Yeni Üyelik
51.
Bölüm

BÖLÜM - 48

@bayanclara

Parmaklarım tuşların arasında salınırken gözlerimi çoktan kapamış, zihnimdeki notalara odaklanmıştım. Çok küçük yaştan beri piyano çalmanın en büyük artılarından biri, var olan çoğu bestenin notalarını çala çala ezberlemiş olmaktı sanırım.

Başımı yavaşça sağ omzuma doğru yatırdım ve çalmaya devam ettim. İçimdeki sıkıntıyı atabilmek, daha ziyade bir nebze olsun unutabilmek için piyanoya sığınmıştım. Notaların sesi huzur veriyordu ancak çaldığım her beste aklıma tek bir kişiyi getirdiği için doğru şeyi yapıp yapmadığımdan emin olamıyordum. Buna rağmen çalmaya devam ediyordum, çünkü çalmayalı bir hayli zaman olmuştu ve parmaklarımı çalıştırmayı özlemiştim.

Bestenin sonuna geldiğimde çalmayı bıraktım ama parmaklarımı tuşların üzerinden ayırmadım. Gözlerimi açmadım, başka şarkıya da geçmedim. Öylece durdum ve sessizliğin tadını çıkardım.

Tuana evde yoktu, yarın dersi olmadığı için Berfinlere kalmaya gitmişti. Başta bunun için tereddütlü görünmüştü ancak ben gitmesi için ısrar etmiştim. Günlerdir Aral’ı göremediğim için üzgün, mutsuz ve stresliydim ama bana bakıcılık yapmasına ihtiyacım yoktu. Bunu ona dürüstçe söylemiş ve keyfine bakmasını söylemiştim. Zira onun varlığı hissettiğim kaygıyı azaltsa da yok etmeyecekti. Bunu başarabilecek tek kişi vardı, o da günlerdir Emniyet’te yatıp kalkıyordu. Birkaç kez üzerini değiştirmek ve duş almak için eve gelmişti ancak o saatlerde hastanede olduğum için onu yine görememiştim.

Yılmaz’ın annesinin Aral’la görüşmek istediğini bildiren telefonu almamızın üzerinden üç gün geçmişti. Detaylara hâkim değildim ama Aral, kadın sayesinde çok önemli bilgilere ulaştıklarını söylemişti dünkü kısa telefon konuşmamızda. Sesi öyle yorgun geliyordu ki onu deli gibi özlememe rağmen telefonda tutmaya kıyamamıştım. Aynı şehrin içinde bu kadar uzun ayrılık çekmemiz saçmalığın daniskasıydı ama olmuştu işte. Buldukları her ne ise onları eve göndermeyecek, sürekli ama sürekli toplantı yaptıracak, gece gündüz Emniyet’te kalmalarına neden olacak kadar önemliydi.

Ve bu, durumu daha da zora sokuyordu. Çünkü sona yaklaştığımızı bizzat Aral’dan duymasam da hissedebiliyordum.

Derin bir iç çekip aynı besteyi en baştan çalmaya başladım. Odayı tekrar nota sesleri doldururken başımı dikleştirdim ama gerçekliğe dönmek istemediğim için gözlerimi açmadım. Saat gece yarısı olmuş olmalıydı. Saatlerdir burada piyano çalıyordum ve yorulmuştum ama yine de yatmak istemiyordum. Bugün Aral’la sadece birkaç kez mesajlaşmıştık, onda da iyi ve Emniyet’te olduğunu söylemişti. Telefonla konuşacak kadar zamanı olmamasına, olduğundaysa ben meşgul olduğum için yine konuşamamamıza uyuz oluyordum.

Ne senden öncesi

Ne senden sonrası

Düşüncelerimle kavga ederken duyduğum ses üzerine tuşların üzerindeki parmaklarım dondu ve gözlerim hızla açıldı. Başımı gereğinden hızlı bir şekilde arkaya çevirmem canımı acıtmıştı ama şu an umurumda değildi. Çünkü Aral, kapının pervazına yaslanmış bana bakıyordu.

Ne diyeceğimi bilemeyerek öylece yüzüne baktım. Hem ağzımı açıp bir şey söyleyemeyecek kadar şaşkındım hem de hayal görüp görmediğimden emin olmaya çalışıyordum. Zira bugünkü mesajlaşmamızda öğrenebildiğim son şey, bugün de eve gelmeyeceği olmuştu ama buradaydı işte. Birkaç metre ötemdeydi.

Ve onu özlemiştim. Onu çok özlemiştim.

Sanki aklımdan geçenleri okuyormuş gibi yüzüme bakarken dudaklarını araladı ama konuştuğunda ağzından çıkan sözlerin muhatabı ben değildim.

Ayrılık aman

Ölümden yaman

Geçmiyor zaman geçmiyor

Ne anam, babam

Ne en hoş hatıram

Yetmiyor canım yetmiyor

Belki de bendim ama bunu dile getiriş şekli farklıydı. Yorgun yüzüne, çökmüş gözaltlarına rağmen gülümsemeyi başardım ve benden beklediğini düşündüğüm şeyi yapmak üzere önüme dönüp şarkısına eşlik ettim.

