Yeni Üyelik
48.
Bölüm

BÖLÜM - 45/2

@bayanclara

Daha fazla dayanamayıp nefes nefese olduğum yere çökerken “Bir adım bile atacak halim kalmadı,” dedim. “Bundan sonrasını bensiz git lütfen.”

Aral bir adım önümde duraksayarak omzunun üzerinden bana baktı. Yakışıklı yüzünde alaylı bir ifade vardı.

“Bu kadar çabuk mu pes ediyorsun?”

Kaşlarım saç diplerime kadar yükselirken “Bu kadar çabuk derken?” diye soludum. “Yürümeye başlayalı neredeyse iki saat olacak!”

Başını iki yana sallayıp tamamen bana doğru döndü ve bir adım atıp aynı benim gibi dizlerinin üzerine çöktü. Şimdi dizlerimiz birbirine değecek kadar yakındık.

“Bu kadar kısa sürede bu hale gelmen çok üzücü değil mi?”

“İki saat az mı? Sporcu muyum ben be?” diye yükseldim. Zaten yorgundum, bir de üstüme geliyordu. “Biraz fazla kaçırdığım için azıcık yürüyecektik altı üstü. Anadolu yakasını boydan boya yürüyeceğimizden haberim yoktu.”

Küçük bir kahkaha attı. Yürüyüş yolunda olduğumuz için etrafımızdan geçen insanlar garip ifadelerle bize bakıyordu ancak onları umursayamayacak kadar yorgundum.

“Fazla abartmıyor musun sence de, Doktor?”

Alayla parıldayan gözleri bu kadar güzel görünmeseydi ona kafa atabilirdim.

“Abartıyorsam da kendime abartıyorum, sana ne?” diye homurdandım. “Hadi git sen, ben dinlendiğim zaman gelirim. Yani yarın sabah falan.”

Biraz daha güldükten sonra “Sanırım gerçekten iyisin, artık yürümene gerek yok,” dedi.

Gözlerimi devirip ona ters ters baktım. “Gerek olsaydı da yürüyemezdim canım, görmüyor musun halimi?”

Elimdeki yarısından çoğu içilmiş su şişesine baktım ve iç geçirerek kapağını açıp sona kalan suyu da içtim. Yetmemişti ama idare edecektim artık.

Aral, yüzündeki sinir bozucu ama bir o kadar da tatlı tebessümüyle şişeyi elimden aldı ve hafifçe dizlerinin üzerinde yükselip bana arkasını döndü.

“Hadi bin.”

Geniş sırtına bakarken şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. “Ne?”

“Kulübeye dönmen için sabahı bekleyemem. Doğum gününe birlikte girmemiz gerekiyor. O yüzden kalan yolu sen sırtımdayken tamamlamaya karar verdim.”

Teklifi oldukça cazip olsa da “Emin misin?” diye sordum. “Bu kadar yolu tek başıma tepmedim sonuçta, kalan yolu ben sırtındayken gitmek yorucu olmaz mı?”

Başını bana çevirip çatık kaşlarıyla yüzüme baktı. “Beni bu kadar hafife aldığını bilmiyordum.”

“Hafife almak değil bu,” diye homurdandım. “Kıyamamak.”

Yüzündeki tebessüm büyürken hafife iç çekip önüne döndü. “Ben seni taşırken yorulmam, aksine daha da güçlenirim. Hadi bin artık, hava kararmak üzere.”

Daha fazla itiraz edecek gücüm olmadığı için yavaşça ayağa kalktım. “Tamam ama yorulursan söyle, olur mu?”

“Olur,” diyerek başını salladığında ona hiç inanmasam da üzerine doğru eğilip kollarımı boynuna doladım. Elimin üzerine bir öpücük kondurduktan sonra iki yanındaki bacaklarımı tutup yavaşça ayağa kalktı ve dengesini bulabilmek için beni bir kez sırtında zıplattı. Ayaklarımı karnının üzerinde bağlayıp yanağımı kulağının altındaki yere yasladım ve kollarımı onu boğmayacak şekilde sıkılaştırdım. Dünya üzerinde olabileceğim en rahat ikinci yerdeydim; ilki kesinlikle sıcak ve geniş göğsüydü.

Bir süre sessizce yürüdükten sonra denk geldiğimiz ilk çöpe boş su şişesini attı. Ardından o zamana kadar hafifçe aşağı kaydığım için beni bir kez daha zıplattı ve yürümeye devam etti.

Sırtında oldukça mutlu, huzurlu ve mayışmış halde olsam da “Yoruldun mu?” diye sordum. “İnebilirim, az kaldı zaten.” Buraları çok bilmesem de yürüyüşe ilk çıktığımız zaman etrafta gördüğüm şeyleri tekrar görmeye başlamıştım. O yüzden aşağı yukarı tahmin yapabilmiştim.

Başını çevirip yanağını benimkine sürttü ve “Gayet iyiyim,” diye mırıldandı. “Hem dediğin gibi az kaldı, sorun yok yani. Senin karnın nasıl?”

“İyiyim. Hatta her an yeniden acıkmaya başlayabilirim.”

Hafifçe güldü. “Açlığını pastaya sakla o zaman.”

Eve gelince bile görmeme izin vermeden direkt dolaba atılan şu meşhur pasta… Normalde küçük ve basit bir şeye bile tav olacakken tavırları beni bir hayli beklentiye sokmuştu doğrusu.

Kısa bir süre sonra kulübeye vardığımızda girişte beni sırtından indirdi ve sırayla içeri girdik.

“Sen içeri geç istersen, ben de hızlıca bir duş alayım.”

Yürürken terlemiş olsam da kalan yolu sırtında tamamladığım için terim kurumuştu lakin Aral’ın alnındaki boncuk terler her ne kadar kabul etmese de zorlandığının göstergesiydi. Ağırlığımdan etkilenmemiş olsa dahi sıcaktan daralmıştı.

Yanından ayrılmak istemediğim için ona doğru ilerledim. “Bende seninle geleyim o zaman.”

Şaşkınca kaşlarını kaldırdı. “Ha?”

Tavrına neşeyle güldüm ve elini tutup peşimden banyoya sürükledim onu.

“Beraber yapalım banyoyu diyorum, niye bu kadar şaşırıyorsun?” Başımı çevirip uysalca beni takip eden adama baktım. Çok tatlıydı. Bir insan başka bir insanı en fazla ne kadar sevebilirse o kadar çok seviyordum onu. “Sanki daha önce hiç yapmadığımız bir şey.”

Hafif alay barındıran sesim gözlerinin kısılmasına neden oldu ve sadece birkaç saniye sonra kucağındaydım.

“Benimle alay etmek ne demekmiş göstereceğim şimdi sana.”

Kollarımı neşeyle boynuna dolayıp çenesine koca bir öpücük kondurdum.

“Heyecanla bekliyorum, Başkomiserim.”

Sözlerimin ardından sevgi dolu ama bir o kadar da tahrik olmuş bakışlarıyla bana baktı ve hiçbir şey söylemeden banyoya girdi. Beklentimi çok yükseltmişti ancak bunu karşılayacak hünere sahip olduğunu da çok iyi biliyordum.

Saçlarımın ıslaklığını iyice aldıktan sonra elimdeki havluyu kuruması için yatak başlığına astım ve banyoda bulup yanıma aldığım tarakla saçlarımı taradım. Banyo yaparken buraya gelirken sadece kıyafet getirmekle hata yaptığımı anlamıştım. Ne şampuana ne de başka bir şeye ihtiyaç duyacağım gelmişti aklıma. Kulübeye bir sonraki gelişimde yanımda neler getireceğimi şimdiden listelemeye başlamıştım.

Taradığım saçlarımı toplamaya gerek duymadan omuzlarımdan geriye atıp üzerimdeki beyaz elbisede gezdirdim bakışlarımı. Tam olarak kocayla baş başa geçirilecek akşamlar için tasarlanmış gibiydi. Kendi kendime sırıttım. Belli etmese de Aral oldukça zevk sahibi bir adamdı.

Yüzüme nemlendirici harici bir şey sürmeye gerek duymadan yatak odasından çıktım ve içeri geçtim. Aral, plakçalara bir plak takmıştı ve çalan şarkılar kulübenin her bir yanından duyuluyordu.

Onu geniş koltukta sırtüstü uzanmış, kolunu da gözlerinin üzerine kapamış bir halde bulunca usulca gülümsedim. Banyoda geçirdiğimiz ateşli dakikalardan sonra sırayla birbirimizi yıkayıp banyodan çıkmıştık. Üzerini hızlıca giyindikten sonra saçıyla uğraşmak gibi bir derdi olmadığı için benden evvel buraya gelmişti.

Adımlarımı ona yönlendirdiğimde ses çıkartmadığımı düşünsem de bir şekilde beni fark etmesini sağlamış olmalıydım ki yüzündeki kolunu aynı yerde tutarak karnındaki kolunu kaldırdı. Mesajı alınca usulca gülümsedim ve yanına vardığımda benim için açtığı yere, yani üzerine uzandım. Yüzümü boynuna gömdüğümde kaldırdığı kolunu sıkıca belime dolayıp saçlarımı kokladı.

“Hımmmm, aynı benim gibi kokuyorsun.”

Kıkırtım tenine karıştı. “Senin şampuanınla yıkandığım için olmasın?”

