını takip ettiğimde Erhan amcanın sakin bir köşede bizi beklediğini gördüm. Daha önce fotoğrafını gördüğüm için ikizlerinin onun kopyası olduğunu biliyordum lakin görmek kesinlikle daha farklı hissettiriyordu. Şu an çok büyük ihtimalle Aral’ın otuz yıl sonraki haline bakıyordum.

Erhan amca basit bir kot ve siyah renkte gömlek giymiş, aralarına aklar düşmüş saçlarını geriye doğru taramıştı. Yaşına göre o kadar yakışıklıydı duruyordu ki karizmasına imrenmeden edemedim. Yüzünde bir gülümseme yoktu ancak bakışları yumuşaktı. Bu da Aral’dan ziyade beni izlemesinin verdiği gerginliği bir tık azaltıyordu. Ama sadece bir tık.

Yanına vardığımızda Aral bavulları bırakarak bize “Hoş geldiniz,” diyen babasının karşısına dikildi ve uzanıp elini öptü. Baba oğul kucaklaşırlarken bir yandan eteğimi düzeltiyormuş gibi yapıp düşünceli bir halde onları izliyordum, zira adama nasıl davranmam gerektiğini asla bilmiyordum. Ben de Aral gibi elini mi öpmeliydim? Yoksa bu ilk kez gördüğüm biri için abartı mı olurdu? Elini sıksam fazla gayri resmî olur muydu? Ya da hiçbir şey yapmayıp sadece gülümseyerek başımı eğsem suç işlemiş mi olurdum?

Aral’la ikisi kendi düşüncelerimden duyamadığım birkaç şey konuştuktan sonra Erhan amca bana doğru döndü ve halimden acı çektiğimi anlamış olmalıydı ki yüzüne anlayışlı bir tebessüm kondurdu. Ben daha o tebessümün şaşkınlığını atamadan da elini uzatıp babacan bir tavırla omzumu pışpışladı ve “Hoş geldin kızım,” dedi. “Umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir.”

Beni dertlerimden kurtarmış olmasının verdiği rahatlamayla samimi bir şekilde gülümseyip “Hoş buldum,” diye cevap verdim. “Gayet rahat bir yolculuktu. Zaten çok kısa sürdü.”

“Evet, İstanbul’la Merzifon arası uçakla yaklaşık bir saat sürüyor ama ne hikmetse oğullarım mecbur olmadıkça buraya pek gelmiyorlar.” Bakışları Aral’a döndü. “İstanbul’da ne varsa artık.”

Bu sitemi üzerime alınmamıştım çünkü Aral’ın hayatına gireli ne kadar olmuştu ki zaten? Babası muhtemelen uzun bir zaman diliminden bahsediyordu ve Aral’ı bana şikayet ediyormuş gibi konuşması hoşuma gitmişti.

Aral bana kısa bir bakış attıktan sonra tekrar babasına dönüp “Bunları sonra mı konuşsak?” diye mırıldandı. “Şimdi yeri değil sanki.”

Dünyanın en iyi ikilisi… Aral Ertem ve yeri ya da zamanı olmayan olaylar…

“Ben ne dedim ki sanki?” diyerek hafifçe güldü Erhan amca. Gülüşü de en az kendi kadar karizmatikti. “Sen eve gidince göreceksin esas sitemi.”

Aral, dilini dudaklarının üzerinde gezdirerek başını salladı. “Yandık desene.”

Hayır, Tamay. Aral’ı öpmeyi düşünemezsin. Bu sefer gerçekten de yeri değil!

“Hadi daha fazla oyalanmadan yola koyulalım, annenin gözü yolda kalmıştır.”

Erhan amca benim ve Aral’ın itirazlarına rağmen bavullarımdan tekini aldığında mahcup bir halde peşine düştüm ve hep birlikte otoparka giderek Erhan amcanın arabasına doluşup yola çıktık.

Aral ve Erhan amca, sanırım düğünü olan kişiyle ilgili bir şeyler konuşurlarken bütün dikkatim dışarıdaydı çünkü harika bir yere gelmiştik. Etrafımız dağlarla çevriliydi. Evlerin İstanbul’daki o koca binalarla uzaktan yakından alakası yoktu. Doğanın içine yerleşim yeri kurmuşlardı ve taş binaların arasından gelmiş biri için burası bir doğa harikasıydı.

