@bayanclara
|
Odanın kapısı çalındığında hazırlanmayı bitireli birkaç dakika olduğundan kendimi aynadan kontrol etmekle meşguldüm. Kapının ardındaki kişinin kim olduğunu bildiğim için istifimi bozmadan “Gelebilirsin,” diye seslendim. Aral, kapıyı aralayıp “Aşağıdan çok güzel kokular geliyor, üstünü değiştirdiysen ine-” derken aynadan göz göze geldiğimiz an konuşmayı bıraktı. Yüzümde tek bir mimik değişmemişti lakin içten içe zafer çığlıkları atıyordum. Zira malum iddiayla kendince beni kenara sıkıştırdığını sanıyorsa çok yanılıyordu. Çünkü bugün benim için ne kadar zor geçecekse onun için de en az o kadar zor olacaktı. Afallamasını fark etmemiş gibi yaparak usulca ona döndüm ve “Hımhım, hazırım,” diye mırıldandım. “İnebiliriz.” Yeşilleri usulca vücudumda gezinirken ben de çaktırmadan onu süzdüm. Düz bir kot pantolon ve gömlek giyip gömleğinin kollarını dirseklerine kadar katlamıştı. Saçları da hep olduğu gibi hafif dağınıktı. Ve tüm basitliğine rağmen her zamanki gibi çok yakışıklı görünüyordu ama konumuz bu değildi. Bakışları beni birkaç kez baştan aşağı süzdükten sonra gözlerime çıktı ve mest olmuş bir ses tonuyla “Çok güzel olmuşsun,” diye mırıldandı. Bakışlarındaki samimiyeti görmek dudaklarımın kıvrılmasına neden olmuştu. “Teşekkür ederim ama öyle çok özenmedim.” Çok özenmediğim kısmı bir bakıma doğruydu aslında. Uzun kollu, dizlerimin hemen altında biten vizon rengi ince bir triko elbise giymiştim. Elbise dümdüzdü ve dekoltesi yoktu. Tabii elbise vücudumu sarmaladığı için kıvrımlarım göz önüne çıkmıştı. Saçlarımı düğün için yanımda getirdiğim düzleştiriciyle düzleştirip sıkı bir at kuyruğu şeklinde bağlamış, yüzüme gözlerimi öne çıkaracak hafif koyu tonda bir makyaj yapmıştım. Kısacası oldukça sade tercihler yapmıştım ama göze gelecek kadar da hoştum ve hazırlanırken yapmaya çalıştığım şey tam olarak buydu. “Bu özenmemiş halinse özenmiş halin nasıl olur, diye sormak isterdim,” diye mırıldandı yamuk bir gülüşle. “Ama bana tavır aldığın gün geldi aklıma. O yüzden hiçbir şey sormuyorum.” Hafifçe güldüm. “Evet, işte o gün gerçekten özenmiştim.” Aral’ı deli etmek için süslendiğim ve Aral çıldırıp beni çekiştirerek otel odasına götürene kadar yüzüne bakmadığım, sonunda da gerçekten bir çift olduğumuz günden bahsediyorduk. Onca şeyden sonra bugün onun büyüdüğü evde olmak gerçekten çok farklı hissettiriyordu. Usul adımlarla bana yaklaşıp tam karşımda durduğunda gömleğinin rengi sayesinde daha da öne çıkan gözlerinin içine baktım. Bakışlarındaki hayranlık kalbimi ısıtıyor, ona dokunmak için parmaklarımı karıncalandırıyordu ama bunu yapamazdım. Onu öpemiyor olmak böyleyken bile zaten yeterince zordu, temas halindeyken kendimi tutabileceğimden hiç emin değildim bu yüzden. “Güzel olmak için özenmene hiç gerek yok, hatta sağlığım için özenmemeni tercih ederim,” diyerek hafifçe güldükten sonra bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi hiçe indirdi ve bir elini belime doladıktan sonra başını eğip dudaklarıma uzandı. Ânın büyüsüne kendimi kaptırmam an meselesiydi ki irademi kaybetmiş olsam bile bunun için kendime kızamazdım ancak nasıl olduysa zoru başardım ve elimi göğsüne koyarak durdurdum onu. Madem bir iddiaya girmiştik, bunun bedelleri tek taraflı olmamalıydı. Bedenimin temas ihtiyacıyla alarm vermesini umursamadan birkaç adım geriye giderek belimdeki kolunun boşluğa düşmesine neden olduğumda hala göğsünde duran elime kısa bir bakış atıp kahvelerime çıkardı gözlerini. Kaşları çatılmıştı ve oldukça şaşkın görünüyordu. “Bu da neydi şimdi böyle?” Göğsünde emanet duran elimi kendime çekip sorusundan bir şey anlamamış gibi yaparak dudak büktüm. “Ne, neydi?” "Az önce öpücüğümden kaçtın,” derken öyle bir ifadeyle bakıyordu ki yüzüme, gören büyük bir suç işlediğimi sanabilirdi. Oysa o defalarca kez benim öpücüklerimden kaçmıştı. Ben ilk kez böyle bir davranışta bulunuyordum ve bunu da kendimle zorlu bir savaş vererek başarmıştım. Yüzüme aklımdan geçenleri belli etmeyecek masum bir ifade kondurup “Gece yarısına kadar öpüşmek yok, dememiş miydik?” diyerek omuz silktim. “Ben de üzerime düşeni yapıyorum işte, Başkomiserim.” Kafasını şiddetle iki yana sallarken "Hayır, öyle bir şey demedik,” dedi. “İddiamız senin üzerine kurulu, yani ben istediğim zaman seni öpebilirim.” Özgüveni karşısında kaşlarımı yok ya dercesine havaya dikip kollarımı ağır çekimde göğsümde kavuşturdum. “Kim demiş?” “Neyi kim demiş?” “Beni istediğin zaman öpebilirmişsin ya. Biraz önce kendi ağzınla söyledin hani? Onu diyorum, kim söylemiş? Kim verdi ki sana bu hakkı?” Sözlerimin üzerine öyle bir bocaladı ki yüzündeki hayal kırıklığını silmek adına üzerine atlamamak için göğsümde duran elimle kolumun içini cimciklemek zorunda kaldım. Ona karşı böylesine büyük bir zaafım olması çok kötüydü. Ağız tadıyla rest bile çekemiyordum çünkü aklım hemen başka yere kayıyordu. “Şey,” diye mırıldandı bir an ne söyleyeceğini şaşırmış gibi. “Biz senle şeyiz ya hani... Şey...” Gülmemek için olağanüstü bir güç sarf ederken "Ne?” diyerek devam etmesi için teşvik ettim onu. “Birlikteyiz ya işte. İkimiz yani. Birbirimizin şeyiyiz…” Sevgili kelimesini dile getirmek için bu kadar zor olmamalıydı… Dilimi ısırarak ciddi kalmaya çalışıyordum ama bu konuşmaya daha ne kadar dayanabilirdim gerçekten bilmiyordum. Böyle konularda liseli küçük bir oğlanın saflığına bürünüyordu ve bu da beni fazlasıyla zorluyordu. Nasıl bu kadar tatlı olabilirdi? İrademin son kırıntılarını kullanıp "Birbirimizin neyiyiz?” diyerek üstüne gittiğimde pes etmiş gibi yüksek sesle ofladı ve “Ben seninim ya işte, ondan bahsediyorum,” dedi. Şaşkınlıktan kaşlarım alnıma yapışmak üzereydi. Sevgili olduğumuzu dile getirmemek için böyle bir cevap vereceği kırk yıl düşünsem de aklıma gelmezdi. “Senin benim olduğundan mı bahsediyorduk?” diye sordum hayretle. İşin garip tarafı benim, onun olduğumu da iddia etmemişti, ben seninim demişti. Gülmemek için kendimi tutmaya çalışsam da dudaklarım titreşmeye başlamıştı ve bunu fark ettiğinde kaşlarını iyice çatıp yutkundu. Saçmaladığının fazlasıyla farkındaydı. Bu yüzdendir ki beni duymamış gibi yaparak konuyu değiştirdi. "Bu zamana kadar seni istediğim an öpebiliyordum. Ne değişti şimdi?” Lafı çevirmesine izin verecektim ama şimdilik. Daha sonra bu konuya geri dönecektim, zira bu atlanacak bir konu değildi ve konuşurken kesinlikle ona dokunabiliyor olmam gerekiyordu. “İddiaya girdik,” diyerek omuz silktim. “İddianın bunu kapsamadığını söylemiştim sana.” “Sence kapsamıyor olabilir ama bence kapsıyor. O yüzden bu gece yarısına kadar sen de beni öpemezsin.” Elinden oyuncağı alınmış küçük bir oğlan çocuğu gibi mızmızlandı. "Bunu yapamazsın, Doktor.” Umursamaz bir ifadeyle omuz silktim. “Gayet de yaparım. Sonuçta dudak da benim, ten de. Bu gece yarısına kadar beni öpmene izin vermiyorum. E, sen de izin vermediğim halde beni öpecek bir adam değilsin. Senin ifadenle, benim olsan bile...” Tatlı tatlı gülümsedim. “O yüzden anlaştık varsayıyorum.” Göğsünü şişirirken gözlerini kıstı ve kötü kötü baktı bana. “Buna pişman olacaksın.” Omuz silktim. “Göreceğiz.” Taktik değiştirmeye karar vermiş olacaktı ki mızmızlanmaktan diklenmeye geçiş yaptı. “Seni öpemesem bile sorun yok, gece yarısına kadar sabredemeyeceksin nasıl olsa.” Özgüven patlaması karşısında dudaklarım iki yana kıvrıldı. "Bunu da göreceğiz, Başkomiserim.” Bu iddiayı kaybedecek bile olsam kanımın son damlasına kadar savaşacaktım. Sonra da bizi bu saçma iddiaya girmek zorunda bıraktığı için Aral'dan öcümü alacaktım. Hem de kendi yöntemlerimle. “İyi,” diyerek çenesini dikleştirdi ve arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi. “Artık kahvaltıya inebiliriz sanırım.” Bakışlarım kasılı omuzlarındayken görmeyeceğini bilmeme rağmen başımı salladım ve keyifli çıkan sesimle “İnelim, Başkomiserim,” dedim. Aral’ın peşinden odadan çıkıp aheste adımlarla onu takip ettim. Aslında aşağı inene kadar önümden gidip bana bakmayacağını düşünmüştüm ama bunu yapmadı ve merdivenlerin başına gelince durup beni bekledi. Dudaklarımda filizlenmeye çalışan gülümsemeyi bastırarak yanına vardığımda bakışlarını bana çevirmeden büktüğü kolunu önüme uzattı. “Dokunmayı da yasakladın mı bilmiyorum, malum durup dururken olmayan şeyleri var kabul etmekte bir ustaya dönüştün ama eğer temasa izin varsa koluma girebilirsin. Beni ne kadar sinir etsen de sana sırtımı dönüp gitmek hoşuma gitmiyor.” Kalbimin eridiği nokta işte tam da şu andı. Bana kızgındı, belki de küskündü ama aklı hala bendeydi. Bunu bana laf sokarak dile getirmiş olsa da -ki bu beni epey eğlendirmişti doğrusu- yaptığı şey içimi sıcacık yapmıştı. Elimi uzatıp koluna girerken “Durup dururken icat çıkaran biri varsa o da sensin,” diyerek küçük bir gülümseme gönderdim ona. Oysa tek yapmak istediğim onu deli gibi öpmekti. Ona itiraf etmeyecek olsam da bu özgüvenli tavırlarının çok da haksız olduğunu söyleyemezdim. Kendimi tutmaya çalışınca çok daha iyi anlamıştım ona olan düşkünlüğümü. “Ben sadece şartları eşitliyorum.” Benimle birlikte yavaşça merdivenleri inerken “İddianın amacı buydu zaten,” diye söylendi. “Bu bir kışkırtma. Senin iradenin sağlamlığını ölçmeye çalışıyoruz.” Parmaklarımı açarak tırnaklarımı usulca tenine bastırdım. “İnan bana Başkomiserim, beni kışkırtmak için öpmene hiç gerek yok.” Zira böyle düşünceli tavırları beni daha çok delirtiyordu. Bana kısa ama derin bir bakış attıktan sonra bir şey demeyerek önüne döndü. Ben de lafı uzatmamasından memnun olarak ona eşlik ettim. Merdivenleri inmeyi bitirdiğimiz an Âmine teyze yoğun kokuların geldiği mutfaktan çıktı ve bizi gördüğünde adım atmayı kesip “Hah,” dedi. “Ben de tam size bakmaya geliyordum.” Bakışları Aral’ın kolundaki elime kaydığında yüzündeki gülümseme iyice genişledi ve bana döndü. “Ne kadar hoş olmuşsun böyle.” Gülümsemesi bana da bulaştı. “Teşekkür ederim.” “Ben?” diye araya girdi Aral. “Ben hoş olmamış mıyım? Aşk olsun anne.” Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. Ben mi yanlış duymuştum yoksa Aral, genelde yengem bana iltifat ettiğinde araya giren Tuana gibi trip mi atmıştı annesine? Âmine teyze de bu beklenmedik çıkış sonrası oğluna şaşkın bir bakış attıktan sonra hafifçe kahkaha attı. “Sen de gayet hoşsun, kıskanma hemen.” Biraz daha güldükten sonra mutfağa girip bizi de eliyle içeri çağırdı. “Hadi gelin, masa hazır. Sofradakiler soğumadan kahvaltımızı edelim.” Aral’ın kolundan çıktıktan sonra Âmine teyzenin peşine düştüm ve mutfağa girdiğimde masayı görür görmez vuruldum. O kadar çok şey vardı ve her şey o kadar leziz görünüyordu ki ağzım sulanmıştı. Âmine teyze bize çay koyarken Aral’ın benim için çektiği sandalyeye kuruldum. Aral da hemen yanımdakine yerleşirken “Babam nerede anne?” diye sordu. “Biz kahvaltı edeli çok oluyor,” diyerek güldü Âmine teyze. “Baban da kahvaltıdan sonra köye gitti. Hayvanlara bakmak için veteriner gelecekti köye bugün, onun için.” Saat öğleden sonra ikiyi bulmak üzereydi ve biz ancak kahvaltı ediyorduk. Kadıncağız öğle yemeği niyetine bizimle ikinci kahvaltısını yapacaktı demek ki. Çaylarımızı bize uzattıktan sonra hemen karşımdaki sandalyeye kuruldu. “Bakın bu böreklerin çöreklerin hepsini sizin için yaptım, bunların hepsi bitecek ona göre.” Aral, tabağını tıka basa doldururken “Sen hiç meraklanma,” diyerek güldü. Bence de annesinin meraklanmasına hiç gerek yoktu, çünkü neredeyse masanın yarısını tabağına doldurmuştu. Bol sohbetli ve oldukça da leziz bir kahvaltının sonunda tüm ısrarlarımın geri çevrilmesi üzerine masa kaldırma işini onlara bırakarak çantamı almak üzere üst kata çıktım ve birkaç dakikalığına banyoya uğradıktan sonra Aral’ın odasına geçip çantamı aldım. Telefonumu çantama atmadan önce yengemle Tuana’ya birer kısa mesaj göndermeyi de ihmal etmedim tabii. Çantayı koluma takıp usulca merdivenlerden indikten sonra mutfağa doğru ilerlerken içeriden gelen fısıldaşmaları duyunca istemsizce duraksadım ve kulağıma çalınan kelimelerden sonra duvara sinip onları dinlemeye başladım. “Benim size bir lafım yok. Çocuk değilsiniz sonuçta, kocaman insanlarsınız. Yanlış yaptığınızı da düşünsem aldığınız kararlar sizi ilgilendirir ama baban böyle demiyor işte. Gerçi ona da hak vermek lazım ama işte… Sabah arabasının anahtarını bırakmak için seni aramış, sen telefonu açmayınca odana gitmiş ve orada olmadığını görünce de nerede olduğunu tahmin etmesi pek zor olmamış. Tabii sonra bana gelip anlattı.” Ah, anlaşılan yakalanmıştık. “Böyle olacağını biliyordum,” diyerek ofladı Aral. “Bu yaşta sana böyle bir açıklama yaptığıma inanamıyorum ama sadece uyuduk.” “Oğlum bana bir şey kanıtlamak zorunda değilsin. Nihayetinde sen benim oğlumsun, seni benden daha iyi kim tanıyabilir? Aklıma başka bir şey gelmemişti zaten. İstanbul’da nasıl bir düzen oturttuğunuzu bilmiyorum ama en azından buradayken biraz dikkat etmenizi rica ediyorum. Bunu da kendim için değil, babanla aranız bozulmasın diye söylüyorum.” “Tamam, ben konuşacağım babamla. Merak etme sen.” Konuşmanın bittiğini anladığımda alt dudağımı dişleyerek geriledim ve merdivene ulaştığımda birkaç basamak yukarı çıktım. Gürültü yaparak aşağı yeni inmiş gibi yapacaktım. Gereğinden daha hızlı ve güçlü bir şekilde basamakları indikten sonra aynı şekilde mutfağa ilerledim ve açık kapının önünde duraksayıp hafif bir gülümsemeyle onlara baktım. “Hazırım ben.” Aral kısaca başını salladıktan sonra yaslandığı tezgâhtan uzaklaştı ve kolunu annesinin omzuna doladı. “Akşam yemeğe bekleme bizi. Hayri Baba’nın yanına gideriz.” Âmine teyze gülümseyerek başını salladı. “Adamcağızın kalbine indirme aman dikkat et.” Aral hain denebilecek bir ifadeyle sırıtınca istemsizce ben de gülümsedim. “Bak işte ona söz veremem,” diyerek annesinin yanağından makas alınca Âmine teyzenin bakışları yüreğime dokunacak şekilde değişti ama hızla kendini toparlayıp gülümsemeye devam etti. Aral tam bu sırada cebindeki anahtarları kontrol ettiği için annesinin bakışını yakalayamamıştı ancak sanıyordum ki görmemesi daha iyiydi. “O zaman biz çıkıyoruz, bir şey olursa ararsın.” “Tamam, hayırlı yolculuklar size.” Âmine teyze bizi kapıya kadar geçirdi. Sanki çok uzaklara gidiyormuşum gibi ona dönüp el salladıktan sonra Aral’ın önüme uzattığı elini tuttum ve Âmine teyzenin sıcak bakışlarını sırtımda hissederek bahçe yolunu arşınladım. Bahçe kapısından çıktıktan sonra Aral bizi evin köşesinde duran beyaz bir Polo’ya doğru ilerletti. Boştaki eliyle anahtarı çıkarıp kapıları açtığında “Bu kimin arabası?” diye sordum merakla. Zira babasının arabası bu değildi. Beni yolcu tarafına ilerletip kapıyı benim için açarken “Annemin,” diye mırıldandı. Demek ki babası arabasını bırakmaktan vazgeçmişti. Ses çıkarmadan koltuğa oturduğumda Aral kapımı kapattı ve arabanın etrafından dolanıp sürücü koltuğuna yerleşti. Arabayı çalıştırıp yola koyulduğumuzda etrafı izliyormuş gibi gözüksem de Erhan amcayı düşünüyordum. Tavrını yanlış bulmuyordum. Herkesin yaşayış tarzı aynı olmak zorunda değildi. Gerçi bu yaşayış tarzına girer miydi, ondan da emin değildim. Çünkü benim amcam da Aral’la birlikte uyuduğumu bilse hiç hoş şeyler olmazdı. “Aklına takılan şeyi benimle paylaşmayı düşünüyor musun, yoksa yol boyunca kara kara düşünmeye devam mı edeceksin?” Dudaklarım usulca kıvrıldı. “Bir şey de gözünden kaçmasın zaten.” “Seninle ilgili bir şeyin gözümden kaçması mümkün değil.” Ona yan yan baksam da gülümsememin büyümesine engel olamadım. “E, hadi, lafı çevirme de söyle artık.” Sesli bir şekilde iç geçirdim. “Annenin söylediklerini duydum. Babanın yüzüne nasıl bakacağımı düşünüyorum.” Bir süre hiçbir şey söylemeden yolu izledikten sonra “Utanmana gerek yok, babam gelip sana bir şey demez zaten,” diye mırıldandı. “Ayrıca ben konuşacağım onunla, endişelenme.” “Babana hak vermediğimi düşünme. İstanbul’un göbeğinde doğup büyümüş amcam bile seni yanımda gördüğünde deliriyorsa babanın böyle davranması çok normal. Kendileri nasıl büyüdülerse bizi de öyle yetiştirmek istiyorlar.” Kısa bir an duraksadım. “Ben sadece beni yanlış tanımalarını istemiyorum.” “Sensiz uyuyamayıp yanına kıvrılan bendim,” dedi hatırlatmak istercesine. Güldüm. “Biliyorum ama beni tutan tek şey annenle babanın sözünü çiğnememek istememdi. Şartlar tam tersi olsaydı muhtemelen ben de senin yaptığını yapardım. Yani birbirimizden pek bir farkımız yok.” “Düşünme şimdi sen bunları,” diyerek konuyu kapatmaya çalıştı. “Ben halledeceğim. Ayrıca gönül eğlendiriyor falan da değiliz zaten. Zamanı gelince her şey usulüne göre yapılacak.” Dertli dertli iç geçirdim. “Şu zaman, ne zaman gelecek bir anlasam.” Güldü ve uzanıp kucağımdaki ellerimden birini tutarak dudaklarına götürdü. Parmak boğumlarıma birer öpücük kondurduktan sonra elimi kendi bacağına bırakıp radyoya uzandı. “Bakalım buranın radyosunun bugünkü zevki nasılmış?” Dudaklarının sıcak baskısını hala tenimde hissediyor olsam da bacağına cimcik atmaktan alıkoyamadım kendimi. “Öpücük kuralını ihlal ettiğini fark etmedim sanma.” Parmakları radyo frekansını ayarlamaya çalışırken bana sahte olduğu bariz bir şaşkınlıkla baktı. “Öpücük ihlali mi? O da ne?” Bir kez daha cimcikledim bacağını. “Dua et keyfim yerinde. Yoksa gösterirdim gününü.” Sözlerimden zerre etkilenmeyerek oyunbaz bir şekilde kaşlarını kaldırıp indirdiğinde kendimi tutamayıp küçük bir kahkaha attım. “Şapşal.” “Tatlı olmaktan iyidir.” “Tatlı olduğun için şapşalsın zaten.” Bana kötü kötü baktı. Bir kahkaha daha attım. Başka zaman olsa çoktan yanağına yapışmıştım ama bu seferlik kendimi tuttum. Yalnız bu kendimi tutmalarımın çetelesini tutmayı da ihmal etmiyordum. Bunların hesabını en kısa sürede layıkıyla soracaktım çünkü. Aral, radyodan hoşuna giden bir parça bulduktan sonra elini bacağımda duran elinin üzerine yerleştirdi ve parmaklarımızı kenetledi. Yollar çok sakin olduğu için tek elle araba kullanmasına ses çıkarmayıp yanından geçtiğimiz yerleri izlemeye başladım. Açıkçası bu şehri gezmek için oldukça heyecanlıydım. Aral’ın doğup büyüdüğü yer olması bile bu şehri sevmem için yeterliydi ama ufak çaplı bir araştırma sayesinde şehrin sevilecek çok fazla şeyinin olduğunu da görmüştüm. Yaklaşık kırk dakikalık yolun ardından Amasya’nın merkezine vardığımızda ilk hedefimiz Yalıboyu Evleri olmuştu. Evler, Yeşilırmak’ın kenarındaydı ve dik bir dağın yamacında oldukları için o kadar harika görünüyorlardı ki resmen mest olmuştum. Bir süre oralarda dolandıktan sonra Aral tuttuğu elimi çekiştirerek “Hadi gel,” dedi. “Buraya gelmişken Harşena Dağı ve Pontus Kralları Kaya Mezarlarını görmeden gidemeyiz.” “Pontus Kralı mı?” diye sordum şaşkınca. “Tabii,” diyerek havalı havalı güldü. “Sen benim memleketimi ne sandın? M.Ö. 300’lerde Pontus Devlet’inin başkentiymiş burası. Helenistik dönemin krallarının mezarlarını da dev kaya kütlelerini oyarak yapmışlar.” “Oha,” diyerek gözlerimi belerttim. “Ya,” diyerek göğsünü kabarttığında kendimi tutamayıp güldüm ve elini daha sıkı tutarak yanında yürümeye devam ettim. Yalı Sokak’ta yürüdükten sonra mezarlara çıkan merdivenleri tırmandık. Basamaklar pestilimi çıkartmış, beni nefessiz bırakmıştı lakin en tepeye çıktığımızda gördüğüm manzara tüm yorgunluğuma fazlasıyla değmişti. Bir süre oralarda dolanmamızdan ve Aral’ın beni engin bilgileriyle bilgilendirmesinden sonra merdivenleri inip yeni rotamıza doğru yola koyulduk. Gezmeye geç çıktığımız için çabucak akşam olmuştu lakin şehri gezmek için günlerimiz olduğundan bunu dert etmedik. Son olarak dağın eteğinden Amasya Kalesi’ne çıktık ve içini gezdik. Aral’ın söylediğine göre kaleyi kimin yaptığı bilinmiyormuş ancak Türklerin şehri fethinden sonra pek çok kez ekleme ve bakım sürecinden geçmiş. Zaten içerisindeki Osmanlı’dan kalma hamamlar ve mezarlar da sözlerinin kanıtı niteliğindeydi. Bir süre de orada dolandıktan sonra aynı yolları bir kez daha geçip arabaya bindik ve Aral’ın meşhur lokantasına doğru yol aldık. Lokanta merkeze yakın olduğu için yolculuğumuz oldukça kısa sürmüştü. Aral, arabayı müsait bir yere park ettiğinde çantamı omzuma takıp indim arabadan. Aral da arabayı kilitleyerek yanıma geldikten sonra bugün hep yaptığı gibi elimden tutarak lokantaya doğru ilerletti beni. Lokanta umduğumdan daha büyüktü. Tesis restoranları kadar büyüktü hatta. Önünde de ışıklarla süslenmiş kocaman bir tabela vardı ve üzerinde eğik bir yazıyla DERT OCAĞI yazıyordu. Aral’la birlikte geniş kapıdan içeri girerken doksanlar parçası olduğunu bildiğim bir şarkıyı işitince küçük bir tebessüm kondu dudaklarıma. Şarkının kaynağı görüş alanıma giremese de çıkan hafif cızırtılı sesten plak çaldığını anlayabilmiştim. Plağın nerede olduğunu görmeye çalışırken “Daha küçük bir yer bekliyordum,” diye itiraf ettim. İsmi bana en fazla on masalık bir yer havası vermişti doğrusu. “İlk açıldığında böyle değildi elbette,” diye mırıldanırken bakışlarını etrafta gezdiriyordu. Boş masa aradığını tahmin ederek sessizce onu bekledim. Bir yandan da yüzde yetmişi dolu olan lokantayı inceliyordum. Duvarlar eski şarkıcı ve türkücülerin posterleriyle doluydu. Duvarlara yer yer küçük raflar konulmuştu ve raflar plaklarla doluydu. Bazı yerlerde ise şarkı sözleri yazıyordu. Açıkçası lokantanın atmosferinden epey etkilenmiştim. “Durumu iyileştikçe yanındaki dükkânları da lokantaya kattı Hayri Baba. Buraya ilk geldiğimde şu anki boyutunun çeyreği kadar falandı lokanta.” Elimi tutuşunu sıkılaştırarak sol tarafa doğru ilerlemeye başladığında onu takip ettim. Masaların arasından ilerleyerek cam kenarında kalan dört kişilik bir masaya yöneldik. Benim için çektiği sandalyeye otururken çaprazımızda kalan büyük pikabı gördüm. Yüksekçe bir yere konulmuştu ve kablolarla bazı cihazlara bağlanmıştı. Pikaptan çıkan sesin lokantanın her bir yanına ulaşması için hoparlör gibi bir şeyler kullanıyor olmalıydılar. Aral da hemen karşımdaki sandalyeye yerleştiğinde masamıza bir garson gelip bize iki menü uzattı ve siparişimizi sordu. Aral bakışlarını bana çevirip “Ne istersin?” diye sorduğunda dudaklarımı büktüm. Bakışlarım menüde dolansa da özellikle istediğim bir şey bulamamıştım. Bu yüzden menüyü kapatıp ona baktım. “Bilmem, sana uyarım. Buranın daimi müşterisi sensin sonuçta.” “Hım,” diyerek menüye biraz daha baktıktan sonra o da menüyü kapattı ve “Balık yiyelim mi?” diye sordu. “Benden duymuş olma ama Karadeniz balığı bizim oradakilerden çok daha lezzetlidir.” Kaşlarım havalanırken “Ya,” diye mırıldandım. “O kadar diyorsun?” “Abi az bile söyledi, yenge. Buranın balığı efsanedir. Zaten bu lokantada en çok tüketilen şey balık.” Garson araya girdiğinde bakışlarım ona kaydı, yüzündeki