Yeni Üyelik
44.
Bölüm

BÖLÜM - 42

@bayanclara

“Tamay! Ağaç oldum be güzelim, ne yapıyorsun ora- E, hazır değilsin ki sen?”

Aral’ın sesini duyduğumda istemsizce irkilip bakışlarımı ne zamandır oraya baktığımı bilmediğim parkeden çekerek Aral’a çevirdim. Kapı ağzında durmuş şaşkınca bana bakıyordu.

“Ben,” diye mırıldandım anlamsızca. “Hazırlanacaktım aslında ama-” Bakışlarım odanın diğer ucunda yere serili olan fermuarı açık bavuluma kaydı. Cümlemin devamını getiremedim. Ne söyleyeceğimi bilememiştim çünkü.

Aral sessizce iç çekerek kapıyı kapattı ve usulca gelip yanıma oturdu.

“Konuşmak ister misin?”

“Ben,” dedim bir kez daha. Odağıma kucağımda kavuşturduğum ellerimi almıştım. “Senden özür dilerim.”

Ona bakmasam da bocaladığını hissetmiştim. Birkaç saniyelik duraksamanın ardından “Ne için özür dilediğini anlayamadım,” diye mırıldandı.

Dudaklarımı dişledim. Ne yaparsam yapayım içimdeki burukluğu atamıyordum. Saklayamıyordum da. Bu kadar etkilenebileceğim aklımın ucundan geçmezdi, insan bazı şeyleri atlattığından emin de olsa sandığı gibi olmuyordu demek ki.

“Seni tehdit ettim ya. Yani tehdit etmiş gibi oldum. Onun için özür dilerim. Bir anlık gafletle öyle davrandım. Dilek hakkımı böyle kullanmak istemezdim. Aslına bakarsan şart koşmama rağmen bunu kabul etmeseydin de seni bırakıp bir yere gitmezdim. Gidemezdim. Hakkım boşa gitti yani.”

Bir süre hiçbir şey söylemedi ama bir kez daha iç çektiğini işitmiştim.

Oturduğu yerde yönünü tamamen bana çevirdikten sonra “Öncelikle,” diyerek uzanıp kucağımdaki ellerimi avuçlarının arasına aldı. “Benimle konuşurken lütfen gözlerimin içine bak. İkinci olaraksa böyle bir tavır sergileyecek bir şey yapmadın ve hatta ortada özür dileyecek hiçbir şey yok.”

Ricasını geri çevirmek istemediğim için kahvelerimi usulca ona çevirdim ve “Gayet de var,” diye itiraz ettim. “O an gereksiz yere çok yükseldim. Zaten Erhan amca da vazgeçti söylediklerinden.”

Gerçekten vazgeçmişti. Ben Aral’ı ikna etmenin sarhoşluğu içerisindeyken mutlu haberi vermek üzere mutfağa gitmiştik ama olaylar hiç umduğum gibi gerçekleşmemişti ve sonradan anladığım üzere bunun sebebi de Âmine teyzeydi. Kocasının bize emrivaki yaptığını düşünüp nikâh işini askıya almasını istemişti. Ayrıca böyle büyük bir şey için ailemden telefonla izin almamı da uygun bulmamıştı. Bu yüzden eğer çok istersek İstanbul’a döndüğümüzde amcam ve yengemin de onayıyla orada bu nikâhı kıyabileceğimizi söylemişti Erhan amca.

Kendilerince haklılardı, biliyordum. Biliyordum ama büyük bir hayal kırıklığı yaşadığım gerçeğini değiştiremiyordu bu. Aslında ben o ana kadar Aral’la aramızdaki bağın güçlenmesini bu kadar çok istediğimin farkında bile değildim.

Konunun tatlıya bağlandığını düşünerek kahvaltı hazırlamaya girişen Âmine teyzeye yardım ederken mutluymuş gibi davranmıştım ama değildim. Hevesim kursağımda kalmıştı ve bu kalış, kapandığını sandığım bir yaranın tekrar kanamasına neden olmuştu. Bunu da kahvaltıdan sonra dün gezemediğimiz yerleri gezmek için hazırlanmamı söyleyerek beni odaya pışpışlayan Aral sayesinde tek başıma kalıp düşünmeye fırsat bulunca fark etmiştim. Üstelik bu farkındalık çok ani ve çok yoğun bir şekilde gerçekleşmişti. Bu yüzden muhtemelen uzun denebilecek bir süredir burada oturmuş kendi duygularımla savaş vermekteydim.

“Babam söylediklerinden vazgeçmedi. Sadece bir öneri sunmuştu bize, sonra da annemin etkisiyle bunun için zaman tanıdı. Seninle buradayken nikâh kıymayı kabul etmiştim ama doğru olan bu, Tamay.”

Buruk bir şekilde gülümseyerek başımı salladım. “Tabii ya, doğru olan bu. Başta kabullenemiyorum, inanmak istemiyorum ama sonunda hep haksız çıkan ben oluyorum nasılsa. Yapabildiğim tek şey inanmak istemediğim şeylerin başıma gelişini izlemek oluyor.” Ağlamamak için gözlerimi kırpıştırıp önüme çevirdim başımı. “Neyse ben hazırlanmaya başlayayım da daha fazla bekleme.”

Ellerimi geri çekip ayaklanmaya çalıştığımda buna izin vermedi ve avuçlarında duran ellerimi daha çok sıkıp “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. Sesi şaşkınlık ve bariz hüzün barındırıyordu. “Seni anlayabilmem için daha açık konuşman gerekiyor.”

“Bir şey demek istemiyorum, boş ver,” diyerek tekrar ayaklanmaya çalıştım ama bir kez daha başaramadım. İşin kötüsü konuştukça kalbim daha çok kırılıyordu ve gözyaşlarım akmak üzereydi. Onun önünde ağlamak istemiyordum. Böyle bir şey için ağlamayı hiç istemiyordum ama çok dolmuştum. Daha fazla tutamadığım ilk gözyaşım yanağımla buluştuğunda hızla başımı çevirdim ancak görmesine engel olamadığımın farkındaydım.

“Tamay,” diye mırıldandı neredeyse şok olmuş bir tonda. “Niye ağlıyorsun, güzelim? Yanlış bir şey mi söyledim?”

Sesindeki şefkat gözyaşlarımı tetikleyince peş peşe akmaya başladılar ama inatla ona bakmamaya devam ettim. Ellerimi bırakmadığı için yaşları silemiyordum, bu yüzden omzumla becerebildiğim kadar kurulamaya çalıştım suratımı.

Tek eliyle ellerimi sıkıca tutmaya devam ederken diğerini uzatıp çenemi kavradı ve beni ona bakmaya zorladı. Yüzünde bariz bir çaresizlik vardı ki bunu hissetmekte haklıydı. Karşısına geçmiş ağlıyordum ve onun neye bozulduğumdan haberi bile yoktu. İçimdeki savaşı nereden bilecekti?

“Sen yanlış bir şey söylemedin,” diyerek başımı iki yana salladım. “Sadece ben kendimi fazla kaptırdım galiba. Hep olduğu gibi…”

Kaşları çatıldı iyice. “Gerçekten bir şey anlamıyorum.”

“Ben de anlamıyorum,” diyerek omuz silktim. “Neyi beklememiz gerektiğini anlayamıyorum. Neden hep bekleyen kişi ben oluyorum mesela? Onu da anlamıyorum. Daha ne kadar beklemem gerekiyor ya da?” Usulca iç çektim. “Kabullenmiyormuş gibi davransam da bir aydan daha kısa süre içinde otuzuma girmiş olacağım ve benim doktor olduğumdan beri gerçekleştirmeyi çok istediğim bir hayalim var. Yaptırdığım her doğum sonrası tazelenen bir hayal.” Buruk bir tebessümle kıvırdım dudaklarımı. “Anne olmak. Sevdiğim adamla evlenip onun çocuğunun annesi olmak. Ama anne olmayı bırak, bu yaşıma kadar benimle evlenmek isteyen birini bile bulamadım.”

Gözlerini kırpıştırdı şaşkınca. Beklediği şey bu değildi muhtemelen ama anlatmamı o istemişti. Bu yüzden devam ettim ben de.

“Uğur yurt dışına çıkacağı zaman en azında bir nişan yüzüğü takmak istemiştim. Hatta o da kabul etmişti nişanlanmayı ama amcam okulu bitirmeden böyle bir şey yapmama izin vermeyeceğini söylemişti. O zamanlar çok kırılmıştım ona ama sonradan bir bildiği olduğunu anladım. Zor oldu belki ama anladım.”

“Tamay…”

“Mesafe denen şey zor, gerçekten çok zor. Aradaki mesafe çok olunca insanın aklına türlü türlü şey geliyor. Ayrılık acısına bir de kıskançlık ekleniyor ister istemez. Parmağında benim yüzüğümü taşırsa eğer, aramıza çok fazla soğukluk giremez diye düşünmüştüm o zamanlar. Hâlbuki yaptığım tek şey, aptal bir yüzüğe gereğinden fazla anlam yüklemekti.”

Sessizce beni dinliyordu. Anlattıklarımın arasından kendine pay çıkarmaya çalıştığı halinden belliydi ancak daha ona gelmemiştim. Anlatacağım başka şeyler vardı.

“Okulumu bitirdikten sonra Uğur’a tekrar nişan mevzusunu açtım, zira yavaş yavaş benden uzaklaştığının farkına varıyordum ama bana temelli İstanbul’a dönmeden evvel bu konuları konuşmak istemediğini söyledi. İlk reddimi o zaman yemiştim,” deyip gülümsedim. “Şu an sana basit bir şeymiş gibi gelebilir ama evlilik hayali kurduğun biri tarafından reddedilmek çok da kolay hazmedilebilen bir şey değil.” İç çektim. “Ben de bekledim. Beklerken sayısız evlilik hayali kurdum ama hepsi tek taraflıydı. Onun geleceğe dair konuştuğu tek şey İstanbul’a dönüp dönmeme mevzularıydı. İnsan yaşarken anlamıyor işte. Konduramıyor daha doğrusu. Hâlbuki başından belliymiş olacaklar, değil mi?”

Bir kez daha “Tamay,” dediğinde elimi kaldırıp salladım, boş ver dercesine.

“Bunları seni onunla kıyaslamak için söylemiyorum. Beni gerçekten sevdiğine ve gelecekte yanında görmek istediğine inanıyorum ama o zamanlar ona da inanıyordum. İster istemez aynı durumu yaşıyormuş gibi hissetmekten de alıkoyamıyorum kendimi. Sana şaka yollu ya da ciddi fark etmeksizin söylediğim her şeyde zamana ihtiyacımız olduğunu söylüyorsun ve ben yine bekliyorum. Öylece. Hiçbir şey yapmadan... Sadece bekliyorum ve bazen beklemek, koşmaktan daha zor olabiliyor.”

Daha fazla konuşmama tahammülü yokmuş gibi hızla yüzümü avuçlarının arasına aldı ve dudaklarıma yumuşacık bir öpücük kondurup gözlerimin içine baktı.

“Benim, seninle aynı çatının altında yaşlanmaktan daha fazla istediğim bir şey yok. Gerçekten yok. Beklememizi istiyorum, çünkü korkuyorum. Benim yüzümden sana ya da ailene zarar gelmesinden korkuyorum.”

Kaşlarım çatıldı. “Aileme zarar gelmesinden mi korkuyorsun?”

Dertli bir nefes çekip yanağımı okşadı dalgınca. “Bu iş, yani Sadullah işi bitmeden aramızdaki ilişkiyi ciddiye bindiremeyiz. Olur da gerçekler açığa çıkarsa tehlikede olan tek kişi ben olmam. Bu olayların başında sana ne kadar kızdığımı ve yüklendiğimi hatırlıyorsun, değil mi? O tür adamların arasına girmen demek, elinde tuttuğun silahı kendine doğrultman demek. Benden intikam almak için hiç düşünmeden seni kullanabilirler. Daha da kötüsü, senin canını yakmak için de ailenin başına bela olabilirler. Benim seninle evlenmem demek, ailemi genişletmem demek. Arel kendini korur, babam da öyle. Ama ya siz? Sen, Tuana, amcan ve yengen… Tek başıma hepinizi korumaya gücüm yetmeyebilir. Bunun altından kalkamam.”

Bu sefer isim söyleme sırası bendeydi. “Aral…”

“Sadullah ısrarla ailelerimizi ikna edip nişanlanmamızı söylerken onu oyalamamın tek sebebi bu. Benim için ne kadar önemli olduğunu bilmemeliler. Sadece kız arkadaşım olarak kalmalısın, en azından ben onları içeri tıkana kadar.”

Burnumu çektim. “Tamam, anlıyorum. Evlilik ya da nişan olamıyor. Peki, neden baban ilk söylediğinde nikâh kıymaya bu kadar hızlı karşı çıktın? Bu nikâhtan kimsenin haberi olmayacaktı, yalnızca biz bilecektik.” Dudaklarını araladığı sıra hızla ekledim. “Ailemle olan ilişkimden bahsetme lütfen. Bunun dışında başka bir şey var, söylemiyorsun ama hissediyorum. Seni sandığından daha iyi tanıyorum, Aral.”

Kısa bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra tuhaf bir gülümsemeyle ellerini geri çekti ve “Belki ben de korkuyorumdur?” diye mırıldandı. “Olamaz mı?”

Kaşlarımı çattım. “Neden korkuyorsun?”

“İkinci defa kaybetmekten.”

“Kaybetmek mi?”

“Evet, kaybetmek.” Başını salladı hafifçe. “San şimdiden ne kadar bağlandığımı bilmiyorsun. Yer veya zaman fark etmeksizin he an aklımda olduğunu, istesem bile dikkatimi başka şeylerle dağıtamadığımı bilmiyorsun. Gün geçtikçe sana olan aşkımın daha da arttığını ama bu aşkın, aynı zamanda beni ölesiye korkuttuğunu bilmiyorsun. Seni kaybetmekten çılgınca delice ve zaman zaman bu korkuyla nasıl başa çıkacağımı bilemediğimi de bilmiyorsun.”

“Aral,” diye fısıldadım, gözlerim tekrar dolarken.

“Bilmediğin için sana kızmıyorum, ben söylemesem nereden bileceksin sonuçta. Ya da aramız böylesine iyiyken neden bu kadar çok korktuğumu da anlamayabilirsin ama sorun burada ya zaten. Biraz önce senin de söylediğin gibi insan yaşadığı acının bir kez daha başına geleceği korkusunu atamıyor içinden. Ya yine aynısı olursa, diye düşünmeden edemiyor. Oldu da bir şey geldi başımıza ya da en basitinden sıkıldın benden, eskisi gibi sevmediğini düşünüp bıraktın beni. Ne yaparım ben o zaman? Düşününce bile nefesim daralıyor, başıma gelirse nasıl başa çıkarım? Çıkabilir miyim ya da?” İç çekti seslice. “Bir de tüm bu korkular, şu an için hissettiğim korkular. Ya nikah, nişan ya da bizi birbirimize daha çok bağlayan bir bağla bağlanırsak ve ben sensizken nefes alamayacak hale gelince ayrılmak zorunda kalırsak? O zaman beni yanlış yapmaktan kim alıkoyabilecek?”