Başımın tepesindeki dudaklarının kıvrıldığını hissedebiliyordum. “Bundan sonra benim şampuanımla mı yıkansan acaba?”

Bir kolumu boynuna sarıp diğerini de yeni tıraş olmuş yanağına yerleştirdim.

“Prensip olarak kadın şampuanı kullanmayı tercih ediyorum.”

“Bence şampuanın kadını erkeği olmamalı, isteyen istediğini kullansın.”

Başımı boyun boşluğundan ayırıp yüzüne baktım. Çoktan kolunu gözlerinden çekmiş beni izliyordu.

“O zaman sen benim şampuanımı kullan, böylece yine senin gibi kokmuş olurum.”

Hemen “Olmaz,” diyerek karşı çıktığında yalandan kaşlarımı çatıp “Niye?” diye sordum. “Kadın düşmanı mısınız siz, Başkomiserim?”

Boştaki kolunu da sırtıma dolayıp beni iyice kendine bastırdı. “Kadın düşmanı olsaydım dünya üzerindeki en sevdiğim şey sen olabilir miydin? Ben sadece ahududu kokmak istemiyorum.”

Kendi şampuanım ahududu aromalıydı ve aslında Aral saçlarımın öyle kokmasına bayılıyordu ancak anlaşılan kendi saçlarına aynı aromayı yakıştıramıyordu. Bunu anlıyor olmakla birlikte onunla dalga geçmeye devam ederdim ancak söylediği çok daha önemli bir şey vardı ve ben ona odaklanmıştım.

“Dünyada en çok sevdiğin şey ben miyim?”

“Şey, kişi, varlık… Nasıl adlandırırsan artık. En sevdiğim sensin. Senden daha çok sevdiğim hiçbir şey yok.”

Kalbim yüksek dozda sevgiyle dolarken sessizce “Aral,” diye mırıldanıp boynuna sokuldum tekrar. “Ben de seni çok seviyorum. Çok, çok, çok seviyorum.”

“Biliyorum,” diyerek çenesini saçlarıma sürttü. “Bunun için minnettarım.”

Plaktaki şarkı değişirken Aral kollarını sırtıma daha geniş sarıp yan döndü ve beni kendisiyle kanepe arasına hapsetti. Onunla aramıza konan en ufak mesafeyi bile sevmediğimden hızla göğsüne sokulup bacaklarımı onunkilere doladım. Dudaklarını şakağıma bastırıp orada bıraktığında dudaklarımda huzurlu bir tebessüm oluştu. Her türlü temasına açtım. Ona bağımlıydım.

Kısa bir sessizliğin ardından tenime temas eden dudakları usulca kıpırdanmaya başladı ve çalan şarkıya eşlik ettiğini fark ettim. Aklım, fikrim ve kalbim öylesine onunla doluydu ki o söyleyene kadar ne çaldığını bile anlayamamıştım.

Ayrılmam istersen hiç yanından

Çağırırsan gelirim çok uzaklardan

Eskiden korkardım yalnızlıktan

Korkmam artık sen varsın

Sesindeki o tanıdık ton boğazımda bir yumru oluşturmuş, yutkunmamı zorlaştırmıştı. Şarkı başlı başına bir sanat eseriydi ancak sözleri onun ağzından duymak kalbimi huzurlu bir hüzne boğmuştu sanki.

Başımı geriye çekip güzel yüzüne baktığımda gözlerinin kapalı olduğunu gördüm. Ben geri çekilince şarkıya eşlik etmeyi bırakmıştı ancak gözlerini de açmamıştı. Bakışlarındaki yoksunluğu benden gizlemeye çalıştığını düşünüp içim burkularak hafifçe yükseldim ve dudaklarımı onunkilere bastırdım. Bana karşılık vermese de sırtımdaki kollarını sıkılaştırıp beni yapabildiği kadar kendine bastırmıştı.

Dudaklarına boylu boyunca kondurduğum öpücüklerden sonra birkaç defa da dudak kenarını öpüp yanağına geçtim. Şarkı çalmaya devam ediyor, beni saran parmakları sırtıma batıyordu. Öpücüklerime devam ettim. Gözünün altını, şakağını, alnını, çenesini, boynunu… Öpebildiğim her yere uzun ve kokulu öpücükler bıraktım. En sonunda az önce yüzümü gömdüğüm yere birkaç öpücük bırakıp öptüğüm yere yerleştim, elimden gelse yuva bile yapardım boynuna. Sonsuza kadar da orada yaşardım.

Bir süre öylece uzandık. Birkaç şarkı daha gelip geçti, sözler kulaklarımı talan ediyordu ancak düşünebildiğim tek şey Aral’ın saçlarıma vuran nefesinin kalbime verdiği huzurdu. Normalde de duygusal biriydim ancak bir yaş daha yaşlanırken yanımda onun olması daha da duygusal yapmıştı beni.

O kadar huzurlu ve mayışmış haldeydim ki Aral’ın sesini duymasam büyük bir mutlulukla uykuya dalabilirdim.

“Uyursan pasta yiyemezsin ve gece yarısı olmasına çok az kaldı. Bu yüzden gözlerini açmalısın Doktor.”

Takmıştı pastaya… Yüzümde oluşmasına engel olamadığım gülümsemeyle “Hımmmm,” diye mırıldandım.

“Hımlama, dediğimi yap,” diyerek ellerini karnıma getirdi. “Yoksa seni gıdıklarım.”

Bana kıyamayacağını düşünerek tekrar “Hımmmm,” diye bir ses çıkardım ve anında bundan pişman oldum. Çünkü bana kıyamamazlık falan etmemişti ve şu an hunharca gıdıklıyordu beni.

“Araaaaaaaaal! Ahahahahahhaha! Duuuur! Yapmaaaa! Tamammm! Ahahahahahhaha! Tamammm! Duuuuuuur! Duuuur diyoruuuum! Kalkacağım yaaaa! Ahahahahhahaha!”

Olduğum yerde kahkaha atarken bir o yana bir bu yana dönerek ellerinden kaçmaya çalışıyordum ama nafileydi. Beni çok fena sıkıştırmıştı.

Gözlerimden yaşlar gelmeye başlayınca nihayet bana acımaya karar verdi ve gıdıklamayı bırakıp üzerime eğilerek yanağımı ısırdı.

“Koca sözü dinlemeyi öğrenmelisin.”

Ellerimle gözyaşlarımı silerken ona kötü kötü bakmaya çalıştım ancak müthiş keyifli olduğum için beceremedim. Ayrıca biraz önceki mayışmış halden de katbekat uzaktaydım. Dinçleşmiştim.

“İstediğim sözü dinlerim ve buna sadece keyfimin kâhyası karar verir, hıh!”

Sözlerime gülerek beni bir kez daha ısırdı ve “Şımarık,” diye mırıldandı. Biraz şımardığımı kabul ediyordum ama ona da şımarmayacaksam kime şımaracaktım ki?

“Buyurun, benim?”

Başını geri çekip gözlerimin içine baktı. Dudaklarında muazzam bir gülümseme vardı. Ona çoktan abayı yakmamış olsaydım şu an kesinlikle nakavt olurdum.

Az önceki küçük çaplı savaşımızdan sonra yüzüme düşen saçlarımı parmaklarının ucuyla geriye tararken “Çok aşığım sana,” diye mırıldandı. Sesi kısık ve içtendi. “Çok hem de.”

Kocaman gülümsedim. “Ben de sana. Çoktan da çok hem de.”

Dudakları iki yana kıvrılırken son kez uzanıp alnımdan öptü ve hemen ardından dizini koltuğa yaslayarak doğruldu. “Hadi, kalkıyoruz.”

Önce kendisi kalktı, sonra da beni ellerimden çekerek doğrulttu. Bakışlarım kitaplığının üzerindeki saate kaydığında gerçekten de gece yarısı olmasına yaklaşık on dakika olduğunu gördüm.

“Sen burada beni bekle, ben de pastanı hazırlayıp geleyim. Anlaştık mı?”

“Ben de yardım edeyim?” diye teklif sundum ancak anında çatılan kaşları yeterli cevabı vermişti.

“Sen sadece burada otur,” derken gözleri, gözlerimi okşuyordu. “Lütfen.”

Hafifçe iç çekip başımı salladım. “Tamam.”

Uysallığım onu gülümsetti ve saçlarımın tepesine tekrar bir öpücük bırakıp yanımdan ayrıldı. Odada yalnız kaldığımda omuzlarımı düşürüp dikkatimi üzerime çevirdim. Elbisemin eteği oluşan hengâmede bir hayli sıyrılmıştı. Kendi kendime sırıtıp önce eteğimi, sonra da düşmeye meyleden omuz askılarımı düzelttim. Elbisemle işim bittiğinde parmaklarımı dağılmış saçlarıma daldırıp elimle taradım. Kurumaya başladığı için kabarmaya başlamıştı ama çok da umursamadım. Toplamak istemiyordum.

Kendimle oyalanmaktan sıkılarak saate baktığımda doğum günüme sadece birkaç dakika kaldığını gördüm. Hem heyecanlı hem de oldukça meraklıydım, pastayı kutusundan çıkarmak bu kadar uzun sürmese gerekti. İçeri gelmek için tam saatin gelmesini mi bekliyordu?

Dudaklarımı birbirine bastırıp olduğum yerde kıpırdandım ve kapıya kaçamak bir bakış attım. Kimse yoktu. Arada bir kapı çarpılma sesi duyup duruyordum ama nereden geldiğini anlayamıyordum.