“Merzifon’a ilk kez geliyorsun, değil mi kızım?”

Erhan amcanın soruyu bana sorduğunu anlamam pek kısa sürmemişti lakin başımı çevirdiğimde nazik bir gülümsemeyle aynadan bana baktığını görüp ben de gülümsedim. Emekli Emniyet Müdürü falan denilince sert birini beklemiştim doğrusu. Ya da pek gülümsemeyen, ciddi birini ancak Erhan amca kesinlikle öyle biri değildi.

“Evet,” diyerek başımı salladım.

“Buranın pek İstanbul’la alakası yoktur ama seveceğini düşünüyorum. Nasılsa daha buradasınız, Aral sana etrafı gezdirir. Hatta Amasya merkeze de gidersiniz.”

Nazikçe gülümseyip “Çok isterim,” dedim ve yolun geri kalanı boyunca konuşmak yerine dinlemeyi tercih ettim. Zaten evlerine varmamız pek de uzun sürmemişti.

Erhan amca, arabayı iki katlı bir evin önünde durdurduğunda sırayla arabadan indik ve bagajdaki eşyalardan payımızı alıp sırayla bahçe kapısından içeri geçtik. Evleri beyaza boyanmıştı ve her pencereye rengârenk çiçek saksıları koyulmuştu. Dışarıdan öyle güzel görünüyordu ki görür görmez vurulmuştum.

Evin büyük, ahşap kapısına doğru ilerlediğimiz sıra biz daha ulaşamadan kapı açıldı ve kısa sarı saçları omuzlarına dökülen bir kadın dışarı çıktı. Üzerinde açık mavi düz, kısa kollu, yazlık bir elbise vardı ince vücuduna çok yakışmıştı. İkizlerine hediye etmiş olduğu yeşilleri yalnızca birkaç saniyeliğine kocasının ve oğlunun üzerinde dolanıp bana odaklandığında ne yapacağımı şaşırarak adım atmayı bıraktım. Bana takılı kalan bakışları öyle yoğundu ki yardım dilercesine Aral’a baktım ancak o da yarı şaşkın bir ifadeyle annesini izlemekle meşgul olduğundan bana yardım edemezdi.

Amine Hanım, ya da teyze, bana bakmayı bırakmasa da sonunda oldukça neşeli bir ses tonuyla “Hoş geldiniz!” diye cıvıldadı ve hızlı adımlarla bize doğru ilerledi. Erhan amcanın yaptığı gibi oğluna sarılmasını bekleyerek gözlerimi ondan ayırmadım ancak burada bir sorun vardı. Zira yöneldiği kişi Aral değildi.

Tam karşımda durup mutluluktan çiçek açıyormuş gibi görünen yüzüyle kısa bir süre beni izledikten sonra ellerini uzatıp yüzümü avuçlarının arasına aldı ve benim şaşkınlıktan nefesim kesilirken uzanıp iki yanağımdan da öptü beni. Gözlerim şaşkınlıkla kocaman olduğunda bunu fark etmemiş gibi yaparak ellerimi sıcak avuçlarının arasına aldı ve “Fotoğraflarda olduğundan çok daha güzelmişsin,” dedi.

Gözlerimi kırpıştırdım. Ne oluyordu yahu?

Kadıncağıza bir şeyler söylemem gerektiğinin farkındalığıyla içime kaçan sesimle “Te-teşekkür ederim,” diye mırıldandım. Doğrusu o an kekelemiş olmak bile umurumda değildi.

“Annemin yolunu gözlediği kişi ben değilmişim meğerse baba ha, ne dersin?”

Aral’ın alayla karışık memnuniyet dolu sesini işittiğimde bakışlarımı ona çevirdim ve göz göze geldik. Suratında bilmiş bir gülümseme vardı. O an dile getirmese de aklından neler geçtiğini biliyordum. Annemin sana bayıldığını söylemiştim.

Annesi, oğluna kısa bir bakış attıktan sonra tekrar bana dönüp mahcup bir gülümsemeyle ellerimin üzerini okşayarak beni serbest bıraktı ve Aral’a doğru ilerledi. “Olur mu öyle şey oğlum? Sadece gelinimi görmek beni biraz heyecanlandırdı.”