Uzun uzun baktım yüzüne. Ne saçmalıyorsun sen, demedim. Söylediklerin azıcık da olsa mantıklı mı sence, diye sormadım. Ben mi senden sıkılacakmışım, diye alay da etmedim. Anladım çünkü onu. Neden korktuğunu, niye korktuğunu, bunun elinde olmadığını anladım. Anladım ve üzüldüm. Çok üzüldüm.

Bu sefer uzanıp ben tuttum ellerini sıkıca. “Başkaları yüzünden böyle hissetmemiz çok yazık, değil mi? Beni kıran başkası ama ben, sana döküyorum içimi. Seni parçalayan başkası ama sen, benden korkuyorsun.”

Bir şey demedi önce. Sessizce gözlerimin içine baktı. Baktı. Baktı. Baktı ve “Yengenleri ara,” dedi kararlı bir sesle. “Eğer içleri rahat bir şekilde onay verirlerse yarın burada kıyalım nikahımızı.”

“Ne?” dedim şaşkınca. “Gerçekten mi?”

“Gerçekten.”

Büyük bir şaşkınlıkla ona bakıyordum hala ve inanmakta zorluk çekiyordum.

“İsteyerek mi söylüyorsun bunu? Benim dayatmam olmadan, yalnızca içinden gelerek?”

“Korkularımızın üzerine gitmeden kurtulamayacağız galiba. Yani evet, içimden gelerek söylüyorum.”

“Sahiden mi?”

“Sahiden.”

Tamamıyla idrak edebilmek için biraz daha beklemem gerekti. Bunu anlamış olacaktı ki yüzündeki o tatlı gülümsemeyi bozmadan bana bakmaya devam etti. O kadar yakışıklıydı ve kalbimi öyle hızlı attırıyordu ki sonunda dayanamayıp üzerine atıldım.

“Seni çok seviyorum! Çok seviyorum! Çok! Çok! Çok seviyorum!”

Ağırlığımla dengesini kaybedip sırtüstü yatağa düşse de beni sıkıca sarmayı ve çığlıklarımın arasında neşeyle gülmeyi ihmal etmedi.

Çoğunlukla o tatlı gülümsemesiyle kıvrılan dudaklarına olmak üzere yüzünün her yerine bastırdım dudaklarımı. Buradayken sözümü tutamamış ve telaştan sabah seanslarını unutmuştum. Bu yüzden onların yerine de öptüm. Çok çok öptüm. Hatta haddinden fazla öptüm.

Ve o gülmekten başka hiçbir şey yapmadı.

Ah, tabii bir de beni sıkıca sarmaya devam etmekten.

Önümdeki çay bardağına bakarken salak salak sırıtıyordum.

Hatta sabahtan beri o kadar çok sırıtmıştım ki yanaklarım feci halde acımaya başlamıştı ve buna rağmen sırıtmama engel olamıyordum. İçimden ayağa kalkmak, delice zıplamak, dans etmek geliyordu ama sakin olmalıydım. Erhan amcayı ve Amine teyzeyi ilk gelin tercihi konusunda oylarını benden yana kullandıkları için pişman etmek istemiyordum çünkü. Bu yüzden de sakince oturmuş sırıtıyordum.

“Çay bardağı espri yaptı da biz mi duymadık?”

Aral’ın sesini işittiğimde oturduğum sandalyede hafifçe irkildim ancak bu bile bozamamıştı yüzüme yapışan sırıtışı. Saniyeler sonra başımda hissettiğim dudaklarsa dudaklarımın bir daha eski haline geçemeyeceğinin kanıtı niteliğindeydi.

“Espri yaptıysa bile duymadım çünkü aklım çok başka yerlerde,” deyip kıkırdadım. Mutluluk sarhoşu olmak böyle bir şey miydi?

Keyifli bir ses tonuyla “Bak sen şu işe,” diyerek masanın yanından geçti ve karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Beyaz gömleği ve sinekkaydı tıraşıyla taş çatlasın yirmi beş yaşındaymış gibi duruyordu. Resmen çıtır bir koca bulmuştum kendime.

Ve evet, koca.

Zira bir saat kadar önce gözlerinin içine baktığım beyefendiyle nikah kıymıştık.

Aslında çok da kolay olmamıştı bu. Dün yatak odasındaki münakaşadan sonra Aral’ın elini tutarak yengemi aramıştım. Kısa bir hal hatır sorduktan ve herkesin keyfinin yerinde olduğunu öğrendikten sonra tek bir şey çıkmıştı ağzımdan.

Aral’la imam nikahı kıymak istiyorum.

Tabii önce algılayamamış, sonra da dalga geçiyorum sanıp kahkahalarla gülmüştü. Ciddi olduğumu öğrendiğindeyse dehşet içinde hamile olup olmadığımı sormuştu. Ona olumsuz cevap verirken içimden keşke olsaydım dediğimi de saklayamazdım elbette ama her şeyin sırası vardı. Evet, sıra.

Maalesef ben de farkındaydım giderek Aral’a benzemeye başladığımın ama yapacak bir şey yoktu çünkü üzüm üzüme baka baka karardı ve ben Aral’a bakmaktan vazgeçmeyeceğime göre durumu kabullenmemiz gerekiyordu.

Aral, yanında detaya giremediğimi fark edip alnıma küçük bir öpücük kondurarak odadan ayrıldığında sırtımı yatak başlığına yaslamış ve yengeme olan biteni tüm çıplaklığıyla anlatmıştım. Aral’ın ailesinin tepkisine şaşırmamış, oldukça normal karşılamıştı ancak nikah için neden bu kadar acele ettiğimizi anlayamamıştı normal olarak. Bana kalsa ortada acele edilen bir şey yoktu bile ama onlara kendimi anlatmak zordu. Anlatsam da beni Aral kadar iyi anlayabileceklerini sanmıyordum. Yengem beni anlayabilecek insanlar arasında başı çekiyordu aslında ama Aral hayatıma girdikten sonra ilk sıraya yerleşmiş ve geriye kalan herkesi arkada bırakmıştı.

Yengeme korkularımdan bahsetmek yerine Aral’la aramda bağ olmasını ne kadar çok istediğimi söylemiştim. Aral’ın özel görevinden bahsedemezdim ancak öyle bir durum olmasaydı da amcam şu an resmi nikah kıyılmasına asla izin vermezdi zaten. Hatta yakın bir zamanda da vermezdi ve yengem bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden razı olmuş ve sen nasıl mutlu olacaksan öyle olsun, demişti. Hep böyle derdi zaten. Bize gerçek annemiz gibi bakar, tavsiyeler verir ama gerçek bir annenin yapacağı gibi azarlayıp kızmazdı. Büyüdükçe ve bazı şeyleri daha iyi anladığımda kendinde bu hakkı göremediğini fark etmiştim. Lakin bana kalırsa bize kızmaya da ve hatta arkamızdan terlik fırlatmaya da hakkı vardı. Bizim ikinci annemizdi o çünkü. Hatta Tuana’nın tanıyabildiği tek anneydi.

Amcamı ikna etme işini iste her zamanki gibi yengeme bırakmıştım. Daha doğrusu o amcama olanları biraz daha kırpılmış şekliyle anlatacaktı ve onu yumuşatacaktı. Sonra ben amcamı arayıp yalakalık yapacak ve ondan da izni koparacaktım. Oldukça klasik ama işe yarayan bir yöntemdi çünkü amcam ne karısına kıyabiliyordu ne de bize.

Telefonu kapatıp aşağı kata indiğimde herkesi oturma odasında bulmuştum. Zaten ben aşağı inene kadar olan biteni anlatmıştı Aral onlara. Ben de gidince emin olup olmadığımızı, ailemin bu işe bozulmasını göze alamayacaklarını söylemişlerdi ama onlara yengemle olan konuşmamızı anlatıp sakinleştirmiştim.

Erhan amca çaktırmamaya çalışsa da bu işe epey sevinmiş gibi görünüyordu lakin Amine teyzenin endişesini o günün akşamında amcamla görüşüp onayını aldıktan sonra ancak giderebilmiştim. Tabii onlara sadece onay aldığımı söylemiştim, amcamın beni bir hayli uğraştırdığını değil.

Adamcağız beni buraya Aral’dan ayrılmamı umarak göndermişti ve ben sadece birkaç gün sonra onları arayıp nikah kıymak istediğimi söylemiştim. Delirmekte ve beni uğraştırmakta haklıydı doğrusu. Bu yüzden ne derse desin alttan almış ve Tuana’nın da yardımıyla -Aral’la nikah kıyacağımızı öğrendiğinde tam anlamıyla mutluluktan deliye dönmüştü- ikna etmeyi başarmıştım. Yine de beni gördüğü ilk an kulaklarımı çekeceğinden emindim.

Kısacası öyle ya da böyle herkesi ikna etmiş, işleri tatlıya bağlamış ve hazırlığı Âmine teyzeye bırakmıştık. Neden olduğunu anlamadığım bir şekilde gece yarısına kadar yemek hazırlığı yapmıştı. Oysa biz bize kıyacaktık nikâhı, çünkü imam bile tanıdıktı. Daha doğrusu Erhan amca yakın bir arkadaşını arayıp yardım istemişti çünkü yardım istediği kişinin kardeşi imamdı. Daha sonradan arkadaşının da emekli polis olduğunu ve uzunca bir zaman Erhan amcayla aynı ekipte görev yaptığını öğrenmiştim ve bu yüzden nikâh şahidimiz olmasını seve seve kabul etmiştim.

Âmine teyze düğün evinde bolca yemek yapılmasının adet olduğunu söyleyerek beni aydınlatmış ve her şeyi öyle büyük bir mutlulukla yapmıştı ki bunun düğün olmadığı gerçeğini dile getirmek yerine onu hayran hayran izleyip izin verdiği kadarıyla da yardım etmiştim.

Ertesi gün yani bu sabah da erkenden kalkıp -buraya geldiğimizden beri Aral’la ilk kez ayrı odalarda uyumuştuk ki heyecandan doğru düzgün uyuduğum söylenemezdi- nikâh için hazırlık yapmıştım. Âmine teyze sanki Aral’ın değil de benim annemmiş gibi beni özenle hazırlamış ve nikâhın nasıl kıyılacağı hakkında bilgilendirmişti. Bu yüzden Erhan amcanın arkadaşıyla kardeşi eve geldikten sonra yaşanacaklar için hazır hale gelmiştim.

Usule göre nikâhımız kıyılmış ve biz Aral’la Allah katında evlenmiştik. Sabahtan beri bulutların üzerinde yürüyormuş gibi hissettiğim için olan biten her şeyi idrak etmekte güçlük çekiyordum. Bu yüzdendir ki Âmine teyze misafirlerimize dün gece yaptığı yemeklerden ikram ederken ben de mutfağa kaçmış ve bulduğum her şeyi mideye indirmeye başlamıştım. Şu an kaçıncı çayımı içmekte olduğumu bile hatırlamıyordum doğrusu.

Elimdeki börekten bir ısırık daha alırken “Misafirler ne yapıyor?” diye sordum Aral’a.

“Gidiyorlar, hatta annemle babam da kapıda onları geçiriyorlar şimdi.”

Ağzımdaki lokmayı çiğnemeyi bırakıp “Aa!” dedim. “E ben de bir hoşça kalın deseydim ya! Ayıp oldu şimdi.”

Halime güldü. “Ayıp olmaz, merak etme. Hem zaten ikisini de benim kuzenin düğününde görürüz tekrar.”

“Kırılmazlar değil mi?” diye sordum emin olamayarak.

“Yok, yahu. Zaten annemin sofrasıyla öyle bir mest oldular ki seni hatırlayacaklarını sanmıyorum.”

Kıkırdayarak böreğin kalan kısmını da attım ağzıma. “Onları çok iyi anlıyorum.”

“Belli,” diyerek bir masaya bir de bana bakıp başını iki yana salladı ama imasını gram umursamadan çay bardağımı kafama diktim. Şu an o kadar mutluydum ki keyfimi hiçbir şey bozamazdı.

Aşırı iştahımla Aral’ı da aşka getirmiş olacaktım ki çok geçmeden ayaklanıp kendine çay aldı ve tekrar karşıma oturup bana eşlik etmeye başladı.

Karnımızı patlayana kadar doldurduktan sonra ortalığı toparlayıp içeri geçtik ama ne Âmine teyze vardı ortalıkta ne de Erhan amca.

Oturma odasına geçip koltuklardan birine yerleşirken “Annenler nerede?” diye sordum merakla. Bilmediğini göstermek amacıyla omuzlarını kaldırıp indirdi ancak bu olay pek de umurunda değilmiş gibiydi. Aslında sabahtan beri bir haller vardı üstünde ama en az benim kadar keyifli göründüğü için yanlış anlamış olabileceğimi düşünmüştüm. Haline bakılırsa pek de yanlış anlamış sayılmazdım. Bir karın ağrısı olduğu bariz ortadaydı ancak bana söylemeye niyeti yoktu sanırsam.

Tam neyi olduğunu sormak için ağzımı açmıştım ki “Ben de sizi arıyordum çocuklar,” diyerek içeri girdi Âmine teyze. Bakışlarım hızla ona kaydığında elinde büyük bir kutuyla bana doğru ilerlediğini gördüm, mücevherat kutusu.

İstemsizce olduğum yerde doğrulmuş ve gelip yanıma oturmasını küçük bir şaşkınlıkla izlemiştim.

Yanıma oturduktan sonra kutuyu kucağına koyup ellerini uzattı ve ellerimi avuçlarının arasına aldı. Yüzünde kendini çok daha genç gösteren içten ve bir o kadar da tatlı bir gülümseme vardı.

“Nikâhtan sonra konuşmaya pek vaktimiz olmadı,” diyerek elimin üzerini okşadı yavaşça. “Her şey fazlasıyla aceleye gelmiş olsa da gelinim olmandan büyük bir mutluluk duyduğumu bilmeni istiyorum. Genelde aileler gelinleri damatlara emanet ederler ama ben, Aral’ı sana emanet ediyorum.”

Yüzüme tatlı bir tebessüm konarken Aral’a kısa bir bakış atıp tekrar Âmine teyzeye döndüm.

“Ona gözüm gibi bakacağımdan emin olabilirsiniz.”

“Bundan hiç şüphem yok,” diyerek hafifçe güldü.

“Benim de burada olduğumu biliyorsunuz, değil mi? Kendimi küçük bir çocuk gibi hissetmeme neden oluyorsunuz da!”

Âmine teyze oğluna dönüp “Amacım tam olarak buydu zaten”, diyerek göz kırptı ve bakışlarını bir kez daha bana çevirdi. “Böyle şeyler genelde düğün yapıldığı zaman verilir ama doğrusunu söylemem gerekirse o zamana kadar sabredebileceğimi sanmıyorum.” Elindeki kırmızı kutuyu uzatıp kucağıma bıraktı.

“Bu bana annemden yadigâr. Babam, düğün günlerinde hediye etmiş ona. Çok severdi bu yüzden. Tek kız çocuğu olduğum için ondan bana kaldı. Bu zamana kadar seve seve kullanıp sakladım ama artık benim de onu birilerine emanet etme vaktim geldi. Kızım olsaydı ona bırakacaktım ama nasip olmadı. Uzun zaman önce ilk gelinime vermeyi koymuştum kafaya ama ilk gelinimi bu kadar kısa sürede kendi kızım gibi görebileceğimi hiç düşünmemiştim. Aslında bunu gelinime değil de kendi kızıma hediye ediyormuşum gibi hissediyorum. O yüzden lütfen kabul et bunu, olur mu?”