Sıkıntıyla of çekip dururken aklıma gelen fikirle usulca gülümsedim ve sehpanın üzerindeki telefonumu alıp kamerasını açtım. Beraber geçireceğimiz ilk doğum gününün hatırası olsun istiyordum. Bu yüzden yerimden kalktım ve video modunu açtıktan sonra telefonu biraz önce oturduğum yeri güzelce çeken bir yere koyup tekrar eski yerime döndüm.

Oturduğum yerden telefonun kamerasına bakıp sırıttığım ve saçma sapan pozlar verdiğim sırada birden odanın ışığı kapandı ve karanlıkta kaldım. Ani bir korkuyla “Aral!” diye bağırmıştım ki kapıda beliren ışık çekti dikkatimi.

Mum ışığı.

Pastamın mumları yanıyordu.

O güzel sesiyle “İyi ki doğdun, Tamay,” diye mırıldandı, elindeki koca pastayla içeri girerken. Mumun turuncu ışığı yüzüne vuruyor, yeşil gözleri parıldıyordu. “İyi ki doğdun, Tamay. İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki doğdun Tamay.”

Pastayla birlikte yanıma gelip tam önümde diz çöktüğünde yaşlarla dolan gözlerim onun yeşillerinden ayrılıp pastaya kaydı. Mum ışığı beni yanıltmıyorsa yeşildi, hem de çok tanıdık bir yeşil. Çenemin titrediğini hissettim.

İki katlı, yuvarlak bir pastaydı. Üst katı daha küçüktü ve üzerinde siyah bir piyano bulunuyordu. Bir de parmakları piyanonun üzerinde duran beyaz önlüklü bir kadın; ben.

Piyanodan ve benim küçük figürümden arta kalan yere de mumları dikmişti. Yalnızca iki mum vardı; 2 ve 8.

Ağlamamak için kendimi sıkarken bakışlarımı yeşillerine çevirdim ve “Hani 28 yaşıma gireceğime inanmıyordun?” diye sordum. Sesim oldukça titrek, bir o kadar da isyankârdı. “Böyle şeyler bir tek bilim kurgu filmlerinde olurdu sadece, öyle demiştin?”

Hafifçe tebessüm etti. “Benim inanmamam senin fikirlerine saygı duymadığımı göstermez. Senin öyle kabul etmen yeterli benim için.”

Daha fazla tutamadığım gözyaşlarım yanaklarımla buluşurken “Bu kadar güzel bir adam olman haksızlık,” diye isyan ettim. “Doğum günümde beni ağlatıyor olman daha büyük bir haksızlık.”

Tebessümü genişledi. “Ben ağlatacak bir şey yaptığımı düşünmüyorum, sadece sana bayılacağını düşündüğüm bir pasta yaptırdım.”

“Bayıldığım için ağlıyorum ya zaten,” diye homurdanarak gözyaşlarımı sildim. Hala o aptal tebessümüyle beni izliyordu. Çok yakışıklıydı. Keşke bu kadar düşünceli davrandığı zamanlar yakışıklı olma oranını biraz azaltsaydı, bu şekilde zavallı kalbimin kaldıramayacağı kadar mükemmellik yüklemesi yapıyordu.

“Yüzümü eskitmeyi bırakıp erimeden önce mumlarını mı üflesen?” diyerek bana takıldığında amacının üzerimdeki duygusallığı almak olduğunu biliyordum ve buna istinaden gözlerimi de devirdim ancak kalbimdeki ağrı azalmak yerine artmaya devam ediyordu. Onu öyle çok seviyordum ki.

Hiçbir şey söylemeden bakışlarımı pastaya çevirdim ve benim için yaptırdığı sanat eserini son kez inceledikten sonra gözlerimi kapayıp dilek tuttum.

Ailemle birlikte mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir yaşam istiyorum. Sevdiklerimin hep benimle olmasını istiyorum.

Gözlerimi tekrar açtığımda Aral’ın pür dikkat beni izlediğini her bir hücremle hissedebiliyorum ancak ona bakmadım ve içime derin bir nefes çekerek mumları üfledim.

İşte şimdi karanlıkta kalmıştık.

Karanlığa alışmayı bekleyerek gözlerimi kırpıştırırken kıkırdamadan edemedim.

“Pastayı böyle mi keseceğiz?”

“Elbette hayır,” diye söylendikten sonra çıkardığı seslerden ayağa kalktığını anlayabilmiştim ancak onu göremiyordum. Birkaç saniye sonra odanın içi tekrar aydınlandığında gözlerimi kıstım ve hemen önümdeki sehpada duran pastaya bakarken bu kez de ışığa alışmayı bekledim.

Pastanın detaylarını incelerken Aral’ın odadan çıktığını fark edememiştim ki bunu anladığımda elindeki tabaklarla yanıma geliyordu. Ayrıca üzerini de değiştirmişti. Banyodan sonra giydiği eşofman ve tişört yoktu üzerinde. Koyu renk bir kot pantolon ve gözleriyle aynı renk bir gömlek giymişti. Gülümsemeden edemedim.

“Yeşili bu kadar çok sevdiğini bilmiyordum.”

Tabaklarla birlikte elinde tuttuğu bıçak ve iki çatalı da sehpaya bırakırken “Yeşili seven ben değilim zaten,” diye mırıldanıp gözlerimin içine baktı. “Sensin.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Evet… Seninle tanıştığım ve bu rengin var olduğunu gördüğüm andan beri en sevdiğim renk, yeşil. Ama herhangi bir yeşil değil, senin gözlerinin yeşili.”

Gülümsedi. “Biliyorum. Bunu bana sürekli söylüyorsun.”

Gülümsemesine sırıtarak karşılık verdim. Gerçekten de sürekli söylüyordum. Çünkü gözlerine her baktığımda bunu düşünüyor ve içimde tutamıyordum.

Bana gülümsemeye devam ederken sehpadaki bıçağı alıp bana uzattı.

“Kes bakalım pastanı.”

Önce bıçağa, sonra da bu zamana kadar sahip olduğum en güzel pastaya baktım ve şiddetle başımı salladım.

“Olmaz, bu harika şeyi kesemem. Yazık olur.”

Yüzündeki gülümseme soldu ve şaşkın bir bakış attı. “Ne?”

Haline gülmek istesem de şu an pastanın canını kurtarmak çok daha mühim bir meseleydi benim için.

“Bu pasta bir şaheser ve ben ona zarar veremem, olmaz. Bu doğum günümde de pasta yemeyiveririm, bir şey olmaz.”

Bana ciddi olup olmadığımı tartarcasına baktı ve fazlasıyla ciddi olduğumu fark edince “Güzelim,” diye iç çekti. “Sen yemesen ve hatta pastayı buzdolabında saklamaya çalışsan bile bir gün mutlaka bozulacak ve onu atmak zorunda kalacaksın. Bunu biliyorsun, değil mi?”

Dudaklarımı birbirine bastırıp ona üzgünce baktım. Haklıydı ve bunu biliyordum.

“Ne zaman istersen sana aynı pastadan yaptırırım, o yüzden bunun için üzülmeyi bırak ve tadına bak. Olur mu?”

Başımı pastama çevirip üzgün bakışlar attım ona. İçten içe kesip yiyeceğim için de özür diledim. Çok fena saçmalıyor olabilirdim, beş yaşındaki bir çocuk gibi davranıyor da olabilirdim ancak şu an psikolojik olarak pek de iyi sayılmazdım zaten.

Nihayetinde olacak şeyi kabullendim ve “Tamam,” diyerek başımı salladım. “Ama kesmeden önce bizim bir fotoğrafımızı çek ki anısını saklayabileyim.”

“Bak bu olur,” diyerek başını salladı. “Son derece makul bir istek.”

Karşısında gerçekten beş yaşında bir çocuk varmış gibi açıklama yapmasına gülsem mi ağlasam mı bilemedim, bu yüzden de onu daha çok sevmeyi tercih ettim. Bundan daha fazlası olabilirmiş gibi…

Pastamı bana uzatıp karşıma geçti ve kendi telefonuyla birkaç fotoğrafımı çekti. Ardından isteğim doğrultusunda yanıma geldi ve üçümüz birlikte fotoğraf çekildik. Her anımızın kendi telefonum tarafından videoya alındığının farkında olsam da bunu Aral’a söylemedim ve pastamı keserken ona hüzünlü bakışlar atmakla yetindim. Sonradan bu anları izlediğimde kendimle çok fena dalga geçeceğimden emindim.

Aral pastadan kestiğim dilimleri tabaklara yerleştirip birini bana uzattı ve büyük bir dikkatle pastadan ilk lokmayı almamı seyretti. Tadı en az görüntüsü kadar enfesti.

“Mmmmmm,” iniltileriyle olduğum yerde salındığımda halime gülüp kendi pastasından bir lokma aldı. Benim gibi abartılı bir tepki vermedi ancak beğendiği yüz ifadesinden belli oluyordu.

Bir süre sessizce pastalarımızı yedik ve az önce pastaya kıyamadığını söyleyen ben değilmişim gibi tam üç dilim yedim. Tek dilimini yedikten sonra arkasına yaslanan Aral da alaylı bir ifadeyle beni izledi ama hiç takmadım. Çünkü pasta gerçekten efsaneydi.