Benden gelini olarak bahsetmesi yanaklarıma bir sıcaklık çökmesine neden olurken esmer tenli olduğum için içten içe şükrettim.

Aral, “Hadi bu seferlik inanayım,” diyerek genişçe gülümsedikten sonra uzanıp annesinin elini öptü ve ona sıkıca sarıldı. Amine teyze benden bir beş santim kadar kısa olmalıydı, zira Aral ona sarılmak için biraz fazla eğilmişti ancak çok tatlı görünüyorlardı.

Amine teyze hafifçe geri çekilip aynı bana yaptığı gibi oğlunun yüzüne öpücükler kondurduktan sonra karşısında küçük bir çocuk varmış gibi yanaklarını sıkıştırdığında Aral’ın çatılan kaşlarını fark ederek gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Oğlu otuz iki yaşında koskoca bir başkomiser de olsa oğluydu işte.

Aral, yanaklarını annesinin ellerinden kurtarmaya çalışırken üzerimdeki bakışları hissederek başımı çevirdim ve Erhan amcanın şefkatli bir tebessümle beni izlediğini görünce utanç içinde gülümsedim. Tamam, kabul, Aral’la Arel’i yetiştiren insanların da en az bu iki tatlı adam kadar mükemmel olduğunu tahmin etmeliydim ancak yine de beni ilk gördükleri andan itibaren bu kadar yakın ve sıcak davranmaları hiç beklediğim bir şey değildi. Üstelik bakışlarında samimiyetten başka bir şeyler daha vardı sanki. Bu, zaman zaman Arel’in de bakışlarında gördüğüm bir şeydi.

Minnet.

Erhan amca beni daha fazla utandırmak istememiş olacaktı ki “Hadi artık içeri girelim,” diye mırıldandı karısına doğru. “Kapı önünde mi hasret gidereceğiz?”

“Ah, evet, evet, özür dilerim çocuklar,” diyerek Aral’ı serbest bıraktı Amine teyze. “Saatlerdir sizi beklediğim için biraz düşüncesiz davranmış olabilirim.”

“Estağfurullah, olur mu hiç öyle şey?” diyerek hafifçe gülümsedim. Bizden böyle bir şey için özür dilemesi bile ne kadar nazik biri olduğunun kanıtıydı. “Aral’ı son görüşünüzün üzerinden çok uzun zaman geçmiş olmalı.”

“Aslında öyle oldu ama aramızda kalsın, bu seferki heyecanımın asıl sebebi Aral değil.”

Aramızda kalsın diyerek herkesin duyacağı şekilde rahatça konuşması da çok tatlıydı gerçekten.

Utanarak dudaklarımı birbirine bastırdığımda Aral’ın halimden zevk aldığını gösteren bakışlarının üzerimde olduğunun farkındaydım ancak dönüp bakmadım. Muhtemelen benden kendince intikam alıyormuş gibi hissediyordu ancak ben ona bunun hesabını sorardım.

“Böyle konuşmaya devam edersen kızcağız buraya geldiğine pişman olup ilk fırsatta kaçacak,” diyerek güldü Erhan amca. Buraya gelmeden evvel Aral’a söylediğim kaçma laflarını duymuş gibi konuşması beni bir miktar korkutmuştu doğrusu lakin utancım ağır bastığı için hiçbir tepki veremedim.

“Deme öyle şeyler,” diyerek kocasını paylayan Amine teyze Aral’ı bırakıp tekrar benim yanıma geldi ve kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi rahat bir tavırla koluma girip beni evin açık kapısına doğru ilerletti. “Aral, bavullarınızı şimdilik kendi odana bırak oğlum. Daha sonra yerleşirsiniz.”

Koluma girdiği yetmiyormuş gibi parmaklarını benimkilerin arasından geçirdiğinde Aral’a ilk kez hak verdim. Bu kadın bana yalnızca bayılmıyordu, bu kadın bana âşık falan olmalıydı.

