@bayanclara
|
Son iki haftada yeni bir huy edinmiştim; izlenildiğimi hissederek uyanmak. Nasıl olduğunu gerçekten anlayamamıştım. Bir doktor olarak acil başta olmak üzere hastanede uyumadığım yer kalmamıştı. Yani gürültüye, sert yerlere ve uyurken birilerinin beni görmesine bir hayli alışıktım ancak birkaç santim ötemdeki biri tarafından izlenilmek bünyem tarafından farklı karşılanıyordu anlaşılan. Gözlerimi yavaşça araladığımda bir kez daha yanılmadığımı gördüm. Gerçekten de bir çift yeşil göz tarafından izleniyordum. Oldukça yoğun bir şekilde hem de. Utanma ve şaşırma evrelerini çoktan geçtiğim için hafifçe gülümsedim ve çatallı sesimle “Günaydın,” diye mırıldandım. Aral, cevap vermek yerine uzun uzun gözlerimin içine baktı ve ardından başını hafifçe uzatıp onun yastığında duran elimin kenarını öptü. Öpücüğün ardından geri çekilmek yerine gözlerini kapayıp burnunu avuç içime bastırdı ve bir süre öylece bekledi. Barıştığımız günden beri böyleydi. Normalde de teması çok seven biriydi ancak ayrı kaldığımız o bir haftanın ardından iyice üzerime düşer hale gelmişti. O gün bize taşınmasını teklif ettiğimde reddetmiş olmasına rağmen iki haftadır bizde kalıyordu. Arada bir kendi evlerine gidip ihtiyaç duyduğu şeyleri alsa da vakit kaybetmeden buraya geri dönüyordu. Taşınmak konusunda fikrinin değişmediğini ama bir süre burada kalmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti. Bizzat itiraf etmese de onu affetmekten vazgeçeceğimden korktuğu için buradan ayrılmadığını düşünüyordum. Gözünün önünde olduğumda aksi bir duruma hemen müdahale edebileceğini düşünüyor olmalıydı. Gözleri hala kapalıydı ve sahip olduğu en değerli şeymiş gibi elime sıkıca tutunmuştu. Neden böyle davrandığını anlıyordum aslında. Defalarca kez affettiğimi söylemiş olmama rağmen onu tam anlamıyla affettiğimden emin değildim ve bunu ona belli etmemeye çalışsam da ne hissettiğimi biliyor gibiydi. Bildiği için de korkuyor olmalıydı. Aynı şeyi Aral dışında biri yapsaydı affetmek bir kenara, muhtemelen dönüp bir daha yüzüne bile bakmazdım ama ona olan aşkım ve birlikte göğüs gerdiğimiz onca şey bunu yapmama engel oluyordu. Aral benim için herhangi bir adam değildi. Uzun süreli bir kalp acısının ardından beni kendine aşık eden ilk kişiydi ve bunu yapmak için uğraşmamıştı bile. Ona âşık olmayı ben de seçmemiştim. Bir bakmıştım ve ona çoktan âşık oluvermiştim ama onu kendime aşık etmeyi tercih eden bendim. Hiç uğraşmasaydım muhtemelen Aral’ın hayatından geçen o yabancılardan biri olacaktım sadece. Ancak ben bununla yetinmemiştim. Tamamını olmasa da yaşadığı şeyleri ve psikolojik anlamda iyi olmadığını biliyordum ama bu da beni vazgeçirememişti. Onu sevmiştim ve onun da beni sevmesini istemiştim. Kolay şeyler yaşamamıştık. Hatta hiç kolay şeyler yaşamamıştık ve nasıl olduysa her olay bizi birbirimize daha çok yaklaştırmıştı. Mantıken iyi bir şey olmadığını biliyordum. Belki başkası aynı şeyleri yaşadığında asla tasvip etmeyeceğim şeyler yapıyordum ama ondan vazgeçersem bunun altından kalkamayacağımı da biliyordum. Uğur’dan sonra bile toparlanmam çok zor olmuştu ve Uğur’a karşı hissettiklerim, Aral’a karşı hissettiklerimle kıyaslanamazdı bile. Kısacası onu bırakabilmem söz konusu değildi ancak tam anlamıyla ne zaman toparlanabileceğimi ben de bilmiyordum. Şu an elimden gelen tek şey zamanın bize iyi gelmesini dilemekti. Bu kadar sessizliğin yeterli olduğunu düşünerek yastığın altında duran elimi ona doğru uzatıp hafifçe yanağını okşadım. “Ne zaman uyandın?” “Bilmem,” diye mırıldandı gözlerini açmadan. Konuşurken dudakları tenimi okşuyordu. Yavaşça elimi kokladığını fark edebiliyordum ve bu, kalbimi okşuyormuş gibi hissettiriyordu. “Biraz oldu sanırım, saate bakmadım.” Başımı yavaşça çevirip duvardaki saate baktım. On bire geliyordu. Hafta sonu için gayet ideal bir saat sayılırdı. Tekrar Aral’a döndüğümde gözlerini açmış bana bakıyor olduğunu fark ettim. Günün geri kalanında bana uyup hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu ancak sabahları, gözlerindeki duyguları saklayamıyordu. Saklamaya gücü mü yetmiyordu bilmiyordum ama yeşillerindeki acıyı çok net bir şekilde görebiliyordum. Ve bu kalbimi kırıyordu. Acısını ondan alabilecekmişim gibi yanağındaki elimi yukarı doğru kaydırdım ve önce göz altlarını, sonra da kaşlarının üst kısmını okşadım. “Fazla oyalanmadan kalkalım, öğleden sonraki randevumuza geç kalmak istemeyiz.” Hafifçe iç geçirerek başını yastıktan kaldırdı ve bana doğru uzanıp yüzünü boynuma gömdü. Beni kokladığını fark edince dudaklarıma küçük bir gülümseme kondu ve kollarımı uzatıp boynuna doladım. Her ne yaşarsak yaşayalım şüphe edemeyeceğim tek şey vardı, o da Aral’ın bana duyduğu aşk ve bağlılıktı. “Benimle gelmek zorunda değilsin, farkındasın değil mi? Sen her ne kadar bunu bir çift randevusuymuş gibi algılatmaya çalışsan da öyle bir şey olmadığını ikimiz de biliyoruz.” Evet, sonunda olmuştu. O gün barışmanın verdiği coşkuyla birbirimizin üzerine atlamıştık lakin aslında konu tam anlamıyla çözümlenmiş değildi ve bunun farkındaydım. Bu yüzden ayrılığın acısını çıkardığımız uzun saatlerin ardından ona söylediğim ilk şey, onun için bir psikolog araştıracağım olmuştu ve beklediğimin aksine bunu hemen kabul etmişti. Ertesi gün olanları Yasemin’e anlattıktan sonra Aral’a gerçekten iyi gelecek birini bulmam gerektiğini de eklemiştim ve Yasemin de kısa bir beyin fırtınasının ardından Gökhan’ın annesinin eski bir dostunun bunun için uygun olabileceğini söylemişti. Kısa bir araştırmanın ardından psikoloğun, Gökhan’ın annesiyle aynı sene aynı tıp fakültesinden mezun olduğunu ve okuldan sonra Amerika’ya gidip kendini orada geliştirdiğini öğrenmiştim. Öyle ki kadının özgeçmişinde olmayan şey yoktu ve yaklaşık on sene evvel İstanbul’a geri dönüp burada kendine ait bir klinik açmış olmasına rağmen kısa sürede oldukça popüler bir psikolog haline gelmişti. Yani randevu almak pek de kolay değildi. Burada Gökhan’ın annesi devreye girmişti, çünkü ondan ricada bulunmuştum ve sağ olsun beni kırmayıp eski dostundan randevu koparmıştı. Tabii ne olur ne olmaz diyerek Aral’dan önce tek başıma kadınla görüşmeye gitmiş ve Aral’ın psikologlara karşı olan önyargısından bahsetmiştim. Sonuç olarak Aral’ı buna çok zor ikna etmiştim ve elimde patlama riskini göze alamazdım. Cemre Hanım, yani psikolog, beni dikkatle dinlemiş ve Aral’a yardımcı olmak için elinden geleni yapacağını dile getirmişti. Ayrıca Aral’la görüşmeye başladıktan sonra ara sıra benim de fikirlerimi almaya ihtiyaç duyacağını söylemişti ki bunu seve seve yapacaktım. Daha çok tanışma seansı gibi olacağını bilsem de geçen hafta sonu kliniğe Aral’la birlikte gitmiş ve dışarıda onu beklemiştim. Aral oraya alışana dek seanslarına giderken yanında olmayı kafaya koymuştum ve bu yüzden hafta sonlarımı Aral’a ayırmıştım. Zihnimdeki düşüncelerle daha fazla boğuşmaktan kaçınarak “Zorunda olmadığımı biliyorum ama gelmek istiyorum,” diye cevap verdim. “O yüzden beni vazgeçirmeye çalışıp durma.” Burnunu saç diplerime sürterek “Vazgeçirmeye çalışmıyorum,” diye mırıldandı. “Sadece hafta sonunu saatlerce beni bekleyerek geçirmeni istemiyorum.” Ellerimi yanaklarına koyup başını geri çekmeye çalıştım ama bana izin vermedi. Bunun üzerine “Yüzüme bakar mısın lütfen?” diye sızlandım. “Gözlerine bakarak konuşmak istiyorum.” Ricamı geri çevirmedi ve boynuma küçük bir buse kondurup geri çekildi. Ellerim hala yüzünde olduğu için hafifçe elmacıkkemiklerini okşayarak “Bundan sonra hep birlikte yaşayacağımızın farkındasın, değil mi?” diye sordum. Yüzümde muzip bir gülümseme vardı. “Yani bana evlenme teklifi ederken bunu göz önünde bulundurduğunu tahmin ediyorum en azından.” “Farkındayım elbette,” diyerek burnunu kırıştırdığında gülümsemem büyüdü. “Resmi nikah kıymadığımız için henüz herkesin içinde ‘iyi günde, kötü günde’ diyerek söz vermemiş olabiliriz ama kalplerimiz bu sözü vereli uzun zaman oldu. Bunu da biliyorsundur diye düşünüyorum.” Dudaklarını birbirine bastırıp usulca başını salladı. “O zaman bir daha böyle şeyler dediğini duymayacağım. Ayrıca bekleme salonundaki dergiler gerçekten ilgi çekici, biliyor musun? Bir tanesine abone bile olabilirim, o derece.” Dudağının kenarı hafifçe yukarı kalktığında onu ikna ettiğimi anlamıştım. “Peki ama işinin olduğu ya da yorgun