Karnımın tıka basa dolduğundan emin olarak boş tabağımı sehpanın üzerine bırakıp geriye yaslandım ve bunca yediğim şeyden sonra daha fazla dayanamayıp öne fırlayan göbeğimi okşadım.

“Senin yüzünden kilo alacağım,” diyerek somurttuğum sırada hafifçe gülüp kolunu omzuma doladı ve beni kendine doğru çekerek şakağımdan öptü.

“İstediğin kadar kilo alabilirsin, benim için hiçbir önemi yok.”

“Benim için var ama canım, kilo alırsam en sevdiğim elbiselerimin içine sığamam.”

“Sen de yeni elbiseler alırsın o zaman.”

Başımı geriye doğru yatırıp ona baktım. “Her şeye de bir cevabın var, öyle değil mi?”

“Senin her derdine bir çözümüm var, evet,” diyerek beni düzelttiğinde kendimi tutamayıp güldüm ve yüzündeki o huzurlu ifadeyi seyrettim.

“Keşke tanışmak için bu kadar geç kalmasaydık. Karşıma daha evvel çıkmaman büyük haksızlık, oysaki ben bütün yaşlarıma seninle birlikte girmek isterdim.”

Beni biraz daha göğsüne çekerken düşünceli bir ses tonuyla “Nasıl tanışmamızı isterdin?” diye sordu.

“Beşik kertmesi olabilirdik mesela, böylece ilk kelimelerimiz birbirimizin adları olurdu. Çok romantik!”

Söylediğim şey onu güldürdü. “Yaşadığımız yüzyılı göz önünde bulundurarak olabilirliği daha yüksek bir öneride bulunmayı denemelisin bence.”

“Hım,” diye mırıldanıp bakışlarımı üst katı yendiği için darmaduman olmuş pastama diktim ve gerçekten düşündüm. “Ben genelde aynı okulda okurken birbirlerine âşık olan insanlara imrenirim. Bunu konu alan dizileri de çok severim mesela ama senin mesleğin söz konusu olduğunda bu pek mümkün olmuyor.”

“O zaman mesleğimi değiştir. Sonuçta hayal kuruyorsun ve geçmişe dönmemiz mümkün olmadığına göre polislikten başka bir şey seçmem de sorun olmaz.”

Gözlerinin içine baktım, samimiyetle parıldıyordu yeşilleri.

“O halde seni doktor yapacağım.”

Tek kaşı havalandı. “Doktor olmamı mı isterdin?”

Aklım istemsizce Uğur’a kaydığında hızla başımı salladım. “Hayır, aslında doktor olmanı hiç istemem ama aynı fakültede okuyor olmamız gerek.” Küçük bir duraksama yaşadıktan sonra itirafta bulunmayı tercih ettim. “Bir de Yasemin’le Gökhan’ın tanışma şekillerine hep imrenmişimdir. Gökhan bizden üst sınıftaydı ve derslerinde de bir hayli başarılıydı, bu sayede Yasemin’e ders konusunda çok yardımı oluyordu. Ben de içten içe onları kıskanıyordum.”

Son sözlerim onu hafifçe gülümsetse de bakışlarındaki dalgınlıktan aklından hoş olmayan şeyler geçtiğini anlayabilmiştim. Hatta dile getirmemiş olsa bile neyi merak ettiğini çok iyi biliyordum.

“Uğur’la aynı fakültede olmamıza rağmen niye Yasemin’le Gökhan’ın ilişkisinin içimde ukde kaldığını merak ediyorsun, değil mi?”

Aklındaki soruyu o dile getirmeden anlamış olmam onu rahatlatmış gibiydi. Bu yüzden sadece baş sallamakla yetindi.

“Uğur öğrenciyken de başarıya çok önem verirdi ve bireysel çalışmayı severdi. Birkaç kez üst sınıfta olmasının faydasını görmek için ondan bana anlayamadığım birkaç şeyi anlatmasını istemiştim ve o, şey… Başka birisine ders anlatma konusunda pek iyi değildi. Anlatmaya çalışırken kendi bildiği şeyi de unuttuğunu söylerdi. Bu yüzden birkaç seferden sonra ondan böyle bir istekte bulunmayı kestim. Tekliflerimi beni kırmamak için kabul etse de o anlar ikimiz için de hüsranla sonuçlanıyordu. Onun yerine kendi dönem arkadaşlarımdan yardım alıyordum.”

“Nedense hiç şaşırmadım,” diye homurdandıktan sonra ağzının içinde birkaç şey daha söyledi ancak anlayamadım. Muhtemelen küfür etmişti.

“Başka şeyleri boş verelim şimdi,” diyerek konuyu dağıtmaya çalıştım. “Dünyaya bir kere daha gelebilseydik sana nasıl tanışmamızı isterdim, onu anlatacağım.”

Kollarını sıkıca etrafıma dolayıp yanağını saçlarıma yaslarken “Anlat bakalım,” diye mırıldandı. “Dinliyorum.”

Çatlayan başım yüzünden kaşlarımı çatarken çantamın askısını düzelttim ve merdivenleri çıkmaya devam ettim. Her ders çıkışı olduğu gibi oldukça yorgundum ancak bunu bahane etmeye devam edersem ilk sınavlardan fena halde çakacaktım. Bu fakültenin zor olduğunu bilerek gelmiştim ve ilk aydan pes etmek üzere olmam inanılmazdı.

Kütüphanenin olduğu kata vardığımda yorgunlukla derin bir nefes verdim ve cam kapı sayesinde içeriyi gözetledim. Tıklım tıklımdı, tam da olmasını beklediğim gibi.

Daha fazla oyalanmadan içeri girdim ve ümitsiz bir yer arama çabasına giriştim. Onca öğrencinin arasında çıt çıkmıyordu ve bu da masaların arasında ilerlerken yanlışlıkla ses çıkarma konusunda tedirgin olmama neden oluyordu.

Neyse ki herhangi bir ses çıkarmadan etrafta gezmeyi başardım ancak bir tane bile boş yer bulamadım. Her insansız gördüğüm masada heyecanlanıyor ancak çok geçmeden masanın üzerindeki kitap yığınını görüp omuzlarımı düşürüyordum.

Bu saatte gelmenin tam bir ahmaklık olduğuna emin olarak çıkışa yürüyordum ki cam tarafındaki masalardan birinde bir kafa eksikliği fark ettim. Terste kaldığı için masanın üzerini göremiyordum ve bu yüzden ümitlenmemeye çalışıyordum ancak arada derede bir yer olduğu için belki diğer öğrenciler tarafından fark edilmemiştir diye düşünmeden de edemiyordum.

Hızlı ama sessiz adımlarla masanın yanına yaklaştığımda gördüğüm boşluk içimi amansız bir mutlulukla doldurdu. Masa iki kişilikti ve sandalyeler karşılıklı konulmuştu. Diğer taraftaki kız önündeki notlara gömülmüş olduğu için onu rahatsız etmek istemeyerek masanın yanına vardım. Ne kitap ne kalem ne de başka bir şey… Masanın üzerinde hiçbir şey yoktu ve ben altın bulmuş gibi sevinmiştim.

Tabii bu sevinç çok uzun sürememişti, çünkü sandalyeyi ses çıkarmadan geriye çektiğimde üzerinde siyah bir çanta olduğunu fark etmiştim. Hayal kırıklığı içinde omuzlarım tekrar düştü ve ağlamamak için zor dururken kendimi sandalyeye bıraktım. Burada vakit kaybetmek yerine eve gitseydim şimdiye çoktan uykuya dalmıştım. Böylece birkaç saat uyuyup sonra kalkar ve ders çalış-

Kimi kandırıyordum ki? Kafayı vurduğum an ertesi sabaha kadar uyanmıyordum. O yüzden tüm yorgunluğuma rağmen buraya gelmemiş miydim zaten?

Sandalyedeki çanta sırtıma battığı için alıp masanın üzerine bıraktım ve kendi çantamı da hemen önüme koyup ağlamaklı bir halde başımı üzerine yasladım. Karşıda oturan kız istemsizce çıkardığım seslere rağmen bir kez bile kafasını kaldırıp bana bakmadığı için cesaret edip çantanın sahibinin ne kadar süredir ortada olmadığını soramıyordum da. Gerçi sorsam da bileceğini sanmıyordum ya neyse.

Kalkıp eve mi gitsem yoksa çantanın sahibi gelene kadar ders çalışmaya mı çalışsam diye düşünürken gözlerimi öylesine kapatmıştım. Uykuya ne ara daldığım konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu.

Omzumda hissettiğim dokunuşla gözlerimi araladığımda gördüğüm ilk şey yeşildi. Açık ve oldukça parlak bir yeşil, hayatımda gördüğüm en güzel yeşil.

Bir an gördüğüm şeyin ne olduğunu algılayamadım, hemen ardından birkaç kez gözlerimi kırpıştırdığımda birinin gözlerine bakıyor olduğumu fark ettim. Çok ama çok yakışıklı fakat asla tanımadığım birinin gözlerine…

Telaş içinde kafamı kaldırınca ani hız başıma ağrı olarak dönmüş ve kaşlarımı çatarak başımı tutmama neden olmuştu. Bu sırada etrafa bakıp nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Masalar vardı, çalışan bir sürü öğrenci…

Kütüphanedeydim. Çanta bulduğum masada uyuyuvermiştim.