Gözlerim yaşlarla dolarken bakışlarımı yüzünden ayıramıyordum. Beni neden bu kadar çok sevdiğini ve bu kadar çabuk benimsediğini biliyordum bilmesine ama onunla başka şartlar altında tanışmış olsaydık bile çok iyi anlaşacağımızdan emindim.

“Ben… Çok teşekkür ederim. Ne diyeceğimi bilemiyorum şu an gerçekten. Ama bunun benim için çok ama çok değerli olduğunu bilin lütfen.”

Elimin üstüne birkaç kez vurduktan sonra duygulanmak istemiyormuş gibi başını hızlıca iki yana salladı ve “Hadi aç bakalım, beğenecek misin merak ediyorum,” dedi. Güldüm.

“Açıyorum o zaman.”

Kutuyu nazikçe araladığımda bana bakan gerdanlığı gördüğüm an vurulmuştum. Gümüş gerdanlığın ortasında harika bir mavi renkte safir taş vardı. Abartısızdı ama ilk bakışta dikkat çekmeyi başarıyordu. Tam benlikti.

“Bu harika bir şey,” diye mırıldandım hayranlıkla. “Gerçekten çok ama çok güzel!”

İçten bir şekilde gülümsedi. “Beğenmene çok sevindim. Aklıma düştüğü ilk andan beri sana ne kadar çok yakışacağını düşünüp duruyorum. Takmama izin verir misin?”

“Evet, tabii, elbette,” diyerek başımı salladım hızla. Sonra da kutuyu tekrar ona uzattım ve arkamı dönerek saçlarımı önüme aldım. Âmine teyze oldukça nazik bir tavırla gerdanlığı boynuma takarken benim bakışlarım karşı koltukta oturan Aral’daydı. Dirseğini koltuk kolçağına, çenesini de avuç içine yaslamış bizi izliyordu. Yüzüne bakarak ne hissettiğini tam olarak anlayamasam da duygulandığı gözlerinden belliydi. Özellikle dün anlattıklarından sonra annesiyle beni böyle görmek onu fazlasıyla etkilemiş olmalıydı. Bu yüzden orada olduğumu ve onu anladığımı gösterircesine tatlı tatlı gülümsedim. Küçük bir tebessümle karşılık verdi.

“İşte oldu.”

Elimi mavi safirin üzerine götürürken önüme döndüm tekrar. “Nasıl, yakıştı mı?”

“Hayal ettiğimden çok daha fazla yakıştı,” diyerek kocaman gülümsedi Âmine teyze. “E, tabii gelinim çok güzel olduğu için ne taksa çok yakışır ama yani bu da pek güzel oldu.” Başını çevirip Aral’a baktı. “Çok yakıştı, değil mi oğlum?”

Aral büyülenmiş gibi bakıyordu bana. İstemsizce sırıttım. Altı üstü bir gerdanlık takmıştım yani. Bu kadar da etkilenmeye gerek yoktu hani…

Aral, sırf gözleriyle aynı renk gömlek giydi diye bayılma evresine geçiş yapan ben söylüyordum bunu yalnız.

“Çok yakıştı.”

Gülümsemem genişledi. Öyle ki yanaklarım ağrımaya başlamıştı, çünkü sabahtan beri yaptığım tek şey durup durup gülümsemekti.

Âmine teyze memnun bir şekilde başını sallayarak gerdanlığın kutusunu bir kez daha kucağıma bıraktı. “Eh, bunu da verdiğime göre bizim yola çıkma vaktimiz geldi.”

Kaşlarım anında çatıldı. “Ne? Ne vakti? Bir yere mi gidiyorsunuz?”

“E, kızım yarın kına var biliyorsun. Biz de bu akşamdan köye gidip hazırlıklara yardım edelim dedik Erhan’la.”

“Ya,” diye mırıldandım. “Yardıma ihtiyaç varsa biz de gelelim mi?”

“Yok, yok, kızım. Gerek yok. Benim abimin kızı evleniyor ya şimdi, hiçbir şey yapmasak da bizim oralarda olmamız iyi olur.”

Anlayışla başımı salladım. “Peki, o zaman.”

Âmine bavul hazırlaması gerektiğini söyleyerek odadan çıktığında yerimden kalkıp Aral’ın yanına gittim. Tam dibine yerleştikten sonra “Biz ne yapacağız peki?” diye sordum. Daha akşam bile olmamıştı. “Gezmeye mi çıksak? Dün çıkamamıştık.”

“Yok ya, çıkmayalım. Evde oturalım işte.”

“Ama neden?” diye sordum şaşkınca. “Annenler de gidecekmiş zaten, biz ne yapacağız yatana kadar? Canım sıkılır benim.”

Anlamadığım bir sebepten gerildi ve ne yapacağını şaşırmış vaziyette yanağını kaşıdı. Ben hayretle onun tepkilerini izlerken son vuruşu yaparak bakışlarını benden kaçırdı ve “Sıkılmaz aslında ya,” diye mırıldandı.

Kaşlarım iyiden iyiye çatılırken “Kaçırdığım bir şey mi var?” diye sordum. “Niye karşımda yeni gelin gibi eğilip bükülüyorsun? Sabahtan beri bir tuhafsın zaten. Eğer unuttuysan hatırlatayım canım; gelin olan benim, sen değil.”

Ona takılmış olmamı umursamıyormuş gibi garip bir ifadeyle yüzüme baktı. “Gerçekten bilmiyor musun, yoksa bilmiyormuş gibi mi davranıyorsun?”

“Neyi bilmiyor muyum?” diye sordum şaşkınca. “Ne diyorsun, gerçekten anlamıyorum.”

Oturduğu yerde dikleşti ve yönünü bana çevirdi. Şu an tam olarak diz dize ve göz gözeydik.

“Annemle babam yardıma falan değil, bizim için gidiyorlar. İkimiz baş başa kalalım diye.”

“Baş başa kalalım diye mi?” Şaşkınlık üstüne şaşkınlık geçiriyordum. “İyi de ne alakası var? Hem biz birlikte uyuyabilelim diye nikâh kıymadık mı zaten-”

Cümlemi yarım bıraktım, çünkü aydınlanmıştım. Ağzım hayretle aralandı. Gözlerim de yerinden fırlamak üzereydi ve muhtemelen feci halde komik görünüyordum ancak aklımdan geçenler bunu umursayamaz hale getiriyordu beni.

“Yani… Biz… İkimiz… Senle ben yani… Ev boşken, ikimizden başka kimse yokken…” Daha fazla dayanamayıp kahkahalarla gülmeye başladım. Asla böyle bir şey beklemiyordum çünkü. Bu yüzden neredeyse bağırarak sordum. “RAHAT RAHAT SEVİŞEBİLELİM DİYE Mİ GİDİYORLAR?”

Gevşekliğim karşısında şok oldu ve telaşla odanın girişine baktı ama Âmine teyze giderken kapıyı arkasından kapatmıştı. Yani bizi duyma ihtimalleri çok düşüktü.

“Niye bağırıyorsun?” diye çıkıştı ama daha çok utançtan ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir hali vardı. Haline dayanamayıp kahkahalarla gülmeye devam ettiğimdeyse gözlerini kocaman açıp beni susturabilecekmiş gibi kollarımdan tuttu. “Gülmesene! Gülecek ne var, bunda? Eskilerin hep yaptığı bir şey, bilmemek senin suçun!”

“Benim mi suçum?” diyerek daha çok güldüm. “Bu nasıl benim suçum olabilir?”

Şu an koltuğa yığılmıyorsam ya da koltuktan aşağı falan düşmüyorsam Aral beni tuttuğu içindi. Çünkü kendimi kaybetmiş bir şekilde deli gibi gülüyordum ve dengemi asla kendim sağlamıyordum.

“Eğer çocuklar evlendikten sonra ailelerinin yanında yaşayacaksa veya kendi evlerine gidene kadar ailelerinin evinde kalmaları gerekiyorsa ve ailelerinin de imkânı varsa özellikle ilk gece onları yalnız bırakıyorlar.”

Gülmekten nefessiz kalmış olsam da “Amma çok ailelerinin dedin,” deyip çok komik bir espri yapmış gibi katıla katıla gülmeye devam ettim.

“Tamay, kızıyorum ama,” diyerek tutuşunu sıkılaştırdı. Sanki beni sarsarak kendime getirmek istiyormuş da kıyamıyormuş gibiydi. “Gülme diyorum sana.”

“Neden? Ben imam değilim ki, gülebilirim,” diyerek kendimce bir espri daha patlattım. Hatta o kadar çok güldüm ki sonunda öksürmeye başladığım için kahkahalarım kesilmek zorunda kaldı. Kendimi zar zor toparladığımda Aral’ın dehşet içinde beni izlediğini gördüm ve tekrar gülesim geldi ama öksürükler yüzünden boğazım acımıştı. Devamı gelsin istemiyordum.

“Sana ne oldu böyle ya? Benden habersiz içmiş olabilir misin?”

“Evden dışarı adımımı mı attım, nasıl içeyim?” derken kendimi tutamayıp kıkırdamıştım. Kendimi kaybetmiş vaziyetteydim ve asla toparlayamıyordum.

“Hala nasıl gülebiliyorsun, aklım almıyor gerçekten,” diye hayıflandığında gülerek omuz silktim.

“Hiç beklemiyordum böyle bir şeyi duymayı, ne yapayım? Ayrıca annenler boşa gidiyorlar. Seni tanımıyorlar mı? Benimle, evlenmeden o şekilde yatağa girmeyeceğini biliyor olmaları gerek.”

Cevap vermedi. Hatta tepki bile göstermedi. Sadece, öylece, dümdüz baktı gözlerimin içine ve bu, yüzümdeki gülümsemeyi sildi.

“Ne? Niye öyle bakıyorsun? Beni her defasında durduran sen değil miydin? Evlenmeden olmaz, diye düşünenlerdensin işte-” Cümlemin devamını getirmedim, daha doğrusu getiremedim. Çünkü şu an itibariyle bir kez daha aydınlanmıştım. Gözlerim irice açıldı. “Evlenmekten kastın bu muydu?” diye sorarken neredeyse çığırmıştım. “Nikâh mı kıymak istiyordun?”

Cevap vermemeye ve yüzüme boş boş bakmaya devam etti. Bu da bana yeterli cevabı verdi.

Bir elimi şaşkınlıkla ağzıma kaparken “Neden daha önce söylemedin?” diye hayıflandım. “Ben de gerçekten düğün dernek yapmamız gerekiyor falan sanmıştım. Daha önce söyleseydin ya, o zaman bu kadar beklememiz gerekmezdi.”

“Nikâh kıymaya bu kadar hevesli olduğunu nereden bilecektim?” diye homurdandığında güldüm. Ayarlarım düzelecek gibi değildi.

“Gelip sorsaydın öğrenirdin tatlım,” diyerek ağzımı kapattığım elimle omzunu pışpışladım. “Bu kadar çekingen olmana hiç gerek yoktu. Bunlar çok normal şeyler.”

Bana tip tip baksa da “Şimdi öğrendin işte,” diye söylendi. “Nikâhımız da kıyıldı.”

Gözlerimi kısarken “Yani,” diye mırıldandım yavaşça. “Şu an üstüne atlasam beni durdurmazsın, öyle mi?”

Boğazını temizledi. Bu konuşmanın onu çok utandırdığı her halinden belliydi ve bu beni daha çok eğlendiriyordu.

“Yani,” derken bakışları ben hariç her yerdeydi. “Evet.”

Durdum ve öylece baktım ona. Yani o kutlu gün sonunda gelmişti, öyle mi? Sürekli bahsettiği o zaman gelmişti. Sabahtan beri bir garip davranmasının da sebebi bu olmalıydı.

İçim kıpır kıpır etti. Ben ki Aral’ın üzerine atlamaya yer arayan biriydim, izin çıktığı anda yapabileceklerimin haddi hesabı yoktu ve o izin çıkmıştı. Çıkmıştı! Ama bu zamana kadar beni de az uğraştırmamıştı. Atlatıldığım zamanlar saymakla bitmezdi. Bunun öcünü almam gerekmez miydi?

Kesinlikle gerekirdi!

Aklıma gelen hinlikle suratımı astım ve “Şey,” diye mırıldandım rahatsız bir tonda. “Bir şey söyleyeceğim sana ama üzülme, tamam mı?”

Bir anda frekans değiştirmem kaşlarının çatılmasına neden olmuştu.

“Ne? Ne oldu?”

“Ben, yani şimdi sen böyle söyleyince, şey oldum işte.”

Yeterince kıvranıyormuş gibi görünmek için huzursuzca yerimde kıpırdanmayı da eksik etmemiştim. Oyuncu olmaya aday olacak hale gelmiştim resmen!

“Anlamıyorum, ne oldun?”

Yara bandını direkt çekme etkisi oluştursun diye “Hevesim kaçtı,” deyiverdim. Oldukça mahcup gözükmeye de dikkat ediyordum ki bir şey anlamasın.

“Nasıl yani?”

“Yani, işte şey… Ben sanırım seni kovalama aşamasını seviyormuşum. Şimdi aramızdaki engellerin kalktığını öğrenince eski heyecanı duymadığımı fark ettim. Üzgünüm.”

Gözlerini kırpıştırdı. Bir kez daha ve bir kez daha. Gerçekten şaşırmış gibi görünüyordu ki ona hak vermemem elde değildi ancak bunu yapmalıydım. Bana az çektirmemişti, biraz da o kıvransındı.

Uzun bir sessizlik sonrası “Ah,” diyebildi zar zor. “Anlıyorum.”

“Özür dilerim,” diye mırıldandım üzgünce. “Gerçekten.”

Boğazını temizledi usulca. Hayal kırıklığını gizlemeye çalışıyordu ama pek başarılı olduğunu söyleyemezdim. Yine de bunu fark etmemiş gibi üzgünce bakmaya devam ettim ona. İçimden attığım kahkahaların haddi hesabı yoktu tabii.

“Önemli değil, olabilir yani.” Usulca yutkundu. “İnsan her gün aynı hissedecek diye bir şey yok.”

Konu Aral’sa her gün, hatta her saniye aynı şeyi hissedebilirdim ve bence o da bunun farkındaydı. Söylediklerine kendisinin bile inanmadığına o kadar emindim ki. İnanmadığı şeyleri söylerken zorlandığı her halinden belli olsa da bozmadım onu.

“Evet, aynen öyle.” Yalandan iç çekermiş gibi yaptım. “Eh, o zaman dışarı çıkabilir miyiz artık?”

Bana kısa bir bakış attıktan sonra, ki bakışı pek de hoş değildi doğrusu, “Tamam, çıkalım,” diye mırıldandı. Lakin ses tonu tüm derdimiz bu mu gerçekten, diye bağırıyordu.

“Harika, ben üzerime rahat bir şeyler giyip geleyim o zaman.”

Bakışlarını bana çevirmeden başını salladı. O kadar mahzun görünüyordu ki dayanamayıp şaka yaptım demem an meselesiydi ama kendimi tuttum. Sadece akşama kadar devam edecektim buna.

Sonrası sabahlar olmasındı...