olduğun zamanlar benimle gelmek için kendini zorlamayacaksın, söz mü?” Dudağını öpüp “Söz,” dedim. “Tamam o halde.” Başını kısaca salladıktan sonra tekrar boynuma gömdüğünde güldüm. “Ben kalkmamız lazım diyorum, sen ne yapıyorsun ya?” “Biraz daha böyle kalamaz mıyız?” diye sızlandığında saç diplerini okşayarak “Maalesef,” diye mırıldandım. “Daha kahvaltı hazırlayacağım. Çok istiyorsan sen biraz daha uzanabilirsin ama.” Çenemin altına, başımın yastıkta geriye kayacağı kadar güçlü bir öpücük kondurup üzerimden kalktı. Yüzü asılmıştı. “Tek başıma değil, seninle uzanmak istiyorum.” “O zaman akşamı beklemek zorundasın, hayatım.” Yanağından makas alıp doğruldum ve bacaklarımı yataktan aşağı sarkıtıp ayağa kalktım. “O zaman ben de beklerim, hayatım.” Beni taklit etmek için sesini incelttiğinde küçük bir kahkaha attım ve başımı iki yana sallayarak banyoya doğru ilerledim. Banyoda işlerimi halledip tekrar odaya geçtiğimde Aral’ı aynı yerde bulunca gözlerimi devirip dolabıma yöneldim. Başka bir yere gidecek olsaydık çoktan yataktan kalkmıştı ancak söz konusu psikolog olduğunda okula gitmek istemeyen yedi yaşındaki çocuklara dönüyordu. Ben kahvaltıyı hazırlarken üzerini hızlıca değiştirebileceğini bildiğimden bir şey söylemedim ve bakışlarımı giysilerimin üzerinde gezdirdim. Eylül ayının sonuna yaklaşıyorduk ve hava yavaş yavaş serinlemeye başlamıştı. Üstelik dünden beri yağmur yağıyordu, bu da çizme mevsimini açabileceğim anlamına geliyordu. Yapabileceğim kombinler yavaş yavaş aklıma doluşmaya başladığında gözüme kestirdiğim siyah mini eteği ve ince askılı kısa tişörtü çıkarttım. “Dışarıda yağmur yağdığının farkındasın, değil mi?” Aral’ın alay dolu sorusunu işittiğimde tek kaşımı kaldırarak ona döndüm. “Üzerime hırka alacağım herhalde.” “Bacakların ne olacak peki?” dedikten sonra göğsünde kavuşturduğu ellerinden birini bana doğru uzatıp parmaklarını açtı. Kendince elimdeki eteğin boyutunu hesaplıyordu. “Bir karış bile yok.” “Abartma,” diyerek gözlerimi devirdim. “O kadar uzaktan hesaplayabileceğini mi sanıyorsun?” Kolunu tekrar göğsünde kavuşturdu. “Hadi iki karış olsun, yine de bacaklarının dörtte üçü açıkta kalacak.” Elimdekileri yatağın üzerine bırakıp üzerimdeki geceliği çıkarırken “Diz kapaklarımın üzerinde biten çizme giyeceğim canım,” diye homurdandım. “Oldu mu?” Bakışları yarı çıplak vücudumda dolanırken “Yine açıkta kalan yer olacak,” dedi ve ben de daha fazla dayanamayıp çıkardığım geceliği üzerine fırlattım. “Ay, yeter! Dışarıda kara kış yok, farkındasın değil mi?” Oldukça masum bir ifadeyle “Ben sadece uyarıyorum,” dedikten sonra parmaklarını ince askılarına geçirdiği geceliği kendi üzerine tutunca şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. “Ne yapıyorsun acaba sen?” Göğsünün ancak yarısını kapatabilen geceliğe bakarak başını salladı. “Bu, bu kadar küçük müydü ya?” Eteğimi giyerken “Üzerimdeyken belli olmuyor muydu?” diye sordum alayla. “Hiçbir yerini örtmediğinin farkındaydım ama bu kadarını da beklemiyordum yani.” “Sanki bir şikâyetin varmış gibi konuşmuyor musun bir de,” diyerek gözlerimi kıstığımda sırıttı. “Olduğunu hiç söylemedim ki.” “Sapık,” diye güldüm ve makyaj masamın önüne geçtim. “Kocaya sapık denmez, ayıp,” diyerek geceliğimi nazikçe katladığını masanın aynasından izleyebilmiştim. Ben banyodan çıkana kadar üzerindeki depresifliği tamamen attığı için mutluydum. Zira o üzgün oldukça ben de yaşananları hatırlıyor ve buruklaşıyordum. Söylediklerini duymazlıktan gelerek masanın önündeki sandalyeye oturdum ve “Saçlarımı nasıl yapayım sence?” diye sordum. “Salık mı bırakayım, yoksa toplayayım mı?” Elimle topladığım saçlarımı sağa sola kaydırırken aynadan kendimi izliyordum. “Örsem mi acaba?” “Topuz yap bence,” diyerek öneri sunduğunda aynadan ona baktım ve göz göze geldik. “Şöyle önden biraz saç bırakıp gerisini topuz yapıyorsun ya, çok yakışıyor sana.” Söylediği şeyi anlayabilmem için parmaklarıyla işaret ettiğinde tatlı tatlı gülümsedim. Yaptığım en ufak şeye bile öyle çok dikkat ediyordu ki kalbim sıcacık oluyordu. “Hımm, madem öyle diyorsun topuz yapayım o zaman.” Saçlarımı taradıktan sonra Aral’ın tarif ettiği şekilde önden birkaç tutam saçımı bırakarak şık bir topuz yaptım ve o da gözünü kırpmadan beni izledi. “Çok güzel oldun.” Başımı iki yana çevirerek kötü duran bir yer var mı diye aynaya bakarken Aral’ın yataktan kalkıp yanıma yaklaştığını fark edememiştim. Bakışlarımı ona çevirip kocaman gülümsedim. “Teşekkür ederim. Ve sonunda yataktan kalkmaya karar verdiğin için de teşekkür ederim.” Tatlı tatlı gülümsedi. “Rica ederim.” Sandalyede ona doğru dönüp “Makyajı çıkmadan önce yapacağım,” dedim. “Nasıl olsa çıkana kadar kırk kere bozulma tehlikesi atlatır. Hatta rujum atlatamaz ve bir de senin suratından silmeye çalışarak vakit kaybederiz.” Kendini çok iyi tanıdığı için sırıtmakla yetindi. “Neyse hadi sen üzerini değiştir, ben de aşağı ineyim.” “İki dakika bekle, beraber inelim. Kahvaltıyı da beraber hazırlarız.” Dünden razı bir şekilde “Eh, iyi madem,” dedim. “Ben de sen hazırlanana kadar hırka seçeyim bari.” Aral gülerek banyoya gittiğinde ben de tekrar dolabımın başına geçtim ve üzerime uyacak hırkalar bakmaya başladım. Çok kalın olmayan, kombinimi günlük tutacak bir şey bulmam gerekiyordu. Ben hırkayı seçene kadar Aral banyodan çıkmış ve yanıma gelmişti. Özellikle son iki haftada eşyalarının yarısından çoğunu buraya getirdiği için dolabım artık sadece benim dolabım değildi. Dolabın diğer ucundan kendine kot ve düz bir tişört çıkarırken ben hala elimdeki iki hırkaya bakıyordum. Seçeneklerimi ikiye indirmeyi başarmıştım ama ikisi arasında karar verememiştim. Bunu fark ettiğinde elindeki kıyafetleri yatağın üzerine fırlattı ve arkadan bana sokulup topuzumun açıkta bıraktığı boynumu öptü. “Bence sağdakini giymelisin.” Söylediği krem rengi hırkaya baktım. Salaştı ve üzerinde delikler bulunuyordu. Tam bir sonbahar hırkasıydı. Sırtımı Aral’ın göğsüne yaslayıp “Öyle mi diyorsun?” diye sordum. Her bocaladığımda kocamın imdadıma yetişmesi ne kadar da harika bir şeydi. Duyulduğunda kulağa çok basit bir şeymiş gibi gelebilirdi ancak seninle gerçekten severek ilgilenen birinin desteği bir başka oluyordu. Arada kaldığım hırkalara bakıp ‘Önemli bir yere gitmiyoruz ya, amma abarttın. Birini giy işte,’ de diyebilirdi ve bunu yapan birçok insan olduğunun bilincindeydim. Ancak o bunu küçümsemiyor ve saçımın modeline ya da üzerimdeki giysiye en az benim kadar değer veriyordu. Hayat arkadaşlığı işte bu seviyedeyken bir başka oluyordu ve Aral’dan vazgeçemeyecek olmamın sebeplerinden biri de buydu. Bana en az benim kadar değer veriyordu ve bu kolay bulunabilen bir şey değildi. Boynuma bir öpücük daha bırakıp ardından aynı yere burnunu sürttü. “Bence öyle.” Kendim dakikalarca düşünüp karar verememiş olmama rağmen onun tercihini aklımda hiçbir soru işareti bulundurmadan kabul ettim. “Peki o zaman.” Ben diğer hırkayı tekrar dolaba asarken Aral da hızla üzerini değiştirdi ve aynanın karşısına geçip saçlarını eliyle şöyle bir düzelttikten sonra “Tamamım,” diye mırıldandı. Hazırlanış süresi dudaklarımı büzmeme neden olurken “Bazen erkek olmayı çok istiyorum,” diye mırıldandım. Yüzünü buruşturarak “O zaman iyi ki her istediğimiz olmuyor,” diye söylendi. Gözlerimi kıstım. “Niye? Ben erkek olsaydım senden bile yakışıklı olurdum bence.” Başını hızla iki yana sallayarak odanın kapısına doğru ilerledi. “Hayır, bunu yapmayacağım. Seni o halde hayal etmeyeceğim.” Peşinden ilerlerken “Azıcık et ya,” diye sırnaştım. “Çok yakışıklı olurdum.” Kapıyı açıp dışarı çıkarken kafasını iki yana sallamaya devam ediyordu. “Israr etme, yapmayacağım dedim. Karımı erkek olarak hayal etmek istemiyorum.” Erkek olmam düşüncesinin onu böylesine dehşete düşürmesi çok tatlıydı. Kuyruk gibi onu takip ederken “Ne olur et,” diye yalvardım. Onu köşeye sıkıştırmak öyle hoşuma gidiyordu ki. “Hadi lütfeeen-” Merdivenlere varıp bir basamak indikten sonra ansızın duraksayınca hızımı alamayıp sırtına yapışıvermiştim. Başımı geriye çekip ensesine vuran alnımı ovalarken “Ne oluyor yahu?” diye sordum ve o an aşağıdan gelen şarkı sesini duydum. Aral’la dalga geçmeye o kadar takılmıştım ki etrafta olan biteni fark edememiştim. Amman ha adımına dikkat Sözleri daha iyi anlayabilecekmişim gibi Aral’ın üzerine