Ne yapacağımı bilemez bir halde bakışlarımı karşımdaki çocuğa çevirdiğimde yüzündeki tembel gülümsemeyle beni izlediğini fark edip utançla olduğum yere sindim. Esmer olduğum için yüzümün kızardığı belli olmazdı ancak yanaklarımdaki yangını hissedebiliyordum.

Fazlasıyla yakışıklı olduğu yetmiyormuş gibi dünyadaki en güzel gözlere sahip olan çocuk tam önümde diz çökmüş ve bir şeyler söylememi beklermişçesine yüzüme bakarken elimi başımdan çekip “Şey,” diye mırıldandım. Daha doğrusu fısıldadım çünkü aradan ne kadar zaman geçmiş olduğunu bilmesem de kütüphane hala öğrenci doluydu. “Sanırım burası senin yerin,” diyerek bir çıkarımda bulundum. Çantanın sahibinin o olduğunu düşünüyordum, aksi takdirde neden gelip beni uyandırsındı ki? “Her yer doluydu ve ben de bir anlığına ne yapacağımı düşünmek için buraya oturmuştum. Uyuyakaldığım için üzgünüm, bilerek olmadı.”

Yeşilleri yüzümde gezerken tebessümü büyüdü ve benim gibi fısıldayarak “Onun için uyandırmadım,” diye mırıldandı. Ses tonu da en az kendisi kadar yakışıklıydı. “Kötü bir açıda yatıyordun, boynunun tutulmasını istemedim.”

Bir an ne diyeceğimi bilemeyerek “Ha,” diye mırıldandım ve anında sustum. Avanak gibi çocuğun suratına bakakalmıştım. Ve bir dakika… Ne demişti o? Boynumun tutulmasını istemediği için mi uyandırmıştı beni? NE?

Onu daha önce hiç görmemiştim. Kendi sınıfımdaki herkesi tanıyor olduğumdan değildi elbette ancak en azından simalarına az çok hâkim olmuştum, bu çocuk bizim sınıfta değildi. Hatta benden büyük görünüyordu.

Her ne kadar onunla tanışmak istesem de şişmiş olduğuna emin olduğum gözlerimle bunu yapmaya cesaret edemedim ve çantamı kendime çekerek “Ben kalkayım artık,” diye mırıldandım. Her ne kadar fısıldayarak konuşsak da masanın diğer tarafındaki kızı rahatsız etmiş olmalıydık, zira başını kaldırmış bize bakıyordu.

Kalkmaya yeltenmişken elini omzuma koyarak durdurdu beni. Dokunduğu yerin alev aldığını hissederken bakışlarımı eline dikmemek için insanüstü bir çaba sarf ettim.

“Kalkmana gerek yok, ben bugünlük çalışacağım kadar çalıştım zaten. Çantamı alıp giderim.”

Tavan yapan suçluluk duygusuyla “Olmaz öyle,” demiştim ki masanın diğer tarafında oturan kız önündeki kitabı şak diye kapattı ve ağzının içinde bir şeyler geveleyerek kalemlerini toplamaya başladı. Fısıldayarak konuşuyor olsak dahi sinirlerini epey germiştik belli ki. Başka bir zaman olsa onu rahatsız ettiğimiz için özür dilerdim ancak bu seferlik gidiyor olması işime geldiği için dudaklarımı birbirine bastırmak dışında bir şey yapmadım. O kalkarsa yerine ben geçebilirdim, böylece bu yeşil gözlü ve ultra yakışıklı çocuk da benim yüzümden kütüphaneden gitmek zorunda kalmazdı.

Kız bizim yüzümüzden gidiyordu gerçi ama gitmek yerine bizi uyarmayı tercih edebilirdi. Hiçbir şey söylemeden direkt hazırlanmaya başlaması onun tercihi sayılmaz mıydı?

Çocukla sözleşmiş gibi hiç konuşmadan kızın kalkıp gitmesini bekledik. Bu süreçte gözlerini sürekli üzerimde hissetsem de dönüp bakmaya utandığımdan masayı incelemeyi tercih etmiştim.

Kız nihayet toparlanıp masadan ayrıldığında oraya geçeceğimi söylemek üzere çocuğa dönmüştüm ki benden evvel davrandı ve masadaki çantasını kapıp karşı sandalyeye fırlattı. Çantası ağır olmadığı için çok da yüksek bir ses çıkmamıştı ancak yine de birkaç kişi dönüp bize bakmıştı.

Üzerimizdeki bakışlar beni biraz daha utandırırken başımı çevirip çocuğa baktım. Yeşilleri benim üzerimdeydi ve gülümsüyordu. Kalbim hiç de iyi değildi.

“Sanırım sorun halloldu.”

Başını bana doğru eğerek fısıldadığında dudaklarındaki gülümseme bana da bulaştı ve ona takılmadan edemedim.

“En son bugün yeterince çalıştığını söylüyordun sanki?”

Küçük bir duraksama yaşadı, muhtemelen bunu söylediğini unutmuştu ancak benim yüzümden bahane uydurduğunu bildiğim için takılmadım. Hatta kendisi de buna takılmadı ve sırıttı. Sırıtışı da çok tatlıydı.

“Bu fakültede asla yeterince diye bir şey yoktur,” diyerek başını salladı ve devam etti. “Sen yenisin galiba. Burada da ilk kez görüyorum seni.”

Sohbet etmek için uygun bir yerde olmadığımızı biliyordum ancak onu daha yakından tanımak için yanıp tutuşuyordum. Şimdilik adını öğrensem bile yeterdi. Böylece okulun internet sitesinde onu araştırabilir, sonrasında da stalk yaparak annesinin kızlık soyadına kadar öğrenebilirdim.

“Evet,” diye cevap verdim. “Bu ilk senem, hatta ilk ayım. Derslerden sonra çok yorgun olduğum için eve gidiyordum ama eve gidince de yatmaktan başka bir şey yapmıyorum. O yüzden bu sefer buraya gelmeyi tercih ettim.”

“Görünüşe bakılırsa buraya gelmek de yatma istediğini azaltmamış.”

Benimle alay ettiğini bilsem de salak salak sırıttım. Kötü niyetle söylemediği yüzünden belli oluyordu çünkü.

“Biraz öyle oldu ama şu an tamamen ayığım, birkaç saat ders çalışabilirim.”

“İyi bakalım, daha fazla tutmayayım ben seni.”

Bana göz kırpıp doğrulduktan sonra masanın diğer tarafına geçişini izlemiyormuş gibi yapmak çok zordu. Çantamı kucağıma çekmiş içinden bir şeyler çıkarıyordum ancak aklımdaki tek şey göz kırparken ne kadar havalı göründüğüydü.

Kalemlerimi ve bugün son derste işlediğimiz konunun notlarını masama koyarken karşıya kaçamak bir bakış atmayı denedim ve onunla göz göze geldim. Beni izliyordu. Beni izliyordu!

Utançla gözlerimi kaçırıp notları önüme çektim ve ilk sayfayı açıp okumaya başladım. Bir kere okudum, iki kere okudum, üç kere okudum ama okuduğum şeyden tek kelime anlamadım. İstediğim tek şey başımı kaldırıp ona bakmak ve ders çalışırken nasıl göründüğünü izlemekti. Bir de adını sormak. Deli gibi merak ediyor ama sormaya çekiniyordum.

Aynı cümlede takılıp kalsam da onun bakışlarını üzerimde hissettiğim için elimdeki fosforlu kalemle rastgele birkaç kelimeyi çizip durdum ve sayfayı çevirdim. Beni uykucu bir çömez olarak tanıması kâfiydi, bir de aptal olduğumu düşünmesini istemiyordum.

İkinci ve üçüncü sayfayı da hiçbir şey anlamadan birkaç kelime çiziktirerek geçtikten sonra daha fazla bu halde kalamayacağımı anlayıp tuvalete gitmeye karar verdim. Yüzüme biraz su çarpmaya ihtiyacım vardı. Telefonumu cebime attıktan sonra masanın üzerindeki her şeyi olduğu gibi bıraktım ve ayağa kalkmadan önce son kez ona bakma cesaretini gösterdim. Başı önündeki kitaba doğru eğikti ve kaşlarını çatışına bakılırsa benim aksime bir şeyleri anlamaya gayret gösteriyordu. Onu uzun uzun izlemek isterdim ancak ben bile onun bakışlarını hissediyorsam o haydi haydi hissederdi ve ben bunun utancıyla yaşayamayabilirdim. Bu yüzden bakışlarımı önüme indirip sandalyemi geriye ittim ve ayağa kalkıp ondan tarafa hiç bakmadan tuvaletlerin olduğu kısma yöneldim.

Tuvalette umduğumdan daha uzun zaman geçirmiş olsam da yüzüme soğuk su çarpmak iyi gelmişti. Ayrıca uyurken dağılan saçlarımı da bileğimdeki tokayla toplamış ve kendimi biraz daha bakılır hale getirmiştim. Okula gelirken süslenmek pek âdetim değildi, bu yüzden makyajla falan hiç uğraşmazdım ancak bugün ilk kez en azından dudak parlatıcısı sürmüş olabilmeyi dilemiştim.