Etrafta kimsenin olmamasını fırsat bilip koşturarak üst kata çıktım ve Aral’ın odasına girip dağınık valizimden bir kot ve tişört çıkarttım. Bugün pek özenesim gelmemişti, zaten dışarıda çok kalacak kadar vaktimiz de olmayacaktı. Üzerimi hızla değiştirdikten sonra salık saçlarımı toplayıp azıcık da makyaj yaptım.

Çantamı kapıp aşağı indiğimde herkesi holde buldum. Konuşmalardan anladığıma göre Aral, anne ve babasına dışarı çıktığımızı haber veriyordu.

“Dinlenseydiniz ya bugün, sonra gezmeye devam ederdiniz,” diyen Âmine teyzenin yanına durdum.

“Çok fazla dolanmayız, merak etmeyin,” diye mırıldandım gülümseyerek. “Hem kınaydı düğündü derken pek vaktimiz olmayabilir.”

“Peki, madem; siz nasıl isterseniz.”

Onlarla vedalaştıktan sonra Âmine teyzenin arabasına binip yola çıktık. Muhtemelen biz dönene kadar hazırlıklarını tamamlayıp evden ayrılmış olacaklardı ki benim de istediğim şey buydu zaten.

Amasya merkeze geldiğimizde arabadan indik ve yürüyerek ulaşabileceğimiz yerleri gezmek için birkaç saatimizi ayırdık. Aral ilk başlarda biraz moralsiz olsa da sonradan alışmış, ona sırnaşmalarım neticesinde yüzüne gülümseme kondurabilmişti ve bu da bana şimdilik yetmişti.

Karnımız acıkana kadar Amasya sokaklarında oradan oraya savrulup durduk. Onunla el ele gezmek bile benim için çoğu şeyden daha değerliydi, başka planlarım olmasa sabaha kadar sokaklarda boş boş gezmeyi teklif ederdim ona.

“Hayri Baba’nın yerine gidelim mi?” diye sordu Aral. Gezmeye son vermiş, el ele arabaya gidiyorduk.

“Yok,” diyerek başımı iki yana salladım. “Eve gidelim, annenin yaptığı şeylerden yeriz. Buzdolabı ağzına kadar yemek dolu zaten, ziyan olmasın onca şey.”

Söylediklerim onu güldürdü. “Peki, öyle olsun.”

Eve vardığımızda saat sekizi geçiyordu. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadıktan ve üzerime rahat bir şeyler geçirdikten sonra karnımın açlığı had safhaya ulaştığı için Aral’ın nerelerde olduğuna bakmadan mutfağa indim. Dolaptan ısıtmak için yemek çıkardıktan sonra Âmine teyzenin bugün için hazırladığı poğaça ve böreklerden çıkarttım biraz da.

Biraz hazırlayarak biraz da hazırladığım şeylerden yiyerek geçirdiğim dakikaların ardından Aral da bana katıldı. Benim gibi üzerini değiştirmiş ve siyah bir eşofmanla aynı renk tişört giymişti.

Masayı kurup karnımızı doyurduktan sonra birlikte ortalığı toparladık. Son bulaşığı da durulayıp kenara koydum ve musluğu kapayıp Aral’a döndüm. “Evet, şimdi ne yapalım?”

Tezgâha yaslanmış, kollarını da göğsünde kavuşturmuş bana bakıyordu. Bakışlarındaki imayı sezmiyor değildim ama anlamamış gibi yapmak işime geliyordu. Tabii hala benden bir adım bekliyor olması gururumu okşamıyor da değildi.

“Bilmem,” diyerek omuz silkti. “Sen ne yapmak istersin?”

“Hım,” diyerek düşündüğümü belli ettikten sonra “Film seyredelim mi?” diye sordum. “Mısır da patlatırım.”

“Olur, seyredelim.”

“Harika. O zaman sen git televizyonu ayarla, ben de mısırları patlatıp geleyim.”

“Tamamdır.”

Mısırı patlatarak içeri geçtiğimde Aral’ı film ararken buldum. Telefonunu televizyona bağladığı için bakışları telefonundaydı, ben de yanına doğru ilerlerken televizyondan seçeneklerimizi değerlendiriyordum.

Koltukta yanındaki boşluğa yerleşirken “Şu en alttaki romantik komediyi izleyelim mi?” diye sordum. “Vizyondayken adını çok duymuştum ama gitmeye vakit bulamamıştım.”

“Olur, fark etmez bana.”

Söylediğim filmi açtıktan sonra telefonunu diğer tarafa koydu ve kolunu omzuma atarak beni göğsüne çekti. Mısırı ortamızda duracak şekilde yerleştirip başımı omzuna yasladım ve ağzıma bir avuç mısır atıp jeneriği izlemeye başladım.

Yaklaşık on beş dakika boyunca ikimiz de sessizce filmi izlemiştik. Aslında güzel bir şeye benziyordu ama ne yazık ki ona ayırdığım vaktin sonuna gelmiştik. Çünkü başka planlarım vardı. Hainlik dolu planlar…

Planı uygulamaya geçirmemi sağlayan şey mısırın yarısından çoğunu mideye indirmiş olmamızdı. Tabağın sonunu görene kadar alıştırma yapmalıydım. Önce çok yavaş hareket ettim ve pek de dikkat çekmeyecek hareketlerde bulundum; Aral’a daha çok sokulmak, başımı omzuna sürtmek, burnumu boynuna yaslayıp kokusunu içime çekmek gibi. Bunların arasına da belli zaman aralıkları ekmiştim ki bilerek yaptığımdan şüphelenmesin.

Mısırımız bittiğinde tabağını orta sehpanın üzerine bıraktım ve oradaki ıslak mendili paketini alarak Aral’a uzattım. Paketin içinden bir tane çektiğinde ben de aynısını yaptım ve ellerimizdeki yağı temizledik. Kullanılmış mendilleri sonradan çöpe atmak üzere tekrar sehpaya bıraktıktan sonra da Aral’a biraz daha sokuldum ve çenesine bir öpücük bıraktım. Tüm hareketlerimi öyle masum bir yüz ifadesiyle yapıyordum ki arada şüpheyle bana baksa dahi bir şey diyemiyordu. Çünkü açık vermiyordum.

Dikkatim filmden tamamen kopmuştu. Arka planda başrollerin hareket ettiklerini görebiliyordum ama içimden saymakla meşgul olduğumdan ne yaptıkları hakkında bir fikrim yoktu.

“Bacaklarımı şöyle uzatsam rahatsız olur musun?” diye sorarken bacaklarımı çoktan kaldırmış ve onun bacaklarının üzerine bırakmıştım. Bu sayede de yarı yarıya kucağına çıkmıştım. Tabii amacım kucağına yuva yapmaktı ancak her şeyin bir sırası vardı.

Bacaklarımı kucağında sabit tutabilmek için koluyla dizlerimi sararken “Yo,” diye mırıldandı. “Neden olayım?”

Ona genişçe gülümsedim ve başımı boyun boşluğuna yaslayıp filmi izlemeye geri dönmüş gibi yaptım. Onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordum ve bundan haz aldığımı inkâr edemezdim. Sanırım bazen gerçekten acımasız biri olabiliyordum.

İçimden yüz yirmiye kadar saydıktan sonra -her hareketimin arasına iki ya da üç dakika koymaya çalışıyordum- başımı hafifçe çevirip boynuna uzun sayılabilecek bir öpücük kondurdum ve hiçbir şey olmamış gibi filme geri döndüm.

Kolunun birine koala gibi yapışmış, diğerini de boştaki elimle tutmuştum ve işaret parmağım dalgınca kolunda dolanıyordu. Hatta yaramaz parmağım bazen haddini aşıp tişört kolundan içeri giriyor ve orada bulduğu kasları da okşuyordu.

Dediğim gibi, çok ama çok yaramaz bir parmağım vardı. Ve dudaklarım…

Bu küçük ama etkili dokunuşlarım bir müddet daha devam etti. Bana herhangi bir şey söylemiyordu ancak belimi ve dizlerimi tutan kolları oldukça gerilmişti. Sabrının sonuna gelmesi için son bir hamle daha gerekiyordu ve ben de üzerime düşeni yaptım.

“Böyle oturunca da bacaklarım belimden yukarıda oldu, şuralarım acıdı ya,” diye hayıflanıp kalçamın yan kısmını sıktım. Bakışları önce bana sonra da gösterdiğim yere kaydıktan sonra gözlerimi buldu ve “Ne yapalım o zaman?” diye sordu. Hafif kızar gibi konuşmasını fark etmemiş gibi yaparak tatlı tatlı gülümsedim ve ellerimle omuzlarına bastırıp yükselerek kucağına yerleştim.

“İşte şimdi oldu.”

Kollarımı boynuna dolayıp başımı bir kez daha boyun girintisine yerleştirdiğimde göğsü usulca kalkıp indi. Zorlandığının farkındaydım ama az kalmıştı. Birazcık daha dayanması gerekiyordu. Çok azıcık.

Bu sefer biraz ileri gittiğim için yaklaşık beş dakika sessizce filmi izledim. Uzun zamandır izlemediğim için neler olduğunu kavramam biraz zor olmuştu ve çok da bir şey anlamamıştım doğrusu ama önemli olan bu değildi zaten.

Filmdeki başroller öpüşmeye başladığında son hamlemi yapmak üzere iç çekerek başımı kaldırdım ve oldukça masum bir ifadeyle Aral’a bakıp “Canım çekti,” diyerek dudaklarımı dudaklarına bastırdım. İki küçük öpücüğün ardından başımı iyice eğip onu gerçekten öpmeye başladığımda belimdeki kollarından birini enseme çıkartarak öpücüğüme karşılık verdi.

Ellerimden birini saçlarının arasına daldırıp öpücüğü iyice derinleştirdikten sonra bilerek kucağında hareket edip ona sürtündüm. Bu hareketim gırtlaktan gelen bir inlemeyle ödüllendirildiğinde usulca gülümseyip onu öpmeye devam ettim, ta ki Aral geri çekilmeye çalışana dek.

“Dur. Tamay, durmalıyız.”

Başımı hafifçe geri çekip öpülmekten kızaran dudaklarına baktım. “Ne? Neden?”

“Ben… Ben kendimi tutamam.” Gözlerini sıkıca yumup sakinleşmeye çalıştı ama ne halde olduğunu biliyordum. Bilmekle de kalmıyor çok yakından hissediyordum. Gözlerini yavaşça aralayıp “Kendimi tutmak için nedenim yok artık,” diye mırıldandı. “Ve buna biraz daha devam edersek dayanabileceğimi sanmıyorum.”

Saçındaki elimi ensesine indirip “Dayanmana gerek yok,” diye fısıldadım. Bakışlarım dudaklarıyla gözleri arasında mekik dokuyordu ve bu konuşma faslını atlamak için resmen can atıyordum. Bu cezayı Aral’a mı vermiştim yoksa kendime mi, bilemiyordum doğrusu. “Sonuna kadar gidebiliriz.”

“Nasıl?” diye sordu kafa karışıklığıyla. “Hevesinin kaçtığını söylemiştin.”

Uzanıp altdudağını dişledim ve hafifçe çekiştirdim. Nefes almadan beni izliyordu, gülümsedim.

“Sence böyle bir durum söz konusu olabilir mi?”

“Ama sen,” deyip devamını getirmese de bakışlarındaki ifade neler olduğunu anladığını gösteriyordu. Yüzümdeki gülümseme genişledi.

“Bir küçük intikam meselesi diyelim,” diyerek burnumu burnuna sürttüm. Yutkundu, hem de oldukça sesli bir şekilde.

“İntikam, öyle mi? İntikam?”

Gözlerini kısıp bana öyle bir bakış attı ki, şu an kucağında olmasaydım şayet her nerede olursam olayım koşar ve üzerine atlardım.

“Bunun acısını çok fena çıkartacağım, Doktor. Haberin olsun.”

Gülümsedim. “Hayhay efen-”

Konuşmama bile izin vermeden sertçe dudaklarıma yapıştığında hiç vakit kaybetmeden aynı şekilde karşılık verdim ona. Kollarımı sıkıca boynuna dolayıp kucağına hareketlendiğimde vücudu adeta taş kesti ve “Siktir,” diye fısıldadı ağzıma doğru. “Sıkı tutun, Doktor.”

Tutunmama fırsat vermeden ayaklandığında boşluğa düşen bacaklarımı hızla beline sardım ve onu öpmeye devam ettim. Büyük bir aceleyle odayı terk edip merdivenlere yöneldiğinde yarı yolda kaza yapmamızı istemediğim için dudaklarını serbest bırakıp çenesine yöneldim. Dudaklarım boynuna doğru yol alırken adeta uçarcasına çıktı merdivenleri. Odasının kapısına geldiğimizde aralık olan kapıya öyle bir tekme attı ki kapı duvara vurunca çıkan sesten korkarak irkildim.

Kulağının altına dudaklarımı bastırırken “Kapıyı kırarsak annenlere nedenini söyleyemeyiz, biliyorsun değil mi?” diye sordum alayla. Sesim nefes nefese çıkıyordu ve hissettiğim yoğunluk yüzünden kulaklarım uğulduyordu ama hiçbir şey umurumda değildi. Şu an istediğim tek şey oydu ve kavuşmamıza çok az kalmıştı.

“Kapının kırılması sorun değil, sen dua et yatağı kırmayalım.”

Boğuk sesi ensemdeki tüyleri diken diken etmekle kalmamış, zaten dörtnala koşmakta olan kalbimi infilak ettirmişti.

Sırtım yatak çarşafıyla buluştuğunda gözlerinin içine bakarak gülümsedim. “Eğlenceli bir deneyim olabilirdi aslında.”

Gülüşümden öptü beni. “Öyle mi diyorsun?”

Ellerimi tişörtünün eteğine götürüp tek hamlede üzerinden çıkartırken “Denemeden bilemeyiz,” diye mırıldandım. Tişörtten kurtulduktan sonra önüne gelen saçlarını tek eliyle arkaya yatırıp üzerime abandı.

“Deneyelim o zaman.”

Yüzünü avuçlarımın arasına alıp dudaklarını kendime çektim.

“Emredersiniz, başkomiserim.”

 

Sıcaklığına gömülü olduğum yatağın beni bırakmaya çalışmasıyla uyanıp gözlerimi kırpıştırarak araladım ve yatağımın, yani Aral’ın, beni gerçek olduğu yetmiyormuş gibi bir de oldukça soğuk olan yatağın boş tarafına yatırmaya çalıştığını fark ettim. Uyku mahmuru olduğum için bir süre melül melül yüzüne bakıp gözlerimi tekrar kapadım -çünkü felaket uykum vardı- ve sızlanarak kollarımı doladım vücuduna.

“Iııh, ne yapıyorsun ya?”

Kurumuş boğazım yüzünden sesim zar zor çıksa da ona koala gibi yapışmam sonrası ne dediğimi anlamamışsa bile ne demeye çalıştığımı anlamış olmalıydı. Bu yüzden cevap vermekte hiç zorlanmadı.

“Mutfağa ineceğim, sen uyumaya devam et.”

İşittiğim cevap sonrası gözlerimi tekrar aralayıp çatık kaşlarımın altından baktım bu sefer ona. “Ne mutfağı Aral ya? Sus da yat şuraya, sabaha kadar uyutmadın zaten beni.”