abandım ve yanağımı yanağına yaslayarak “Ne dinliyor be o?” diye sordum. Hey benim paşa gönlüm Aral, ellerini dizkapağımın arkasına yaslayıp şarkıyı biraz daha dinledikten sonra “Paşa Gönlüm dinliyor,” dedi ve ekledi. “Onun yaşı bu şarkıya yetiyor mu ki?” Kıkırdayarak yaslandığım yanağını öptüm. “İnternet sayesinde herkesin yaşı her şeye yeter hale geldi, hayatım. Yani bu şaşırılacak bir şey değil. Asıl şaşırmamız gereken şey, Tuana’nın hafta sonu olduğu halde bu saatte kalkıp aşağıda şarkı dinliyor olması. Ses mutfaktan geliyor, değil mi?” Ne günler gördük seninle Biraz daha dinledikten sonra “Evet,” diye mırıldandı. “Acaba kahvaltı mı hazırlıyor?” “Sanırım ve bunu yapması için başına taş düşmesi lazım,” diyerek dudak büktüm. Hala Aral’a abanmış halde duruyordum ve ikimizin de bundan bir itirazı yoktu. “Bu saatte böyle göndermeli bir şarkı dinlemesi için de bir şeyler olması lazım gibi sanki,” diye tahmin yürüttü. “Doğru diyorsun… Ay, çok merak ettim. Hadi aşağı inelim hemen.” Bunu söylememe rağmen inmek için herhangi bir harekette bulunmayınca Aral hafifçe güldü ve “Peki, inelim o zaman,” diyerek zaten kavramış olduğu bacaklarımı kaldırıp beni sırtına aldı. Ayaklarımı karnının üzerinde çaprazlarken tatlı tatlı sırıttım. Sırt gezilerini çok seviyordum. Tabii biz oyalanmayı bırakıp aşağı inene kadar şarkı değişmiş ve Tuana kısık sesiyle yeni parçasına eşlik etmeye başlamıştı. Beni bırak kendi halime Kendi yalnız dünyamda Ben sensiz daha iyiyim Bildiğin her anlamda Elindeki tahta kaşığın sapını mikrofon gibi kullanarak dans etmesi beni gülümsetirken kısık bir ses tonuyla “Aynı sana benziyor,” diye mırıldandı Aral. “Çünkü benim kardeşim,” diyerek sırıttım ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Mutfak masasının üzeri beni şoka uğratacak kadar kalabalıktı. Kahvaltılıklarla donatılmış masaya ayrı tabaklarla hazır olduğu belli olan poğaça, simit ve börek konulmuştu. Ayrıca sırtı bize dönük olan kardeşim, şarkı dinleyerek ocaktaki patateslerin kızarmasını bekliyordu. Seni artık sevesim yok Hiç arkadaş kalasım yok Selamını alasım yok Gördüğünde hatırla Ağzına tuttuğu kaşıkla salınarak arkasını döndüğünde bizi görmesiyle olduğu yerde kalıp “Ayyy!” diye çığlık attı. Boşta olan elini kalbine götürürken “Ödümü koparttınız ya!” diye kızdı bize ancak bizden herhangi bir tepki göremeyince bakışlarını bana çevirip “Ayrıca eniştemin sırtında ne yapıyorsun sen?” diye sordu. Keyifle sırıtırken bacaklarımı çözüp Aral’ın sırtından indim ve “Sabah antrenmanı olsun dedik,” dedim. “Hem bizi boş ver, asıl sen burada ne yapıyorsun?” “Kahvaltı hazırlıyorum abla,” diyerek gözlerini devirdi. “Görmüyor musun?” Masaya doğru birkaç adım atıp “Görüyorum da inanamıyorum,” diye mırıldandım. “Malum pek sahalarda görebildiğimiz hareketler değil bunlar.” Arkasını dönüp tavadaki patatesleri karıştırırken “Tatilim bitmeden size sürpriz yapmak istedim sadece,” diye söylendi. “Yarından sonra transa geçme ihtimalim çok yüksek çünkü.” “Duyan da başka şehre gidiyorsun sanır,” diyerek güldüm. “Altı üstü karşıya geçeceksin.” “İstanbul’un iki yakası arasında yolculuk etmek, başka şehre gitmekten daha zor ama.” Masadaki salatalıklardan birini kapıp ağzıma atarken “Bunun için sana karşıdan yurt tutayım dedim ama kabul etmedin,” dedim. “Şimdi bundan yakınıyorsun.” “Yakınmıyorum,” diyerek tavanın altını kapattı ve patatesleri büyük bir tabağa aktarmaya başladı. “Sadece olabileceklerin haberini veriyorum.” Aral, kapı ağzında dikilmekten vazgeçip yanıma geldi ve sandalyelerden birini çekip oturdu. “Peki daha eğlenceli şarkılar dinlemek yerine böyle göndermeli şeyler açmanın özel bir sebebi olabilir mi?” diye sordu. Yüz ifadesi o kadar masumdu ki onu ısırmamak için zor tuttum kendimi. Tuana kızartma tabağını masanın tam ortasına bırakırken “Sabah sabah amma çok soru sordunuz ya,” diye homurdandı ki bu onun dilinde evet demekti. Aceleyle Aral’ın yanındaki sandalyeyi çekip otururken “Ne oldu, çabuk anlat!” dedim. Tuana bir bana bir de Aral’a baktıktan sonra onu canından bezdiren küçük çocuklarla uğraşıyormuş gibi iç geçirerek kafasını iki yana salladı ve “Çay mı istersiniz yoksa portakal suyu mu?” diye sordu. Aral beklemeden “Çay,” derken ben de “Sorumun cevabını isterim,” dedim. “Of abla ya. Tamam, anlatacağım ama önce bir izin verirsen masaya oturayım.” Aral güldüğü belli olmasın diye başını öne eğerken ona dirsek attım ve mahcup bir ses tonuyla “Ben de çay alayım o zaman,” diye mırıldandım. Tuana bize çay, kendine de portakal suyu doldurduktan sonra karşımızdaki sandalyeyi çekip oturdu. Meraklı gözlerimin kardeşime takılı kalmaması için çayıma şeker attım ve uzun uzun karıştırırken bardağı izledim. Bu sırada dünya umurunda değilmiş gibi davranan Aral, kendi tabağına tepeleme bir şeyler dolduruyordu. Tuana’yı sıkmamak için mi yapıyordu, yoksa gerçekten acıkmış mıydı anlayamamıştım. “Dün gece Emir mesaj attı.” Tuana’nın kısık sesini duyduğumda başımı hızla kaldırıp “Ne?” diye cırladım. “Onca zaman sonra?” Portakal suyundan bir yudum aldıktan sonra başını sallayıp “Hımhım,” diye mırıldandı. “Ne dedi peki?” “Okullar başlamadan görüşmek istediğini söyledi.” Aral, tabağındaki kesilmiş simitlerden birini ağzına atmadan önce “Emir şu mezuniyet balosuna başkasıyla giden çocuk muydu?” diye sordu. Yalnızca ses tonuna bakarsanız bunu öylesine sormuş olduğunu düşünebilirdiniz ancak artık onu çok iyi tanıdığım için hareketlerinden en az benim kadar meraklı olduğunu anlayabiliyordum. Rol yapma konusunda gerçekten çok iyiydi. “Evet, o,” diye cevap verdi Tuana. “Ee, sen onun da İstanbul’da okul kazandığını söylememiş miydin bana?” diye araya girdim. “Niye başka şehre gidiyormuş gibi son kez buluşalım tavırlarına girmiş?” “Bilmem,” diyerek omuz silkti Tuana. “Balodan beri de tek kelime konuşmadık üstelik.” “Tuana’nın yeni bir ortama gireceği düşüncesi dank etmiştir kafasına. Genelde yeni insanlar demek, eskileri unutmak demektir çünkü. O yüzden de okullar açılmadan görüşmek istemiştir, benim hala burada olduğumu bil, gibisinden.” Hayretle Aral’a baktım. “Sen bu mevzulardan anlar mıydın ya?” Önemsiz bir şeymiş gibi dudak büzdü. “O yaşlardaki erkeklerin çoğunluğu az buçuk aynı şekilde düşünür. Ayrıca Arel’den de bir şeyler duymuştum. Balodayken o çocuğun gözünün sürekli Tuana’ya kaydığını söylemişti.” Ben hala şaşkınca Aral’ı izlemeye devam ederken “Onun canını esas sıkan şey de Arel abi oldu zaten,” diye devam etti Tuana. “Balodaki en yakışıklı kavalye benimdi ve bunun üzerine bir de komiser olduğunu duyan kızlar soluklarını bizim yanımızda alıyorlardı. Erkekleri bilirsiniz, özellikle de ergenleri… Kendilerinden daha olgun bir rakip gördüklerinde pençelerini çıkartırlar. Arel abi benim dışımda kimseye özel ilgi göstermese de balodaki bütün kızların dikkatinin onun üzerinde olması erkeklerin canını sıktı, özellikle de Emir’in.” “Baloya seni davet etmeyen oydu, ne hakla canı sıkılıyormuş acaba?” diyerek gözlerimi devirdim. Tuana, Emir’in başka bir kızla baloya gideceğini duyduğu zaman baloya gitmekten bile vazgeçmişti. Arel imdadımıza yetişmişti de o gün kız kardeşim için unutulmaz olmuştu ama ya işi çıksaydı veya birlikte gitmeyi hiç teklif etmeseydi ne olacaktı? Tuana, Emir zibidisi yüzünden en önemli günlerinden birini hep kötü hatırlayacaktı. “Bilmiyorum, kıskanmış sanırım. Yani en azından Berfin öyle söyledi. Balodan sonra ona mesaj atıp Arel abinin kim olduğunu falan sormuş.” “Haspama bak,” diye homurdanırken ağzıma bir parça peynir sokuşturdum. “Bu zamana kadar Berfin yerine sana ulaşmaya çalışsaydı bunların hiçbiri yaşanmayacaktı zaten.” Aral usulca kulağıma eğilip “Biraz sakin mi olsan?” diye mırıldandı. “Altı üstü on sekiz yaşındaki bir çocuktan bahsediyoruz. Her zaman olgun davranmasını bekleyemeyiz.” “Bunun olgunlukla alakası yok ki enişte,” diyerek araya giren Tuana, Aral’ın sesini pek de kısamadığının kanıtıydı. “Bizim yerimizde siz olsaydınız; yani ablam senden hoşlanmasına rağmen dersleri için seninle bir ilişki içinde olamayacağını belli etseydi onu beklemekten sıkılıp başkasıyla baloya gider miydin? Daha doğrusu, ablama gözdağı vermek için koluna başka bir kızı takıp ‘seni beklediğime bakma, elimi sallasam ellisi aslında’ mesajı vermek ister miydin? Yoksa ablamın baloya tek başına katılacağından emin olduğun için