hevesli ifade beni güldürmüştü. “Eh, sen de öyle diyorsan balık yiyelim bari.” Yirmili yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim genç çocuk başını sallayarak Aral’a baktı. “Ne istersiniz?” Aral, balıkları ve yanında güzel gittiğini düşündüğü birkaç mezeyi sipariş ettikten sonra bana döndü. “İçecek olarak ne istersin?” “Sen ne içeceksin?” “Balığın yanında maden suyu alıyorum ben genelde.” “Hım… Ben de limonlu soda alayım o zaman.” Garson söylediklerimizi elindeki not defterine yazdıktan sonra “Hemen geliyorlar,” diyerek yanımızdan ayrılmak üzereydi ki Aral elini kaldırarak durdurdu onu. “Hayri Baba buralarda mı?” Garson küçük bir duraksamanın ardından başını sallayıp “Burada,” diye cevap verdi. “Eğer müsaitse yanına gidip burada olduğumu haber verebilir misin? İsmim Aral, söylersen tanır.” “Tabii, abi.” Garson yanımızdan ayrıldığında bakışlarımı etrafta gezdirerek diğer müşterileri inceledim. Arkadaş grupları da vardı, bizim gibi çift halinde gelenler de. Balık yiyen üç kişilik bir grupta biraz fazla oyalandı bakışlarım. Daha doğrusu masalarında gördüğüm rakıda. Kahvelerimi önüme çevirdiğimde Aral’la göz göze gelmek dudaklarıma küçük bir tebessüm kondurdu. Beni saklamaya gerek duymadan izlemesi hoşuma gidiyordu. Gülümsememi bozmadan usulca “Sana bir şey sorabilir miyim?” diye sordum. “Tabii,” diyerek başını salladı. “Uzun zamandır soracağım aslında da hep unutuyorum. Sadece meraktan soruyorum. Alkol kullanmıyorsun, değil mi?” Bunu beklemiyor olsa gerek bocaladı ancak kendini toplaması uzun sürmedi. “Kullanmıyorum, niye ki?” diye sorduktan sonra anlamış gibi devam etti. “Balığın yanında başka bir şey mi içmek istiyorsun? Eğer öyleyse garsonu çağırıp siparişi değiştirelim.” Bakışları garson bulmak amacıyla etrafta gezinmeye başladığında elimi kaldırarak durdurdum onu. “Yok, istemiyorum. O yüzden sormadım,” diye açıklamaya giriştim. “Zaten ben de pek tercih etmem.” Yeşilleri kısıldı. “Neden sordun o zaman?” “Sadullahların yanındayken eline içki bardağı tutuşturulsa bile içmediğini fark etmiştim. Merak ettim işte. İçmemen değil ancak içmediğini belli etmemeye çalışman biraz tuhaf.” “Bunun gözünden kaçmamış olması biraz endişe verici,” diyerek başını salladığında usulca gülümsedim. “İlk zamanlar benimle pek ilgilenmediğin için fark etmemen normal. Yoksa en başından beri her hareketinin sıkı takipçisiydim ben.” Sessizce iç çekti. “Zaaflarını düşmanına gösteremezsin. Çünkü öyle ya da böyle o zaafı sana karşı kullanmayı bilir. Bu yüzden alkol kullanmıyor olsam bile bunu kimseye belli etmemeye çalıştım.” “Neden?” diye sordum merakla. “Bünyen mi çok zayıf?” Bakışlarını benden kaçırırken “Evet,” diye mırıldandı. Zorla konuştuğu her halinden belli oluyordu. “Bünyem zayıf ama alkole karşı değil, geçmişe karşı.” Ne olduğunu anlayamamış olsam da neyle ilgili olduğunu anlamıştım sanırım. Bu da kalbime garip bir ağırlığın çökmesine neden olmuştu. “Daha açık konuşmanı istesem,” dedim usulca. “Haddimi aşmış olur muyum?” “Sen bana ne sorarsan sor asla haddini aşmış olamazsın, Doktor.” Söylediklerinden aldığım cesaretle kolumu uzatıp masanın üzerinde duran elini avcumun arasına aldım. “Geçmişini sorup canını yakmak istemiyorum ama merakıma da engel olamıyorum.” Parmak uçları tenimin üzerinde gezerken “Tövbe ettim,” diye mırıldandı. “Anneme bir daha alkol kullanmayacağıma dair söz verdim. O günden beri bir yudum dahi geçmedi boğazımdan.” Kaşlarım usulca çatılırken ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Yapbozun parçaları zihnimde dağınık bir haldeydi ve onları yerlerine yerleştirmem gerekiyordu ama bunu yapmak, sandığımdan daha zordu. Çaresizliğimi görmüş olacaktı ki bana yardım etti. “İhaneti öğrendiğim zaman büyük bir boşluğa düşmüştüm. Olduğum yere sığamıyordum, iyi hissetmiyordum. Aklımı dağıtmak, biraz olsun unutmak için çareyi alkolde aradım. Aslında eskiden de kullanmıyordum ama o zayıflık anında pek mantıklı düşünemiyordum. Zaten umduğum olmadı, içtikçe daha çok hatırladım sanki. Daha çok yandı canım. Böyle olunca hırslanıp daha çok içtim. Çok daha fazla içtim. İşe gitmiyordum zaten. Kendimce bırakmıştım ama Asaf Amir beni süresiz izne çıkmışım gibi göstermiş meğer. Çok sonradan öğrendim tabii ben bunu.” Sesli bir nefes çekti içine. Bakışları iç içe olan ellerimizdeydi, hareleri tenimi okşayan parmağını takip ediyordu. Bense her kelimesinde daha çok acıyan kalbimle birlikte sessizce onu dinliyordum. “Uzun bir süre içip içip sızmaktan başka hiçbir şey yapmadım. Bununla gurur duymuyorum elbette ama gittikçe hissizleşmişim gibi olmuştu ve ben de bu duruma sığınıyordum. Adımı unutacak kadar içmeye başlamıştım. Kimseyi dinlemiyordum, umursamıyordum. Asaf Amir bile evime kadar gelip benimle konuşmaya çalışmıştı ama söylediği çoğu şeyi duymamıştım bile. Bir ay kadar, belki biraz daha fazla, devam ettim buna.” Öğrendiğim şeyler karşısında kendimi çok kötü hissettiğim için hiçbir şey yapamadan dinliyordum onu. Sonrasında ne olduğunu bile soramayacak haldeydim. Böylesine acı çekmiş olduğunu bilmek kalbimi paramparça etmişti. Derin bir nefes daha alıp devam etti konuşmaya. “Bir gün yine çok içip sızdığım koltukta uyandım. Daha doğrusu uyanmak zorunda kaldım, çünkü çok yakınımda biri ağlıyordu. Hem de oldukça sesli bir şekilde. Gözlerimi ilk araladığımda hiçbir şey anlayamamıştım. Sızalı sadece birkaç saat olduğu için başım öyle kötü ağrıyordu ki ağrıyı hissetmemek için bayılmak istemiştim. Üstelik duyduğum ağlama sesi baş ağrımı katlayarak artırıyordu. Bir süre sonra tepem attı tabii. Neyin ne olduğunu bile anlayamadan ağlayan kişinin susması için bağırmaya başlamıştım ki hıçkırık seslerinin karşı koltukta oturan anneme ait olduğunu fark ettim.” Aral, kısık sesiyle anlatmaya devam ederken arka plandaki şarkı değişti ve Sezen Aksu’nun sesi duyuldu. Bunun üzerine Aral konuşmayı bıraktı. Ya şarkıyı dinlemek istemişti ya da devam etmek için zamana ihtiyacı olmuştu, nedeninden emin değildim ancak anlayışlı bir sessizlikle onu bekledim. Bir daha bu yolları, aynı hevesle yürür müyüm? Kim bilir ne bekliyor, kalır mıyım, ölür müyüm? Ne malum dünya gözüyle, bir daha görür müyüm? Sezen, o güzel sesiyle nakaratı tekrarlarken fısıltıyla “Alkol komasına girdiğimi sanmış,” dedi Aral. Nefesimi tutup dehşet dolu bakışlarımla ona baktım lakin yeşillerini ellerimizden ayırmadı. “Sızalı çok olmadığı için ölü gibiymişim. Bana seslenmiş ama hareket bile etmemişim. Nefesim öyle güçsüzmüş ki göğsümün inip kalkışı gözle fark edemeyeceği kadarmış. O panikle elini damarıma dayadığında nabız alamadığını sanmış ve hüngür hüngür ağlamaya başlamış.” Dudaklarım titrerken “Aral,” diyebildim yalnızca. “Yüzünü benimkine yaklaştırıp ağır da olsa nefes aldığımı fark ettiğinde ağlaması şiddetlenmiş, öyle ki ben bile o haldeyken duyup uyandım.” Birkaç saniye duraksadı. “Annemi daha önce hiç öyle ağlarken görmemiştim. Dehşete düştüm. Ne yapacağımı bilemedim. Öylece bakakaldım yüzüne. Dakikalar sonra uyandığımı fark edip bana döndü ve hıçkırıklarının arasında dedi ki, bunu bana neden yapıyorsun? O zamana kadar hep kendime yazık ettiğimi, sağlığımı hiç düşünmediğimi söyleyen annem ilk kez onun canını ne kadar yaktığımı gösterdi bana.” Uzun bir sürenin ardından bakışlarını kaldırıp gözlerimin içine baktığında yeşillerinin nasıl kızardığını gördüm ve bu konuyu açtığım için derin bir pişmanlık duydum. O kadar üzgün görünüyordu ki toplum içinde olmasaydık iddiayı umursamadan onu sımsıkı kucaklar ve acılarının geçtiğine emin olana dek öperdim. “Annem o gün saatlerce ağladı ve beni gözünün önünde ölmem için doğurmadığını söyledi. Bunca korkuyu, acıyı hak etmediğini söyledi. Kendimden daha önce hiç o kadar nefret etmemiştim ben. Kendimden daha önce hiç o kadar iğrenmemiştim.” Dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı. “O gün anneme söz verdim ve bir daha ağzıma alkollü hiçbir şey sürmedim. Hayatıma geri döndüm. İşimin başına geçtim. Artık eski ben değildim ama annem için yaşamaya devam ettim.” Aral cümlesini tamamladıktan birkaç saniye sonra masamızın etrafı iki garson tarafından çevrildi ve masamızı siparişlerimizle donattılar. Tabii bu sırada ellerimiz de ayrılmış, ondan uzaklaşan tenim yokluğuyla karıncalanmıştı. Önüme koyulan balık tabağına bakarken tutamadığım gözyaşımı garsonlara fark ettirmeden silmeye çalıştım. Böyle bir günde bunları duymak istemezdim ancak Aral’ın senelerdir bu suçlulukla yaşadığını bilmek beni daha da çok üzmüştü. Şimdi annesinin en ufak bir hareketimize neden o kadar mutlu olduğunu çok daha iyi anlıyordum. Ayrıca bir şeyi de kafamda netleştirmiştim. Aral ilk kez âşık olduğu zamandan beri kendisini ikinci planda tutuyordu. Birini sevdiği zaman kendisini umursamamak suretiyle sevdiği kişinin varlığına bağlanıyordu. Arel, Aral’ın o kadına âşık olduktan sonra bambaşka birine dönüştüğünü ve ona göre yaşamaya başladığını söylemişti. İhanetin ardından ona yaşamaya çalışması gerektiğini annesi hatırlatmıştı ve o zamandan beri de yaşıyor olmak için yaşıyordu. Şimdiyse hayatına ben girmiştim ve bana karşı olan duyguları derinleştikçe aynı şeyler tekrarlanacaktı. Onu kendi isteğimle bırakacağımdan değildi elbette ancak hayatın ne getireceği belli olmazdı. Tüm yaşamını benim üzerimden planlamaya başlarsa beni kaybettiği takdirde en başa geri dönerdi. Hatta belki de bu zamana kadar olmadığı kadar kötü olurdu. Buna izin veremezdim. Şimdi konusunu açmayacaktım ancak destek alması şarttı. İsterse birlikte bile alabilirdik. Garsonlar “Afiyet olsun,” diyerek yanımızdan ayrıldığında aklımdaki düşünceleri kovup yüzüme küçük bir tebessüm kondurarak tekrar eline uzandım ve parmaklarımızı birbirine kenetledim. “Bunu benimle paylaştığın için teşekkür ederim.” Bir şey söylemedi ancak yeşilleri bir süre çehremde gezindikten sonra avucunun içinde duran elimi kaldırıp arabadayken yaptığı gibi parmak boğumlarıma küçük öpücükler kondurdu. Bu benim için fazlasıyla yeterliydi. “Öpücük ihlalini deldiğini bir kez daha görmezden geleceğim ama bu sondu, haberin olsun,” diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştım. Dudağının kenarının kıvrılmasına bakılırsa başarılı da olmuştum. Tuttuğu elimi kaldırıp bileğimin içine son bir öpücük daha kondurduktan sonra “Balıkları soğutursak tatları çıkmaz,” diyerek elimi serbest bıraktı. Lakin beni aldatamazdı. Gözlerimi kısarak ona sinirli bir bakış atmaya çalıştım. “Bunların hepsinin hesabı sorulacak,” diyerek bıçağımı elime aldığımda gülümsemesi büyüdü. “Sor, Doktor. Başım gözüm üstüne.” Ona dik dik bakmaya devam ettim ama gülmemeye çalıştığımın ikimiz de fazlasıyla farkındaydık. Eline çatal bıçağını alarak tabağındaki balıkları ayıklamaya başladığında kısa bir süre onu izledikten sonra hareketlerini tekrarladım. Benim aksime daha hızlı olduğu için ayıklama işi bittiğinde tabağını kaldırıp bana uzattı. “Sen bunu al, bana seninkini uzat.” İnceliği karşısında deyim yerindeyse eridim ve sözünü ikiletmeden kendi tabağımı onun önüne bıraktım. “Teşekkür ederim.” Tatlı gülümsemesiyle başını hafifçe salladıktan sonra benim başladığım ayıklama işini devam ettirdi. Ben de itinayla ayıkladığı balığı büyük bir zevkle yemeye başladım. Ağzıma yayılan tatla gözlerimi kapatıp “Hımm,” diyerek başımı iki yana salladım. “Hakikaten çok lezzetliymiş. Çok