Hafif bir gülme sesinin ardından alnıma sürtünen dudaklarını hissettim ama göremedim. Zira gözlerimi ne ara tekrar kapattığımdan haberim yoktu. Çok yorgundum. Ölesiye yorgundum. Çünkü gerçekten sabaha kadar uyumamıştım. Daha doğrusu uyutulmamıştım. Aral’ın içinden yorulmak nedir bilmeyen bir mağara adamı çıkacağını nereden bilebilirdim?

“İyi işte, sen uyu.”

“Sensiz uyumam,” diye huysuzlandım. “Sen de kapat gözlerini, ne derdin varsa bu saatte?”

“Ama gitmem lazım-”

“Hayatta göndermem,” diyerek son kozumu kullandım ve bacaklarımı ona doğru atıp üstüne tırmandım. “Burada uyuyacağım be-” Karnımda hissettiğim şeyle cümlem yarım kalırken fal taşı gibi açılan gözlerimi Aral’a çevirdim. Oldukça mustarip bir halde bana bakıyordu. Kendimi tutamayıp güldüm.

“Şaka yapıyorsun, değil mi?”

Sorumun üzerine sertlik daha da hissedilir olunca ağzım hayretle açıldı. “Dün gece, bin yıldır içinde uyumakta olan bir canavarı uyandırmış olabilir miyim?” Kafamı omzuma doğru eğerek sırıttım. “Sadece masum bir merak…”

Gözlerini devirerek ofladı. “Dalga geçmen bittiyse kalkar mısın üzerimden? Gerçekten hiç iyi durumda değilim çünkü.”

“Mutfağa mı gideceksin?” diye alay ettim.

“Saçmalama,” diye homurdandı. “Sen bir anda uyanınca aklıma ilk o geldi.”

Uykum iyiden iyiye kaçmıştı doğrusu.

“O zaman banyoya gidecektin?”

Huysuz bir tavırla “İzin verirsen gideceğim,” dedi.

Vermeyecektim elbette.

“Anlamadığım bir şey var. Beni uyandırmak yerine niye banyoya gitmeyi düşündün acaba?”

“Dün gece seni biraz fazla yordum, bunun için uyandırmak istemedim,” derken bakışları omzuma odaklıydı. Hâlbuki dün gece faaliyet halindeyken hiç utanma ibaresi göstermemişti. Sabah olunca utanç hücrelerine güncelleme gelmişti sanırsam.

“Şu an uyanık olmama rağmen hala banyoya gitmek istiyorsun ama?”

“Biraz önce gözünü bile açamıyordun, Tamay.”

“Şu an gayet açık,” diyerek bile isteye üzerinde hareket ettiğimde dişlerini sıkarak küfretti.

“Benimle oyun mu oynuyorsun?”

“Hayır, sadece bir dahaki sefere beni istediğin zaman banyoya gitmeyi düşünmek yerine beni uyandırman gerektiğinin mesajını veriyorum.”

“Sadece ilk seferinde seni bu kadar zorlamak istemiyorum.”

Uzanıp çenesine küçük ama sıcak bir öpücük kondurdum.

“Benim doktor olduğumu unuttun sanırım? Kendime zarar verecek bir şey yapmam.”

Büyük bir muhtaçlıkla baktı gözlerimin içine.

“Emin misin?”

Sırıttım. “Hem de çok.”

Cümlemi bitirir bitirmez kolları belime dolandı ve yalnızca birkaç saniye içinde pozisyonumuz değişti. Şimdi üzerime abanan oydu ve ah, hem de ne abanıyordu.

“Doktor tavsiyesi dinlemek çok önemlidir.”

Dudaklarıma kapanmadan önce söylediği son şey bu olmuştu. Sonrası zaten dün gecenin hiç de kısa olmayan bir özeti niteliğindeydi…

Güne ikinci kez gözlerimi araladığımda yatakta yalnızdım. Bu, söylenerek gözlerimi ovalamama neden olsa da yatakta doğrulurken ağzımda silemediğim bir sırıtış vardı. Uzun zamandır bu kadar keyifli uyanmamıştım sanırım.

Ya da doğduğumdan beri mi demeliydim?

“Ne kadar da edepli bir insanım,” diyerek kendi kendimle dalga geçtim ve yine kendi kendime olmak suretiyle kıkırdayıp yataktan aşağı uzattım bacaklarımı. Üzerimde Aral’ın dün gece film izlerken giydiği tişört vardı ve nasıl giydiğimi hatırlamıyordum bile. Aklım nerelerdeyse artık…

Ayağa kalkıp yavaş adımlarla odanın kapısına doğru ilerlerken acıyan canım yüzünden suratımı buruşturdum. Yiğitlik yapıp iyi olduğumu falan söylemiştim Aral’a ancak son yirmi dört saatte yaşadıklarımdan sonra ayakta durabilmem bile mucize sayılmalıydı bence.

Bir sırıtıp bir yüzümü buruşturarak odanın kapısını açıp dışarı çıktım ve banyoya yöneldim. Aral nerelerdeydi bilmiyordum ama yanına gitmeden evvel ılık bir duş alsam iyi olurdu.

Banyoya girip üzerimdeki tek parça kıyafetten kurtulduktan sonra kaslarımı rahatlatacak seviyede ılık bir duş alıp tekrar odaya geçtim. Duştan sonra hareketlerim biraz daha hızlanmıştı. Valizimden aldığım çamaşırları üzerime geçirdikten sonra Aral’ın dolabının başına geçtim ve tişörtlerinden birini alarak giyindim. Tişört sandığımdan kısa gelince poflayarak tekrar valizimin yanına döndüm, zira karnım felaket açtı ve bu haldeyken Aral’a yanlış mesajlar vermek istemiyordum. Bulduğum kısa bir pijama şortu giydim ve saçlarımı tarayıp kuruması için salık bıraktıktan sonra odadan çıkıp merdivenlere yöneldim.

Ağır adımlarla merdiven başına geldiğimde alt kattan gelen müzik sesini işiterek duraksadım. Beni yatakta bir başıma bırakıp aşağı inmişti ve şimdi de yüksek sesle şarkı mı dinliyordu gerçekten?

Merdivenleri olabilecek en hızlı şekilde indikten sonra sesin geldiği yerin mutfak olduğunu anlayarak oraya yönlendirdim adımlarımı. Yaklaştıkça sözlerini daha net duyduğum şarkı Kenan Doğulu’ya aitti ve benim tatlı başkomiserim de keyifli ıslığıyla şarkıya eşlik ediyordu.

Dudaklarıma oldukça büyük bir tebessüm yerleşirken vücudumu duvarın arkasına saklayarak başımı hafifçe kapıdan içeri uzattım ve Aral’ın ne yaptığına baktım.

Dans ediyordu.

Daha doğrusu, muhtemelen dans ettiğini düşünerek şarkıya uygun bir ritimle omuzlarını sallıyordu.

Elimi, kıkırtılarımı bastırmak için hızla ağzıma kapattım ve büyük bir keyifle, her hücresiyle mutlu olduğunu belli eden başkomiserimi izlemeye koyuldum. Bir insan soluk, düz bir tişörtle patates soyarken bu kadar karşı konulmaz görünmemeliydi ama o görünüyordu işte.

Onu uzaktan izlemeye daha fazla katlanamadım ve şarkıya kendini kaptırmış olmasından faydalanarak parmak ucumda yürümek suretiyle içeri girdim. Onu ilk kez telefondan yüksek sesle şarkı dinlerken görüyordum ki plakçaların uyuduğum odada olması bunun nedenini ortaya koyuyordu. Gerçi bu şarkının plağının olduğundan da şüpheliydim.

Nakarat kısmı geldiğinde ıslık çalmayı bırakıp birden arkasını döndü ve benim korkuyla çığlık atmamı umursamadan elindeki dilinmiş patatesi mikrofonmuş gibi ağzına götürüp nakarata eşlik etti.

Doktor, derdime bul bir çare

Ona doyamıyorum, yaz bir reçete

Sabah, akşam, yemekten önce

Sonra ve her anımda yanımda istiyorum

Ellerimi karnıma yaslayıp kahkahalarla gülmeye başladığımda kocaman sırıttı ve şarkıya eşlik etmeye devam etti.

Ah, bu kanepenin bir dili olsa

Anlatsa dünya sarsılsa

Yok, çok sevişmenin hiç zararı yok

Aşktan ölen varsa söyle

Varsa söyle

Neşesi öyle güzeldi ki ona katılmaktan başka hiçbir şansım yoktu. Kollarımı yukarı kaldırıp dans etmeye başladığımda elindekileri tezgâha bıraktı ve salınarak bana doğru ilerledi. Muhtemelen döngüye aldığı için şarkı tekrar başlarken biz çoktan birbirimize sokulmuştuk. Kollarımı boynuna dolayıp dans etmeye devam ettiğimde elleri belimi buldu ve beni kendine yasladı.

“Böyle şarkılar dinlediğini bilmiyordum,” diye ona takıldığımda sırıttı ve uzanıp başımı omzuma meylettirecek kadar güçlü bir öpücük kondurdu yanağıma.

“İçinde doktor kelimesi geçen her şarkıya bayılıyorum. Özellikle de buna. Dün geceden sonra favorim haline geldi.”

Başımı geriye atarak güldüm. “Neden acaba?”

Bir öpücük daha kondurdu yanağıma. Sonra da çapkın bir bakış fırlattı.

“Bilmem, bazı anıları getiriyor aklıma sanırım.”

Gülmeye devam ettim. Şu an onu daha önce hiç görmediğim bir ruh hali içindeydi ve buna bayılmıştım. Evet, onu açması çok zor olmuştu ve gerçek Aral’ı görmem uzun zaman almıştı. Aramızdaki engeller kalktıkça kendini bana açmaya başlamıştı ama şu anki hali bambaşkaydı… Daha önce hiç görmediğim kadar neşeli, omuzlarını sallayarak dans edecek kadar keyifli ve laf arasında belimdeki ellerini kalçalarıma indirip sıkacak kadar edepsizdi.

Ve ben bu adamı çok sevmiştim. Ah, hayır, kelimenin tam anlamıyla bayılmıştım.

Şarkı arka planda çalmaya devam ederken bakışlarımı omzunun üzerinden tezgâha çevirdim. Kızartılmak üzere kesilmiş patateslerin dışında muhtemelen omlet olmak için bekleyen bir karışım vardı. Ayrıca ocakta da buharı tüten bir çaydanlık ve ağzı kapalı bir tava vardı. Mutfak masasının kahvaltılıklarla donatılmış olmasından bahsetmek bile istemiyordum. Ağzımın suları akmak üzereydi.

Bakışlarımı büyük bir heyecanla tekrar Aral’a çevirdiğimde zaten beni izliyor olduğunu görerek gülümsedim. “Bütün bunları ne ara hazırladın?”

“Sabah sen uyuduktan sonra kalktım,” dedikten sonra dudaklarını şakağıma bastırdı. Temas etmeden duramıyor gibi bir hali vardı. “Önce duş aldım, sonra fırına gittim. Aslında ekmek almak için gitmiştim ama fırıncı yeni çıktığını söyleyince simit de aldım,” diyerek masanın üzerindeki poşeti işaret etti. Soğumasınlar diye poşetinden çıkarmamış olmalıydı. “Sonra da kahvaltı hazırlamaya koyuldum işte.”

“Her zaman mı bu kadar mükemmeldin yoksa bana mı özel?” diye takıldım ona. Sırıttı.

“Sana özel hareketler sergilediğim doğrudur.”

Kıkırdayarak uzanıp dudaklarını öptüm. Peş peşe kondurduğum öpücüklerimin arasında alt dudağımı kavradığında öpücüğümüz masum olmaktan anında uzaklaştı. Boynundaki kollarımı sıkılaştırarak kendimi ona yasladığımda bir elini sırtıma bastırıp bana destek oldu. Diğeri hala kalçamdaydı ve bugün içinde elini oradan ayırmaya niyeti yokmuş gibiydi.

Nefes nefese birbirimizden ayrıldığımızda alnımı çenesine yaslayarak kıkırdadım.

“Kahvaltıyı bir an önce hazır etsek iyi olur, yoksa birbirimizi yiyeceğiz.”

Keyifle güldü. “Bana uyar.”

“Ama bana uymaz, çünkü çok açım,” diyerek başımı geri çektim ve dudaklarına bir küçük öpücük daha bırakıp kollarının arasından sıyrıldım.

“Öyle olsun, bakalım.”

İş bölümü yaptık ve omletle ben uğraşırken patates kızartma işi de ona kaldı. Bu sırada ocaktaki tavanın kapağını açtığımda içinde buharı yüzüme vuran menemen olduğunu gördüm ve Aral’a bir kez daha vuruldum. Bu kadar şeyi ikimizin bitirebileceğinden şüphelenmem gerekirdi aslında ancak ben bile günlerdir yemek yemiyormuşum gibi hissediyorsam Aral’ın halini düşünemiyordum. Yani şüphelenmeye hiç gerek yoktu.

Çokça gülüşerek, biraz oynaşarak ve hala çalmakta olan şarkı sayesinde yer yer dans ederek harika bir masa kurduk. Karşılıklı sandalyelere oturup kahvaltıya başladığımızda bir süre ikimiz de konuşmadık. Ağzımızı o kadar seri bir şekilde dolduruyorduk ki konuşmaya fırsatımız olmuyordu zaten.

Açlıktan gözümün dönme evresini atlattığımda sırtımı sandalyeme yasladım ve “Akşam kaçta gideceğiz?” diye sordum. Simidinden bir ısırık almadan hemen önce “Yedi gibi çıkarız,” diye mırıldandı.

“Erkeklerde mi olacak kınada?”

Başını salladı hafifçe. “Geline kına evin içinde yakılacak. Erkekler de o sırada evin arka bahçesinde takılacaklar. Kınadan sonra herkesin birlikte eğlenebilmesi için kadınlar da bahçeye çıkacak.”

“Köy kınaları böyle mi olur genelde?”

“Yani… Köyde düğün ya da kına yapan çok kalmadı aslında. Genelde merkezde salon tutuluyor. Olduğunda da herkes kendisi nasıl istiyorsa öyle düzenliyor. Bazıları yalnızca kadınlara özel oluyor, bazıları da böyle karışık.”

Çayımdan yudumladıktan sonra merakımı dindirmek için sorular sormaya devam ettim.

“Sen seviyor musun köy düğünlerini? Ya da kınalarını?”

“Eskiden severdim, kuzenlerle oynaması eğlenceli oluyor. Büyüdükçe eski hevesim kalmadı ama.”

“Şimdi yanında ben olacağım için yeniden sevmeye başlarsın bence,” diye böbürlendiğimde güldü.

“Ben senin olduğun her yeri severim zaten.”

“Karnımı doyurmamı istiyorsan böyle şeyler söyleyip seni öpme isteğimi kamçılamasan iyi olur,” diyerek başımı salladığımda gülmeye devam etti.

“Kahvaltına kucağımda devam edebilirsin aslında. Böylece hem istediğin zaman beni öpersin hem de yemeye devam edersin.”

Yalancıktan nefesimi tutuyormuş gibi yaptım ve elimi abartılı bir tavırla göğsüme götürdüm.

“Siz nasıl fena bir bey oldunuz böyle, Başkomiserim...”

Göz kırptı.