Tuvaletlerin bulunduğu koridordan çıkıp kütüphaneye geri döndükten sonra içimdeki heyecanı bastırmaya çalışarak masama doğru ilerledim. Sandalyeme oturduğum sıra başını bana çevirirse ona gülümseyip gülümsememem gerektiğiyle ilgili kendimce bir tartışmaya girdikten birkaç dakika sonra bunun çok yersiz olduğunu fark ettim. Zira masam görüş açıma girmişti ancak boş sandalyemin karşısında oturan kişi farklıydı. Omuzlarım hayal kırıklığıyla düşerken belki yanlış masaya bakıyorumdur diye gözlerimi etrafta gezdirdim ama hayır, yanılmıyordum. Ben tuvaletteyken çocuk gitmişti ve başka biri çoktan yerini kapmıştı.

Adını sormadığım için delicesine pişman olarak masama doğru ilerledim. Eşyalarımı toplayıp eve gidecektim ben de. Nasıl olsa ders çalıştığım falan yoktu. Bugün her açıdan kelimenin tam anlamıyla bir fiyaskoydu.

Masaya vardığımda kalemlerimi toplamak için elimi uzatmıştım ki ders notlarımın üzerine yapıştırılmış renkli bir post-it gördüm.

Sana veda etmeden gitmek istemezdim ancak acil bir işim çıktı. Ders konusunda anlamadığın bir şey olursa veya kütüphanede yer bulma konusunda sıkıntı yaşamaya devam edersen deneyimlerimi seninle paylaşmayı çok isterim. Bana bu numaradan ulaşabilirsin: 05xx xxx xx xx

-Aral

Ders notlarımda olduğu gibi küçük, renkli kâğıtta yazan şeyleri de defalarca kez okudum ancak bu sefer okuduğum her şeyi çok net bir şekilde anlamama rağmen okumuştum. Sanırım okuduklarıma inanamadığım için bu kadar çok tekrara ihtiyaç duymuştum.

Numarasını ezberlediğime emin olarak sessizce “Aral,” diye mırıldandım. Sürekli duyduğum bir isim değildi, ne anlama geldiğini de bilmiyordum ancak bayılmıştım.

Kâğıdı alıp kaybolmasından korkarak telefon kalıbımın içine sakladıktan sonra hızlıca eşyalarımı topladım ve engel olamadığım devasa gülümsememle kütüphaneden ayrıldım. Bir an önce eve gidip Aral’ın sosyal medya hesaplarını bulmalı, hakkında öğrenebildiğim kadar çok şey öğrenmeli ve sonra da ona atacağım mesajı düşünmeliydim.

Anlatmayı bitirdikten sonra başımı geriye çekerek Aral’a baktım.

“Ee, yeniden tanışma hikâyemiz hakkında ne düşünüyorsun?”

Masanın üzerine odaklı yeşillerini bana çevirip “Hadi yapalım,” diye mırıldandı. Neden bahsettiğini anlayamadığım için kaşlarımı çattım.

“Neyi yapalım?”

“İşi gücü bırakıp tekrar üniversiteye girelim ve beraber okuyalım. Tıp okuyabileceğimi sanmıyorum ama başka bir şeyin altından kalkabilirim bence. Sana da değişiklik olur.”

Ciddiyeti karşısında koca bir kahkaha atıp “Saçmalama,” diye mırıldandım. “Bu saatten sonra ikinci bir okul okuyamam.”

“Niyeymiş? Yetmiş yaşındaki insanlar bile tekrardan sınava giriyor, bizim onlardan ne eksiğimiz var?”

Biraz daha gülüp elimi yanağına koydum ve başparmağımla gözünün altını okşadım.

“Seninle okul okumak tatlı olurdu ama hayalimdeki gibi olmazdı. Gençlik heyecanı bir başka oluyor, on sekiz yaşındaki benle şimdiki ben aynı değil ki. Senin için de aynı şey geçerli. Aynı tadı vermez.”

Dudaklarını birbirine bastırıp yavaşça başını salladı. İkna olmuş gibiydi. Yüzümden eksilmeyen gülümsememle “Polisliği bırakıp yeniden okula gitmeye razı olacak kadar çok sevdin yani hikâyemi, öyle mi?”

“Sevdim,” diyerek başını salladı. “Ama benim hakkımdaki çıkarımlarda biraz pasif kaldın.”

Kaşlarımı kaldırıp “Öyle mi?” diye sordum şaşkınca. “Adını bile bilmediğin bir kıza numaranı vermen yeterince abartılı değil mi?”

Dilini şaklattı. “Yirmi yaşındaki ben, numarasını verecek kadar hoşlandığı birini orada öylece bırakıp gitmezdi. Muhtemelen seni utandırmamak için ders çalışıyormuş gibi yapmanı izler, belli bir zaman sonunda da karnımın acıktığını bahane ederek benimle yemeğe gelip gelemeyeceğini sorardım. Sen kabul edince de seni omzuma atıp kütüphaneden çıkardım.”

Oysaki son cümlesine kadar gayet ciddi bir şekilde dinliyordum onu. Koca bir kahkaha patlattım.

“Ne yapardın, ne yapardın?” diye bağırdım. Kendimi tutamamıştım. “Omzuna mı atardın? Kütüphanenin ortasında? O kadar insanın içinde?”

“İnsanları umursadığımı kim söyledi?”

“Sen onları umursamıyor olabilirsin ama inan bana doçentler ve profesörler seni fazlasıyla umursar.”

Gözlerini devirdi. Sözlerim canını sıkmıştı resmen!

“O zaman okuldan çıktıktan sonra omzuma alır, arabaya atardım seni.”

“Muhtemelen yirmi yaşında araban olmazdı,” diyerek dudağımı büktüm. “Ayrıca beni oraya buraya atmaya duyduğun istek de gözümden kaçmadı, bilesin.”

“Ah, kesinlikle yirmi yaşındayken arabam vardı,” diyerek sırıttı. Bazen annesinin varlıklı bir aileden geldiğini unutuyordum. “Ayrıca güç gösterisi kızların akıllarını başlarından alır. Özellikle de genç kızların.”

Olduğum yerde doğruldum ve gözlerimi kısarak yüzüne baktım. “Umarım yirmi yaşındaki Aral, güç gösterisi yapmaya bayıldığı için etrafındaki kızları omuzlarında taşıyıp oraya buraya fırlatmamıştır?”

Usulca yutkundu ve bakışlarını benden kaçırdı. Ağzım kocaman açıldı.

“YAPTIN MI? GERÇEKTEN Mİ?”

Kafasını diğer tarafa çevirip duvarı incelemeye başladığında dizlerimin üzerine yükselip üzerine eğildim. Bakışlarını yakalamaya çalışıyordum. “Ne yaptığını anlatıyorsun bana! Hemen! Şimdi! Kime diyorum, alo?”

Yanağına bastırdığım elimle yüzünü zorla kendime çevirdiğimde beklediğimin aksine sırıtıyordu. Hem de kulaklarına kadar.

“On sene önceki, hatta on seneden de fazla, kızları kıskanıyor olamazsın, değil mi?”

Sorusunu duymamış gibi yapıp “Bana onlara ne yaptığını anlat,” diye emrettim. “Hemen dedim!”

Büyük bir keyifle uzanıp beni belimden kavradı ve oldukça çevik bir hareketle kaldırıp kucağına oturttu. Ona şimdi çok daha yakından bakıyordum. Eğer bu kadar gerilmiş olmasaydım muhtemelen az önceki güç -ya da kas- gösterisine dibim düşerdi ama şimdi aklımı kurcalayan başka şeyler vardı.

Yirmili yaşlardaki fingirdek kızlar!

Ona hala ters ters baktığımı görünce yüzümü ellerinin arasına alıp dudaklarıma oldukça hızlı ve bir o kadar da sert bir öpücük kondurdu.

“Kimseyi kaldırıp bir yere fırlatmadım, tamam mı? Sadece takılıyorum.”

Dudaklarım büküldü.

“Gerçekten mi? Beni sakinleştirmek için yalan söyleme.”

“Yalan söylemiyorum, gerçekten.”

“Birilerini omzuna aldın mı peki?”

Bu soruya cevap vermedi. Sessizliği yeterli cevap olmuştu.

Bakışlarımı ondan kaçırıp az önce oturduğum yere diktim. On sene önceki kızları kıskanıyor olmam saçmalığın daniskası olabilirdi ama sinirim bozulmuştu.

“Hey, bana bak bakalım Doktor.”

Sesi oldukça cezbediciydi ama dediğini yapmadım. Bunun üzerine elini çeneme yerleştirdi ve beni ona bakmaya zorladı.

“Tuana kadar falandım, biliyorsun değil mi? Ergenler pek de uslu veletler değillerdir.”

“Ben o yaşlarda kimsenin omzuna çıktığımı hatırlamıyorum,” diye somurttum.

“Sen aklı başında bir ergenmişsin demek ki.”

“Omzuna niye aldın peki?” diye sordum. “Kütüphaneden mi kaçırıyordun?”

“Hayır,” diyerek güldü. Onu kıskanmam hoşuna gitmişti. “Bir kız arkadaşım vardı ve birlikte konsere gitmiştik. Boyu kısa olduğu için sahneyi göremiyordu, ben de yardımcı olmuştum.”

“Sanırsın iyilik meleği,” diye homurdandığımda gülerek çenemi tuttu ve asi bir tavırla kendine çekip dudaklarımı öptü. “Kıskançken daha ateşli oluyorsun,” dedikten sonra bir kez daha öptü beni. Bir şey demiyoruz diye -işime geldiğinden değildi asla- eline geçen fırsatı kullandıkça kullanıyordu pis adam. “Gözlerinden ateş çıkıyor sanki.”