da taze.” Bana küçük bir ben demiştim bakışı attıktan sonra ağzına bir parça balık atıp çiğnemeye başladı. Yüzündeki ifadeye bakılırsa o da beğenmişti. Bir süre sessizce karnımızı doyurup masadakilerin tadını çıkardık. Sadece balıklar değil, mezeler ve yeşillikler de bir o kadar güzeldi. Lokantanın yıllar içinde bu kadar büyümesi tesadüf değildi. Yemek yemekle o kadar meşguldük ki “Oo kimler gelmiş?” sesini duyana kadar yanımıza birinin yaklaştığını fark edememiştik. Başımı kaldırdığımda orta boylarda, hafif göbekli, beyaz saçlı bir adamın bize doğru geldiğini gördüm. Kim olduğunu tahmin etmek zor değildi. Aral da başını çevirerek adamı gördüğünde yüzüne hoş bir gülümseme kondu ve sandalyesini geriye ittirip ayağa kalktı. “Hayri Baba.” “Hoş geldin oğlum, özletmiştin kendini.” Aral, Hayri Baba’nın kollarının arasına girip ona sarıldığında küçük bir tebessümle izledim onları. Adamın yaşadığı şeyler gelmişti aklıma. Üzerinden çok uzun zaman geçmişti belki ama bazı şeylerin acısı unutulmuyordu. Kendisine büyük bir saygı duyuyordum, zira bunca yılı tek başına geçirmek yerine başkasıyla evlenebilirdi ama o bunu yapmamıştı. Aral’ın söylediğine göre evlendiği kişiye haksızlık etmek istememişti. Bu çok ince ve bir o kadar da güzel bir düşünceydi. Aral’la ikisinin birbirlerine hal hatır sormalarını izlerken ağzıma balık tıkıştırmayı ihmal etmedim, çünkü hakikaten çok güzeldi ve ben sandığımdan daha fazla acıkmıştım. Hayri Baba, Aral’ın söylediklerini dinlerken bakışlarını bana çevirdi ve göz göze geldiğimizde ağzımdaki lokmayı çiğnemeyi bırakarak şişik yanağımla ona bakakaldım. Dikkati bana kaymadan ağzımdakileri yutmayı planlamıştım hâlbuki. Birkaç kez göz kırpıştırdıktan sonra hiç yoktan iyidir deyip şişik yanağımla gülümsemeye çalıştım ve yüzüm nasıl bir hal aldıysa Hayri Baba’yı güldürmeyi başardım. Gülüşü o kadar içtendi ki içimdeki hoşnutluk seviyesi utancımın üstüne çıktı ve ben de gülümsememi büyüterek lokmamı çiğnemeye devam ettim. “Anlaşılan hanım kızımızın karnını epey bir aç bırakmışsın,” diyerek Aral’a takıldığında Aral’ın da bakışları bana döndü ve lokmamı yutuş anıma şahit oldu. Ağzım boşalınca gülümsememi tatlı bir sırıtışa çevirdim ve şirin olduğunu düşündüğüm bir ifadeyle onları izlemeye devam ettim. Bazen birkaç ay sonra otuzuma basacağımı unutuyordum gerçekten. Belki de gerçekten yaşlanmak yerine giderek genceliyordum. Bilim insanları acilen benim gencelme projemi incelemeliydiler. “Açlıktan ziyade yemeklerine bayıldığı için böyle,” diyerek güldü Aral. Hayri Baba’nın bakışları kısa bir an Aral’ın yüzüne takılı kaldıktan sonra hoşnut bir ifadeyle başını salladı. “E, bizi tanıştırmayacak mısın peki?” Aral’a kalmadan sandalyemi ittirerek ayaklandım ve Hayri Baba’ya doğru elimi uzattım. “Ben Tamay, tanıştığımıza çok memnun oldum efendim.” Bir eliyle elimi sıkıp diğer eliyle de tuttuğu elimin üzerine vurdu birkaç kez. “Ben de çok memnun oldum ama efendim gibi laflardan hiç hoşlanmam. Burada herkes bana Hayri Baba der, sen de öyle dersen daha da memnun olurum.” Geniş bir gülümsemeyle başımı salladım. “Tabii.” Bakışlarıyla dikkatlice yüzümü taradıktan sonra elimin üzerine birkaç kez daha vurdu ve ardından elimi serbest bırakarak Aral’a döndü. “Sonunda gece gözlünü buldun demek ha?” Başını salladı. “Benden daha şanslı olduğunu biliyordum.” Aral’ın bakışları kasıldı ve anladığım kadarıyla Hayri Baba’nın ne demek istediğini anlamaya çalıştı. Başardığı, kaşlarının havalanmasından ve yüzüne şaşkınlık diyebileceğim bir ifadenin yerleşmesinden belli oluyordu. “Hiç böyle düşünmemiştim,” diyerek hafifçe güldü Aral. “Gerçekten öyle olmuş.” “En azından birimiz gece gözlüsüyle mutlu be çocuk, buna da şükür.” Aral, dudaklarını birbirine bastırıp elini uzattı ve Hayri Baba’nın omzunu sıktı. O temasın altında çok şey yattığı birbirlerine olan bakışlarından belliydi. “Ee, hadi tutmayayım ben sizi. Karınlarınızı iyice doyurun,” dedikten sonra Aral’a yandan bir bakış attı. “Detayları ben daha sonra senden alırım.” “Tabii,” diyerek güldü Aral. Hayri Baba’yla konuşurken çok rahattı ve gülümsemesini ondan sakınmıyordu. Hayri Baba, bakışlarını bana çevirdi. “Tekrar tanıştığımıza çok memnun oldum kızım. En kısa zamanda tekrar beklerim.” “Ben de öyle. En kısa zamanda tekrar gelmeye çalışacağım, çünkü yemekleriniz gerçekten harika.” Hayri Baba, coşkulu tavrım karşısında samimiyetle gülümsemeye devam etti ve son kez Aral’ın omzuna dokunduktan sonra yanımızdan ayrıldı. Biz de tekrar sandalyelerimize yerleştik. Çatalımı elime alırken “Çok tonton bir amca,” diye mırıldandım. “Onu sevdim.” “Nedense bu sevginin altında balıkların olduğunu düşünüyorum,” diye bana takıldığında keyifle sırıttım. “Yok diyemem doğrusu.” Karşılıklı gülüştükten sonra karnımızı doyurmaya odaklandık ve birkaç dakika boyunca masada çatal bıçak sesinden başka ses duyulmadı, ta ki lokantada çalan şarkı değişene ve Aral havaya kaldırdığı bardağını ağzını götürmeden tekrar masaya bırakana dek. Ne olduğunu anlayamadığım için kaşlarım çatılırken bakışlarım Aral’ın masaya odaklanan bakışlarına takıldı. Kendi kendine gülümseyerek başını iki yana salladıktan sonra yeşillerini usulca bana çevirdiğinde göz göze geldik. Duruma Fransız kalmak hoşuma gitmediği için “Ne?” diye sordum. “Ne oldu?” “Çalan şarkı,” diyerek gülümsemeye devam etti. “Hani sana kulübedeki plakları gösterirken birinin Hayri Baba’nın hediyesi olduğunu söylemiştim, hatırlıyor musun?” Düşünmeye gerek duymadan başımı salladım. “Evet, hangisi olduğunu merak etmiştim ama sormaya çekinmiştim.” “Buydu işte. Kendisinin en sevdiği parça olduğunu söylemişti verirken. Her dinlediğinde sevdiği kadını düşünürmüş, çünkü onu hatırlatırmış sözleri.” Başımı çevirip pikabın durduğu yere baktım ve çalan şarkıyı dikkatli bir şekilde dinlemeye başladım. Seni çok özledim, gece gözlüm benim Gemilere bin gel, yine gidersin Sonbahar rüzgârı, kırarken dalları Ayrı düşen yaprak yaşar mı söyle Şimdi anlamıştım Hayri Baba’nın yanımıza geldiğinde Aral’a söylediklerini. Gece gözlüden kastı bendim, Aral beni bulmuştu. Kendimi iyi anlamda tuhaf hissederken “Senin için mi açtırdı bu şarkıyı yani?” diye sordum. Usulca başını salladı. “Şüphesiz.” Başımı omzuma doğru eğerken ona muzır bir ifadeyle gülümsedim. “İkiniz birlikte beni manifestlemişsiniz resmen.” Bir anda aklıma gelen şeyle suratım düştü ve huzursuzca yerimde kıpırdandım. “Tabii benden önce hayatına gece gözlü biri girmediyse?” Aral beklediğim tepkinin aksine gülümsemesini genişletti. “Bu konuşmanın bir benzerini Yasemin’in doğum gününde yaşamıştık.” Başını keyifle iki yana salladı ve gözlerini benimkilerden ayırmadan konuşmaya devam etti. “Kalbime giren ilk ve son gece gözlü kadın sensin.” Vazgeçilmez Erkek Güzeli şarkımız… Aral haklıydı, gözlere biraz fazla takılıyorduk galiba. “Kalbine giren, demek?” diyerek kaşlarımı havaya diktim. “Bu bir aşk itirafı mı?” “Nasıl istiyorsan öyle algılayabilirsin. Ne de olsa itiraflık bir yanı kalmadı, her şey ortada.” Gözlerimi abartılı bir ifadeyle kırpıştırdım. “Aşkımdan ölüyor musun yani?” Şımarık tavrım onu güldürdü. “Bu itirafı daha önce yaptım sanıyordum hâlbuki ben.” Tatlı tatlı sırıttım. “Yani aşkımdan ölüyorsun.” Kafasını sabır dilercesine iki yana salladıktan sonra tabağında kalanları yemeye başladığında gülümsemeye devam edip çatalımı elime aldım ve yemeğin kalanında da onu laflarımla sıkıştırmaya devam ettim. Masadaki her şeyi silip süpürdükten sonra hesabı ödeyip Hayri Baba’ya en kısa sürede tekrar gelme sözü vererek veda ettik ve lokantadan çıktık. Arabanın yanına ulaştığımızda “Eve mi döneceğiz hemen?” diye sordum isteksiz bir ses tonuyla. Saat daha ondu ve açıkçası bugünü biraz daha uzatmak istiyordum. “İstemezsen gitmeyiz.” “Ya,” diyerek yükseldim hemen. Arabanın kapısına yaslanmış vaziyette hevesle Aral’ın yüzüne bakıyordum. “Ne yapacağız peki?” “Hım,” diyerek bana doğru birkaç adım attı ve ne olduğunu anlamaya kalmadan kendimi arabayla onun arasında sıkışmış vaziyette buldum. “Sen ne yapmak istersin?” Ansızın içine girdiğimiz pozisyon beni afallattığı için ne konuştuğumuzu unutuvermiştim. Şaşkın bakışlarla sadece birkaç santim ötemdeki yeşillere bakarken “Ne mi yapmak isterim?” diye sordum. Cebindeki ellerini çıkartıp iki yanımdan arabaya yaslayarak beni adeta kafesledikten sonra boğuk bir ses tonuyla “Evet,” diye mırıldandı. “Eve gitmek istemediğini söyledin ya. Ben de ne yapmak istediğini soruyorum işte.” Ciğerlerim kokusu tarafından istila edildiğinden vücudum pelte kıvamına geçmişti. Arada hiçbir temas olmamasına rağmen yakınlığından bu denli etkilenmem çok büyük haksızlıktı. Ayrıca şu an tam olarak nedenini anlayamasam da ortada yanlış bir şey varmış gibi geliyordu. Yanlış bir şey… Geç de olsa nihayet aklım çalışmaya başladığında neyin yanlış geldiğini, daha doğrusu şu an neden bu halde olduğumuzu anladım. Aşkından öldüğüm başkomiserim, iddiayı kazanmaya çalışıyordu. Ama yemezlerdi. Saf ayağına yatarak oyununu bozmadım ve ellerimi kaldırıp beline yerleştirdim. “Bilmem. Belki tatlı yiyebileceğimiz bir yere gidebiliriz.” Tuzağına düştüğümü sanıp keyiflendi ve son kozunu oynamak üzere yüzünü benimkine doğru biraz daha eğerek “Tatlı yemek için bir yere gitmemize gerek yok gibi sanki,” diye mırıldandı. “Ya,” diye mırıldandım saf saf. “Nasıl olacak o iş?” “Şöyle,” diyerek dudaklarıma yöneldiğinde tam vaktinde başımı çevirip öpücüğünün boşa gitmesine neden oldum. Birkaç saniye boyunca öylece durduktan sonra geri çekilmek yerine hırsla soluyup burnunu yanağıma bastırdığında kendimi tutamayıp güldüm ve kendimden emin bir şekilde “O iddiayı kazanacağım,” dedim. “Hiç şansın yok.” Burnu yanağıma sürttü. “Böylesine intikamcı bir kişiliğin olduğunu kim bilebilirdi?” “Aslında öyle biri değilim ama sen kaşındın.” Oldukça sesli bir şekilde iç geçirdikten sonra çeneme küçük bir buse kondurup geri çekildi. Aslında bunu da yapmaması gerekiyordu ancak bu seferlik sesimi çıkarmadım ve hayal kırıklığıyla düşen yüzüne baktım. “İddiayı ben kazanacağım ama sen kazansaydın bile istediğin şey olamazmış zaten, o yüzden çok üzülme.” Kollarını geri çekip “Nedenmiş o?” diye sordu. “Çünkü babana yakalandık ve annen zaten birlikte uyuduğumuzu biliyor.” “Doğru,” diyerek ofladı. “Ama olsun, ben seni zora sokacak başka şeyler de bulabilirim. Ayrıca gece yarısı olmasına daha var, yani hala iddiayı kaybedebilirsin.” “Bunu inanarak söylemediğine eminim,” diyerek dalga geçtim onunla. Bana kötü kötü baktı ama cevap vermek yerine ön yolcu koltuğunun kapısını açtı. “Hadi geç. Dudaklarım kadar lezzetli olmasa da seveceğin bir şey biliyorum.” Uzanıp yanağından makas aldım. “Bak, bu konuda haklısın işte.” Kendini tutmaya çalışsa da başaramayıp güldü ve beni nazikçe belimden iteledi. “Hadi, otur şuraya.” Sözünü dinleyip yerime yerleştiğimde kapımı kapayıp arabanın etrafından dolandı ve kendi koltuğuna geçerek arabayı çalıştırdı. Koltukta ona doğru dönüp “Ne yemeye gidiyoruz?” diye sordum merakla. “Öyle çok büyük bir şey bekleme,” diyerek tebessüm etti. “Seni buranın en iyi dondurmacısına götüreceğim.” “Dondurma mı?” “Hımhım.” “Buranın dondurması da yediğimiz balıklar kadar lezzetliyse ben İstanbul’a dönmek istemem, ona göre.” Bana yandan bir bakış attı. “Benim canıma minnet.” Kısa sayılabilecek