Arkamızdan bizi takip eden tekerlek seslerini dinleyerek Amine teyzeye eşlik ettim ve onunla birlikte içeri girip ayakkabılarımı gösterdiği yere çıkardıktan sonra bizim için daha önceden hazırlamış olduğu terlikleri giydim. Bakışlarım kısaca sade ama bir o kadar da sıcak renklerle döşenmiş koridorda gezinirken burnuma dolan kokuları fark ettim. Sabah kahvaltısıyla duruyordum ve uçaktan indiğimizde saat dördü geçiyordu. Özetle fena halde acıkmıştım ve evin içini saran kokulara bakılırsa Amine teyze bizim için harika şeyler hazırlamıştı.

Beni yönlendirerek oturma odası olduğunu tahmin ettiğim yere girmemizi sağladığında odanın arka tarafındaki geniş yemek masasını işaret etti. “Açsınız değil mi? Masayı kurdum ama yemekleri soğumalarını istemediğim için getirmemiştim.”

Beni ikili koltuğa oturtup hemen yanıma yerleştiğinde elim hala avcunun içindeydi. Başımı ona çevirip kibarca gülümsedim. “Şey, ben açım ama Aral’ı bilemeyeceğim.”

Bu basit karşılık bile onu öylesine mutlu etmişti ki kocaman gülümsedi. Bildiğim kadarıyla ellili yaşlarının sonlarındaydı ama taş çatlasın kırk beş falan gösteriyordu. Kendisine kesinlikle çok iyi bakmıştı. Ayrıca çok da güzeldi. Aral’ın aklımı başımdan alacak kadar yakışıklı olması tesadüf değildi yani.

Boştaki eliyle uzanıp yanağımı okşadı. “Aral tok olsa da benim yemeklerime hayır diyemez, sen merak etme.”

Sıcak tavırlarına alışmaya başladığımı hissederken gülümsemeye devam edip “Siz öyle diyorsanız,” diye mırıldandım ve onu gördüğüm ilk andan beri ilk kez kaşlarının huzursuz bir şekilde çatılmasına neden oldum.

“Siz mi? Bana böyle hitap etme lütfen.”

“Şey, özür dilerim. Ben ne demem gerektiğinden pek emin olamadım.”

Elimi sıktı. “Özür dileyecek bir şey yok, sadece kendini bize uzak hissetmeni istemiyorum. Açıkçası biz seni kendimizden biri olarak görmeye başladık bile.”

“Ah,” diye soludum şaşkınlıkla. “Beni bu kadar çabuk sevmenizi ve benimsemenizi nasıl sağladığım hakkında pek bir fikrim yok ama çok teşekkür ederim.”

“İnan bana Arel’den duyduklarım yetti de arttı bile,” diyerek iç çekti. “Neyse, bunları daha sonra uygun bir vakitte uzun uzun konuşuruz. Nasılsa daha çok zamanımız var, değil mi?”

Başımı salladım. “Tabii.”

“Artık gerçekten kıskanmaya başlayacağım ama anne,” diyerek odaya giren Aral’a döndük aynı anda. Sözlerinin aksine içi gülen gözleriyle bize bakıyordu.

“İstediğini yapabilirsin, bu sefer seninle pek uğraşmayacağım çünkü.”

Tutamadığım bir kıkırtı dudaklarımın arasından kaçtığında Amine teyze, bana memnuniyet dolu bir bakış fırlattı.

“Annem benim pabucu dama atmış baba, öyle söylüyor,” diyen Aral, odaya giriş yapan babasına döndüğünde Erhan amcanın bakışları karısıyla benim aramda gezindi ancak duyduklarına hiç de şaşırmış değildi. Ağır adımlarla oğlunun yanına gidip teselli etmek istercesine abartılı bir tavırla omzuna pat pat vurdu.

“Ben bunun uzun zamandır farkındayım, sen de alışsan iyi edersin.”

Mahcup bir gülümsemeyle yerimde kıpırdandığımda Amine teyze olaya el atıp “Yeter bu kadar gevezelik,” dedi. “Yemekleri getireyim de yemeğe oturalım.”

Elimin üzerine birkaç kez vurup ayağa kalktığında ben de onunla birlikte ayaklandım. “Ben de yardım edeyim.”

Bana itiraz etmek için dudaklarını araladığında konuşmasına fırsat vermeden “Biraz önce yabancı olmadığımı söylemiştiniz,” dedim. “Ben de ona göre davranmalıyım ama değil mi?”

“Eh, peki madem,” diyerek gülümsedi. Söylediklerimin hoşuna gittiği her halinden belliydi.