“Gerçekten çıkartırsam o ateşi görürsün,” diye söylensem de usuldan yumuşamaya başladığımı itiraf etmeliydim. Yine de aklımı kurcalayan şeyler yok değildi.

“Ne oldu peki sonra? Omzuna alarak yardımcı olduğun kıza yani.”

“Çok sürmedi, ayrıldık. Sonradan başka biriyle çıkmaya başlamıştı. Bir daha görmedim zaten. Muhtemelen şimdiye kadar evlenip çoluk çocuğa karışmıştır.”

“İyi,” diye homurdanıp kucağından inmeye çalıştım. Gidip telefonumu almalı ve videoyu sonlandırdıktan sonra bu son kaydettiği şeyleri silmeliydim. Biraz önce duyduğum şeyleri sonsuza kadar unutmak istiyordum.

“Nereye gidiyorsun?” diyerek beni kolumdan tuttuğunda ona cevap vermeden ellerinden kurtulmaya çalıştım. Bu sırada biraz debelenmiş de olabilirdim. Hatta dengemi kaybedip üzerine düşmüş de olabilirdim ama hepsi onun suçuydu.

Omuzlarına tutunarak doğrulmaya çalışırken “Bıraksana beni be-” demiştim ki dizime batan şey yüzünden acıyla inleyerek kurtulmaya çalıştığım kucağa bıraktım kendimi.

“Ne? Ne oldu?”

Aral, telaşla yüzüme bakarken “Bilmiyorum,” diye mırıldandım ve dizimin az önce dokunduğu yeri aramaya başladım. “Dizime bir şey battı, sert bir şey.”

Koltukta gezinen bakışlarım Aral’ın kucağına tırmandığında bir şey fark ettim. Aral’ın cebinde şişkinlik yapan küçük bir şey vardı. Boş bulunup elimi ona doğru uzattım.

“Bu battı sanırım.”

Aral, elimi havada yakalayınca duraksayıp ona döndüm. Hayal kırıklığı içinde bana bakıyordu ve bu kafamı karıştırmıştı.

“Ne?” diye sordum şaşkınca. “Niye öyle bakıyorsun?”

Gözlerini sıkıca yumup iç geçirdiğinde önce cebinde şişkinlik yapan şeye sonra bir daha ona baktım. Ardından anladım…

“Hediye mi?” diye sorarken büyük bir şaşkınlık içerisindeydim. Yine mi aldığı hediyeyi o bana veremeden fark etmiştim?

Gözlerini yavaşça açıp hüzünlü bir şekilde baktı bana. “Radarın falan mı var? Nasıl oluyor da hiçbir şeyi saklayamıyorum senden?”

Dudaklarım düz bir çizgi haline geldi. Haline üzülmüştüm ama hiçbirini bilerek yapmamıştım ki. Ayrıca o da saklamayı bilmiyordu. Madem cebinde hediye taşıyordu, beni ne diye kucağına çekiyordu?

Aklımdan geçen şeyleri ona söylemek yerine “Bana yeterince hediye verdin zaten,” diye mırıldandım. Mahcup olmuştum. Üstelik karşılık olarak hiçbir şey veremezdim çünkü onun doğum günü biz tanışmadan önce geçmişti. Bir sonraki doğum gününü beklemek zorundaydım. “Elbise fazlasıyla yeterliyken bana özel pasta yaptırıp piyano bile almışsın. Başka bir şeye hiç gerek yoktu.”

Kaşlarını çatıp “Hediye vermenin kuralı var da ben mi bilmiyorum?” diye sordu. “Canım istiyor, alıyorum. Niye sürekli gerek olmadığını söylüyorsun?”

Kollarımı boynuna dolayıp biraz önce kaçındığım kucağına bıraktım kendimi. Konu değişimlerimizin hızı inanılmazdı.

“Beni yanlış anlama, sadece mahcup oluyorum çünkü hediyelerin asla küçük şeyler değil. Durumunun iyi olduğunu biliyorum ve derdim aslında para da değil. Ben sana bu zamana kadar hiçbir şey almadım ve sen, biz sevgili değilken bile aklına beni getirdiğini söyleyerek aylı küre almıştın bana. Şimdi tüm bunlara denk olması için sana bir hediye dükkânı almam gerekiyor.”

Son cümlem onu güldürse de bakışları oldukça derindi. “Bu saydıklarının hiçbirini karşılık bekleyerek almadım.”

“Biliyorum,” diye araya girdim. “Ve bu beni daha da mahcup hissettiriyor.” Aklıma gelen şeyle alnımı hafifçe onunkine vurup güldüm. “Kasımpatıları söylemeyi unutmuşum. O dev buketler birer servet olmalı.”

“Biraz daha paradan bahsedersen sana gerçekten kızacağım.”

Yanaklarımı şişirip başımı salladım. “Peki, tamam.” Kısa bir an duraksadım. Mahcupluğumu geri plana attığımda ortaya çıkan tek bir şey vardı, merak. Kendimi tutamayıp sordum. “Cebinde ne var?”

“Ha?”

“Cebinde diyorum,” diyerek başımı omzuma doğru eğdim. “Ne var? Ne aldın bana?”

Bir anlığa şaşkınca yüzüme baktıktan sonra kafasını geriye atarak güldü.

“Gülmesene,” desem de ben de gülmeye başlamıştım. “Ben meraklı bir kadınım, ne yapayım?”

Yeşilleri yüzümde gezerken başını iki yana salladı. “Bunu hiç böyle hayal etmemiştim. Bütün planlarım işin içine sen girince bozuluyor, inanılmaz.”

“Kusura bakma ama bu senin beceriksizliğinden kaynaklanıyor,” diyerek burnumu kırıştırdım. “Hediyelerini düzgün saklamıyorsun ya da beni doğru yönlendiremiyorsun. Beni bile isteye piyanonun olduğu odaya göndermiştin, hatırlatırım. Ayrıca genelde koltuk yerine senin kucağına oturmayı tercih eden ben olsam da bu sefer sen çektin beni.”

Pes edercesine iç çekti. “Konu sen olduğunda aklım başımdan gittiği için özür dilerim, tamam mı?”

Güldüm ve bu sefer onu öpen ben oldum. “Tamam, özrün kabul edildi ama konu ben olduğumda aklın başından gitmeye devam etsin, olur mu?”

Alt dudağımı dişlerinin arasına aldı ve hafifçe ısırdı. “Aksi mümkün değil zaten.”

Genişçe gülümsedim. “Peki, bu kadar gevezelik yeter. Şimdi cebindeki hediyeyi çıkarıp bana vermeye ne dersin?”

Alnını omzuma yaslayarak güldü. Sırıttım.

“Bu evet mi demek oluyor?”

Çıplak omzuma dudaklarını bastırdıktan sonra başını geri çekti ve “Bu, hayır demek oluyor,” dedikten sonra birden beni kucaklayarak ayağa kalktı. Beklemediğim bu hareketi sonucu küçük bir çığlık atıp boşlukta kalan bacaklarımı beline doladım ve odanın çıkışına doğru yürümeye başladığında boynundaki kollarımı sıkılaştırdım.

“Hey, nereye gidiyoruz?”

Elinin altında olan kalçamı hafifçe sıktı. “Hediyeni almak istemiyor muydun?”

Kafa karışıklığıyla kaşlarımı çattım.

“Evet?”

“Ben de seni hediyeni almaya götürüyorum işte.”

Hiçbir şey anlamamış olsam da heyecanlanmıştım. Yapması gereken cebindeki -kutu olduğunu düşündüğüm- şeyi çıkarıp bana vermekti ancak Aral bunu yapmak yerine beni başka bir yere götürüyordu ve bu hareketi aklıma cebindeki hediyenin basit bir şey olmadığı düşüncesini getiriyordu.

Umutlanmak istemiyordum ve şu ana kadar hiç böyle bir şey yapacağını işaret eden davranışlarda bulunmamıştı ama…

Hayır, hayır, düşünmeyecektim. Sonradan hayal kırıklığına uğramak istemiyordum. Şu an yeterince mutluydum, daha fazlasında gözüm yoktu. Bana her ne aldıysa büyük bir minnetle kabul edecektim.

Arka verandaya çıktığımızda gördüğüm ilk şey gökyüzündeki dolunaydı. Kulübemizin hemen üzerinde tüm ihtişamıyla parlıyordu.

Aral beni verandada bulunan sandalyelerden birine oturturken bakışlarımı aydan çekmeden “Bu gece dolunay olacağından haberim yoktu,” diye mırıldandım. Beni bıraktıktan sonra bir adım geriye gitti ve omzunun üzerinden aya kısa bir bakış attı. “Ben de üzerimi değiştirirken fark ettim. Yatak odasının camından görünüyor.”

Anladığımı belirtmek için kısaca başımı salladım ve bakışlarımı Aral’a çevirdim.

“Ee, niye getirdin beni peki buraya?”

“Dolunay şahidimiz olsun diye,” diyerek hafifçe tebessüm etti. “Zor yoldan olsa da onun şahit olduğu şeyleri unutmadığını gördüm ve bu anı da unutmasın istedim. Bir gün biz unutmak zorunda kalsak bile o unutmasın ve bir şekilde bize tekrar hatırlatsın istedim.”