bir yolculuğun ardından önünde insan kuyruğu olan bir dondurmacının karşı kaldırımına park etti arabayı Aral. “Sen arabada bekle, ben alıp geleyim.” “Epey kişi var kuyrukta, çok bekler misin?” “Kuyruğa gireceğimi kim söyledi?” diyerek göz kırptıktan sonra arabanın kapısını açıp aşağı indi ve kapıyı arkasından kapatmadan evvel başını eğip bana baktı. “Özellikle istediğin bir şey yoksa karışık alacağım?” “Olur, olur; fark etmez bana,” diyerek elimi salladım. “Hemen dönerim,” diyerek kapıyı kapatıp cebinden telefonunu çıkardı ve birkaç saniye sonra telefonu kulağına dayayarak dondurmacıya doğru ilerlemeye başladı. Sürücü koltuğuna doğru eğilip merakla onu izlemeye başladım çünkü gerçekten de dondurmacının önündeki insan topluluğunun arasına karışmak yerine dükkânın yan sokağına doğru ilerledi ve çok geçmeden personel kapısı olduğunu düşündüğüm yerden biri çıkarak Aral’ı karşıladı. İkisi kısa bir gülüşmeli sohbetin ardından kapıdan içeri girdiklerinde dudağımı bükerek başımı salladım. Adam işini biliyordu. Yaklaşık beş dakika sonra Aral koca bir paketle arabaya binip paketi bana uzattı. “Dondurucudan koydurttum ama ne olur ne olmaz, acele etsek iyi olur.” Arabayı çalıştırıp söylediği hızla yola koyulduğunda “Nereye gidiyoruz?” diye sordum merakla. “Dondurmanın keyfini çıkarabileceğimiz bir yere.” İçimdeki merak katlansa da daha fazla bir şey sormadım ve önüme dönüp yolu izlemeye başladım. Saatten kaynaklı olarak yollar boştu ve bu da Aral’ın gaza daha çok yüklenmesine neden oluyordu. Benim için sorun yoktu, çünkü aldığı dondurmayı yemek için büyük bir sabırsızlık çekiyordum doğrusu. Çok da uzun sürmeyen bir yolculuğun ardından araba uçurum kenarı diyebileceğim bir yerde durduğunda hayranlıkla önümdeki manzaraya baktım. Şehrin ışıklandırmasından uzak, yalnızca dolunayın aydınlattığı harika bir yerdi ve ben buraya gelene kadar gökyüzünde dolunay olduğunun bile farkında değildim. “Burası muhteşem.” “Dondurma yerken daha da muhteşem oluyor,” diyerek kapısını açtı. “Hadi in aşağı.” Paketi kucaklayıp aşağı indiğimde yükseklikten kaynaklı esen rüzgârın etkisiyle ürpermeden edemedim. Neyse ki rüzgâr sıcak estiğinden üşütmüyordu. Arabanın kapısını dirseğimle kapattıktan sonra bagajdan kilime benzeyen bir şey çıkaran Aral’a diktim bakışlarımı. Arabanın ön tarafındaki boşluğa elindeki kilimi serdikten sonra ayakkabılarını çıkarıp sırtını arabaya verecek şekilde yere oturdu ve başını kaldırıp öylece durup onu izleyen bana baktı. “Yanıma gelmeyi düşünmüyor musun?” İnerken arabanın ışığını da kapattığı için artık yalnızca ay ışığında bulunuyorduk. Onun yüzünü izlemeyi her koşulda çok seviyordum ama böyle güçlü bir ay ışığında bakmak cidden çok farklı hissettiriyordu. Ve Aral, kalbimi yerinden oynatacak kadar çok yakışıklıydı. “Hu hu? Kime diyorum ben acaba?” Elini bana doğru salladığında kendimi tutamayıp kıkırdadım ve hızlı adımlarla ona doğru ilerledim. “Geldim yahu, patlama. Ay ışığında sevgilimin yakışıklı çehresini dikizleyemeyeceksem niye sevgili yaptım?” Kaşlarını imalı bir tavırla havaya kaldırdı. Söylediklerimin hoşuna gittiği her halinden belliydi. “Yakışıklı sevgilin demek?” “Tabii,” diyerek ayakkabılarımı çıkardım ve elimdeki paketi ona uzattıktan sonra hemen yanına kuruldum. Paketi diğer tarafına koyup bacaklarını ileri doğru uzattı ve kolumdan tuttu. “Yanaş bakayım yamacıma.” “Aa,” diyerek sesli bir kahkaha attım. “Dibindeyim ya zaten, daha ne kadar yaklaşayım?” “İşine gelince hiç anlamıyorsun bu işlerden,” diyerek yalandan cıkcıkladıktan sonra belimden tutup kucağına çekti beni. “Ay, ne yapıyorsun?” dememe kalmadan kendimi bacaklarının arasında buldum ancak sırtım geniş ve sıcak göğsüne yaslandığında derhal itiraz etmeyi bırakıp olduğum yere iyice yayıldım. “Hemen sustun bakıyorum,” diyerek benimle alay ettiğinde keyifle kıkırdadım. “İtiraz edecek bir şey olmadığını fark ettim.” Kıpırdanan göğsü onun da güldüğünü kanıtlarken sol tarafa dönüp erimediğini umduğum dondurma kutusunu paketin içinden çıkardım. Kutu iki kişi için oldukça büyüktü ancak kutunun kapağını açarak içindeki renkli şölene şahitlik ettiğimde bütün kutuyu tek başıma bitirebileceğimden emin oldum. Sonunda muhtemelen hastanelik olurdum ancak dondurmanın tadı da görüntüsü kadar enfesse buna değeceğini düşünüyordum. Aral paketinden içinden çıkardığı tatlı kaşıklarından birini bana uzattı. “Eğer istersen diye birkaç tane de külah koydurttum pakete.” Dondurmaların üzerine kapattıkları jelatini kaldırırken “Birazdan alırım bir tane,” dedim ve daha fazla bekleyemeyip açık mor renge sahiplik eden dondurmaya batırdım kaşığımı. Aldığım parçayı ağzıma atıp başımı geriye, yani Aral’ın omzuna yaslandım ve gözlerimi kapayarak dondurmanın tadını çıkardım. “Neyli olduğunu bilmiyorum ama tadı efsane.” “Seveceğini biliyordum,” diyerek kendisi de dondurmanın vanilyalı kısmından bir kaşık aldı. “Daha önce bunu defalarca kez yapmış gibisin,” derken başka renk dondurmaya daldırdım kaşığımı. Önceliğim tek tek her rengin tadına bakmak ve en sevdiğimin hangisi olacağını anlamaktı. “Ben burada büyüdüm, unuttun mu?” diyerek tek kolunu belime sardı. Benim aksime dondurma konusunda pek de heyecanlı değildi ve çoğunlukla aynı şeylerden yiyordu. “Polis olmak için gençliğinin çoğu yılını İstanbul’da geçirdiğini sanıyordum?” “Öyle ama burası da benim, ben olmamı sağlayan yer; dolayısıyla kalbimde daha büyük bir yere sahip. Önceleri bulabildiğim her fırsatta buraya dönmeye çalışırdım. Polis olduktan sonra işten dolaylı İstanbul’a olan bağlılığım arttı, sonra da öyle devam etti.” Paketten bir tane külah alıp içini doldurmaya başladım. “Hımm, o zaman sana bir soru. Şu an İstanbul’u mu daha çok seviyorsun yoksa burayı mı?” Bana hemen cevap vermeyip sessiz kaldığında düşündüğünü anlayarak ilgimi etrafa yönelttim. Önümde uçsuz bucaksız dağlar uzanıyordu ve gökyüzündeki dolunay sayesinde net olmasa da bu manzaranın tadını çıkarabiliyordum. Hava mis gibiydi, asla İstanbul’un o kirli havasına benzemiyordu. Başta hafif esen rüzgârın beni üşüteceğinden endişe etsem de Aral’ın sıcak göğsü sayesinde üşümek bir yana doya doya dondurmamın tadını çıkarabiliyordum. Kısacası zamanın durmasını isteyeceğim bir durumdaydım ve oldukça mutluydum. “Sana lokantada anlattığım şeyden sonra kendime bir amaç edinmiştim,” diye kısık bir ses tonuyla konuşmaya başladı Aral. “Emekli olduktan sonra İstanbul’u geride bırakıp burada yaşamak istiyordum ama artık aynı şekilde düşünmüyorum.” Başımı geriye atıp yüzüne bakmaya çalıştım. “Neden?” Yeşillerini bana çevirerek hafif bir tebessümle kıvırdı dudaklarını. “Çünkü beni İstanbul’a bağlayan biri girdi hayatıma.” “Ya,” derken utanmasam kedi gibi mırlayacaktım. “Kimmiş o hayatına giren kişi?” Göğsünü hareket ettirecek şekilde gülerek uzandı ve şakağıma bastırdı dudaklarını. “Şu an kucağımda dondurma yiyen kadın.” “Aa, nerem kucağında benim be?” diyerek kaşlarımı çattığımda sesli bir şekilde gülüp kolunu daha sıkı sardı karnıma. “Kollarımla bacaklarımın arasında olman kucağımda olduğun anlamına gelmiyor mu?” Erimeye başlayan dondurmamı yalayıp “Yo,” diye itiraz ettim hemen. “Sadece sarılıyorsun bana. Kucağında değilim. Yerde oturuyorum, görmüyor musun?” “O kadar keyiflisin ki saçmalıyorsun ama bu umurunda bile değil,” diyerek güldü. “Yapmak istediğin tek şey dondurmanı yemeye devam edip bana amaçsızca itiraz etmek.” Bir anlığına durup gözlerimi kırpıştırdım çünkü haklıydı. Beni çok iyi tanıyordu. Şu an gayet de kucağında sayılırdım ve bunun da farkındaydım ancak haklı olduğunu neden itiraf edecektim ki? Hiçbir şey olmamış gibi külahımdan bir ısırık alıp “Yo,” dedim gevşek gevşek. “Hiç de bile.” Gülmeye devam ederken şakağımdan öptü bir kez daha. “Tamam, anladım ben seni, tamam.” Suratımdaki yamuk sırıtışla göğsünde kıpırdandım ve boynuna doğru sokularak gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. Tam tepemizde duran ay o kadar parlaktı ki hayranlık duymamak elde değildi. Külahımdan bir ısırık daha alırken “Sana bir şey itiraf edeyim mi?” diye sordum. Elindeki kaşığı dondurma kutusuna saplayıp “Kucağımda oturduğunu mu?” dedi. Gözlerimi devirsem de gülmeden edemedim. “Hayır, çünkü kucağında oturmuyorum. Gerçekten bir şey itiraf edeceğim.” Kaşığını ağzına götürürken “Et bakalım,” diye mırıldandı. Ses tonundaki merakı yakalayabilmiştim. “Ben galiba… Dolunay’dan nefret etmeyi bıraktım.” Duraksadığını hissettim. “Öyle mi?” “Hımhım,” diyerek iç çektim. “Bilerek yaptığım bir şey değildi. Hatta şu ana kadar fark etmemiştim de. Şimdi ayı izlerken ona karşı kötü hisler beslemediğimi anladım.” Kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra “Ondan nefret etmenin sebebi kaza gecesinin arkasında ne olduğunu bilememen değil miydi?” diye sordu. “Olaylar açığa çıkınca, yani senin deyiminle ayın kendine sakladığı bir sır kalmayınca, kendi içinde onu affetmiş olabilir misin?” “Bilmem,” diyerek dudak büktüm. “Belki de öyledir.” Sessizce iç çektim. “Yine de ona karşı çocukken beslediğim duyguları besleyebileceğimi sanmıyorum. Ona her baktığımda annemi hatırlıyorum ve bu hüzün veriyor bana. Eskiden olduğu gibi saf sevgi ve hayranlık hissedemiyorum.” “Bu çok normal.” “Biliyorum ama yine de bu şekilde hissettiğim için içim çok buruk. Böyle olmasını istemezdim.” Bir şey demedi ama diğer kolunu da sıkıca bana sarıp boynuma küçük bir buse kondurdu. Bu hareketi benim için fazlasıyla yeterliydi. Bir süre sessizce dolunayı seyrettikten sonra paketten iki külah daha kaptım ve birini Aral için dondurmayla doldurup sevdiceğime uzattım. Ardından da kendim için bir tane hazırlayıp keyifle yemeye başladım. Dondurma kutusunun dibini görene kadar orada öylece durup atmosferin tadını çıkardık. Kendime engel olamayıp kutunun sonunda kalmış yerleri parmaklarken Aral’ın kulağımın dibinde güldüğünü duysam da umursamadan işime devam ettim. Zira erimiş dondurmanın tadı bir başka oluyordu. Kutuda parmaklayacak yer kalmadığında kutuyu ve kaşıklarımızı paketin içine geri atıp paketin içinden çıkan tekli ıslak mendillerden biriyle yapış yapış olan yerlerimi sildim. Kendimi temizlemekle o kadar meşguldüm ki Aral gözüme sokmaya çalışana kadar bana doğru uzattığı telefonu fark etmemiştim. “Ne yapıyorsun ya?” diye huysuzlanarak telefonu ittirmeye çalıştığımda bana engel olup telefon ekranını göz hizamda tuttu. “Sen kazandın, Doktor.” Siyah duvar kâğıdına boş bakışlar atarken anlamayarak “Neyi?” demiştim ki ekrandaki saate takıldı bakışlarım. 