“Ama önce banyoyu kullanabilir miyim? Elimi yüzümü yıkamak istiyorum.”

“Tabii,” deyip Aral’a baktı. “Aral göstersin sana banyonun yerini.”

Kısaca başımı sallayıp Aral’a doğru ilerlerken o hariç her yere bakıyordum zira yeşillerindeki yoğunluk beni utandırmak için her şeyi yapabileceğinin habercisiydi.

Birlikte odadan çıktığımız an beni belimden tutarak kendine çekti ve boynuma oldukça sert bir öpücük kondurdu. Neye uğradığımı şaşırarak hayretle ona baktığımda hiç olmadığı kadar keyifli olduğunu gördüm.

“Annemlerin yanında böyle süklüm püklüm olmanın beni bu kadar eğlendireceğini hiç düşünmemiştim,” diyerek dişlerini gösterecek şekilde sırıttığında dirseğimi karnına geçirdim.

“Ne kadar kötüsün!”

“Sen benim devrelerimle oynayıp benle dalga geçerken çok iyisin ama?”

“Aynı şey mi Aral ya!” diyerek isyan ettim. Sesimin içeriden duyulmaması için hararetime rağmen kısık sesle konuşmaya çalışıyordum. “Ben seni kıvrandırırken baş başa oluyoruz. Ayrıca başkalarını kullanarak da utandırmıyorum seni.”

“İyi de sen bahsettiğin şartlar altında utanacak biri değilsin zaten. Seni kıvrandırmak için başkalarını araya kaynatmam gerekiyor ki görünüşe göre bu iş için favori ikilim anne ve babam olacak.”

Gözlerimi kısıp ona kötü kötü baktım. “Gerçekten arkama bakmadan kaçarım bak.”

Belime sarılı koluyla beni iyice kendine çekip şakağıma hızlı bir öpücük kondurdu. “Kaçamazsın.”

Öpücüğün etkisini belli etmemeye çalışıp kuyruğumu dik tuttum. “Bal gibi de kaçarım.”

Diğer kolunu da belime sarıp beni kendine yapıştırdı. Hala koridordaydık ve annesi ya da babası odadan çıktığı an bizi görebilirdi. Öyle bir durumda hayatımda ilk kez utançtan bayılabilirdim sanırım. “Seni böyle sımsıkı sarar, kaçmana asla izin vermem.”

“Senden izin isteyen mi oldu?” diyerek burnumu kırıştırdığımda hafifçe gülümseyip dudağımın kenarından öptü. Temas bağımlılığımı ona da bulaştırmıştım galiba.

“Gitmen için kapıyı açsam bile beni bırakıp hiçbir yere gitmeyeceğini ikimiz de biliyoruz, değil mi?”

Rolleri mi değiştirmiştik, ne oluyordu yahu?

“Yo,” dedim inatla. Oysa söyledikleri çok doğruydu. “Gayet de giderim.”

“Hımhım,” diye mırıldandı alayla. “Kesin gidersin.”

Ona kötü kötü bakmaya devam etmemi umursamadan beni banyo olduğunu tahmin ettiğim yere yönlendirdi ve kapıyı açıp içeri geçmem için geri çekildi.

“Bir elini yüzünü yıka da kendine gel. Daha fazla olmayacak hayaller kurup yorma kendini.”

“Benim buraya gelmem ne kadar iyi oldu ya,” diye mırıldanarak banyodan içeri girdim ve yüzümü Aral’a dönerek kapı kulpunu tuttum. “Senin gerçek yüzünü de görmüş oldum. Bu sayede bazı şeyleri tekrar gözden geçirebileceğim.”

Ona dik dik bakarak kapıyı kapatmaya kalktığımda ayağını kapı aralığına uzatıp bana engel oldu ve beklemediğim bir hızla kapıyı geri iterek içeri girdi. Şaşkın bakışlarımın arasında sırtını kapıya yaslayarak kapının kapanmasını sağladıktan sonra da “Ne demek o?” diye sordu. “Neyi gözden geçirecekmişsin?”

Kollarımı göğsümde kavuşturup omuz silktim. “Ardı arkasını düşünmeden benimsediğim bazı kararları.”

Kaşları çatıldı. “Hangi kararları?”

“Bazı kararları işte.”