“Beni bu hale getirenler utansın.”

“Hiç de utanmam, hahayt!” diye yükseldiğimde kahkaha attı. “Hatta kendimle gurur duyarım ki zaten duyuyorum.”

“En doğrusunu yapıyorsun,” diye beni tasdik edince sırıttım ve o an aklıma gelen bir şeyi sordum ona.

“Kuzenin nikâhını da bizim imam mı kıyacak?”

Böyle bir soru beklemiyor olacaktı ki yediği şey boğazına kaçtı ve birkaç kere öksürdü. Hızla masadaki boş bardağı kaptım ve suyla doldurup ona uzattım.

“Helal, helal! Ne dedim ki yahu?”

Sakinleşip suyu içtikten sonra gülerek başını salladı. “Bu da nereden geldi aklına?”

“Bilmem,” deyip omuz silktim. “Sen dün onları düğünde göreceğimizi söylememiş miydin?”

“Söyledim de konuk olarak gelecekler düğüne, nikâh kıymak için değil,” deyip güldü. “Zaten imam nikâhını kıymak için resmi nikâh cüzdanı görmek istiyor artık imamlar, diğer türlüsü yasak çünkü.”

Gözlerim açıldı. “Nasıl yasak?”

“İmam nikâhını kötüye kullandıkları için alınan bir önlem işte.”

“Kötüye kullananlar mı?”

“Sahte gelinleri duymadın mı hiç? Hani sürekli birileriyle imam nikâhı kıyıp damatları dolandırarak kayıplara karışan gelinler?”

“Hayır,” diyerek kaşlarımı çattım. “Ne bunlar, çete mi?”

“Hımhım,” diyerek başını salladı. “Bir kadının sahte ailesiymiş gibi davranıyor çetedeki adamlar, nikâhtan sonra hasılatı ve gelini alıp kayıplara karışıyorlar. Bu döngü sürekli tekrarlanıyor.”

“Oha,” diyerek hayretimi belirttim. “İnsanların fenalığına bak.”

“Bunların dışında kadınların haklarının gasp edilmemesi için de önemli bu yasak. Küçük şehirlerde, özellikle köy ya da kasabalarda resmi nikâhı pek önemsemiyorlar. Şu zamanda bile. Bu da kadının, kocası üzerinde hiçbir hakkı yokmuş gibi gösteriyor. Çünkü resmi olarak yok. Hastaneye gitse kocasının sağlık sigortasından faydalanamıyor, çocuğu olsa kocasının nüfusuna geçirmek için bir sürü uğraşması gerek, vs. vs.”

“Ya da adam gidip başkasına resmi nikâh kıysa ağzını açıp bir şey diyemez, çünkü adam resmi olarak bekâr,” diye ekleme yaptım söylediklerine.

“Aynen öyle,” diyerek biten çayını tazelemek için ayağa kalktığında kendi çayımın kalan kısmını tek dikişte içip bardağımı uzattım ona.

“E, o zaman bize nasıl nikâh kıydılar? Evli değiliz, yakın bir zamanda evleneceğimiz de yok.”

Çayını koyarken omzunun üzerinden muzip bir bakış attı bana.

“Bazen iyi polisler de suç işler.”

Koca bir kahkaha patlattım.

“Benim yüzümden yoldan çıktınız desene.”

“Eh, biraz öyle oldu ama hiç pişman değilim. Zaten sen benden daha zenginsin, yani beni dolandırmaya gerek bile duymazsın. Benim için de senden başkasına bakma gibi bir durum söz konusu olamaz. Yani ortada sorun falan yok.”

Sözlerine gülerek bardakları masaya bırakıp tekrar yerine kurulmasını izledim.

“Ya bizim imamı şikâyet ederlerse?”

“Kim edecek, sen mi? Yoksa ben mi? Nikâhı bilen bir avuç kişiyiz zaten.”

“Bizim yüzümüzden başı derde girmesin de.”

“Bir şey olmaz, merak etme.”

Kahvaltının geri kalanı birbirimize takılmalarımızla geçti. Acele etmeden ve bolca konuşarak masada ne var ne yoksa silip süpürdük. Sonra da ortalığı birlikte topladık. Aral, bulaşıkları durularken ben de ikimize bol köpüklü birer kahve yaptım ve mutfaktaki işimiz bitince kahvelerimizi alıp oturma odasına geçtik.

“Film izleyelim mi?” diye sordum koltukta ona sırnaşırken. “Hatta dünkü filmi izleyelim, malum dün izleyemedik.”

“Onu izlersek ben odaklanamam,” diye söylendi. “Dün bir takım eziyetler içindeydim malum,” diyerek beni taklit ettiğinde kahkaha atıp yanağından öptüm.

“Tamam, tamam, kızma sen. Başka bir şey buluruz,” dedikten sonra aklıma gelen şeyle ekledim. “Ya da dur, Doktorlar mı izlesek? Sen hangi bölümde kaldıysan oradan devam edelim, ben de uzun zamandır izlemiyordum zaten. İyi gider.”

“O hiç olmaz,” diyerek başını salladı hızla. “Dizi başlı başına bir fiyasko, karakterler desen birbirinden beter. En son Levent’in Ela’yı nikâh masasında bıraktığı bölümü izledim, bir daha da devam etmedim. Sinirlerim tepeme çıktı, Jülide’ye olan nefretim bile bunların yanında solda sıfır kaldı.”

Elimdeki kahveyi sehpanın üzerine bırakıp katıla katıla güldüm. Öyle bir nefretle konuşuyordu ki gülmekten başka hiçbir şey yapamıyordum.

“Herif, ilk bölümden beri kızın peşinde koşuyor. Elde etmek için yapmadığını bırakmadı, hastanede adını çıkardıktan sonra kahramanmış gibi öne atıldı ama ne eski karısı bitti ne de saçma hareketleri. İlişkiye ara verdiler diye gitti kızı aldattı, yetmedi kızı da kendi gibi sanıp eski sevgilisinden kıskandı. Bak, hatırladıkça sinirleniyorum.”

Kriz eşiğindeydim. Gülmekten ölmek üzereydim ama halimi görmesine rağmen kahvesini yudumlayıp içini boşaltmaya devam etmekten vazgeçmiyordu.

“Hasan desen pısırığın önde gideni, nerede kendisi için yanlış kadın varsa hepsini sevdi. Zeynep bütün etik değerleri yıkıp kendi başını yaktığıyla kaldı, Zenan’la Suat’ın ilişkisi zaten dillere destan. Anlatılmaz yaşanır yani. Kader de gidip kendine en uygun olmayan hanzoya âşık oldu, aldatıldı ama affetti, sonra adam ölünce de herkesi terk edip gitti. Jülide’nin adını bile ağzıma almak istemiyorum zaten. Dizide bir tane adamakıllı ilişki yoktu, bir tane.”

İki büklüm kıvrıldığım yerden ona baktım. “Sen… Biraz kalpsiz misin acaba?”

Huysuz bakışlarını bana çevirdi. “Stetoskopun yanında olsaydı sana her baktığımda artan kalp atışlarımı duyabilirdin. O zaman bilirdin, kalbim var mıymış yoksa yok muymuş?”

İki elimi de kalbimin üzerine koyup büyük bir aşk ve neşeyle baktım ona. Sinirliyken bile bana romantiklik yapmadan durmuyordu ve bunu bilerek yapmadığı da bariz ortadaydı. Muhtemelen hala nikâh masasında Ela’yı bırakan Levent’i düşünüyordu.

Bugünü çok gülmekten ölerek sonlandırmamayı başarabilirdim umarım.

Derin nefesler alıp kendimi yüksek miktarda sakinleştirdikten sonra doğruldum ve soğumadığını umduğum kahve bardağımı alıp tekrar Aral’a sırnaştım.

“Tamam, lafımı geri alıyorum. Yeter ki sakinleş sen,” deyip gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “O zaman ben daha önceden Tuana’yla başladığımız ama bir türlü bitirmeye vakit bulamadığım bir diziyi açayım, onu izleyelim. Zaten pek fazla bölümünü izleyememiştim, başlarını da anlatırım sana.”

“Ne dizisi?”

“Fantastik türde, özel bir lisenin çok zengin öğrencilerini anlatıyor. Kore yapımı zaten, yani Levent çıkamaz karşına.”

“Ha-ha-ha! Çok komik.”

Kıkırdayarak tişörtünün üzerinden omzunu öptüm. “Telefonunu versene, oradan açayım.”

Eşofmanının cebinden çıkardığı telefonun kilidini açıp uzattı bana. Gülümseyerek aldım ve diziyi aramaya koyuldum.

Yaklaşık beş dakika sonra televizyondan diziyi açmış, koltuğa da sarmaş dolaş şekilde uzanmıştık. İlk bölümden başlamadığımız için ona kısa bir özet geçtim.

“Bak şimdi, bu dizi aslında bir çizgi romanı anlatıyor. Daha doğrusu romantik konulu bir çizgi romanın yan karakterlerinden biri benliğini kazanıyor, yani kendisinin bir çizgi roman karakteri olduğunu fark ediyor ve dizi ona göre ilerliyor.”

“Ne garip bir konusu varmış,” diye mırıldandı.

“Bence etkileyici. Dizinin başkarakterinin, kitaptaki yan karakterlerden biri olması daha da etkileyici hatta.”

Diziyi başlattıktan sonra jenerik dönerken “Karakterleri kısaca anlatacağım şimdi sana,” diye haber verdim ve şansıma ana karakterlerin olduğu bir sahneyle başlayınca hemen durdurdum diziyi. “Şu kız, dizinin ana karakteri. Ölümcül hasta ve bu yaşına kadar birçok kez ameliyat olmuş. Şu sağdaki çocuk da bu kızın çocukluk aşkı ve herkes bunları nişanlı olarak biliyor. Aileleri de yakın bayağı. Ama çocuk aslında kızı sevmiyor ve ona çok kötü davranıyor. Hatta kötü bile değil, leş gibi davranıyor. Kız da buna rağmen onu sevmeye devam ediyor.”

“Hani bunda saçma bir şey yoktu?” diyerek iç çektiğinde güldüm.

“Bu kızın kendi karakteri değil ama. Yazar ne yazdıysa öyle davranıyor, ta ki kendi benliğini kazanana kadar. Çizgi romanda yaşananlar harici olan olayların gerçekleştiği zamana gölge diyorlar ve kız da gölgedeyken benliğini kazanıyor. Sonra da nişanlısı olacak çocuğu gerçekten sevmediğini fark edip şu soldaki yakışıklı çocuğa âşık oluyor.”

“Sakalı bile çıkmamış daha, neresi yakışıklı?” diye homurdandı. Kıkırdayarak uzanıp yanağından öptüm.

“Bunların zaten çoğu bebek yüzlü, bilmiyor musun?”

“Bilmek zorunda mıyım? Bana ne, elin Korelisinden?”

“Tamam, atarlanmaya yer arıyorsun sen de ya.”

“Yanımda elin adamına yakışıklı falan deme o zaman. Hatta yanımda olmadığında da deme. Benden başka kimseyi yakışıklı bulma da.”

“Benden küçük zaten oyuncu, sakin ol,” diyerek kıkırdadım. Bir kere sinirlenince sakinleşmiyordu ve ben daha önce bu kadar komik sinirlenen biriyle hiç tanışmamıştım. “Bir abla gözüyle yorum yaptım ben sadece. Hem benim için dünyadaki en yakışıklı adam sensin.”

Başını sallayarak önüne döndü. “Teşekkürler.”

Kendimi tutamayıp biraz daha güldüm ve ardından başımı omzuna yaslayıp diziyi anlatmaya döndüm. “İşte bu kız, ezik bulduğu için kendi karakterinden nefret ediyor ve çocukluk aşkı olan çocuktan da uzaklaşmak istiyor. Gölgedeyken sürekli sevdiği çocukla takılıyor ama sahnesi başladığında hop öteki çocuğun yanına ışınlanıyor ve bunu istemiyor. Kendi sonunu kendi yazmak istiyor. Biz de bunun için çabalamasını izliyoruz.”

“Sonunda kendi sevdiği çocuğa kavuşuyor mu?”

“Devamını izlemedim ki, yani bilmiyorum.”

“Umarım kavuşuyordur, yoksa olay çıkar.”

Kafamı geriye atarak güldüm. “Kavuşmuyorlarsa bile senin için kavuşmuş gibi hayal ederim ben, hiç merak etme. Hadi artık başlatalım şunu da neler oluyormuş görelim.”

Diziyi başlatıp tekrar Aral’ın göğsüne kuruldum ve Aral’ın bölüm boyunca eleştiri yapacağından emin bir şekilde diziye odaklandım.

“Tamay, geç kalıyoruz güzelim!”

Aşağı kattaki Aral’ın sesini duyduğumda aynadan kendime son bir bakış attım ve kapıya doğru “Geliyorum!” diye bağırdıktan sonra yatağın üstündeki çantamı kapıp odadan çıktım.

Bugün hiç de düşündüğüm gibi geçmemiş, Aral birlikte izlediğimiz üç bölüm boyunca sadece anlamadığı yerler hakkında soru sormak için ağzını açmıştı. Hatta diziye devam etmek istemişti ama kınaya gideceksek hazırlanmam gerektiğini söyleyip kapamıştım diziyi. Sanırım başroldeki kızın kendi hayatını ele geçirme konusundaki hırsından etkilenmişti.

Onu oturma odasında bıraktıktan sonra hazırlanmak üzere yukarı çıkmış, saç ve makyajımı yaptıktan sonra da üzerimdeki elbiseyi giyinmiştim. Köyde yapılan kınada insanların ne tür şeyler giyeceğinden emin olamadığım için orta halli bir parça seçmiştim. Elbisem uzun kolluydu ve boynundaki küçük dekolte harici sade sayılırdı.

l

Merdivenleri indiğimde Aral’ı kapının önünde beni beklerken bulunca gülümsedim ve ellerimi iki yanımda açıp kendi etrafımda döndüm.

“Nasıl olmuşum?”

“Ay parçası gibisin.”

Etkilendiğimi belli etmek için elimi kalbime götürüp “Ah,” dedim. “Bu ne güzel bir iltifat!”

“Sen daha güzelsin.”

Gülerek ona doğru ilerledim. “Şımarayım istiyorsun yani?”

Belimden tutup beni kendine çekti uzanıp çenemin altından öptü. “Sadece ne kadar çok sevildiğini bil istiyorum.”

“Biraz daha böyle konuşursan kınayı boş vereceğim ve seni odaya kapatacağım.”

Hızla “Bana uyar,” diyerek beni içeri doğru çekiştirirmiş gibi yapınca kahkaha atarak kolunu tuttum.

“Hani geç kalıyorduk biz ya? Hemen çıkalım yoksa gerçekten kınaya falan gidemeyeceğiz.”

Bu sefer sözümü dinledi ve ayakkabılarımızı giyerek evden çıktık. İçimde tatlı bir heyecan vardı çünkü Aral’ın akrabalarıyla tanışacaktım.

Arabaya binip yola koyulduktan yaklaşık yarım saat sonra köye varmıştık. Aral, arabayı uzun araba kuyruğunun sonuna bıraktıktan sonra aşağı indik ve önünde masalar kurulu olan eve doğru ilerlemeye başladık.