sen de tek mi giderdin?” “Tek giderdim elbette.” “Bak, hiç düşünmedin bile cevap verirken.” “Düşünmedim, çünkü sen bu soruyu otuz iki yaşındaki bana soruyorsun. Emir hata yapmış ve bunun farkında, bazen insanlar ikinci şansı hak eder.” Elimi çeneme yaslayarak Aral’a baktım. “Muhtemelen yaşadığımız son olaylar yüzünden böyle konuşuyorsun ama her hata affedilecek diye bir şey yok. Bunlar resmi olarak bir ilişki içinde değildi ama Emir, Tuana’nın bütün endişelerini biliyordu. Yani üçüncü bir kişinin söz konusu olmadığının farkındaydı. Sınavdan sonra Tuana’nın ona yeşil ışık yakacağının da farkındaydı ve buna rağmen geçen zamanın öcünü almak istercesine Tuana’nın canını yakmayı tercih etti. Bile isteye yaptı bunu yani. Sadece otuz ikisindeki Aral’ın değil, on sekiz yaşındaki Aral’ın da benim üzüleceğimi bilerek hareket edeceğini hiç sanmıyorum.” Aral gözlerimin içine bakarak başını salladı hafifçe. “Haklısın, kaç yaşında olursam olayım seni üzecek bir şeyi bile isteye yapmam.” “Aynen öyle enişteciğim. Yani burada affedebileceğim bir durum söz konusu değil. Bu yüzden ben de Emir’e görüşemeyeceğimizi söyledim.” “En iyisini yapmışsın,” diyerek ağzıma birkaç şey daha sokuşturdum. “O çocuk seni hak etmiyordu.” Bir zamanlar en büyük Emir fanı ben olabilirdim ancak daha başından yan çizen birini de tek hatasıyla silerdim, çünkü söz konusu olan kendi kız kardeşimdi. Bu durumda kimseye eyvallah çekmezdim. Aral benim gibi sert çıkmak yerine ortamı yumuşatmaya çalışmaya devam ederek “O zaman bu kahvaltı ve şarkılar stresini atmak için, öyle mi?” diye sordu. “Gibi gibi,” diyerek dudak büzdü Tuana. “Dün gece pek uyuyamadım, sabah da erkenden uyanınca bari kahvaltı hazırlayayım deyip fırının yolunu tuttum.” “Eline, ayağına sağlık. Ben de kara kara düşünüyordum kahvaltıya ne hazırlasam diye.” “Ne zaman düşündün kara kara?” diye sordu Aral. “Hayır, ben uyandığından beri öyle bir şey yaptığını görmedim de.” Gözlerimi kısarak kocama döndüm. “Sen bu sabah fazla mı kaşınıyorsun acaba?” Aral, masum bir tavırla Tuana’ya döndü. “Ne dedim ki ben şimdi?” Tuana cevap vermek yerine kıkırdadı ve tüm samimiyetiyle “Umarım ben de senin gibi biriyle evlenirim, enişte,” diye mırıldandı. “Birlikteyken o kadar güzelsiniz ki size bakmak bile içimi sıcacık yapıyor.” Aral, Tuana’ya bakakaldıktan birkaç saniye sonra alaylı ifadesinden kurtularak “Umarım benden çok daha iyi biri çıkar karşına,” diye temennide bulundu. Yüz ifadesi buruktu. “Seni bir kez bile üzmeyecek biri.” Tuana, durgun halime kısa bir bakış attıktan sonra Aral’a dönüp hafifçe tebessüm etti. “Hayal dünyasında yaşamadığımıza göre böyle bir şeyin olması imkânsız. Ben bile bu yaşımda hiçbir ilişkinin acısız olmayacağının farkındaysam sen de içten içe farkındasındır. Aranızdaki sorunu tam olarak bilmesem de bunu çözmeye çalıştığınızı görebiliyorum ve bence önemli olan da bu, pes etmeden iyileştirmeye çalışmak.” “Senin bugün filozof olasın mı tutmuş acaba?” diye sorarak ortamı yumuşatmaya çalıştım, aksi takdirde son haftaların yoğunluğuyla her an ağlayabilirdim. “Hayır, sadece gördüklerimi söylüyorum. Bunu sizinle paylaşmayı düşünmüyordum ama görüyorum ki ihtiyacınız var. O yüzden son iki haftadır çok mutlu olduğumu size söylemek istiyorum. Aranızı düzeltmek için birlikte kaldığınızı tahmin ediyorum ve bence bundan sonra hep birlikte yaşamaya devam etmeliyiz. Çünkü ben tamamlandığımızı hissediyorum.” Kısılan gözlerimi gördüğünde “Seninleyken mutsuz olduğumu ima etmiyorum,” diye ekledi aceleyle. “Ama bu koca evde sadece ikimiz varken biraz eksik hissettiğimi de itiraf etmeliyim sanırım. Amcamların yanından buraya taşındığımızda çok garip hissetmiştim. Oradayken amcamla yengem, anne-baba; bizse çocuk rolündeydik ve ben buna alıştıktan sonra buraya geldiğimizde boşluğa düşmüş gibi hissettim. Büyüdükçe neden buraya gelmek istediğini daha iyi anlamış olsam da içimdeki o eksiklik hiç kapanmamıştı ama şimdi kendimi farklı bir role bürünmüş gibi hissediyorum. Sanki siz benim annemle babammışsınız ve biz, üç kişilik bir çekirdek aileye sahipmişiz gibi. Hatta amcamlar da bize yakın ama ayrı bir evde kalan aile büyükleriymiş gibi.” Onu hiç kıpırdamadan izliyor olmamız gerilmesine neden olmuş olacaktı ki yerinde huzursuzca kıpırdanarak “Böyle konuşunca saçmalıyor gibi oldum sanırım,” diye ekledi. “Belki de ne hissettiğimi tam anlatamadım ama böyle yaşamayı daha çok sevdiğimi anlatmaya çalışıyorum işte. Hatta Arel abi de bizimle yaşasa daha mutlu olurum. O benim abimmiş gibi olur ve siz de… Siz olursunuz.” Dudaklarını birbirine bastırıp oturduğu yerde büzüldüğünde başımı tavana doğru kaldırıp gözlerimi kırpıştırdım. Böylesine sulu göz olmak sinirlerimi bozmaya başlıyordu. Ben, kendimi sakinleştirmeye çalışırken Aral benden daha soğukkanlı davranıp uzandı ve Tuana’nın masanın üzerinde duran elini kavradı. “Hiç de saçmalamıyorsun. Kendi adıma konuşmam gerekirse… Hayatım boyunca ilk defa birinin bana bu şekilde ihtiyaç duyduğunu öğreniyorum ve eğer şu an ağlayacak gibi duran ablanı daha kötü yapma endişesi içinde olmasaydım muhtemelen benim de gözlerim dolardı.” Ağlamak üzereyken gülme sesi çıkararak Aral’a döndüm. Beni bu kadar iyi tanıyor olmasına çoktan alışmış olmam gerekiyordu belki de ama her defasında şaşırmaya devam ediyordum. Her şey gün yüzü gibi ortada olsa da “Ağlamayacaktım ki ben bir kere,” diye karşı çıktım. “Gözüme toz kaçmıştı.” İkisi de bana güldü ve ben hiç alınmadım. “Neyse,” diyerek başını salladı Tuana. “Bugünlük benden bu kadar. Siz de dertlerimi dinleyerek alıştırma yapmış oldunuz. İleride kızlarınız benzer şikayetlerle yanınıza geldiğinde sayemde onlara nasıl davranmanız gerektiğini bilirsiniz.” Aral, elini geri çekerken “Neden kızlarımız?” diye sorma gafletinde bulundu ve Tuana genişçe sırıttı. “Ablam tek çocukla asla yetinmez de ondan. En az üç ya da dört tane yapar ve bunlardan birkaçı kız olur. Hatta bence ilk çocuklarınız kız olacak, nedense öyle hissediyorum.” Başımı omzuma doğru eğerek Aral’ın tedirginlikle buruşan yüzüne baktım. “Benden duymuş olma ama Tuana’nın içine doğan şeyler genelde gerçekleşir.” Söylediğim şeyin üzerine Aral iyiden iyiye telaşlandığında küçük bir kahkaha atıp yanağından öptüm. “Sakin ol. Yaşanması gerekiyorsa elbet yaşarız ama şimdilik bir tehlike yok, Başkomiserim. Minimum on altı sene rahatız yani.” “Bunun beni rahatlatması mı gerekiyordu?” Dudağımı büzdüm. “Evet?” “Şu an daha da gerildim.” Biraz daha güldükten sonra ona poğaça dilimi uzattım. “En iyisi mi sen daha fazla gerilmeden kahvaltımıza geri dönelim. Cemre Hanım sana iyi bakmadığımı düşünsün istemem.” Tuana elini ağzına kapatarak kıkırdarken Aral bana gerçekten çaresiz bir bakış attı ama uzattığım poğaçayı eline almak yerine ağzıyla ısırmayı da ihmal etmedi. Hemen ardından çayından birkaç yudum alırken ben de poğaçanın kalanını ağzıma attım ve keyifle karnımı doyurmaya devam ettim. ღ Yaklaşık yarım saat sonra tıka basa doymuş ve mutfağı toparlamış bir şekilde odama çıkıp basit bir makyaj yaptım. Üzerime yatağa bıraktığım hırkayı da geçirdikten sonra tamamdım. El Telefonumu çantama attıktan sonra aşağı indim ve beni bekleyen kocamın yanına giderek Tuana’yla vedalaştım. Bugünü tek geçireceğinden endişe etmiyordum çünkü biz çıktıktan hemen sonra o da hazırlanıp Berfin’in yanına gidecekti. Berfin de üniversiteyi İstanbul’da okuyacaktı ancak okullar açılınca eskisi gibi sık buluşamayacaklarından endişe ettikleri için her gün buluşup duruyorlardı. Aral’ın arabasına atlayıp yola koyulduğumuzda randevu saatine tam olarak kırk beş dakika vardı ve bu da bizim için fazlasıyla yeterliydi. Aral arabayı ana yola doğru sürerken bacak bacak üstüne atarak radyoyla uğraşmaya başladım. Hafifçe çiseleyen yağmur arabanın ön camına vururken biraz nostalji iyi olurdu doğrusu. Radyoyu telefonuma bağladıktan sonra çalacak güzel bir parça ararken Aral’ın elini, eteğimle çizmemin arasında kalan tenin üzerinde hissettim ve ona bakmadan gülümsedim. “Şimdiden yaramazlık peşinde misiniz, Başkomiserim?” Cevabını sol bacağımı sıkarak verdiğinde bakışlarım hala şarkı isimlerindeydi. “İstediğin bir şey var mı?” Başparmağıyla tenimin üzerinde daireler çizerken “Sen seç,” diye mırıldandı. “Bana fark etmez.” “Peki o zaman,” diye mırıldanarak arada kaldığım iki şarkıdan birinin üzerine tıklamak üzere parmağımı kaldırmıştım ki Aral ani fren yaptığında parmağım başka bir şarkının ismine dokundu. Arabanın içini müzik sesi doldurmaya başlarken ben hızlıca yola baktım. “Ne oldu ya?” “Öndeki dallama aniden frene basınca ben de basmak zorunda kaldım, sorun yok,” diyerek başını salladı. “Ama şunun arkasından çıkmam ikimiz için de iyi olacak.” Sinyal verip diğer şeride geçerken ben de rahatlayarak çalan şarkıya odaklandım. İsteyerek açmamış olsam da hoşuma gitmişti. Hemen havaya girerek ellerimi iki yanda sallamaya başladım. Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor Nerede nasıl yaşarım bir de bana sor Evlerin ışıkları bir bir yanarken Bendeki karanlığı gel de bana sor Aral, halime gülerken “Nereden buldun bu şarkıyı?” diye sordu. “Uzun zamandır dinlememiştim.” Ellerimden birini mikrofonmuş gibi ağzıma tutarak “O beni buldu,” dedikten sonra şarkıya eşlik etmeye devam ettim. Nereden aklıma esti kim bilir Gezdim dün gece şehri şöyle bir Düetin erkek kısmını Aral’ın devam ettirmesi için mikrofon yaptığım elimi ona uzattığımda elime kısa bir bakış attıktan sonra şarkıyı söylemek yerine elimi ısırdı ve ben de ciyakladım. Elimi hızla kendime çekip başparmağımın üzerindeki diş izlerine dehşetle bakarken “Bu da neydi şimdi?” diye sordum isyan edercesine. “Elimi niye ısırdın be!” “Çok ısırılası duruyordu, dayanamadım,” diyerek genişçe sırıttığında şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım ancak bana sırıtarak bakmaya devam edişine daha fazla dayanamayıp kahkaha attım. “Sen de kafayı sıyırdın sonunda.” Cevap vermek yerine şarkıya eşlik etti. Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor Sensiz yaşamak neymiş bir de bana sor Ak düşen saçlarımı tel tel sayarken Bunca yıl nasıl geçti gel de bana sor Onu hayranlıkla dinlerken kafamı iki yana salladım. “Bir de tatlı deyince kızıyorsun.” Şarkıya eşlik etmeye devam ederken söylediklerimi duyduğunu göstermek istercesine bacağımı sıktığında elimi bacağımdaki elinin üzerine kapattım ve parmaklarımı onunkilerin arasından geçirdim. “Kabul etsen de etmesen de şapşalın önde gidenisin ve ben seni çok seviyorum.” ღ Cemre Hanım’ın ofisi on katlı bir iş binasının çatı katındaydı. Bu yüzden arabayı binanın otoparkına park edip el ele asansöre bindik. Asansör geniş olduğu ve çoğu katta yeni insanlar bindiği için en sona tıkılıp kaldık ancak Aral’ın elini sıkıca tutmaya devam ettim. Yoldayken, kahvaltı yaptığımız sırada sahip olduğu neşeli hali sürmüştü ama buraya geldiğimizde her ne kadar belli etmemeye çalışsa da gerildiğini fark edebilmiştim. Bu yüzden ona olabildiğince sokularak yanında olduğumu hissettirmeye çalışıyordum. Ofisin olduğu katta indiğimizde yine el ele içeri girdik ve bizi karşılayan asistanla birlikte bekleme salonuna doğru ilerledik. “Aral Bey, sizi direkt içeri alabilirim aslında.” Aral, asistana kısaca başını salladıktan sonra bana döndü. Ona sıcacık bir gülümseme gönderip elini kuvvetlice sıktım. “Burada seni bekliyor olacağım.” Birkaç saniye boyunca gözümün içine baktıktan sonra kısa bir baş hareketi yaptı ve asistanın peşine takıldı. Gözden kaybolana kadar arkasından baktıktan sonra bekleme salonunun köşesindeki tekli koltuğa geçip oturdum ve önümdeki sehpadaki dergilere bakmaya başladım. Geçen seferki gelişimde yarım bıraktığım dergiyi gördüğümde içten içe mutlu olarak koltukta geriye yaslandım ve kaldığım sayfayı bulup okumaya devam ettim. “Tamay Hanım, içecek bir şeyler ister miydiniz?” Kaldığım paragrafa parmağımı yaslayıp bana seslenen asistana baktım ve gülümseyerek “Zahmet olmazsa bir kahve alabilirim,” diye ricada bulundum. “Tabii, nasıl içersiniz?” “Orta.” Kadın gülümseyerek yanımdan ayrıldığında telefonumdaki saati kontrol ettim ve Aral yanımdan ayrılalı yarım saat kadar olduğunu fark edip tekrar dergiye gömüldüm. Kahvemi içtikten ve yarımına devam ettiğim haricinde iki tane daha dergi bitirdikten sonra Aral bekleme salonuna girdiğinde gözlerimi onunkilere dikerek nasıl olduğunu anlamaya çalıştım. İlk seansı bir saati bile bulmamışken bugün iki saat sürmüştü. Cemre Hanım saatlerin farklı olabileceğini bana en başında söylemişti zaten ancak yine de Aral için endişelenmeden edemiyordum. Yaşadığı şeyleri yıllar sonra anlattığı ilk kişi bendim ve bunun üzerinden çok geçmeden başka birine daha açılmak zorunda kalmıştı. Üstelik bu konuda kötü bir deneyim de yaşamıştı. Kısacası kendimi sürekli onun iyi olup olmadığını kontrol etmek isterken buluyordum, çünkü iyi olmadığı zaman bana ihtiyaç duyacağını biliyordum ve o an yanında olmak istiyordum. Yanıma gelene kadar yüzüne bakmış olsam da sabit tuttuğu yüz ifadesi yüzünden ne hissettiğini tam olarak anlayamamıştım ve bunu bilerek yaptığının da bilincindeydim. Önümde dikilip elini bana uzatırken “Gidelim mi?” diye sordu. Bekleme salonunda bizden başka birkaç kişi daha olduğu için herhangi bir şey sormayıp kısaca başımı salladım ve uzattığı eli tutarak ayağa kalktım. Dergileri aldığım yere dikkatlice koyduktan sonra otururken sıcakladığım için çıkarttığım hırkamı ve çantamı alıp boştaki elimle tekrar Aral’ın elini tuttum ve asistandan diğer hafta için randevu aldıktan sonra ofisten çıkıp asansöre bindik. Otopark katını tuşladıktan sonra ona tam seansın nasıl geçtiğini soracaktım ki asansör bir alt katta durdu. Bu yüzden dilimi tuttum ve asansöre binen insanları izlerken Aral’ın elini sıkıca tutmaya devam ettim. Otoparka vardığımızda sessizce arabaların arasından ilerledik. Geçen her dakika merakım artsa da bir şey diyemiyordum, çünkü ilk anda soramayıp doğru zamanın gelmesini bekliyordum ve Aral’ın düşünceli duruşu bu konuda tedirgin hissetmeme neden oluyordu. Arabanın yanına vardığımızda onu sıkıştırmış gibi olmamak için soru işini sonraya bıraktım ve Aral’ın elini bırakıp yolcu tarafına doğru ilerledim. Henüz ikinci adımımı atmıştım ki Aral dirseğimi kavrayarak beni hızla kendine çekti ve kollarını sıkıca bedenime doladı. Tenime batan parmaklarının canımı acıtacağı kadar sıkı sarılmış olmasına rağmen tepki verememiştim çünkü bunu hiç beklemiyordum. Burnunu saçlarımın çıplak bıraktığı boynuma bastırmış kokumu derince içine çekerken boşlukta kalan kolumu yavaşça kaldırdım ve parmaklarımı saçlarının içinden geçirdim. Birkaç saniye boyunca usulca saç diplerini okşadıktan sonra yavaşça “İyi misin?” diye sordum. Kokumu bir kez daha seslice içine çektikten sonra “İyiyim,” diye mırıldandı. “Sadece… Bilmiyorum. Cemre Hanım’la biraz senden bahsettik ve bana çok şanslı olduğumu düşündüğünü söyledi. Ben zaten farkındaydım bunun ama işin ehli biri de benimle aynı şeyleri düşününce sandığımdan da şanslı olduğumu fark ettim. Benim gibi kötü şeyler yaşayan çok insanın olduğunu ama onları tekrar hayata bağlayan kişiyi bulmanın çok küçük bir olasılık olduğunu söyledi. Geçmişin kalıntılarından kurtulmak isteyenlere alışıkmış ama genelde onların yanında ailelerinden biri olurmuş. Yani mecburen yanlarında olan birileri. Ama sen öyle değilsin, mecbur olmamana rağmen burada olmayı tercih ediyorsun.” Sözleri direkt kalbime dokunsa da onu daha fazla hüzünlendirmek istemediğim için “Ben de senin karınım,” diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştım. “Ailenden sayılmıyor muyum?” Sanki çok gevşek sarılıyormuş gibi daha da sıktı kollarını. “Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun. Sana sahip olduğum, hayır; yaptığım her şeye rağmen yanımda olduğun için dünyadaki en şanslı adamım. Seni çok üzmeme rağmen beni bırakmadın ve bu fazlasıyla yetmiyormuş gibi bir de beni iyileştirmek için elinden geleni yapıyorsun.” Derin bir soluk daha çekti içine. “Üstüne bir de Tuana’nın bugün söyledikleri… Bunları hak ettiğimden emin değilim.” Beni bırakmak istemese de birkaç denemenin ardından zorla geri çekildim ve yüzünü avuçlarımın arasına aldım. “Bunları hak edecek bir adam olmasaydın ne ben sana bu şansı verirdim ne de Tuana sana o sözleri söylerdi. Böyle düşünerek kendini değersiz görmen beni çok üzer.” Kızarmaya başlayan gözlerini kırpıştırarak bakışlarını benden kaçırdı ve kısık bir ses tonuyla “Cemre Hanım da böyle söyledi,” diye mırıldandı. O kadar mahzun duruyordu ki kalbimin gerçek anlamda parçalara ayrılmaması hayret vericiydi. Yanağını okşayarak hafifçe gülümsedim. “Aklın yolu bir. Sen, bizim sevgimizi de inancımızı da hak