Gözlerimi kırpıştırdım ve söylediği şeyleri doğru anlayıp anlamadığımı sorgularken “Neyi, Aral?” diye sordum. Sesim heyecandan titremişti. “Neyi unutmasın istedin?”

Bana bakarken tebessümümün derinleşmesini izledim, sonra da önüme diz çökmesini. Her saniye daha da hızlanan kalp atışlarımı tutabileceğimi sanmıyordum. Şu saatten sonra aklıma getirmemek için kırk takla attığım o şeyi düşünmeyeceğimi de.

Kucağımda duran elim engel olamadığım şekilde titremeye başladığında bunu fark etti ve uzanıp elimi avuçlarının arasına aldı. Yüzünde hala o tebessüm vardı.

Hiçbir şey söylememesi beni giderek daha çok gererken “Aral,” diye fısıldadım. “Bir şey söylemeyecek misin?”

Avuçlarının arasında dünyayı tutuyormuşçasına nazikti elimi kavrayışı. Yüzümde dolanan bakışları da öyleydi. Bana baktığında sevildiğimi en ücra noktadaki hücrelerim bile hissedebiliyordu ve ben bunun büyük bir nimet olduğunun farkındaydım.

“En yakın arkadaşım olduğunu biliyor musun?” diye sorduğunda yutkunmak dışında bir şey yapamadım, çünkü bilmiyordum ve yüz ifademden bunu anlamış olmalıydı.

“Sanırım bilmiyordun,” derken yüzündeki gülümseme büyüdü. “Sen de haklısın, seni sevdiğimi sürekli dile getiriyorum ama bunu daha önce hiç söylemedim.” Kısa bir an duraksadı. “Benim en yakın arkadaşım sensin, Tamay.”

Gözlerim şimdiden fena halde dolmuştu ve ben bu konuşmanın sonunu getirebileceğimden hiç emin değildim.

“Ben yıllar önce sadece sevdiğim kişiyi değil, en yakın arkadaşımı da kaybetmiştim ve sen tek başına ikisi de oldun benim için. Sadece âşık olduğum kadın değilsin; bütün dertlerimi hiçbir çekincem olmadan anlatabileceğim, tek bakışıyla aklımdan geçenleri anlayabilecek, birlikte gülüp birlikte ağlayabileceğim arkadaşımsın aynı zamanda. Hani az önce bana hiç hediye vermediğini söyledin ya, yanılıyorsun. Sen aslında benim bu dünyada aldığım en büyük hediyesin.”

“Aral,” diyerek hıçkırdığımda yutkundu ve bunu yaparken zorlandığını fark ettim. Ellerinden birini kaldırıp yanağıma düşen gözyaşlarını silerken “Eğer ağlarsan söylemek istediğim şeyleri söyleyemem,” diye mırıldandı. “Çünkü sen ağlarken düşünebildiğim tek şey gözyaşlarını durdurma isteğim oluyor.”

Seslice burnumu çekip “Özür dilerim,” diye mırıldandım. “Kendimi tutamıyorum.”

Tatlı tebessümüyle beni izlemeye devam ediyordu ve bu daha çok ağlamak istememe neden oluyordu ama kendimi zorladım. Ağlamayı bırakamasam da zırlama seviyesine geçmemek için kendimi tutabilirdim.

Yüzümdeki elini indirip tekrar elimin üzerine koydu ve başparmağıyla bileğimin içine daireler çizmeye başladı.

“Öyle bir zamanda çıktın ki karşıma… Her şeyden vazgeçtiğim, hiçbir şeyden tat alamadığım, hayal kurmayı bıraktığım, kendim de dâhil olmak üzere kimseyi umursamadığım… Ne sevap işlediğimi bilmiyorum. Bu yüzden çektiğim onca acının karşılığı olarak düşünebiliyorum seni sadece.” Başını salladı hafifçe. “Biliyor musun? Kırk yıl düşünsem bunu diyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama sonunda yine seninle tanışacaksam yaşadığım onca şeyi tekrar yaşamaya razı olurdum. Eğer bana yine böyle bakacaksan ben o acıları bir kez daha çekerdim. Çünkü seni yaşadıktan ve senin tarafından sevilmenin ne demek olduğunu öğrendikten sonra sensiz bir yaşam hayal edemiyorum. Senin olmadığın yerde benim de yerim yok. Sen benimle olmadıktan sonra hayatın hiçbir anlamı yok.”

Ağzımı açtığım anda hıçkırıktan başka bir şey çıkmayacağını bildiğim için dudaklarımı birbirine bastırmaktan başka bir şey yapamadım.

“Belki böyle söylemem yanlıştır ve seni bana verene isyan ediyor gibi konuşuyorumdur ama yapmak istediğim şey o değil. Yani evet, şu hayatta herkesin bir amacı ve isteği oluyor. Yerine getirmek, başarmak istedikleri, hayalleri oluyor ama baktığında bunların hepsi yanında seni seven insanlar olduğunda değerli. En azından benim için öyle. Senden önce hiçbir şey yapmak istemiyordum ama şimdi sürekli, hatta kendimden beklemediğim kadar çok hayal kuruyorum ve bu hayallerde yanımda hep sen varsın. Yaşamak istediğim her şey sen yanımda olduğun zaman anlamlı oluyor.”

Gözlerimi sıkıca yumup sakinleşmeye çalıştım. Niye bu kadar yoğun şeyler hissettiğimi bilmiyordum. Ya da aslında içten içe biliyordum ama ağlamamaya çalışırken başka şeyler düşünmeye çalışmak çok zordu.

“Bundan sonra, yani aldığım son nefese kadar yanımda olmanı istiyorum. Bütün adımlarımı senin yanında atmak, ellerinin hep uzanabileceğim kadar uzaklıkta olmasını istiyorum. Hayalini kurduğun her şeyi birlikte gerçekleştirelim, her ne kadar istiyorsan o kadar çocuk yapalım ve her birini aileden birine teslim edip hayatımızı yaşayalım istiyorum.”

Gözyaşlarımın arasında kahkaha atmayı beklemiyordum ama attım. Söylediğim hiçbir şeyi unutmuyor oluşu da kalbime tatlı bir ağrı saplanmasına neden olmuştu. Dünyadaki en harika adamdı.

Nihayet uzanıp cebindeki kutuyu çıkardı ve ikimizin arasında tutup bakışlarını bana çevirdi.

“Bunun için biraz geç kalmış olabilirim ama yaşadığımız şeyler önceden tahmin edebileceğim türde şeyler değildi. O yüzden bunun için beni affet ve lütfen benimle evlen.”

Kutunun kapağını usulca açtı ve ben yüzüğü gördüğüm an vuruldum. Oldukça sade ama bir o kadar da büyüktü. Kendimi tutamayıp güldüm.

“Bunu takınca kendini benden korumalısın. Aksi takdirde tek taşımla yanlışlıkla gözünü falan çıkarabilirim.”

Sırıttı. “Bu evet mi demek oluyor?”

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve başımı salladım. “Hadi evlenelim ve söylediğin her şeyi yapalım. İlk olarak çocuk yapmaktan başlayalım ama.”

Neşeyle güldü ve yüzüğü kutudan çıkarıp nazikçe parmağıma taktı. Ardından elimi bırakmadı ve ikimiz de avucunun içinde duran elimi izledik öylece.

İstemsizce “Çok güzel,” diye mırıldandığımda bakışları usulca bana döndü.

“Burada çok güzel olan tek bir şey var, o da sensin.”

Uzanıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım.

“Hayatımda olduğun için minnettarım. Senin için çok zor olmuş olsa da kalbini bana açtığın ve beni böylesine güzel sevdiğin için minnettarım. Doğum günüme yeni bir anlam kattığın ve bu kadar ince düşünceli olduğun için minnettarım.” Usulca yutkundum ve ona biraz daha yaklaşıp dudaklarımı onunkilere dokundurdum. “Şu an bizi izleyen dolunay şahit olsun ki senin karın olmaktan her zaman gurur duyacağım.”

Onu öptüm. Onu büyük bir minnet ve aşkla öptüm. O da bana aynı şekilde karşılık verdi.

Bu, annemle babamı kaybettikten sonra yaşadığım en güzel doğum günüydü ve hiç şüphem yoktu ki, Aral yanımda olmaya devam ettikçe bundan sonraki bütün doğum günlerim en az bugünkü kadar harika geçecekti.

Bu bölümü yazmaya başlarken ortaya böyle bir şey çıkacağını düşünmemiştim. Kalbim Aral ve Tamay’ın güzellikleri yüzünden patlamak üzere…

Çok çok severek yazdım, umarım siz de benim gibi çok çok severek okumuşsunuzdur. Düşüncelerinizi çok merak ediyorum, benimle paylaşmayı unutmayın lütfen.

Diğer bölüm hepimiz için çok önemli bir bölüm olacak, çünkü geçmişte Aral’la Arel’in arasında yaşanan şeyi öğreneceğiz. Nihayet, dediğinizi duyabiliyorum ama bence öğrendiğiniz zaman öğrenmemiş olmayı dileyeceksiniz çünkü okuduklarınız canınızı yakacak. Kısacası mendillerinizi şimdiden hazırlasanız iyi olur, benden ufak bir tavsiye.

Yeni bölümde görüşmek üzere. Sayıca az olsak da burada benimle birlikte olduğunuz için minnettar olduğumu unutmayın.

İnstagram: dolunayinvechi/rabiaclr

Loading...
0%