00.01 Saat gece yarısını geçmişti ve ben iddiayı kazanmıştım. Gururlu bir gülümsemeyle hızla ona dönüp “Hahayt!” diye bağırdım. “Seni yeneceğimi söylemiştim!” Coşkulu tepkime gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıp mahzun bir ifadeyle başını salladı. “Evet, söylemiştin.” “Ben bir şeyi kafaya takarsam başarmadan bırakmam. Bu da sana ders olsun,” diyerek yanağından makas aldım. “Peki… Kulağıma küpe edeceğim bunu. Şimdi söyle bakalım, ne istiyorsun benden?” Bakışlarımı karşımdaki manzaraya dikip düşünmeye başladım. İddiayı kazanmaya o kadar odaklanmıştım ki ne isteyeceğimi düşünmeye vaktim kalmamıştı. İstemeye değer bir şey bulamadığım için omuzlarımı düşürüp “Şu an aklıma bir şey gelmiyor,” diye mırıldandım. “Bu yüzden istek hakkımı sonrası için saklayacağım.” “İyi, hadi öyle olsun.” Elimdeki mendili artık çöp kutusuna dönen paketin içine fırlattıktan sonra bedenimi Aral’a çevirdim ve kıstığım gözlerimle çehresine bakarken “O halde şimdi hesap sorma zamanı,” diye mırıldandım. Şovumun etkili olması için havalı olduğunu düşündüğüm bir tavırla kollarımı sıvarken “Ne hesabı?” diye sordu Ara şaşkınca. Kollarımı sıvama işi bitince iki elimi de onu boğacakmış gibi havaya kaldırdım ve ona kötü kötü bakarken “Sen kim oluyorsun da bana sormadan benimle iddiaya giriyorsun, ha?” diye yükseldim. Ellerim boynuna dayanınca şaşkınca gözlerini kırpıştırıp “Pardon?” dediğinde kendimi tutamayıp küçük bir kahkaha attım ama kendimi hızla toparlayıp tekrar ciddiyetimi takındım. “Güldürme beni! Ciddi bir sorgudayız şu an.” Bir kez daha gözlerini kırpıştırıp başını eğdi ve boynuna sarılı ellerime baktı. Baktı, baktı, baktı. Nihayetinde dudaklarını bükerek başını sallayıp bakışlarını tekrar bana odakladı. “Kaç yıllık polisim, hiç böyle bir sorgu görmemiştim.” İkinci kahkahamı gürültülü bir boğaz temizlemesiyle bertaraf ettikten sonra ellerimi sıkar gibi yapıp boynuna hafif bir baskı uyguladım. “Görmezsin tabii, bu bana ait bir sorgulama biçimi çünkü.” Bir kez daha ciddiyetle başını salladıktan sonra “Peki, Doktor Hanım,” dedi ve hızlıca ekledi. “Polis Hanım mı demeliydim yoksa?” “Doktordan devam et.” “Tamam... Benden öğrenmek istediğiniz şey nedir acaba Doktor Hanım?” Dizlerimin üzerinde oturmak suretiyle tamamen ona döndükten sonra ellerimdeki baskıyı biraz daha arttırdım ve “Bizi bu saçma iddiaya nasıl sokarsın?” diye hesap sordum. “İddiaya tek başıma girmedim ya,” derken boğazını kavrayan ellerim yokmuşçasına rahattı. “Ben teklif ettim, sen de kabul ettin.” “Hayır, sen beni kışkırttın. Ben de karşılık vermek zorunda kaldım. Bak dikkatini çekerim, zorunda kaldım diyorum!” “Kafana silah dayayıp sana zorla bir şey yaptırmadığıma göre sadece öyle hissetmişsin,” diyerek burnunu kırıştırınca sözlerine inanmakta zorluk çektiğimi göstermek niyetiyle gözlerimi belerttim. “Sabahtan beri çektiğim eziyeti görmezden gelip zeytinyağı gibi üste mi çıkıyorsun yani?” “Bunun tek taraflı bir eziyet olmadığını hatırlatmak isterim. Zira benim de seni öpmemi yasakladın ve nihayetinde iddianın kazananı da sen oldun. Daha ne istiyorsun acaba?” “Sanırım seni gerçekten boğmak istiyorum,” diye homurdandım. Sinir katsayılarımı arttırmıştı iki dakikada lakin bu hiç umurundaymış gibi görünmüyordu. Kollarını belime dolayıp beni göğsüne çektikten sonra “Önce şu hasreti dindirip öpüşsek de boğma işini sonraya bıraksan olmaz mı?” diye sordu. Sesindeki muhtaçlık aklımı karıştırmış, sormaya çalıştığım hesabı geri plana atmak istememe neden olmuştu ancak dayanmalıydım. “Olmaz efendim,” diyerek son bir çırpınışla karşı çıktım. “Önce hesap sora-” Söylediklerimi asla umursamadan eğilerek dudaklarımı kavradığında cümlem yarım kalmakla kalmamış, aklım da bir süreliğine çalışmaya ara vermişti. Başını yana eğip dudaklarının baskısını arttırdığındaysa hızlanan kalbime söz geçirme imkânımın kalmadığını kabullendim ve boynunda asılı kalan ellerimi uzatıp kollarımın omuzlarına dolanmasını sağlayarak öpücüğüne karşılık verdim. Öpücüğümüz her geçen saniye şiddetlenirken zihnimin çarkları dönerek ona daha fazla sokulmanın yollarını aramaya koyuldu ama yoktu. Üzerimdeki elbise yüzünden bacaklarımı iki yana açamıyordum ve bu da ona daha fazla yapışamayacağım anlamına geliyordu. Ne diye pantolon giymediysem zaten… Nefes alamaz hale geldiğimde geri çekilip alnımı çenesine yasladım ve göğsüm hızla inip kalkarken gözlerimi yumarak sakinleşmeye çalıştım. Onun da derin soluklarını saç diplerimde hissettiğim sıra kısık bir ses tonuyla “Saati ileri aldığımı söylesem ne yaparsın?” diye mırıldandı ve beni bu sefer tamamen başka bir sebepten nefes alamaz hale getirdi. Başımı aceleyle geriye çekip “Ne yaptın, ne yaptın?” diye bağırdım. Pişkince sırıttı ve bu yeterli bir cevaptı. “Gerçekten mi, Aral?” diye hayıflandım hayal kırıklığıyla. “Gerçekten yaptın mı bunu?” Dudaklarını büküp “Yapamaz mıyım?” diye sorduğunda omuzlarımı düşürdüm. Yapabilirdi. Sonuçta iddiaya girmiştik ve amacı beni avlamaktı. Salaklık bendeydi. Hiç sorgulamadan direkt kucağına atmıştım kendimi. Beni aldatabileceğini hiç düşünmemiştim çünkü. “İnanamıyorum sana ya,” dedim ağlayacak hale gelirken. “Buna hile denir resmen.” “Hayır, buna zekâyı kullanmak denir.” “Çok kötüsün,” diye homurdandım. “Cidden çok, çok kötüsün.” Gülerek bana uzanmaya çalıştığında hırçın bir tavırla ittirdim ellerini. “Dokunma, küstüm ben sana.” “Küstün mü?” “Evet, küstüm,” deyip küçük bir çocuk gibi kendime sardım kollarımı. “Bir süre de barışmayacağım.” Halime daha fazla dayanamayıp kafasını geriye atarak sesli bir şekilde gülmeye başladığında kaşlarımı çatıp ona en kötü bakışımı attım ancak bana bakmadığı için görmedi tabii. Nihayet gülmeyi bırakıp keyifle parıldayan yeşillerini bana çevirdiğinde ona hala en kötü bakışımı atmaktaydım ama bu pek umurunda olmadı. Aksine bu halim, bakışlarına şefkat tonlarını eklenmiş gibiydi. “Yapmadım.” Kendimi bakışlarıma adadığım için ne demek istediğini anlamayarak ters ters “Neyi?” diye sordum. Hayır, resmen çığırdım ve dudaklarının iki yana kıvrılmasına neden oldum. “Saatle oynamadım. Gerçekten iddiayı sen kazandın yani.” Kendimden beklemediğim bir hızda yumuşayarak “Sahi mi?” diye sordum. Ses tonum bariz bir heves taşıyordu. Başını salladı. “Sahi.” Kandırılmış olmanın verdiği kötü hisler göğsüme çöreklenirken kollarımı çözdüm ve “İşte şimdi gerçekten boğulmayı hak ettin,” diyerek üzerine atıldım. Arkasında araba olduğu için yan tarafına doğru devrildiğindeyse elbisemin eteğini yukarı doğru çekiştirip bacaklarımın büyük bir kısmını açığa çıkarmayı umursamadan karnına oturdum. Bu sefer merhamet göstermeyecek ve onu mahvedecektim. Biraz öncekilerin aksine boğazını gerçekten sıktığımda bulunduğu pozisyondan çok memnunmuş gibi otuz iki diş sırıtıyordu ve bu beni daha da delirtiyordu. Ellerimden tekini boğazından çekip omzuna geçirdim. “Bir de gülüyor musun? Utanmaz adi seni!” “Bu durumda gülmekten başka ne yapılır, inan bilmiyorum,” derken ellerini çıplak bacaklarımın üzerine koydu ve tehlikeli bir yavaşlıkla tenimi okşadı. Aklım anında karışmıştı zira yüz kere dile getirdiğim gibi, benim ona karşı çok büyük bir zaafım vardı. Ellerine birer şaplak atıp “Rahat dur,” dedim. “Şu an sana kızıyorum.” Başını omzuna doğru eğdi. “Sence şu haldeyken rahat durabilmem ne kadar mümkün?” Parmakları usulca tenimde hareket etmeye devam edince ellerimin baskısını arttırıp onu durdurmaya çalıştım ancak nafileydi. “Aral, rahat dur bak yoksa-” Bir anda ellerini belime çıkarıp beni sıkıca kavradı ve ben daha ne yaptığını sormaya kalkamadan yerlerimizi değiştirdi. Attığım ince çığlık uçurumda yankılanırken bir göz açıp kapama süresinde kendimi onun kapanına kısılmış halde buldum. Dirseğini baş hizama yaslayarak üzerime eğildiğinde dilim tutulmuş vaziyette ona bakıyordum. “Bazen benim de bir sınırım olduğunu unutuyorsun, Doktor.” Gözlerimi kırpıştırdım. Bir defa, bir defa daha ve bir defa daha. Ona kızmaya devam etmek istiyor muydum? Evet. Bunu nasıl yapacağımı biliyor muydum? Kesinlikle hayır. “Şu an konumuzun sınırlar olduğunu düşünmüyorum,” diye mırıldandım ancak sesimin içime kaçmış gibi çıkmasına engel olamamıştım. Kısa sürede yaşamış olduğum duygu değişimleri ben de kafa bırakmamıştı artık. Boğuk bir ses tonuyla “Hım,” diyerek boştaki elini aşağı indirip sol bacağımın üzerine yerleştirdi. Anlaşılan son darbenin ardından eteğim daha da yukarı sıyrılmıştı. Sanırım onun yerine pantolon giymiş olmayı dilediğim için benden intikam alıyordu… “Sınırları aşarken hiç öyle demiyorsun ama.” Şöyle bir durdum ve Aral’ın yüzünü inceledim zira bu işte bir terslik vardı. Birbirimizin repliklerini söylüyormuşuz gibiydik. Tüm kızgınlığımı geride bırakıp “Bence ileri giden sensin,” diye mırıldandım. “Sana tam şu an istediğin şekilde karşılık verebilirim ve tahmin et bakalım ne olur?” Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı salladım ve sanki bana cevap vermiş gibi “Aynen öyle,” dedim. “Kaçan sen olursun.” Sözlerimin ardından sandığımın aksine geri çekilmedi. Hatta güldü. Tatlı tatlı güldü hem de. Sonra da kendini yan tarafıma bırakıp sırtüstü uzandı. Olduğum yerde öylece kalakalınca şaşkınlıkla güldüm ve hevesim kursağımda kalmış vaziyette doğrulup yüzüne baktım. “Bu da neydi şimdi?” Yüzündeki o koca tebessümü bozmadan yeşillerini bana çevirdi ve sorduğum şeye cevap vermek yerine “Hoşuma gidiyorsun,” dedi. “O kadar hoşuma gidiyorsun ki Doktor…” Elini uzatıp parmaklarının tersiyle yüzüme dokundu. “O kadar iyi geliyorsun ki bana.” Durup dururken itiraf köşesine çekilmesi şaşırtıcıydı ama onu anlıyordum, çünkü aynısı bana da oluyordu. Bazen yüreğimdeki duygular o kadar ağır basıyordu ki ne yapacağımı şaşırıyordum ama sonra Aral’ı görüyordum ve yüreğimdeki ağırlık yok oluveriyordu. Öylece gözlerimin içine bakmaya devam etmesi karşısında daha fazla dayanamadım ve ona iyice sokulup başımı omzuna yerleştirdim. Hiç vakit kaybetmeden beni sarmaladığında burnumu boynuna sürttüm ve “Anlaşma tarzımız beni bazen dehşete düşürüyor,” diyerek güldüm. “Beni de,” derken o da gülüyordu. “Ama ben seninleyken dakika başı duygu değişimi yaşamaya alıştım. Bunun da ayrı bir çekiciliği var doğrusu.” Kıkırdayarak başımı salladım. “Kesinlikle haklısın.” Bir süre birbirimize sokulmuş vaziyette sessizce gökyüzünü izledik. Bana kalsa sabaha kadar burada durup güneşin doğuşunu Aral’la birlikte izlemeyi isterdim ancak dün geceden sonra ailesine karşı daha fazla pot kırmak istemiyordum. Usulca “Saat geç oldu, annenler merak etmez mi?” diye sordum bu yüzden. Etrafımdaki kollarını sıkılaştırıp “Bu saatlerde dışarıda olmama alışıklar, merak etmezler o yüzden,” diye cevap verdi. “Geç saatlere kadar dışarılarda sürtmek alışkanlık sende yani?” Güldü. “Sürtmüyorum ki, tıpkı şimdi olduğu gibi buranın tadını çıkarıyorum.” Seslice iç çekip başımı kaldırdım ve sözlerimin ona daha çok tesir etmesini istediğimden gözlerinin içine baktım. “O zaman… Tıpkı şimdi olduğu gibi bundan sonra her şeyin tadını birlikte çıkaralım, olur mu?” “Olur,” diyerek başını salladı hafifçe. “Çok güzel olur hem de.” Gülümsedim ve uzanıp dudağına küçük bir öpücük bıraktım. Sonra bunun yetmediğini fark edip bir öpücük daha bıraktım. Bir tane daha, bir tane daha derken tam onu da baştan çıkarıyordum ki telefonunun sesini duyunca duraksayıp geri çekildim. Saatten kaynaklı kaşlarım çatılırken “Mesaj geldi,” diye mırıldandım. Bakışları dudaklarımdayken sesli bir şekilde iç çekip kenarda duran telefonuna uzandı ve yeşillerini mutsuzca benden ayırıp telefonuna dikti. “Annem atmış. Yatıyorlarmış, kapıda kalmayalım diye anahtarı kapının önündeki saksının altına saklamış.” Doğrulurken “Evinde eski emniyet müdürü de yaşasa o anahtar saksı altına saklanmadan edilemiyor sanırım,” diyerek güldüm. Başını sallayarak bana eşlik etti. “Özellikle biz çocukken çok yapardı. Aslında babam çok kızıyor ama annem onu umursamaya pek niyetli değil.” Kıkırdadım. “Sanırım büyüyünce annen olacağım.” Çevik bir hareketle doğrulup ayağa kalktıktan sonra çapkın bir gülüşle elini uzattı bana. “Asla hayır demem.” Gülmeye devam edip elini tuttum ve