ediyorsun. Evet, hatalar yaptın ve yine evet, sonuncuyu atlatmamız pek de kolay olmadı ya da olmayacak ama bunların hiçbiri senin tüm bunlara layık olduğun gerçeğini değiştirmiyor.” Gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra başını eğip alnıma derin bir öpücük kondurdu. Öpücük, büyük bir minnet ve teşekkür barındırıyordu. Kendini geri çektiğinde hala çok durgun gözüktüğü için en tatlı gülümsemelerimden birini takınıp “Pasta yemeye gidelim mi?” diye teklifte bulundum. “Pasta mı?” diye sordu şaşkınca. “Hımhım, ağzımız tatlanır.” Bakışlarını kısaca yüzümde gezdirdikten sonra ne yapmaya çalıştığımı anlamış gibi minnet dolu bir ifadeyle başını salladı ve “Olur, gidelim,” dedi. “O zaman şoförlüğü ben üstleniyorum,” diyerek elimi üzerindeki ceketin cebine daldırdım. Arabanın anahtarını aldıktan sonra havalı olduğunu düşündüğüm bir şekilde parmağımda bir tur attırdım ve “Seni daha önce hiç gitmediğine emin olduğum bir yere götüreceğim,” dedim. “Yıllardır dışarıda sadece belli başlı şeyler yediğim için muhtemelen gitmediğim çok fazla yer vardır,” diyerek dalga geçti benimle. Gözlerimi kısıp ona yalandan dirsek attım ve yanından geçip sürücü tarafına dolandım. Arabanın kilidini açtıktan sonra “Çok konuşma da arabaya bin,” diye buyurdum. “Mükemmel şoförlüğümle senin bir aklını alayım.” Kolunu arabanın tabanına yaslayıp öne doğru eğildi ve bana çarpık bir gülümseme yolladı. “Aklımı alman için kendini yormana hiç gerek yok. Seninle göz göze gelmek bile aklımı başımdan almak için fazlasıyla yeterli.” Beni etkilemeye çalıştığını bilsem de sözlerine düşmeden edemedim. Zaten söz konusu Aral’sa düşecek bir neden bulmak uzmanlık alanımdı. “Arabaya o şekilde abanarak seksi görüneceğini sanıyorsan çok doğru düşünüyorsun ancak böyle şeyleri halka açık yerlerde yapmamanı tavsiye ederim, Başkomiserim,” diyerek onu taklit ettim. Şimdi arabanın üzerinden birbirimize ateşli bakışlar atıyorduk. “Aksi takdirde utanmana sebep olacak şeyler yapabilirim.” Güçlü bir şekilde yutkunduğunda “Aynen,” diyerek başımı salladım. “Aynen öyle. O yüzden en iyisi mi arabaya binelim biz.” Kolumu geri çekip arabanın kapısını açtıktan sonra hala aynı pozisyonda beni izleyen kocama göz kırpıp araba bindim. Onu bu şekilde etkim altına aldığımda dünyadaki en havalı insan olduğum kanısına varmam pek de zor olmuyordu. Arabaya yerleşip anahtarı kontağa soktuğum sıra Aral da nihayet bana katılmaya karar vererek yan tarafımdaki kapıyı açıp yolcu koltuğuna yerleşti ve kapıyı kapattıktan hemen sonra bana uzandı. Çenemi tutarak beni kendine çekip dudaklarını sertçe benimkilerle buluşturduğu an aklımın başımdan gidişini her hücremle hissetmiştim. Kollarımı boynuna dolayarak ona iyice sokulduğumda beni memnuniyetle kabul etti ve uzun uzun öpüştük. Dudakları giderek yavaşlayarak benimkilere son bir öpücük daha bahşettikten sonra alnını alnıma sürterek geri çekildi. Şiştiğini hissettiğim dudaklarımı birbirine bastırıp aşk dolu bakışlarımla onu baktığımı görünce hafifçe gülümsedi ve “Benim dünya üzerindeki en sevdiğim tatlı bu ama hala gideceğimiz yerin çok iyi olduğu konusunda ısrarcıysan oranın tatlılarını da denemek isterim,” dedi. Gözlerimi kısarken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Gerçekten çok fenasın.” “Ee, sana yakışmam gerekiyor sonuçta.” “Ben sana yapacağımı biliyorum da dua et evde değiliz.” Başımı iki yana sallayarak önüme döndüm ve kontaktaki anahtarı çevirip arabayı çalıştırdım. “O zaman önce eve mi gitsek? Pastayı eve de söyleyebiliriz.” Arabayı geri çıkarırken “İyi deneme ama yemezler, canım,” diye mırıldandım. “Hem gideceğimiz yerin eve teslimat seçeneği yok.” Yolcu koltuğuna yayılırken “Peki madem,” diyerek başını salladı. “Sen kaybedersin.” “Şapşal,” diyerek haline güldüğümde bana yandan bir bakış atsa da gözlerinden eğlendiğini anlayabildiğim için umursamadım. Aral’a bahsettiğim yer bir pastaneydi ve ben de oranın varlığını Gökhan sayesinde öğrenmiştim. Hayatımda yediğim en lezzetli pastaları yapıyorlardı. Üniversitedeyken Yasemin’le haftada en az bir kere orada bir şeyler yemeye çok alışmıştık ve üniversiteden sonra da bulduğumuz her fırsatta gitmeye devam etmiştik. Uzun zamandır gitmeye fırsat bulamamıştım ve bunu Aral’la telafi etmek çok iyi bir seçenekti. Radyoyu bu seferlik Aral’a bıraktığım için pastaneye kadar onun seçtiği şeyleri dinlemiştik. Şarkıları ara ara mırıldansam da yağmur hızını arttırdığı için bütün dikkatimi yola vermek zorunda kalmıştım. Aral’sa dizinde parmaklarıyla tuttuğu ritimle eşlik etmişti. Pastane ana caddede olduğu için arabayı pastanenin arka sokağında boş bulduğum bir yere park ettim. Arabaya bindikten sonra bir ara arka koltuğa attığım hırkamı alıp üzerime geçirirken “Çok yağmur yağıyor, nasıl gideceğiz?” diye sordu Aral. “Torpidoda şemsiye var,” derken çenemle torpidoyu işaret ettim. “Onu alıp sarmaş dolaş gideceğiz.” Gülümseyerek torpidoyu açtı ve şemsiyeyi bulup çıkardı. “Demek sarmaş dolaş gideceğiz?” “Hımhım. Sen şemsiyeyi tutacaksın, ben de koluna gireceğim ve bir film sahnesindeymişiz gibi yağmurun tadını çıkararak ağır ağır pastaneye doğru ilerleyeceğiz.” “Senden duyana kadar böyle şeylerin aslında hoşuma gideceğinin farkına varamıyorum, biliyor musun? Yağmurun altında biriyle yürümenin güzel olup olmayacağını daha önce hiç düşünmemiştim bile.” Uzanıp elindeki şemsiyeyi alırken “Aşk böyle bir şey işte,” dedim. “En basit hareketi bile dünyanın en güzel şeyine çevirebilir.” Çantamı koluma taktım ve Aral’a son kez gülümsedikten sonra arabanın kapısını açıp şemsiyeyi dışarı uzattım. Şemsiyeyi açtıktan sonra kendimi dışarı atıp Aral’a döndüm ve kapımı kapatırken “Seni kurtarmaya geliyorum!” diye cıvıldadım. Kahkaha sesini arabanın dışından bile duyabiliyordum. Hızlıca arabanın etrafından dolanıp onun tarafına geldim ve gözlerinin üzerimde olduğunun bilinciyle kapısını açtım. “İşte… seni almaya geldim. Artık aşağı inebilirsin beyaz atsız prensim.” Şapşal şapşal gülümseyerek arabadan indikten sonra elini uzatıp şemsiyeyi tutan elimi kavradı ve burnumun ucuna küçük bir öpücük kondurup şemsiyeyi benden alarak havaya kaldırdı. “Sanırım bundan sonrasını benim devralmam gerekiyor.” Memnuniyetle “Olur,” diye mırıldanarak kapıyı kapatıp arabayı kilitledikten sonra şemsiyeyi tutan kolunu kavradım. “Bende bu sayede kol kaslarının tadını çıkarabilirim.” “İşine geliyor yani?” diyerek alay etti benimle. Pazılarını sıkıp kocaman sırıttım. “Konu senken hiçbir fırsatı kaçırmam.” Çapkın bir şekilde göz kırptı. “Birbirimize çok benziyoruz desene.” “Şüphen mi vardı?” diyerek kalçamla onunkine vurduğumda kısık sesle güldü ve boştaki elini omzuma sarıp beni göğsüne çekti. Birbirimizle eğlenerek ön caddeye çıkıp pastanenin olduğu yere vardık. Kapıdan içeri girdikten sonra Aral şemsiyeyi kapattı ve kapının yanında duran kutunun içine bıraktı. Gözlerimi kısaca etrafta gezdirip boş masa olmadığını görünce pek de şaşırmayarak Aral’ın elini tuttum ve “Üst kata çıkalım,” diye mırıldandım. “Orası genelde daha boş oluyor.” Küçük bir mırıltıyla beni onayladığında elini çekmek suretiyle onu peşime taktım ve birlikte merdivenlere yöneldik. Üst kata çıktığımızda düşündüğüm gibi olduğunu görerek rahatladım. Yine çoğu masa doluydu ancak en azından boş yerler de bulunuyordu. Masalardan birini gözüme kestirdikten sonra Aral’ı bir kez daha peşimden sürükledim. Dört kişilik masaya karşılıklı olacak şekilde oturduğumuzda Aral’ın bakışları etrafta geziniyordu. “Tatlı bir yermiş.” “Aynı pastaları gibi,” diyerek sırıttığım sıra bir garson yanımıza yaklaştı ve bize iki tane menü uzattı. Ben birine uzanırken Aral sandalyesinde geriye yaslanıp “Seçimi sana bırakıyorum,” diye mırıldandı. “Pasta dışında tatlıları da var, bak istersen yine de bir,” diye seçenek sundum ama başını iki yana sallayarak reddetti. “Sen ne yiyeceksen ondan istiyorum.” “Pekâlâ,” diyerek pasta kısmına göz attım ve garsona döndüm. “Bir tane çikolatalı, bir tane muzlu ve bir tane de frambuazlı pasta alabilir miyiz?” Garson böyle siparişlere alışık olduğunu belli ederek üç tane pasta istememe şaşırmadan söylediklerimi not aldı ve “İçecek olarak ne istersiniz?” diye sordu. “Ben bir çay alayım,” dedikten sonra tekrar kabuğuna çekilen Aral’a bakıp güldüm ve “Ben de bir iced latte alayım,” diye cevap verdim. “Tamamdır.” Garson yanımızdan