Bulunduğumuz yerde ev sayısı oldukça azdı ancak kına evinin önü bir hayli kalabalıktı. Taşlı yolda yürürken ayakkabı konusunda topuksuz tercihim için kendimi tebrik ettim ve Aral’ın peşinden ilerlemeye devam ettim.

“Oo, Aral’ım! Gözlerim neler görüyor benim böyle ya?”

En yakındaki masadan bizim yaşlarımızda biri kalkıp oldukça büyük bir neşeyle yanımızda geldiğinde Aral’la dostane bir tavırla sarılıp birbirlerinin omuzlarını pışpışladılar.

“Neler görüyormuş senin gözlerin?” diye soruya soruyla cevap verdi Aral ama sesindeki alay bariz ortadaydı.

Adamın bakışları kısa bir an bana kaydıktan sonra tekrar Aral’a odaklandı ve “Yengem söylediğinde görmeden inanmam demiştim,” diye mırıldandı. “Gördüm ama yine inanamıyorum!”

Sözleri beni de güldürünce bir kez daha bana baktı ve elini uzattı. “Ben, Ali. Aral’ın amcaoğluyum.”

Elini sıkarak. “Ben de Tamay, memnun oldum.”

“O memnuniyet bana ait, yenge.”

Yenge olarak anılmak o kadar da kötü bir şey değildi sanki ya…

“Annemler nerede, biliyor musun?”

“Büşra’nın yanındadır muhtemelen. Bütün kadınlar içeride zaten,” dedikten sonra bana bakıp kısa bir açıklama geçti. “Büşra, diğer amcamızın kızı ve aynı zamanda gelin oluyor.”

Başımı sallayarak güldüm. “Anladım.”

“Ben Tamay’ı içeri bırakıp gelirim o zaman.”

“Tamamdır.”

Aral, elini belime koyarak beni eve yönlendirdiğinde “Çok hiperaktif birine benziyor Ali,” diye mırıldandım.

“Öyle, baba tarafındaki kuzenlerimin en delisidir kendisi.”

Eve girdiğimizde bizim aramamıza kalmadan odalardan birinden Âmine teyze çıktı ve bizi gördüğünde kocaman gülümseyerek yanımıza geldi.

“Ay, ne kadar güzel olmuşsun sen.”

Ellerimden tutup beni kendi etrafımda döndürdüğünde sırıtmaktan yanaklarım acımıştı.

“Teşekkür ederim ama siz benden çok daha hoşsunuz.”

Gerçekten giydiği elbiseyle taş çatlasın kırk beş yaşındaymış gibi görünüyordu. Umarım ben de onun yanındayken bu kadar genç ve dinç görünebilirdim.

“Anlaşıldı, bundan sonraki hayatımda annem için ikinci planda olacağım.”

Aral’ın yalancı söylenişi aramızda girdiğinde ikimiz de ona döndük.

“Sen de pek yakışıklı olmuşsun oğlum ama şimdi sen ne giyersen giy bana çok yakışıklı geleceksin zaten. O yüzden söylemeye gerek duymuyorum.”

“Sağ ol anne ya, çok rahatladım yani şu an.”

Sitemi hepimizi güldürmüştü.

“Neyse, ben dışarı çıkıyorum. Tamay sana emanet.”

“Merak etme sen.”

Aral annesinin yanımızda olmasını umursamadan yanağıma küçük bir öpücük kondurduğunda utanç içinde Âmine teyzeye baktım ama o sanki bizi görmüyormuş gibi kocaman sırıtarak etrafı izliyordu.

Aynen, hiç görmemişti, hiç…

Beni devir alan Âmine teyzeyle birlikte gelinin de olduğu yere gittik ve bir sürü kişiyle tanıştım. Hatta o kadar çok kişiyle tanıştım ki üç beş tanesi hariç hiçbirinin adını hatırlamıyordum. Gerçi hatırlamama gerek de yoktu çünkü Âmine teyze bir an olsun yanımdan ayrılmıyor ve diğer misafirlerle rahatça sohbet etmeme yardım ediyordu.

Gelinle de tanıştıktan kısa süre sonra kendimi kına merasiminin arasında buluverdim. Her şey büyük bir hızla gerçekleşti. Şarkılar, türküler söylendi. Anneler ağladı. Kınalar yakıldı -ki Âmine teyzeyle birbirimizin ellerine kına yakarken bir hayli eğlenmiştim doğrusu- ve sonunda işin eğlence kısmı geldi.

Hep birlikte arka bahçeye çıktığımızda bahçenin süsleniş şeklini görür görmez vurulmuştum. Aral söylediğinde küçük bir yer olarak hayal etmiştim bahçeyi ama asla değildi ve öyle güzel ışıklandırılmıştı ki insanın köy düğünü yapası geliyordu.

En azından benim yapasım gelmişti…

Aral’la Erhan amcanın oturduğu masayı bulduğumuzda Âmine teyzeyle birlikte kocalarımızın yanına yerleştik ve bir süre ikram edilen şeyleri yemekle meşgul olduk. Biz tıkınırken gelin ve damat, çalan türkü eşliğinde bahçenin orta kısmında karşılıklı oynamaya başladılar.

Türkü bitip esas çiftimiz bahçenin başköşesindeki masalarına yöneldiklerinde aynı boşluğu konuklar doldurdu ve bir süre boyunca büyük bir neşeyle dans edip çiftetelli oynayanları izledim. Hatta bir ara Âmine teyzenin ısrarıyla biz de oynayanların arasına katıldık ve itiraf etmem gerekirse çiftetelli oynayan Aral bambaşka bir mevzuydu. Kocam diye demiyordum ama göbek atarken bile o kadar çekiciydi ki ister istemez onu kazanabilmek için ne sevap işlediğimi düşünüp duruyordum.

Zaman hızla akıp geçti ve ben uzun zamandır eğlenmediğim kadar çok eğlendim. Aral’ın akrabalarına, özellikle de kuzenlerine hemencecik ısınmıştım. Hepsi çok sıcakkanlılardı ve bana olağanüstü derece nazik davranmışlardı. Bazılarının bakışlarındaki şaşkınlık gece boyunca silinmemişti ama onları çok iyi anladığım için takılmamıştım. Hatta bir ara Ali yanıma yaklaşmış ve Aral’ı uzun zamandır böyle eğlenirken görmediğini söylemişti. Anlayışlı bir ifadeyle tebessüm etmiş ve bundan sonra onu hep böyle göreceğini söylemiştim.

Masadaki limonatamı alarak birkaç yudum aldığım sıra Aral kolunu sandalyemin sırtına yasladı ve beni kolunun altına aldı. Konukların çoğu hala bahçenin ortasında oynamakla meşguldü. Kaç tane şarkı ya da türkünün değiştiğini sayamamıştım bile.

Oturduğum yerde el çırparak kendimce dans edenlere eşlik ederken Ali yanımıza geldi ve eğilip Aral’ın kulağına bir şeyler söyledi. Aral da aynı gizemli tavırla ona karşılık vedikten sonra Ali bana gülümseyerek kısa bir bakış attı ve geldiği hızla yanımızdan ayrıldı. Merakla Aral’a döndüm.

“Ne oluyor ya?”

Sandalyeye yaslı kolunu kaldırıp işaret parmağıyla yanağımı okşadı. “Şimdi öğrenirsin.”

Merakım daha da artsa da ısrar etmedim ve önüme dönüp beklemeye başladım. Bakışlarım fıldır fıldır etrafta gezerken Ali’yi arıyordum aslında ama görünürlerde yoktu. Yanaklarımı şişirerek limonatama uzandığım sıra çalan şarkı bitip yerine yenisi başladı. Kurtlarını döken onlarca insan bunu hiç umursamadan ve duraksamadan salınmaya devam ederken çalan şarkının sözleri çekti dikkatimi.

Ruhuma neşe sunar

Kahverengi gözlerin

Gözlerin yar, gözlerin

Bakışlarım hızla Aral’a kaydığında zaten beni izlediğini fark ederek gözlerimi kıstım. O kadar keyifli ve o kadar yakışıklı görünüyordu ki, ona bakarken kalbim yoğunlukla taşacakmış gibi hissediyordum.

Senin en güzel yerin

Kahverengi gözlerin

Gözlerin yar, gözlerin

Başımı iki yana sallayarak güldüm. “Bu senin başının altından çıktı, değil mi?”

Soruma şarkıya eşlik ederek karşılık verdi.

Mehtapta benzer aya

Bakarım doya doya

Sanki tatlı bir rüya

Kahverengi gözlerin

Gözlerin yar, gözlerin

Dayanamayıp gülmeye başladım. Kelimenin tam anlamıyla deliydi.

Tatlı bir deli…

Âşık bir deli…

Kocam olan bir deli…

Günler inanılmaz bir hızla akıp geçiyordu. Kınadan sonraki gün Amasya’daki bir düğün salonunda gerçekleşen düğüne gitmiş ve orada da bir hayli eğlenmiştim. Tabii kınanın yerini tutmamış, köy düğünü yapma arzumu arşa çıkarmıştı ve benim bir köyüm bile yoktu ama olsundu.

Bu düşüncelerimi eve dönüş yolunda Âmine teyzeyle paylaşmıştım. Tabii ona köy düğünü istediğimi değil de köyde yapılan eğlencenin salon eğlencesinden daha güzel olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Bunun üzerine Âmine teyze kendi köylerini bana tanıtmayı vazife edinmiş ve ertesi gün hazırlığımızı yapıp Âmine teyzenin köyüne gelmiştik. Öğrendiğime göre Âmine teyze ve Erhan amca aynı köyden değillerdi ama köyleri komşuydu. Hatta akan yolun bir tarafı Âmine teyzenin diğer tarafı ise Erhan amcanın köyüydü ki, köylerin mahalle ayrılır gibi ayrılması beni biraz şaşırtmıştı doğrusu.

Geldiğimiz ev, Âmine teyzeye babasından kalan iki katlı bir köy eviydi. Eski ahşap merdivenleri ve duvarlara asılmış el yapımı örgüleriyle tam hayallerimdeki gibi bir köy eviydi. Erhan amca evin aslında tadilat istediğini ama Âmine teyzenin anılarına kıyamadığı için buna izin vermediğini söylemişti. Âmine teyzeyi çok iyi anladığım için karşılık vermemiştim.

Evden kahvaltı yapıp çıktığımız için bugünü köyü tanımaya ayırmıştık. Daha doğrusu onlar tanıtacak, ben de tanıyacaktım. Aslında bunun için çok da heyecanlıydım, ta ki Âmine teyze elinde bir kovayla yanıma gelip süt sağmamız gerektiğini söyleyene dek.

Ben ve süt sağmak…

Yok artık.

Bunu yapmayı asla istemesem de hevesle ona katılmamı bekleyen Âmine teyzeyi elbette ki kıramadım ve ahıra giden yolda peşine düştüm. Âmine teyze evden çıkarken şöyle bir üzerimi süzmüş ve eşofmanımla tişörtüme ses çıkarmamıştı ancak spor ayakkabılarımın ahırda batabileceğini söyleyip kendi ayağına da giydiği çarıklardan vermişti bana.

Çarıkları giydiğim zaman Aral aralıksız tam beş dakika gülmüştü ve evet, dakikaları bizzat kendim saymıştım. Zaten annesi süt sağacağımızı söylediğinden beri peşimden ayrılmıyordu. Neymiş, bu anı ölse kaçıramazmış. Haspam…

Evden çıkıp ahırlara giden bahçeye girdiğimizde yerde gördüğüm pek muhterem hayvan şeyleri doğru yolda olduğumuzu kanıtlar nitelikteydi. Bense felfenalardaydım. Köy düğünü istediğimi mi söylemiştim? Halt etmiştim!

Lakin ahıra girdiğimizde burun direklerimi sızlatacak kokuyu bilseydim, yolda gördüğüm şeylere hiç laf eder miydim?

Ahırın içine tahtadan odalar yapılmıştı ve her bir köşeden farklı bir inek möö’lüyordu. Normalde hayvanları çok severdim, inekleri de tatlı bulurdum ama daracık bir alanda hepsi gözünü dikmiş beni izlerken hiçbiri tatlı görünmemişti gözüme. Hele bir tanesi tahtaların dibinde durmuş beni dikizlerken önünden geçtiğim sıra yüksek sesle möö deyince küçük bir çığlıkla geriye sıçradım ve Aral’ın göğsüne yapıştım. Bir yandan kahkahalarla gülerken diğer yandan da beni sıkıca sarmalayıp kulağıma “Sana hoş geldin diyor sadece,” diye mırıldandığında dirseğimi karnına geçirdim.

“Dalga geçme bak benimle, fena olur ha!”

Bir dirsek darbesi daha attıktan sonra hırçınca kollarından sıyrılıp bizi hiç umursamadan ahırın sonuna doğu ilerleyen Âmine teyzenin peşinden gidiyordum ki gittiği yerdeki koca ineği görünce ayaklarım yere çivilendi. Bu inek kapalı kapılar ardında değildi ve kuyruğunu sallayarak ot yiyordu. Âmine teyzeyi görünce ağzındakileri çiğnemeye devam ederek bakışlarını bana kaydırdı ve beni gördüğü an duraksadı. Ot yemeyi de kuyruk sallamayı da bırakmıştı. Alnımda düşman askeri yazıyordu da haberim mi yoktu acaba?

“Yemez seni, korkma.”

Kulağımın dibinden fısıldanan cümleyle tüylerim diken diken olurken Aral’a bir kez daha vurmak istedim ancak bu sefer dirseğimi tutarak engel oldu bana.

“Hırçınlaştığın zaman daha mı güzel oluyorsun, yoksa bana mı öyle geliyor?”

Söylediği şeyi umursamadan hızla ona döndüm ve tişörtünün ucunu kavrayıp adeta yalvararak “Götürsene beni buradan,” diye mırıldandım. “Ne olur gidelim, Aral…”

Yüzünde yarım bir sırıtış oluştu. “Köye gidelim diyen sen değil miydin?”

“Köye gidelim dedim ben, inek sağalım demedim ki ama ya!”

Saklamaya gerek duymadığı bir neşeyle güldü. “Üzgünüm ama buraya kadar gelmişken vazgeçemeyiz.”

Hırsla geri çektim ellerimi. “Tam bir polis bozuntususun!”

Verdiği karşılık daha çok gülmek olunca sinirden saçımı başımı yolasım geldi ama kendimi tuttum. Altı sütü inek sağacaktım, en fazla ne olabilirdi ki yani?

Âmine teyze aklımdan geçenleri duymuş gibi ineğin yanında duraksadı ve bakışlarını bir an olsun benden ayırmayan hayvanın başını okşarken “Yaklaşırken ve ona dokunurken çok nazik olmalı, senden bir zarar gelmeyeceğini ona hissettirmelisin,” dedi. “Yoksa Allah göstermesin, tekme falan atıp seni hastanelik edebilir.”

Gözlerim irice açıldı. Bir inek yüzünden hastanelik olmak istemiyordum ama buradan nasıl kaçacağımı da bilmiyordum. Âmine teyze bana neden bunu yapıyordu? Acı çektiğimi görmüyor muydu? Buradan gidebilmek için illa ağlamam mı gerekiyordu? Eğer tek istedikleri buysa gerçekten ağlayabilirdim, çünkü zaten ağlamak üzereydim.