“Numara yapıyorsun bana değil mi? Öç almaya çalışıyorsun şu an benden?”

Evet.

“Yo, numara falan yapmıyorum,” diyerek başımı salladım. Rol yeteneğimi geliştirdiğim için kendimi ilk müsait zamanımda tebrik edecektim. “Şimdi çık banyodan da işimi halledeyim. Annene yardım etmeye gideceğim daha, meraklanmasın kadın.”

Gitmedi. Hareket bile etmedi ve öylece yüzüme baktı. Yeşillerine büyük bir endişe çöreklenmişti ve ona asla kıyamayan yanım numara yapmaya bir son vermemi istiyordu ama kendimi tuttum. Benle dalga geçmeyi gösterecektim ona.

Bezmiş gibi yalandan soluklandıktan sonra kolunu tutup onu ittirmeye çalıştım ancak bir milim bile kımıldatamadım. Elbette.

Benim onu hareket ettirmeye gücüm yetmiyor olabilirdi lakin onun için kolunda duran elimi kendine doğru çekerek bir anda yerlerimizi değiştirmek oldukça kolaydı. Ne olduğunu bile anlayamadan sırtımı kapıya yaslı, ellerini de başımın iki yanında asılı bulduğumda şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Ne oluyorduk yahu?

Yüzünü eğerek gözlerimizi hizaladı. “Bana sorunun ne olduğu söyle, Doktor. Hemen.”

Tekrar gözlerimi kırpıştırdım çünkü ortada sorun falan yoktu. Sadece onunla dalga geçmek istemiştim ve bu kadar ciddiye alacağını öngörememiştim, çünkü onu bırakıp bir yere gidemeyeceğimi söylerken kendinden epey emin görünüyordu. Bu kadar kolay fikir değiştirmesi normal değildi.

Ne diyeceğimi şaşırdığım için ona öylece bakmaya devam ettiğimde ciddi bir sesle “Tamay,” diye mırıldandı. “Gerçekten endişelenmeye başlıyorum.”

Dürüst olup “Ortada sorun falan yok,” dedim. “Sadece şaka yapmaya çalışıyordum ama biraz abarttım galiba, özür dilerim. Bu kadar ciddiye alacağını düşünemedim. Kaçacağımı söylediğimde olduğu gibi alaylı karşılık vermeni beklemiştim.”

Gözlerini yumarak iç geçirdiğinde aramızda asılı kalan ellerimi kaldırıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım ve tekrar “Özür dilerim,” diye mırıldandım. “Seni endişelendirmek istememiştim.”

Başını eğerek yanağının iyice elime yaslanmasına neden olduktan sonra “Zaten iki gram aklım kalmıştı,” dedi isyan edercesine. “Onu da aldın.”

Kendimi tutamayıp kıkırdadım. “Üzgünüm, bilerek yapmadım. Hem şakalaştığımızın farkında olduğu sanıyordum.”

Burnunu saç diplerime sürttü. “Aslında farkındaydım ama sonra sen ciddileşir gibi olunca neye uğradığımı şaşırdım.”

Ellerimden birini ensesine götürüp parmaklarımı saçlarının arasına daldırdım ve gözlerinin içine baktım. “Her ne kadar eminmişsin gibi görünüp konuşsan da aslında tam anlamıyla emin olamıyorsun, değil mi? Her an bir şeyler ters gidecek, yanlış şeyler olacak sanıyorsun. Sana karşı beslediğim duyguların ne kadar büyük olduğunu biliyorsun ama sanki devamlı olabileceğine inanmıyorsun.” Başparmağımla elmacık kemiğini okşadım usulca. “Korkuyorsun. Beni ne kadar çok seviyorsan kaybetme korkun da o kadar artıyor, değil mi?”

Zorla yutkundu ve “Elimde değil,” dedi, bundan rahatsız olduğunu belli eden bir ses tonuyla.