ayrıldığında “Bu havada soğuk kahve mi içeceksin gerçekten?” diyerek onaylamaz bir tavırla başını iki yana salladı Aral. “Yazın bittiğine kendini alıştırman gerekiyor artık.” “Havanın yağmurlu oluşu dışarıda kara kış olduğunu göstermez, değil mi kocacığım? Hem burası gayet sıcak. Asıl sen kendine bak, pastanın yanında çay mı içilir?” “Sanki sen içmiyorsun,” diyerek dudak büktüğünde kendimi tutamayıp güldüm. Haklıydı, içiyordum. Bakışlarını etrafta gezdirdikten sonra “Garson pastaları getirene kadar lavaboya gideyim,” diye mırıldanıp ayağa kalktı. “Tamam ama çabuk gel.” “Seni burada bırakıp kaçmayacağım, merak etme. Sadece ellerimi yıkayacağım.” Benimle alay ettiği için ona dil çıkardım. Daha doğrusu dilimin ucunu çıkardım çünkü etrafımızda birçok insan vardı ve benim küçük bir çocuk olduğumu düşünmelerini istemezdim. Yanımdan geçerken çeneme küçük bir fiske atmayı ihmal etmediğinde kendi kendime sırıttım. Aptal aşığın tekiydim. Aral gelene kadar oyalanmak için çantamdan telefonumu çıkardım ve nasıl olduğunu öğrenmek için Tuana’ya kısa bir mesaj attıktan sonra sosyal medyada dolanmaya başladım. Aradan birkaç dakika geçmişti ki birinin adımı seslendiğini duyarak başımı çevirdim ve bana doğru gelen Arda’yı gördüm. Yüzündeki gülümseme bana da bulaşırken yanıma gelmesini bekledim. “Arkadan benzettiğimi sanmıştım ama harbiden senmişsin,” diye sırıttı ve az önce Aral’ın oturduğu sandalyeye oturdu. “N’aber ya? Uzun zamandır denk gelemiyorduk.” Arda, Gökhan’ın yakın arkadaşlarından biriydi ve onunla aynı hastanede çalışıyordu. Yani tanışıklığımız epey eskiydi. “İyidir, öyle oldu gerçekten. Senden n’aber?” “Ben de iyiyim. Benimkine pasta almaya gelmiştim de bir lavaboya uğrayayım diye üst kata çıkmıştım. Seni göreceğim varmış.” Yüzümü şefkatli bir gülümseme kaplarken “Aa, aşermeye mi başladı artık?” diyerek gülümsedim. Karısının hamile olduğunu geçenlerde Yasemin’e muayeneye geldiğinde öğrenmiştim. Çocuk gibi sırıttı. “Evet. Sonunda her kocanın hayali olan o mertebeye ben de ulaştım. Bazen çok zor olduğunu itiraf etmeliyim ama aşerdiği şeyi yerken Belgin’nin yüzünde oluşan o ifade bütün yorgunluğumu unutturuyor bana.” “Üff, anladık çok aşıksın,” diyerek burnumu kırıştırsam da içten içe bulunduğu duruma imrendiğimi itiraf etmem gerekiyordu. Arda’nın suratına bakılırsa o da bunun fazlasıyla farkındaydı. “Kıskanmana gerek yok. Duyduğuma göre sen de evlilik arifesindeymişsin,” diyerek parmağımdaki tektaşı işaret etti. “Çok geçmeden senin de hayırlı haberlerini alırız diye düşünüyorum.” İçimden kuvvetlice inşallah derken dışarıdan hafifçe gülümsemekle yetindim. “Eh, evet, oldu işte bir şeyler.” Aklına bir şey gelmiş olacaktı ki bakışları bir şey ararcasına masada gezindi. Sol tarafında kalan telefonu gördüğünde “Yoksa beraber mi geldiniz?” diye sordu heyecanla. Aral’ın da burada olduğunu unuttuğumu fark ettim o an ve istemsizce gerildim. Zira en son Aral’ın tanımadığı bir arkadaşımla odamda oturduğum sıra başıma ne geldiğini hatırlamıştım. Arda’nın merakla suratıma baktığını idrak edince zorla gülümsemeye çalışıp “Lavaboya gitmişti,” dedim. “Birazdan gelir.” “Aa, ben de oradan çıktım. Yüksek ihtimalle görmüşümdür. Hangisiydi acaba?” Gözlerini kısıp bana muzır bir bakış attı. “Kesin gördüğüm adamların arasındaki en yakışıklı olandır.” Bir anlık gerginliğimi unutup gülümsedim. “Muhtemelen öyle.” “Durdun durdun turnayı gözünden vurdun sonunda demek, ha? Ne yalan söyleyeyim hiç şaşırmadım. Senden böyle bir atak bekliyordum.” Arda’ya küçük bir gülümsemeyle bakmaya devam ederken Arda’nın bakışları omzumun üzerinden arkaya kaydı ve kaşları havalandı. “Sanırım senin yakışıklı bu tarafa doğru geliyor.” Vücudum gerginlikle kaskatı kesilirken arkaya bakmaya cesaret edemedim ve öylece bekledim. Halimi fark etmeyen Arda her zamanki arkadaş canlısı gülümsemesiyle ayağa kalkıp Aral’ın yanımıza gelmesini bekledi. Saniyelerin benim için saat gibi geçtiği bir zaman diliminin ardından Aral’ı yanı başımda dikilirken buldum ve bekledim. Herhangi ters bir şey yapmasını veya söylemesini bekledim. Ama beklediğim olmadı. Arda dostane bir gülümsemeyle elini uzatıp “Merhaba,” dedi. “Ben Arda. Gökhan’ın hastaneden arkadaşıyım.” Aral, Arda’nın elini havada bırakmayıp sıktı ve “Aral,” diye mırıldandı. Gözlerimi Arda’nın yüzünden ayırmasam da Aral’ın ses tonunda olmasını beklediğim hiçbir şeyin olmadığını fark edebilmiştim. “Memnun oldum.” Arda elini geri çekerken “Ben de öyle,” diyerek kafasını salladı. “Gökhan, Tamay’ın başının bağlandığını söylediğinden beri seninle tanışmak için can atıyordum doğrusu.” Direkt konuya girmesiyle hissettiğim gerginlik artarken başımı korka korka Aral’a çevirdim ve küçük bir gülümsemeyle Arda’ya baktığını gördüm. “Otursana, ayakta kaldık.” Arda sandalyesine geri çökerken Aral da yanımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Arda, Gökhan’ın en hareketli ve arkadaş canlısı arkadaşıydı. Yeni tanıştığı kişilerle bile kırk yıllık arkadaşlarmış gibi muhabbet edebilirdi. Bu huyunu Aral’da da sürdürmeye kararlı gibiydi. “Polis olduğunu duymuştum, Gökhan’dan.” Aral kısaca başını sallayıp “Aynen,” dedi. “Başkomiserim.” Arda kısık sesle ıslık çalıp “Vay be,” dedi. “Çok havalı. Biz de doktoruz işte. Öyle dümdüz doktor.” “Niye öyle basit bir şeymiş gibi söylüyorsun?” “Ne bileyim,” diyerek omuz silkti Arda. “O kadar uzun zamandır bu işteyim ki sağım solum doktorlarla dolu. Yakın arkadaşlarım doktor, eşim doktor, kardeşlerim doktor. Kısacası dünya nüfusunun sadece doktorlardan oluştuğunu düşünecek kadar doktorla çevrili etrafım. Bir zaman sonra hep aynı şeyleri konuşmaktan sıkılıyor insan.” “Eh, o kadar doktorun içinde sıkılmış olmanı anlayabiliyorum,” diyerek hafifçe güldü Aral. Bu rahat hali beni o kadar şaşırttı ki endişemi unutup yüzüne bakakaldım. Gerçekten iyi görünüyordu. Rol falan yapmıyordu. Arda, eşi olduğunu söyledi diye rahatladığını düşünebilirdim ancak yanımıza geldiğinden beri aynı tavırdaydı. “Ama bence kendine, daha doğrusu doktorlara haksızlık ediyorsun. Zira eğer Tamay doktor olmasaydı onunla tanışmam pek de mümkün olmayacaktı.” Arda merakla masaya eğilirken “Nasıl yani?” diye sordu. Aral, tek kolunu oturduğum sandalyenin arkasına yaslayarak yerinde biraz daha yayıldı ve “Aylar önce gece devriyesindeyken bıçaklandım,” diye anlatmaya başladı. “Gaspçı yakalamaya çalışıyordum ve çocuk on sekiz, yirmi yaşlarındaydı. Hareketleri fazla çömezce olduğu için onu biraz hafife almışım. Bıçaklandıktan sonra anladım bunu tabii.” Arda’nın gözleri irileşirken “Hadi ya,” diye mırıldandı. “Sonra ne oldu?” “Devriyedeki diğer arkadaşım başka bir olay yerine gitmişti, yani tektim. Biraz da kendime kızgın olduğum için başka birini aramak istemedim. Kendimi arabama attım ve kalan enerjimi kullanarak en yakındaki hastaneye sürdüm arabayı. Hastaneye varmasına vardım ama arabadan indikten sonra hastane kapısına kadar yürüyecek gücüm kalmamıştı. Tam o sırada imdadıma Tamay yetişti. Meğer o da Yasemin’in yerine doğuma gelmiş. Beni görünce acile kadar götürdü sağ olsun.” Bana yaşattığı zorlukları anlatmayışı gözümden kaçmasa da bir şey demedim. Zira şu anki hali bile fazlasıyla şaşırtıcıydı benim için. Arda bakışlarını bana çevirip “Belgin burada olsaydı ne derdi biliyor musun?” diyerek güldü ve başını sallayıp abartılı bir tavırla ellerini iki yana açarak ekledi. “Kader.” Kendimi tutamayıp güldüm. Belgin’in gerçekten her şeyi kadere bağlamayı seven bir yapısı vardı. Tam bu sırada yanımıza gelen garson elindeki pastaları bir bir masaya bıraktıktan sonra Arda’ya kısa bir bakış atıp “Üç servis mi olacaktı?” diye sordu. “Yok, yok, ben kalkacağım şimdi,” diyerek bizi işaret etti. “Servisi arkadaşlara açın lütfen.” Garson kısaca başını sallayıp işine geri dönerken “İşin yoksa bize katılsana,” diye teklifte bulundu, Aral. Şok üstüne şok geçiriyordum gerçekten. “Tamay, buranın pastalarını öve öve bitiremiyor.” “Çok isterdim ama gitmem gerekiyor. Ayrıca Tamay ne dediyse onla çarp, o kadar haklı. Hatta ben de eşim için pasta almaya gelmiştim. Üzerine afiyet biraz hamileyiz de.” Kullandığı çoğul ifade soğuk kahvemi önüme bırakan garsonu bile güldürmüştü. “Öyle mi?” diyerek başını salladı Aral. “Tebrik ederim, hayırlı olsun.” “Sağ olasın. Ben de kalkayım artık. Gereğinden fazla oyalandım, Belgin’i