beni de ayağa kaldırmasına izin verdim. Ayakkabılarımızı giyip etraftaki küçük dağınıklığımızı toplayarak arabaya attıktan sonra yola koyulduk. Yaklaşık yirmi dakika sonra evlerinin önündeydik. Araba yolculuğu beni mayıştırmış ve günün yorgunluğunu anlamama neden olmuştu. Bu yüzden istediğim tek şey kendimi Aral’ın yatağına fırlatmak ve derin bir uyku çekmekti. Aral, saksıdaki anahtarla kapıyı açtığında sessizce içeri girdik ve aynı sessizlikte merdivenleri tırmanıp üst kata çıktık. Banyo önceliğini alıp işlerimi hallettikten sonra bana verilen odaya geçip üzerimi değiştirdim. Yok olmaya meyleden makyajımdan da kurtulduktan sonra elimi ve yüzümü kremleyip yatağa geçtim. Sabah olanlardan sonra Aral’la birlikte uyuyacağımızı düşünmüyordum ama muhtemelen banyodan çıkınca iyi geceler öpücüğü almaya gelecekti. Bu yüzden başucumdaki gece lambasını yakıp ince yorganın altına girdim ve gün boyu pek ilgilenemediğim telefonumu elime aldım. Gelen mesajlara cevap vermekle geçirdiğim bir beş dakikanın ardından odanın kapısı açılınca telefonu kapatıp komodinin üzerine bıraktım ve Aral’a döndüm. Banyoya gitmekle kalmamış, üzerini bile değiştirmişti. Bana hiç bakmadan kapıyı kapatıp arkasındaki anahtarla kilitlediğinde “Ne yapıyorsun?” diye sordum şaşkınca. Yatağa doğru ilerleyip telefonunu benimkinin yanına bıraktı ve oldukça normal bir şeymiş gibi “Yatmaya hazırlanıyorum,” diye cevap verdi. Şaşkın bakışlarımı umursamadan yatağın diğer yanına uzanıp yorganla üzerini örttü. “E ama baban?” “Telefonun alarmını kurdum,” dedikten sonra kolumdan tutarak beni kendine çekti ve kollarını ahtapot misali etrafıma doladı. “Sabah erkenden kalkıp diğer odaya geçeceğim. Babamın ruhu duymayacak, merak etme.” Beni kucaklamasına sesimi çıkarmasam da içim pek rahat değildi. Bu yüzden “Emin misin?” diye sordum. “Ya bir terslik çıkar da öğrenirse?” “Ben hallederim, sen kafanı yorma bunlara. Hadi uyuyalım, çok yoruldum.” “Hep bu kadar yaramaz mıydın yoksa bu cesaretin bana mı özel?” diye dalga geçsem de inat etmeyi bırakıp sıcaklığına sokulmuştum. Benden de başka türlüsü beklenmezdi ya zaten… “Eskiden daha yaramazdım, sen yanlış zamanda tanıdın beni.” “Şapşal,” diyerek gülsem de içimdeki tedirginlik yüzünden eklemeden edemedim. “Alarmının sesini yükseltseydin, duymayız falan sonra başımıza iş açılır bak.” “Ben hallettim diyorum… Artık bana güven ve o güzel gözlerini yum, olur mu?” Pes ettiğimi gösterircesine iç çektim. Huzurlu olduğumu söyleyemezdim ancak Aral’ı buradan gönderecek kadar da iradeli değildim. O yüzden tüm odağımı kokusuna çevirdim ve yorgunluğun etkisiyle çok geçmeden derin bir uykuya daldım. ღ “Siktir ya.” Duyduğum küfürle gözlerimi kırpıştırarak araladım ve puslu gözlerle etrafa bakarken ne olduğunu anlamaya çalıştım. Daha net görebilmek amacıyla gözlerimi ovuşturduktan sonra başımı çevirip Aral’a baktım. Sırtı bana dönük şekilde oturup bacaklarını yataktan aşağı sarkıtmıştı. Bir eliyle saçlarını karıştırıyor, diğeriyle de telefonunu kullanıyordu. Dirseklerimi yatağa yaslayarak doğrulurken uyku mahmuru bir sesle “Ne oluyor yahu?” diye sordum. Zira aklımı çalıştırabilecek kadar kendime gelememiştim henüz. Sesimi duyunca başını çevirip bakışlarını bana odakladı. “Uyandırdım mı seni de?” Onu onaylamayı es geçip “Ne oldu?” diye sordum. “Niye küfrediyorsun sabah sabah?” Alaylı bir ifadeyle güldü. “Sabah sabah mı? Saat on iki, Tamay.” “Ha, ne?” diyerek hızla toparlandım ve yanına doğru emekledim. “Öğlen olduysa senin burada ne işin var?” “İnanır mısın, aynı soruyu ben de kendime soruyorum ama cevap alamıyorum.” “Desene bu sefer fena patladık,” diyerek alnıma vurdum. “Hani sen alarm kurmuştun, kalkacaktın? Bir de bana hava atıyordun, sen bunları düşünme diye.” “Seninle uyuyunca bana bir şeyler oluyor, hiçbir şeyi duymuyorum demiştim ben sana. Asıl hani sen alarm sesini duyar duymaz ayağa fırlayan biriydin? Dört kere çalmış, hiç birini mi duymadın?” “Aa,” dedim şaşkınca. “Üstüme iyilik sağlık, şimdi de suçlu ben mi oldum?” Cıkcıklayarak başımı salladım. “Üstelik ben normal zamanlar için söylemiştim onu. Her an hastaneye gidebileceğimi bilerek uyuduğumda tetikte oluyorum, buradayken değil.” “Her neyse,” diyerek iç çekti. “Olan oldu artık, yapacak bir şey yok.” “Belki fark etmemişlerdir burada olduğunu?” diye sordum son bir umut. Başını iki yana sallayarak elindeki telefonu yüzüme doğru tuttu. “Babam mesaj atmış, uyanınca yanına gitmemi istiyor.” Önce mesaja sonra da atıldığı zamana baktım. Tam üç saat önce gönderilmişti. “Sen ne zaman uyandın?” diye sordum gerginlikle dudağımı dişlerken. “Yarım saat falan oldu.” “Ne olacak peki şimdi?” “Önce gidip üzerimi değiştireceğim, sonra da babamın yanına gideceğim. Sen kafana takma, ben halledeceğim.” Ayağa kalkmaya çalışınca koluna yapışıp durdurdum onu. “Ne demek sen kafana takma, ya? Ayrıca bütün sorumluluğu üzerine almana gerek yok. Ben seninle uyumak istememişim de sen zorlamışsın gibi davranıyorsun.” “Ben zorlamadım ama ben buraya gelmesem birlikte uyumazdık, Tamay.” “Bu konuşmayı bir kez daha yapmak istemiyorum ben,” diye homurdanıp yanından geçtim ve ayağa kalktım. “Ben de geleceğim seninle. Beklemezsen peşinden gelirim, o yüzden uslu bir adam ol ve üzerimi değiştirmeme izin ver.” Vazgeçmeyeceğimi anladığı için omuzlarını düşürüp “Tamam,” dedi. “Ben de gidip üzerimi değiştireceğim zaten. O zamana kadar hazırlanırsın.” Başımı salladım ve lavaboya gitmek için odanın çıkışına doğru ilerledim. Kapıyı ilk seferde açamayınca kilitli olduğunu hatırlayıp anahtarı çevirdim ve Aral’a son bir bakış atıp koridora çıktım. Aral’ın sözüne çok güvenemediğim için banyodaki işlerimi çabucak halledip odaya döndüm ve odada kimsenin olmadığını görünce valizden çıkardığım kot pantolonla düz bir tişörtü hızla üzerime geçirdim. Saçlarımı gelişigüzel bir şekilde taradıktan sonra dağınık bir şekilde örerek aynadan kendime baktım. Basit ama düzenli görünüyordum, yani hazırdım. Telefonumu kaptığım gibi kapıdan çıkıp karşı odaya yöneldim. Aralık olan kapıyı iterek içeri girdiğimde Aral’ı üst tarafı çıplak bir şekilde yatağın üzerine dizdiği tişörtlere bakarken buldum. Renk seçimine takılmayacak biri olduğunu bildiğimden sessizce iç çekip yavaş adımlarla ona doğru ilerledim ve arkasında durup kollarımı beline doladım. Ensesinin hemen altına bir öpücük bıraktıktan sonra yanağımı öptüğüm yere bastırdım. “Yeşil olanı giy, gözlerini ön plana çıkarıyor o.” Ellerini karnında bağladığım ellerimin üzerine yerleştirip başını geriye atarak benimkine yasladı. Gergin olduğunu zaten biliyordum ancak kollarımın arasındaki bedeni de bunun kanıtı niteliğindeydi. Kafasına takmıyormuş gibi görünmeye çalışsa da babasından çekiniyordu ve bunu çok normal karşılıyordum. “Yanlış yaptığımızı söyleyip af dileriz, baban hoşgörüsüz biri değil. Mevzu çok uzamaz, biz de bundan sonra daha dikkatli oluruz.” “Umarım bu kadarla kalır,” diyerek iç çektikten sonra kollarımın arasına dönüp göz göze gelmemizi sağladı. Ellerini kaldırıp yüzümü avuçlarının arasına aldıktan sonra eğilip dudaklarıma birkaç küçük öpücük kondurdu. “Hadi, daha fazla oyalanmadan gidelim.” Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra kollarımı çözüp geri çekildim ve yeşil tişörtü başından geçirip saçlarını eliyle dağıtmasını izledim. Son olarak telefonunu cebine atıp elimi tuttu ve birlikte odadan çıkıp merdivenlere yöneldik. Alt kata indiğimizde ortalıkta kimse yok gibiydi. Ne yapmamız gerektiğini bilmediğim için sessizce bekledim ve Aral mutfağa yöneldiğinde peşinden ilerledim. Mutfaktan içeri girdiğimizde Amine teyzeyi mutfak masasında oturmuş tek başına kahve içerken bulduk. Masaya odaklı bakışları oldukça dalgındı ve bu, onun da keyfinin olmadığını kanıtlıyordu. “Anne?” Aral’ın sesi mutfakta yankılandığında Amine teyze olduğu yerde hafifçe irkilip bize çevirdi bakışlarını. El ele durmuş ona baktığımızı gördüğünde de yüzündeki ifadeyi toplayıp genişçe gülümseyerek “Uyandınız mı çocuklar?” diye sordu. Az önceki halini görmesem gerçekten mutlu olduğunu düşünebilirdim. Aral lafı uzatmadan “Babam nerede anne?” diye sordu ve bu soruyla Amine teyzenin yüzündeki sahte gülümseme de silindi. Sanırım mevzu bir özürle geçmeyecek kadar ciddiydi. “Oturma odasında gazete okuyordu en son.” Aral kısa bir baş onayından sonra bana dönüp “Hala gelmek istediğinden emin misin?” diye sordu. Duraksamadan başımı salladım. “Evet.” “Hadi o zaman.” Elimi çekiştirip yönümüzü mutfak çıkışına çevirirken son anda Amine teyzeye küçük bir gülümseme göndermeyi başarmıştım. Merak etme, ben yanında olacağım. Gülümsememin anlamı buydu ve gülümsememin benzerini onda da görmek söylemeye çalıştığım şeyi anladığını gösteriyordu. Mutfaktan çıkıp oturma odasının kapısına vardığımızda Aral tuttuğu elimi bıraktı ve kısık sesiyle “Önden ben gireyim,” dedi. Başımı sallayarak onayladım onu. Omuzlarını dikleştirip içine derin bir nefes çektikten sonra açık kapıdan içeri girdi. Onu taklit ederek kendime güven aşılamaya çalışıp peşine düştüm. Erhan amca Amine teyze gibi dalgın değildi. Zira bizim içeri girdiğimizi fark edince konuşmamızı beklemeden elindeki gazeteyi katlayıp önündeki sehpaya bırakmıştı. Aral odanın ortasında duraksayarak “Beni çağırmışsın baba,” deyince ben de hemen yanındaki yerimi alıp bakışlarımı Erhan amcaya odakladım. Dıştan oldukça sakin görünüyordu, o yüzden ne hissettiğini anlamak pek kolay değildi. “Birlikte gelmeniz daha iyi olmuş,” diyerek başını salladı. “Geçin oturun, öyle konuşalım.” Erhan amcanın tam karşısında duran üçlü koltuğa yerleştik. Ben ellerimi kucağımda birleştirmişken Aral da öne doğru eğilip dirseklerini dizlerine dayamıştı. Oturduğu yerde dikleşerek “Konuyu uzatmayacağım,” dedi, Erhan amca. “Burada olma sebebinizi biliyorsunuz. Niyetim sizi yargılamak ya da ahkâm kesmek falan değil ancak bir baba olarak çocuklarımın yanlış yaptığını gördüğümde onları uyararak kendimce görevimi yerine getirmem gerektiğini düşünüyorum.” Erhan amcanın söyledikleri vücudumdaki gerginliği azaltmıştı. Zira daha sert bir karşılama beklemiştim ancak beklediğim olmamıştı. “Özellikle senin için açıklama yapıyorum ki beni yanlış anlamayasın kızım,” derken bakışları bana dönmüştü. “Herkesin hayata bakış açısı, inançları ya da adetleri bir olacak diye bir şart yok çünkü hiçbirimiz aynı koşullarda büyümüyoruz. Aral’la benim aramda bile zaman farkı varken senin doğup büyüdüğün yerle buranın ne kadar farklı olduğunu tahmin edebilirsin.” Diyecek bir şey bulamasam da onu onayladığımı bilmesini istediğim için kısaca başımı salladım. Bu hareketim onun için yeterli olmuş ve konuşmasına devam etmişti. “Sizi anlamıyor da değilim. Ben de genç oldum, sevdim. Amine’yle kavuşmamız kolay olmadı çünkü bizim zamanımızın şartları çok daha farklıydı. Amine ağa kızıydı ama ben kendine ancak yetebilen bir ailenin oğluydum. Üstelik de polistim. Amine’ye ilk görüşte vuruldum ve onun gönlüne girebilmek için gerçekten mücadele vermem gerekti. Lakin asıl savaşım Amine’nin kalbinde yer edindikten sonra başladı, çünkü babası kızını bir polis memuruna vermek istemiyordu. O zamanlar köyde yaşıyorduk ve eskiden laf söz olayları çoktu. Özellikle bir genç kızın adı çıktı mı söylenen şeylerin ardı arkası kesilmezdi. Amine’ye laf gelmesinden korktuğum için onu gönlümce