“Biliyorum,” dedim usulca. “Seven insan kaybetmekten korkar zaten, Aral. Bu herkesin yaşadığı, oldukça da normal bir şey. Sadece sendeki korku, güven problemleriyle birleşince başa çıkılması daha zor hele geliyor. Bunu anlıyorum ve bu problemin kolayca atlatılabilecek bir şey olmadığının farkındayım. Bu konuda sana asla kızmıyorum ya da darılmıyorum. Benden emin olamadığını düşünüp üzülmüyorum da. Yani üzülüyorum elbette ama kendim için değil. Eğer bunu atlatman daha uzun sürerse veya tek başına atlatmanın zor olduğunu anlarsak yardım da alırız birlikte. ” Hafifçe gülümsedim. “Ama şunu asla unutma ki, nefes aldığım sürece senden vazgeçmeme neden olabilecek bir şey yok. Sana olan aşkım gerçek ve öyle basit şeylerle zarar görebilecek bir şey değil.”

Bir kez daha yutkundu ve aramızdaki o ağır havayı dağıtmak istercesine “Burası ağladığım yer mi?” diye sordu. Güldüm.

“Hayır; burası, beni aklımı başımdan alacak şekilde öptü-”

Dudaklarıma yapışmak için cümlemi bitirmemi dahi beklememiş olması beni güldürmüştü lakin kıkırtılarım dudaklarının arasına hapsolarak kaybolmuştu. Hiçbir acelemiz yokmuş gibi uzun uzun öpüştük. Birkaç kez ayrılmaya çalıştık ancak başaramayıp tekrar yapıştık birbirimize. Felaket bir doyumsuzluk vardı içimde ve bunun tek taraflı bir şey olmadığının da fazlasıyla farkındayım.

Muhtemelen sırtımı yasladığım kapı çalınmasa daha da ayrılmazdık.

“Orada her şey yolunda mı?”

Amine teyzenin sesini duyduğumda ellerimi Aral’ın göğsüne indirip aceleyle ittirdim onu. Resmen basılmıştık!

Aral körük gibi kalkıp inen göğsünün üzerinden önce bana sonra da kapıya afallamış bakışlar atıp sessizce boğazını temizledi ve “Yolunda anne,” diye cevap verdi. “Tamay’a sıcak suyun nereden açıldığını gösteriyordum.”

Ağzım duyduğum şeyler karşısında iki metre açılırken “Sıcak su mu?” diye mırıldandı annesi şaşkınca. “Üşütmüş mü gelirken? Bu havada sıcak suya ihtiyaç duyması pek normal değil.”

Utancımdan yerin dibine girmek üzereyken Aral ne söylediğinin ancak farkına varıyormuş gibi elini ağzının üzerine kapattı ve gülmemeye çalıştı. Tam bir aptaldı!

Kapının önünden çekilerek “Çabuk çık ve annene mantıklı şeyler söyle!” diye fısıldadım. Fısıldayarak kızmak pek de etkili olmayacaktı ki Aral halime sırıtıp aynı uçakta yaptığı gibi hızla çenemi avuçlayarak beni kendine çekti ve dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu.

Ben öpücüğün etkisiyle neye kızdığımı unuturken halime yamuk bir gülüş savurdu ve kapıyı açıp dışarı çıktı.

“Korkma ya, üşütmemiş. Tamay’ın yazın sıcak su kullanmak gibi garip fantezileri var. Neyse, hadi gel biz masayı kuralım.”

“Aman üşütmesin de. Sıcak su kullanmaya alışıksa arar tabii,” diye mırıldandı, Amine teyze. Bu dünyadaki en tatlı ve iyi kalpli kayınvalide ilan ediyordum kendisini. “Ayrıca kurmuştum ben zaten sofrayı oğlum, siz buradayken de yemekleri götürdüm masaya. Her şey hazır yani, eksik olan tek şey sizsiniz.”

Oğlunun dudaklarıyla o kadar meşguldüm ki kadına verdiğim sözü bile tutamamıştım. Utançtan olduğum yere bayılmamak için ellerimin tersini yanaklarıma yasladım ve Aral’ın “Tamam o halde biz gidelim, Tamay da gelir peşimizden,” diyerek annesini banyonun önünden uzaklaştırmasını bekledim.

Adım sesleri giderek duyulmaz hale geldiğinde lavaboya koşturup yüzüme soğuk su çarptım. Aral’ın anne ve babasının yanında büründüğüm utangaç gelin modundan bir an evvel çıkmam gerekiyordu yoksa en olmadık zamanda gerçekten olduğum yerde bayılıp kalıverecektim.

Ve bu benim için felaket demekti.

 

Loading...
0%