çıldırtmak istemem.” Sandalyesini geriye ittirerek kalktıktan sonra elini Aral’a uzattı. “Tanıştığıma memnun oldum tekrardan. Uygun olduğunuz bir zaman topluca bir buluşma ayarlayalım. Belgin’in de çok hoşuna gider.” Aral, Arda’nın elini sıkarken ben de gülümsedim. “Olur tabii. Konuşuruz.” Arda bize son kez veda ederek merdivenlere yöneldiğinde ne yapacağımı bilemediğimden önümdeki muzlu pastaya baktım. Gerçekten çok leziz görünüyordu ama şu an bu bile umurumda değildi. Aradan geçen birkaç saniyenin ardından “Seni bu kadar sıktığımı fark edememiştim,” diye mırıldandı Aral yavaşça. “Özür dilerim.” Bakışlarım usulca ona döndüğünde buruk bir ifadeyle beni izlediğini gördüm. “Buraya geldiğimde ne kadar gerildiğini gördüm. Seni bu hale getirdiğim için çok üzgünüm. Benden çekindiğin için arkadaşlarının yanında rahat olmamanı istemiyorum.” Kaşlarımı çatarak yüz ifadesini çözmeye çalıştım. “Bunları gerçekten içinden gelerek mi söylüyorsun? Yoksa içten içe nasıl hissettiğini saklamaya mı çalışıyorsun? Çünkü aslında hissetmediğin şekilde davranmak her şeyi daha da kötüleştirebilir.” Uzanıp elimi tuttu. “Saklamıyorum, gerçekten. Bunun gittiğim doktorla da bir ilgisi yok.” Başını salladı. “Yani belki biraz vardır, bilmiyorum ama şu an burada aklımda en ufak bir tereddüt olmadan oturmamın en büyük sebebi yaşadığımız son olay. Sanırım benim esas derdim diğer adamlar değildi.” Güçlü bir şekilde iç geçirdi. “Bunu itiraf etmek utanç verici ama sanırım… Sanırım benim esas sorunum Arel’di ve yaşanabilecek en kötü şeyi yaşamış olsak da o olaydan sonra içimde en ufak bir tereddüt kalmadı.” Söylediklerini idrak etmeye çalışırken gözlerine baktım uzun uzun. “Gerçekten mi? Gerçekten bana güveniyor musun artık?” Uzandı ve avucunu yanağıma yasladı. “Ben içten içe sana hep güveniyordum zaten ama zihnimde bir türlü kabul edemediğim şeyler vardı ve ben de ona göre davranıyordum. Ama artık onların ne kadar asılsız düşünceler olduğunun farkındayım. Bu hayatta her ne şekilde olursa olsun bana ihanet etmeyeceğini bildiğim tek kişi sensin.” Gözlerim dolarken korkarak da olsa “Peki, Arel?” diye sormayı başardım. Dudağını büktü. “Ona miras konusunda pek güvenmiyorum. Beni, senin zengin olmanla vurup duruyor. Yani ailemden gelen paraya ihtiyacım olmadığını söylüyor. Bir gün boşluğuma gelecek de üzerimdeki bütün varlığı ona devrettirecek bir şeyler imzalatacak diye korkuyorum.” Bir an yanlış duyduğumu sanarak yüzüne bakakaldım ancak gayet ciddi durduğunu görünce boş bulunup kahkaha attım. “Şaka yapıyor olmalısın.” Dertli dertli iç çekti. “Hiç de yapmıyorum. Arel’in paraya ne kadar düşkün olduğunu bilmiyorsun.” Gözlerimi kocaman açtım. “Sahiden mi?” Yüz ifademe bakarak başını omzuna doğru eğdi ve “Buna bir çözüm bulmamız gerek,” diye mırıldandı. Anlamayarak kaşlarımı çattım. “Neye? Arel’in paraya olan düşkünlüğüne mi?” “Hayır,” diyerek başını salladı iki yana. “Söylenen her şeye inanma huyuna.” Nihayetinde benimle dalga geçtiğini idrak edebildiğimde yumruk yaptığım elimle omzuna yapıştırdım bir tane. “Çok kötüsün!” Tatlı tatlı sırıttı. “Sen de çok güzelsin.” Yelkenlerim anında suya inerken “Şapşal,” niye mırıldandım. Sesim öyle nazlı çıkmıştı ki sırıtışı büyüdü. “Alınıyorum ama.” Güldüm. “Yalancı.” Bana tatlı bir bakış attıktan sonra elini uzatıp sandalyemin alt kısmını kavradı ve beni kendisine doğru çekti. “Böyle çok daha iyi,” diyerek beni eritecek kadar havalı bir şekilde göz kırpıp önüne döndü. Çayından bir yudum almasını izlerken ona bakakalmıştım. Kalbime çok büyük zararı vardı gerçekten. Aldığı yudumdan sonra bardağı suratını buruşturarak kendinden uzaklaştırdı ve “Buz gibi olmuş bu be,” diye homurdandı. Aptal aşık modundan çıkarak kıkırdadım. “Bana kur yaparken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadın galiba.” “Sen bana laf yetiştirmeyi bırak da kendi kahvene bak,” diyerek kahvemi işaret etti. “Buzlarının çoğu yok olmuş.” Hızla kahveme baktığımda Aral’ın abarttığını fark ederek iç geçirdim ve pipetimi kahveyi karıştırmak için kullandım. “Bak, yeni gibi oldu.” “Ben de yeni bir çay isterim. Yeni gibi değil, direkt yeni olur.” Önümde duran çatala uzanırken başımı sallayarak “Gerçekten şapşalın önde gidenisin,” demeyi ihmal etmedim. Aral beni duymamış gibi yapıp elini kaldırdı ve garsondan bir çay daha istedikten sonra kendi çatalına uzandı. “Ee, hangisinden başlıyoruz?” “Çikolatalıdan başlayabiliriz,” diyerek pastadan bir parça alıp Aral’a uzattım. “Hadi, ye bakalım.” Gözlerini benimkilerden ayırmadan ona uzattığım parçayı ağzına attı. Yavaşça çiğnerken beklentiyle ona bakıyordum. Usulca yutkunduğunda -ki bence bilerek olabildiğince yavaş yapmıştı bunu- daha fazla dayanamayıp “Ee, nasıl buldun?” diye sordum. Gülerek pastayı işaret etti. “Tam anlayamadım, biraz daha versene.” “Yani bazen gerçekten kaşınıyorsun,” diye söylensem de dediğini yapıp biraz daha pasta uzattım ona. Afiyetle yerken ona kızmamı umursamadı bile. “Ee, şimdi anlayabildin mi?” “Tamam, tamam. Haklısın, güzelmiş.” “Güzel değil, çok güzel,” diye düzelttim onu. Güldü ve elindeki çatalı muzlu pastaya yöneltti. “Bakalım diğerleri de dediğin kadar var mı?” Diğer iki pastayı da teker teker denedi ve garsonun getirdiği yeni çayından büyük bir yudum aldı. “Pastalar gerçekten taze. Hem kekleri hem de meyveleri. Çikolatalı olanın içindeki parçacıklar da epey lezzetli.” Sonunda düzgün bir yorum duymaktan memnun olmuş bir şekilde “Değil mi?” diyerek muzludan bir çatal aldım ve bu sefer kendim yedim. Bir süre tadını çıkarabilmek için tüm dikkatimi pastalara verdim. Giderken Tuana için bir tane frambuazlı pasta paket ettirmeyi de aklımın bir köşesine yazdım. Tabakların dibini gördüğümüzde kahve bardağımı elime alarak sandalyeme yaslandım ve kahvemden büyük bir fırt çektim. Aral da çayının son yudumunu içerken telefonu çalmaya başlayınca cebinden çıkardı ve ekrana kısa bir bakış attıktan sonra “Emniyet’ten arıyorlar,” diye haber verip telefonu açtı. Arel’in dediği kadar vardı gerçekten. Başkomiser olduğu için her şeyde Aral’ı arayıp duruyorlardı. Bu da telefonunun zırt pırt çaldığı anlamına geliyordu. “Efendim?” Garsonlardan biri boş tabakları almaya geldiğinde Aral’ın bardağını önüme doğru çekip kendimce garsonun işini kolaylaştırdım. “Beni mi görmek istiyormuş? Neden?” Başka bir şey isteyip istemediğimizi soran garsonu teşekkür ederek gönderdikten sonra Aral’a odaklandım. “Tamam, tamam, geliyorum. Bir saate kadar orada olmuş olurum.” Birkaç şey daha söyledikten sonra telefonu kapattığında “Ne oluyor ya?” diye isyan ettim. “Yine kim çağırdı da gidiyorsun?” Toplantı ya da müdürle ilgili bir şeyler söylemesini beklediğim sıra “Yılmaz’ın annesi Emniyet’teymiş,” diye açıklama yaptığında kaşlarım çatıldı. “Yılmaz’ın annesi mi?” diye sordum şaşkınca. “Niye ki? Hem senle ne alakası var?” “Bilmiyorum,” diyerek başını iki yana salladı. “Ama oradakilere benimle acilen konuşması gerektiğini söyleyip duruyormuş.” “Yılmaz’ın nasıl öldüğünü bilmiyordu, değil mi?” “En son öyleydi,” diyerek kaşlarını çattı. “Ama içimden bir ses bir şeyler öğrendiğini söylüyor.” Ne düşüneceğimi şaşırmış vaziyette öylece bakmaya devam ettim Aral’a ama onun harcayacak vakti yoktu. “Hadi toparlanıp çıkalım da seni eve bırakayım. Sonra doğruca Emniyet’e geçeceğim.” Garsona hesabı istediğini gösteren bir el hareketi yaparken yanağımın içini dişledim. Yılmaz’ın ölümünün ardından Aral beni itinayla Sadullah ve ailesinden uzak tutmaya çalışmış ve başarılı da olmuştu lakin bunun bir yerde patlak vereceğini Aral da benim kadar iyi biliyor olmalıydı. Umarım daha yeni yeni toparlanmaya çalışırken başımıza yeni bir iş açılmazdı. Zira son olaylardan sonra fazlasıyla yıpranmıştım ve daha fazlasını kaldırabileceğimden emin değildim. ღ Üzgünüm Tamay; kötü günler geride kaldı, şimdi sıra daha kötülerinde… Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Düşüncelerinizi benimle paylaşmayı ihmal etmeyin lütfen. ♥ Pazartesi okulum açılıyor, yani bundan sonraki bölümler hangi arayla gelir bilemiyorum. Yine de burayı fazla ihmal etmemek için elimden geleni yapmaya çalışacağım çünkü yazacağım en fazla on bölüm falan kaldı. Belki o kadar bile yoktur, emin olamıyorum. Ne olacağını hep birlikte göreceğiz. :) Yeni bölüme kadar kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere!
|
0% |