göremezdim bile. Elimde bir tanecik fotoğrafı vardı, tüm özlemimi o fotoğrafla dindirmeye çalışırdım ki onu da çok zor bulmuştum.” Yüzünde buruk bir gülümseme oluştuğunda kendi dudaklarımın da kıvrıldığı fark ettim. Aral’ın bana anlattığı hikâye yarım kalmıştı ama şimdi az çok tahmin edebiliyordum neler yaşadıklarını. “Her neyse, ne diyordum? Rahmetli kayınbabama kendimi kabul ettirmek için gerçekten çok uğraştım. İyi bir adamdı ama çok inatçıydı. Amine de tek kızıydı ve ona inanılmaz bağlıydı. Haklı olarak da geleceği belli olmayan bir adamla evlendirmek istemiyordu. Aradan zaman geçti, benim vazgeçmediğimi gördü. Amine’nin de beni sevdiğini anladı. Araya birkaç büyük de girince bizi onaylamaktan başka çaresi kalmadı ama o zamana kadar çektiklerimi bir ben bilirim bir de Allah.” Hafifçe başını sallayıp devam etti konuşmasına. “Yani sizin birbirinize olan bağlılığınızı anlamıyor değilim, hatta tam aksine çok iyi anlıyorum. Yaşınız küçük değil ama hala gençsiniz. Tanışmanızın üzerinden uzun zaman geçmemiş olsa da birbirinizi çok sevdiğinize tüm kalbimle inanıyorum ve bu yüzden yanlış şeyler yapmanızı istemiyorum. Buradaki davranışlarınıza bakılırsa birbirinizden hiçbir çekintiniz yok ve İstanbul’da çok daha rahat bir hayat yaşıyorsunuz. Olabilir, dediğim gibi her insanın inançları ve yaşam tarzı aynı olmak zorunda değil. Söz konusu olan kişi kendi oğlum da olsa ona kendi kurallarımı dayatamam. Sadece uyarıda bulunabilirim. Tıpkı şu an yapmaya çalıştığım gibi.” Sözlerinin etkili olmasını istediğinden mi yoksa yanlış anlaşılacak şeyler söylememeye çalıştığından mı, bilmiyordum ancak öyle sakin ve kendinden emin bir şekilde konuşuyordu ki etkisi altına girmemek imkânsızdı. “Bu arada yanlış anlaşılmasın. Bunları el âlem ne der düşüncesiyle de söylemiyorum size. Herkesin hayatı kendisini ve ailesini ilgilendirir. Başkaları için endişem yok. Ben sadece kendimce doğru bulduğum bir şeyi dile getirmeye çalışıyorum.” “Ben anlıyorum sizi, merak etmeyin,” diyerek araya girdim, zira konuşma ihtiyacı hissetmeye başlamıştım. “Biliyorsunuzdur, kardeşimle bana amcamız babalık yaptı. Hala da o yapıyor ve bizi el üstünde tutarak büyüttü. Kendince korumaya çalıştı. Hatta Aral’dan önce yaşadığım bir ilişki sonrası çok daha korumacı hale geldi ve bu yüzden Aral’ı bile tam olarak kabullenmiş değil. Muhtemelen burada olsa o da sizinle aynı hisleri paylaşırdı.” Küçük bir gülümsemeyle başını salladı Erhan Amca. “Aral bahsetmişti. Sanırım amcanın, Asaf’la da küçük bir sorunu varmış ve bu yüzden polislere karşı önyargılıymış.” “Küçük ama gereksiz yere oldukça fazla büyütülen bir sorun,” diye düzelttim onu. Anlayışla başını eğdi. “Doğru anlaşılıyor olmama sevindim o halde,” diyerek Aral’a kısa bir bakış attıktan sonra tekrar bana döndü. “Sizden ricam hiç değilse buradayken aranıza biraz daha mesafe koymanız. En azından aranızdaki ilişkinin ciddileştiği zamana kadar.” Küçük bir duraksamanın ardından “Hatta,” diye devam etti. “Eğer kabul ederseniz tabii, benim içimi daha çok rahatlatacak bir önerim olacak size. Ama sadece bir tavsiye. Baba tavsiyesi gibi düşünebilirsiniz.” Aral’a fırsat tanımadan “Tavsiyenizi duymayı çok isterim,” dedim. Gerçekten de istiyordum, çünkü merak etmiştim. Erhan amca benden aldığı onayın ardından “Anladığıma göre aranızdaki ilişkinin ciddileşebilmesi için Aral’ın mesleki açıdan rahatlaması gerekiyor,” diye açıklamaya başladı. Sanırım Aral’ın gizli görevinden bahsediyordu. Onun bildiğinden haberim yoktu. “Yani düğünü geçtim, nişan vs. yapmak için de beklememiz gerekecek. Tabii bunun öncesinde de ailelerin tanışması gerekiyor ve bu tanışma için de amcanın onayına ihtiyacımız var.” Söylediği şeyleri idrak edebilmek için birkaç saniye bekledim. Evet, haklıydı. En azından Aral’ın sürekli dile getirdiği o zamana kavuşmak için epey beklememiz gerektiğini biliyordum. Bu yüzden başımı sallayıp “Haklısınız,” diye mırıldandım. “İkiniz de belli bir yaştasınız. Doğal olarak birbirinize karşı bir takım hisler besleyecek ve tıpkı burada olduğu gibi isteseniz de birbirinizden uzak durmayı başaramayacaksınız.” Konunun nereye gittiğini asla anlamasam da utanmaya başlamıştım. Bu yüzden hiçbir tepki vermeden Erhan amcanın ağzındaki baklayı çıkarmasını bekledim. “Uzun lafın kısası eğer isterseniz size burada imam nikâhı kıyabiliriz.” Duyduğum cümlenin ardından şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. İmam nikâhı mı? Bunca kıvranmanın ve laf dolandırmanın ardından istediği şey bu muydu sadece? Benlik hiçbir sorun yoktu, hatta canıma minnetti. İmam nikâhı kıydıktan sonra Aral’ı resmi nikâh için daha fazla darlayabilirdim çünkü. “Baba, hayır.” “Bana uyar.” Aynı anda kurduğumuz cümlelerin ardından hızla birbirimize döndük. “Hayır mı?” “Bana uyar mı?” Yine aynı anda konuşmuştuk ve ikimiz de şu an fazlasıyla hoşnutsuzduk. “Niye hayır ya?” diye çıkıştım. “Ne var bunda?” “Ne mi var bunda? Gerçek bir nikâhtan bahsediyoruz, Tamay. Oyun veya basit bir şey değil bu. Öyle ha deyince karar verilecek bir şey hiç değil.” “Salak ya da gâvur değilim, imam nikâhının ne olduğunu gayet iyi biliyorum,” diye çıkıştım. Üstelik ben zaten uzun zamandır seninle evlenmek istediğimi dile getiriyor ama her seferinde senin tarafından geri püskürtülüyorum. Yani öyle ha deyince onayladığım bir şey değil.” “Çocuklar, sakin olun lütfen,” diye araya girmeye çalıştı Erhan amca ama ikimiz de dönüp bakmadık ona. Zira ben şu an oldukça büyük bir hayal kırıklığı içindeydim ve Aral’ın neden bu kadar yükseldiğini anlamaya çalışmakla meşguldüm. “Sen açıkça söylesene ya,” diyerek başımı salladım. “Başından beri tek yaptığın beni oyalamaktı değil mi? Yok işmiş, yok zamanı değilmiş… Bunların hepsi palavra, değil mi? Aslında sen benimle evlenmek istemiyorsun.” Aral, ona hayal kırıklığı içinde baktığımı görünce içini çekerek babasına döndü ve “Bizi biraz yalnız bırakabilir misin?” diye sordu. Göz ucuyla başını salladığını gördüm Erhan amcanın. “Tamam, ama lütfen sonradan pişman olacağınız şeyler söylemeyin birbirinize.” Usulca yerinden kalkıp odadan çıkana ve arkasından kapattığı kapının sesini duyana kadar yerdeki halıdan ayırmadım bakışlarımı. Koca odada ikimizden başka kimse kalmayınca koltukta bana doğru kayıp kucağımdaki elimi tutmaya çalıştı ancak izin vermedim. Sıkıntıyla ofladı ama tekrar elimi tutmaya da çalışmadı. “Söylediğin şeylere sen de inanmıyorsun, biliyorum,” diye mırıldandı usulca. “İnanmıyordum ama sanırım artık inanmam gerekiyor,” derken bakışlarımı halıdan ayırmamıştım. “Hadi öncekileri şaka yollu reddettin diyelim, bu seferki reddedişine ne demeli? Hiç düşünmedin bile karşı çıkarken.” Gözlerimi yavaşça ona çevirdim. “Bu kadar mı dayanılmaz benimle evli olma fikri?” “Güzelim, hayır,” diyerek hızla başını salladı iki yana. “Bak, çok yanlış anlıyorsun beni. Bundan sonra şu hayattan isteyebileceğim tek şey her an senin yanında olabilmek. Benim tek derdim bunun emrivakiye gelmemesi. İmam nikâhı da gerçek bir nikâh, hatta dinde tek önemli olan bu nikâh; yani bu nikâhı kıyarsak gerçekten karı-koca olacağız.” “Tamam, biliyorum. Ben de olalım diyorum işte.” “Tamay, az önce babama amcanın beni tam olarak kabul etmediğini söyledin. Bunu bilirken nasıl evet diyebilirim? Ayrıca ailelerimiz tanışmadı henüz, onlar birbirlerini sevecekler mi yoksa sevmeyecekler mi bilmiyoruz.” “Amcamın yaptığı tek şey huysuzluk, aynı Asaf amcayla olan meselesindeki gibi yani. Senden vazgeçmeyeceğimi biliyor, sadece kabullenmemiş gibi davranmak işine geliyor. Ayrıca sana güvenmeseydi beni buraya asla göndermezdi. Üstelik ailelerimizin anlaşamaması gibi bir durumun mümkün olduğunu sanmıyorum. Ha, oldu ki anlaşamadılar… Onlar anlaşamadı diye benden vaz mı geçeceksin?” Hiç tereddüt etmeden “Tabii ki hayır,” diye cevap verdi. “Daha ne o zaman?” “Amcan ve yengenden gizli nikâh mı kıymak istiyorsun gerçekten? Bu amcanı bana karşı daha da doldurmaz mı?” “Niye gizli olsun? Sen kabul edersen arayıp söylerim.” Kısa bir an duraksadım. “Tamam, başta onlara biraz emrivaki gibi gelebilir ama karşı çıkacaklarını sanmıyorum. Kıyamazlar bana.” “Ama içten içe gönül koyabilirler. Bunun olmasını istemiyorum. Acelemiz yok nasılsa. Birkaç gün senden ayrı yattım diye ölmem herhalde.” “Kabul etmemenin tek gerekçesi bu mu yani?” diye sordum gözlerimi kısarak. “Ailemle aramın bozulmasını istemediğin için?” “En büyük nedeni o, evet.” “Başka ne var peki?” “Bunun önemsiz bir şeymiş gibi aceleye getirilmesini istemiyorum.” “Ben hiç aceleye getirilmiş gibi hissetmiyorum ama. Uzun zamandır seninle evlenebilmeyi hayal ediyorum çünkü.” Uzun diyebileceğim bir süre boyunca bana baktı ama bir şey söylemedi. Bu reddedişlerin altında farklı bir şeyin daha yattığını düşünüyordum. İşiyle alakalı ya da değil, bir şey daha vardı ve bana söylemiyordu ama ben öğrenecektim. Öyle ya da böyle fark etmezdi. Bu yüzden sonradan pişman olup olmayacağımı düşünmeden “Peki o halde,” diye mırıldandım. Belki zor kullanacaktım ama bu sefer benim dediğim olacaktı. İçime atmaktan yorulmuştum çünkü. “İddiamın karşılığı olarak benimle bu nikâhı kıymanı istiyorum.” Büyük bir afallamayla bana baktı. “Ne?” Omzumu silkip “Duydun,” dedim. “İddianın karşılığı olarak her şeyi isteyemiyor muydum? Ben de seninle nikâh kıymayı istiyorum işte. Ha, eğer buna da karşı çıkarsan tam şu an bavulumu topladığım gibi soluğu havaalanında alır ve İstanbul’a dönerim.” “Sen,” diyebildi zar zor. “Beni tehdit mi ediyorsun?” “Hayır, sadece sözünden döndüğün an olacaklardan bahsediyorum.” “Sen ciddisin?” “Öyleyim,” diyerek başımı salladım. “Kusura bakma ama beni zor kullanmaya sen mecbur ettin.” Dudaklarını birbirine bastırıp bakışlarını boş odanın içinde gezdirdi. Düşünmesi için ona vakit tanımam gerektiğinin bilinciyle sessizce bekledim iç çatışmasına bir son vermesini. Bana dakikalar gibi gelen bir sürenin ardından yeşillerini tekrar yüzüme çevirip “Bu kadar çok mu istiyorsun benimle evlenmeyi?” diye sordu. “Evet.” “Pişman olmaktan korkmuyor musun?” “Beni aldatmadığın sürece pişman olmam.” “Seni aldatmak mı?” diyerek kendi kendine güldü. “Kimle aldatacağım ki? Dünya’da senden başka kadın mı var sanki?” “Senin için olmadığını biliyorum,” diye mırıldandım hafif bir tebessümle. Şu hayatta her şey olurdu belki ama Aral’ın gözü benden başka kimseye kaymazdı. “Bu yüzden bu kadar kesin bir şekilde pişman olmayacağımı söyleyebiliyorum zaten.” Derin bir soluk çekti içine. Sonra da usul usul başını salladı. “Madem beni terk etmekle tehdit edecek kadar çok istiyorsun bunu, tamam. Kabul ediyorum ama bir şartla. Önce sizinkileri arayıp izin isteyeceğiz. Eğer onay verirlerse kıyarız nikâhı.” “Sahi mi?” diye sordum hevesle. “Sahi,” diyerek güldü halime. “Ama şartımı unutma.” Sevinçle üzerine atlayıp boş bulunduğu için koltuğa düşmesine neden olduktan sonra yüzünün her bir yanına öpücükler kondurmaya başladım. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim!” Eliyle ensemi kavrayarak beni durdurdu ve “Teşekkür öpücüğü böyle olur,” diyerek dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Evet, muhtemelen içten bir teşekkür öpücüğünün böyle olması daha doğruydu. Ya da belki de nikâh öncesi son öpücüğümüzdü bu. ღ Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen, yeni bölümde görüşmek üzere! |
0% |