Âmine teyze ineğin arkasında diz çöktükten sonra “Az daha yaklaş bana, oradan izleyemezsin,” deyip boş kovayı önüne çekti. İnek, tekrar ağzındaki otu çiğnemeye başlamıştı ancak kuyruğunu sallamaya devam etmiyordu ve gözleri de hala benim üzerimdeydi. Tüm bunlar benden hiç hoşlanmadığı anlamına gelmez miydi? Bence gayet de gelirdi.

Usulca yutkunup öne doğru iki küçük adım attım ama pek de yaklaşmadım. Zaten bulunduğum yerden ineğin memelerini görebiliyordum ki bence şimdilik bu fazlasıyla yeterliydi.

“Şimdi iyi izle beni,” diyerek ineğin karnını okşadıktan sonra memeleri çekiştirip kovaya süt doldurmaya başladığında ne hissettiğim konusunda bir fikrim yoktu. Ayrıca ahır kokusu zaten bulanmış beynimi çok daha kötü hale getiriyordu.

Âmine teyze ezelden beri bunu yapıyormuş gibi görünerek ineği sağmaya devam ederken bakışlarını bana çevirdi ve muhtemelen yüzümde olan ifadeden dolayı “Göründüğünden çok daha kolay aslında,” diye mırıldandı. Sesinde yakaladığım merhamet kırıntısı mıydı?

“Peş peşe üç tane ameliyata girmek çok daha kolaymış gibi geliyor bana şu an,” diye hayıflandım. Konuşurken sesim titremişti çünkü aynı şeyi benden yapmamı isterse hayatta yapamazdım. Üstelik inek sağmayı öğrenmek benim ne işime yarayacaktı? İstanbul’un orta yerinde nereden bulup da sağacaktım ki ben ineği?

Âmine teyze halimi görünce omuzlarını düşürdü ve ellerini ineğin memesinden çekerek "Eh, yeter bu kadar. Daha fazla devam edemeyeceğim,” diye mırıldandı. Bakışlarının bende değil de arkamda duran zatta olduğunu fark edince hızla başımı çevirdim ve Aral’ı annesine kaş göz işareti yaparken yakaladım.

“Bu ne demek oluyor?”

Âmine teyze ayağa kalkıp bana doğru ilerledi. “Kızım kusura bakma, bu eşek çocuğun sözüne uydum ama beni de tehdit etti. Mecbur kaldım. Yoksa ben sana kıyabilir miyim?”

İşte benim melek kaynanam buydu. Bana kıyamaz, sürekli gülümser ve acı çektiğimi gördüğü halde fark etmemiş gibi yapamazdı. En önemlisi de beni hür iradesiyle inek sağmaya getirmezdi.

Ölümüne çattığım kaşlarımla Aral’a döndüğümde bayık gözlerle annesine baktığını gördüm. Ancak Âmine teyze oğlunun bakışlarını umursamadan benimle konuşmaya devam etti. “Senden intikam mı alması gerekiyormuş, ne? Sizin aranızda oyun gibi bir şeymiş sanırım, tam anlamadım. Beni bu işe bulaştırmamasını söyledim ama seni bir daha buraya getirmemekle tehdit etti beni. Mecbur kaldım.”

Gözlerim hayretle kocaman olurken “Sen ne ara bu kadar kötü biri oldun?” diye sordum, Aral’a.

Ellerini pantolonunun cebine sokup omuz silkti. “Hak etmediğini söyleyemezsin.”

Neyin intikamını aldığını sormama gerek yoktu, elbette biliyordum. “Ama ben onu durup dururken yapmamıştım! Senin yaptıklarının karşılığıydı.”

“Benim yaptığım hiçbir şeyin karşılığı o kadar kötü olamazdı,” diyerek gözlerini kıstı. Yani tamam, onunla sevişmek istemediğimi söyleyip sonra da bu umurumda değilmiş gibi gezmeye gitmek istemiştim. Daha sonrasında bu da yetmezmiş gibi onunla oyun oynamıştım ama yine de annesini bu meselenin içine dâhil etmesi hiç hoş değildi.

“Bence siz ne yapın biliyor musunuz?” diyerek aramıza girdi Âmine teyze. İkimizin arasındaki tehlikeli gerginliği almak ister gibiydi sesi. “Bizim aşağıdaki bahçemize gidin. Ağaçlar meyve kaynıyor, taze taze onlardan yiyin ve kendinize gelin. İstanbul’un hormonu sizi bozmuş, belli.”

“Bence de,” diyerek başımı salladım hızla. “Bence de bir gidelim, bakalım hangi meyveler varmış?”

Âmine teyzeye dönüp samimi bir şekilde gülümsedikten sonra Aral’a bir kez daha bakmadan koşar adımlarla çıktım ahırdan. Uzun bir süre inek görmek istemiyordum doğrusu.

Aral’ın peşimdeki adımlarını işitirken geldiğimiz yolu geri döndüm ve evin kapısına varıp dışarıdan da açılabilen kapıyı açarak içeri girdim. Ayağımdaki çarıkları kendi sporlarımla değiştikten sonra tekrar dışarı çıktım ve kapının önünde bekleyen Aral’ın yanına gittim. Suratım asık, kaşlarım da bir hayli çatıktı ama sanki bu önemli değilmiş gibi çenesiyle yolu işaret etti. “Buradan gideceğiz.”

Kollarımı sinirle göğsümde kavuşturup “Önce bir konuşsa mıydık acaba?” diye sordum kinayeyle.

“Yolda konuşuruz işte, ne acelemiz var?”

“İnsan azıcık pişmanlık belirtisi gösterir ya!”

Aniden sırıttı. “Pişman değilim ki, hatta çok eğlendim.”

“Çok acımasız bir intikamdı.”

“İnan bana, ne yaparsam yapayım senin seviyene ulaşamam.”

Ofladım. “Bunu o günün gecesinde atlattık sanıyordum? Hatta dün gece de kollarımın arasındayken çok mutlu görünüyordun. İntikam falan söz konusu değildi hiç.”

Zira o geceden beri hiç rahat durmuyorduk ve ikimizin de bu konuda en ufak bir itirazı yoktu.

Ellerini cebinden çıkarıp bana doğru bir adım attı ve kollarını belime dolayıp beni kendine çekti. Hızla izleyen biri var mı diye etrafa bakındım ama görebildiğim tek şey birkaç tavuktu ki onlar da yerleri eşeliyorlardı. Yani kimsenin umurunda değildik.

“Şaka yapmak istedim sadece, planlanmış bir şey değildi. Yolda gelirken aklıma geldi. Anneme söyleyince de kabul etmedi, ben de zor kullanmak zorunda kaldım.”

Ses tonu ve ilgili tavrı yelkenleri suya indirmeme neden olmuştu. Ayrıca neyin tribini atıyordum ki? Her ne olursa olsun bu gece yatağa onunla girmeyecek miydim sanki?

Nerede yatacağımı bile bilmediğim halde kiminle yatacağımı biliyordum. Bu ne büyük bir lükstü böyle…

Uzatmadım ve iç çekerek “Neyse,” diye mırıldandım. Bu kadar alttan almamın en büyük sebebi hak ettiğimi düşünmemdi aslında. Zira Aral’ın üzerine biraz fazla gittiğimi biliyordum ancak bunu ona itiraf edecek değildim. “Hadi şu bahçeye gidelim. Bahçenizde neler yetişiyor?”

Gülerek başını salladıktan sonra kolunu omzuma atıp beni göğsüne yasladı ve birkaç gündür defalarca yaptığı gibi saçlarımdan öpüp “En çok elma ağacımız vardı yanlış hatırlamıyorsam,” diye mırıldandı. “Tatları çok güzeldir.”

Yolda ilerlemeye başladığımızda “Ya,” diye mırıldandım. “Başka neler var?”

“Bu sene neler ektiklerini bilmiyorum ama genelde incir, armut falan oluyordu. Şanslıysak çitlerde yetişen böğürtlenlerden buluruz. Benim favorim onlar.”

Ağzım sulanmaya başlamıştı bile.

Aral, etraftaki yerleri anlatarak bizi bahçelerine götürürken gördüğüm kulübeyi işaret ettim ona. “Bu ne? Samanlık mı?”

“Oo,” diyerek kaşlarını kaldırdı. “Samanlığı da biliyorsun demek.”

“Tabii,” diyerek böbürlendim hemen. “Köy dizilerinde falan çiftler samanlıklarda sevişiyorlar ya hep. Samanların üzerine örtü falan seriyorlar hatta ama bence hiç rahat değildir orası-”

Cümlemi bitirmeme kalmadan ayakları birbirine dolandı ve neredeyse yüz üstü yere yapışacakken kolundan tutmamla zar zor dengesini sağlayıp doğruldu.

“Ay, ne yapıyorsun Aral ya? Dikkat etsene!”

“Asıl sen ne diyorsun?” diye çıkıştı bana. Böyle bir tepki beklemediğim için şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım.

“Ne dedim ki ben şimdi?”

“Yok köy dizilerindekiler samanlıkla oynaşırmış, yok bilmem ne yaparmış…”

Derdi şimdi anlaşılmıştı… Kendimi tutamayıp güldüm. “Ben oynaşırlar demedim bir kere, se-”

“Tamam, tamam, anladım, sus!” diyerek elini ağzıma kapattı. Yüzündeki dehşet dolu ifadeye akşama kadar gülebilirdim sanırım. “Biri falan duyacak, rezil olacağız millete.”

“Kim duyacak bizi?” diyerek arkada kalan tavukları işaret ettim. “Tavuklardan mı utanıyorsun yoksa?”

Sen iflah olmazsın, bakışını attıktan sonra aceleyle elimi tutup çekiştirmeye başladı beni.

“En iyisi bir an önce bahçeye gidip ağzına meyve tıkalım. Böylece ulu orta saçmalamazsın.”

Haline doya doya güldüm ama beni sürüklemesine de karşı çıkmadım. Utanınca ne yapacağı hiç belli olmuyordu ve bu hallerine kör kütük âşıktım.

Çok seviyordum be, vallahi çok seviyordum.

Hatta mecbur kalsam onun için inek bile sağardım, o kadar çok seviyordum işte.

Tabii ona takılmayı da çok seviyordum.

“Dönerken bir baksa mıydık acaba samanlığın içinde neler varmış diye ya?”

Ertesi gün Merzifon’daki eve geri dönmüştük çünkü gitme günümüz gelmişti ve gitmeden evvel son kez Amasya’yı gezmek istemiştim. O günü Amasya’da gitmediğimiz yerleri gezerek geçirmiş, son bir kez daha Hayri Baba’nın lokantasına gidip leziz balıklarından yemiştik. Ve sonrasında da dönme günümüz gelip çatmıştı.

Âmine teyze yanımıza almamız için bir sürü yiyecek yapmış, daha da yapmaya devam edecekken Erhan amcanın uçağa almazlar bu kadar şeyi, demesiyle durulmuştu. Onlara o kadar bayılmış ve o kadar alışmıştım ki hiç eve dönesim gelmemişti.

Bunu amcam duysa beni kıtır kıtır keserdi ama olsundu.

Nihayetinde bavullarımıza ek olarak içinde bolca yiyeceğin ve turşuluğun olduğu valizle birlikte Âmine teyzeye veda edip -kadıncağız son anda ağlamış ve beni de ağlatmıştı- Erhan amcanın arabasına binerek havaalanına doğru yola koyulmuştuk. Âmine teyzeyi ağlattığımız için bir hayli üzgündüm ve bu yüzden yol boyunca pek konuşmamıştım ama neyse ki Erhan amca sürekli bir şeyler anlatmıştı da sessizliğim dikkat çekmemişti.

Havaalanına varınca bavullarımızı alarak içeri girdik ve Erhan amcayla vedalaştıktan sonra eşyalarımızı teslim ederek bilet sırasına girdik.

Aral, bendeki sessizliğin farkında olduğu için kolunu omzuma attı ve beni göğsüne çekerek şakağımdan öptü.

“Bu kadar üzülme, yine geliriz. Hatta bu sefer Tuana’yı da getiririz.”

Başımı hevesle kaldırıp gözlerinin içine baktım. “Sahi mi?”

Heyecanım onu güldürdü. “Tabii.” Hafifçe iç çekti. “Annemlerden ayrıldığın için bu kadar üzüleceğini kim bilebilirdi?”

“Ama o da çok üzüldü. Ağlayınca çok kötü oldum. Sen hiç etkilenmedin mi?”

“Etkilendim elbette ama ben alışkınım bunlara. Annem biraz sulu gözlüdür. Çok yüksek ihtimalle on yıl kadar sonra çocuklarımızla birlikte onları ziyarete gittiğimizde bile biz İstanbul’a dönerken yine ağlayacaktır.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Bu konu ilgimi çekmişti çünkü.

“Kaç çocuk?”

“Hım?”

“Çocuklarımız dedin ya, tam olarak kaç çocuk? On yıl sonra kaç çocuğumuz olur sence?”

Bana önce şaşkın bir bakış attı, sonra da sesli bir şekilde güldü.

“Konu değiştirme hızına inanamıyorum bazen.”

Dirseğimle karnına vurdum. “Asıl sen konuyu değiştirme ve soruma cevap ver!”

Dudaklarını birbirine bastırıp düşünüyormuş gibi yaptı ama gülmemek için kendini tuttuğu her halinden belliydi.

“Bilmem… Belki iki, belki üç, belki beş? Fark eder mi?”

“Beşte anlaşalım,” diyerek elimi uzattım. “Daha fazlasını kafam götürmeyebilir çünkü.”

Bir bana bir de ona doğru uzattığım elime baktıktan sonra güldü ama elimi sıkmayı da ihmal etmedi.

“Beş tanesini kafan götürecek yani?”

“Emin değilim ama götürmezse Tuana’ya paslarım. Ben zamanında ona baktım, o da benim çocuklarıma bakıversin.”

Gülerek başını salladı ve eğilip saçlarıma bir öpücük daha kondurdu.

Birbirimize takılmaya devam ederek bilet sırasında ilerlediğimiz sıra Aral’ın telefonuna mesaj geldi. Telefonunu cebinden çıkardı ve “Arel mesaj atmış,” diyerek beni bilgilendirdikten sonra mesajı okumaya koyuldu.

Önemli bir şey varsa bana söyleyeceğini bildiğimden dikkatimi sıraya çevirdim ve önümüzdekilerin bir adım ilerlemesiyle ben de bir adım attım ancak yanım boşluk kalmıştı. Kaşlarımı çatarak arkama döndüğümde Aral’ın donmuş bir vaziyette telefon ekranına baktığını gördüm ve o an kötü bir şeyler olduğunu anladım. Duymak istemeyeceğim, beni bu hayal âleminden çıkarıp gerçek dünyaya geri döndürecek şeyler…

Aral, arkasındaki insanların ikazları sonucu kendine gelip usulca yanıma ilerlediğinde bakışlarım bir an bile ayrılmamıştı yüzünden. Bekliyordum. Geleceğini bildiğim o felaket haberini bekliyordum ama duyacağım şeye hiç hazır değildim.

Aral derin bir nefes aldıktan sonra yeşillerini bana çevirdi varla yok arası bir sesle “Yılmaz,” dedi. “Ölmüş. Öldürmüşler.”

Umarım beğenmişsinizdir, gelecek bölümde görüşmek üzere ♥

 

 

 

 

Loading...
0%