Ben sende tutuklu kaldım

Kendi hayatımdan çaldım

Yedi cihan dolandım

Bana mısın demiyor

Adım seslerini duyamasam da içgüdülerim bana doğru geldiğini fark etmemi sağladı ama dönüp bakmadım, çalmaya devam ettim.

Bir an sonra sırtım göğsüne yaslandı ve o ana kadar tetikte olduğunu bile bilmediğim omuzlarım gevşedi. Kollarını, benimkileri kısıtlamayacak şekilde gövdeme sarıp çenesini saçlarımın üzerine yasladığında gözlerim kendiliğinden kapandı ama çalmaya devam ettim. Kokusu tarafından sarıldığım için tüm dikkatim dağılmıştı, bu yüzden ezberime sarıldım ve ellerimin kendi yollarını bulmasına izin verdim.

Sakladım gözlerimi

Sustum hep sözlerimi

Yandım yar közlerimi

Savur savur bitmiyor

Bana sarılarak şarkıya devam etti. Sesi kısık, normalde olduğundan çok daha boğuktu. Yorgunluğunu her hücremde hissedebiliyordum ama onu bozmadım. Şarkıyı bitirmesine izin verdim.

Saniyeler sonra parmaklarım son notalara bastığında ellerimi piyanonun üzerinden ayırmadım. Hatta hareket bile etmedim. Başımı koluna yasladım ve öylece durdum. Durdum… Durdum…

Nihayetinde dayanamadım.

“Bu gece de gelemeyeceğini sanıyordum.”

Ayakta uyuyakaldığını düşünebileceğim kadar bir süre sessiz kaldıktan sonra “Aslında gelemeyecektim,” diye mırıldandı. “Ama ters düşünce oradan ayrılmak zorunda kaldım.”

Gözlerimi açıp ona bakmaya çalıştım ama kollarında dönmeme izin vermedi ve bana daha sıkı sarılıp çenesini saçlarıma sürttü.

Pes edip ellerimi bana sarılı olan kollarının üzerine koydum ve piyanonun tuşlarına bakarak konuşmaya devam ettim. “Kimle ters düştün?”

Derince iç geçirdi. “Asaf amirle.”

“Neden?”

Uzun bir sessizlik daha.

“Bunu sonra konuşsak olur mu? Şu an gerçekten derin bir uykuya ihtiyacım var. Kaç gecedir uyuyamıyorum.”

Aramıza patlamaya hazır bir bomba bıraktıktan sonra uyumak istemesi tam da ona göre bir şeydi ve içimdeki merakla uykuya dalamazdım. Bu yüzden “Ama-” diye itiraza giriştim ama lafımı kesti.

“Lütfen, Doktor. Konuşacak halim yok. Duş alıp yatmak istiyorum sadece.”

İç çektim. İtiraz etmeye devam etmek istiyordum ama sesi o kadar yorgun geliyordu ki kıyamadım.

“Tamam, sen çık odaya. Ben de geliyorum.”

Başını salladığını hissettim. Sonra saçlarımın üzerine küçük bir öpücük kondurdu ve kollarını benden ayırıp geriledi. Arkamı dönüp ona baktım. Yakından daha da bitik halde görünüyordu. Şu üç günde neler yaşadığını öyle çok merak ediyordum ki.

“Tuana nerede? Yattı mı?”

“Berfinlere gitti.”

“Sen niye yatmadın? Yarın hastaneye gitmeyecek misin?”

“Gideceğim ama yatmak istemedim.” Omuz silktim. “Belki bir boşluk bulursun da ararsın diye ümit ediyordum,” diyerek piyanonun üzerindeki telefonumu işaret ettim.

Suçluluk duygusuyla yüzü buruştu. “Seni de uyutmadım değil mi? Merak ettin hep.”

Uzanıp elini tuttum. “Olması gerektiği gibi. Seven her insanın yapacağı gibi.”

Uzun uzun gözlerimin içine baktı, bir şey demedi ama uzanıp bir öpücük daha kondurdu saçlarıma.

“Yattığını düşündüğüm, daha doğrusu umduğum için geldiğimi haber vermedim sana.”

Başımı salladım. “Sorun yok, sonuçta buradasın. Daha fazla oyalanmadan git hadi. Ben de sana sandviç hazırlayayım. Açsındır kesin.”

“Zahmet etme-”

“Aral,” diyerek sözünü kestiğimde vazgeçmeyeceğimi bildiğinden “Tamam,” diyerek iç çekti. “Büyük yapma ama. Pek iştahım yok.”

Başımı salladım kısaca. Ardından odadan çıkışını izledim. Meraktan ölüyordum. Onu doyurmak, rahat ettirmek ve bana her şeyi anlatmasını sağlamak istiyordum. Sadece yorgun gibi gözükmemişti gözüme, stres ve hüzün de vardı sanki bakışlarında.

Ya da ben uyduruyordum, bilemiyordum ama öğrenmezsem içim rahat etmezdi.

Telefonumu kaptığım gibi odadan çıktım ve mutfağa yöneldim. Aral’a, istediği gibi hafif bir sandviçle gevşemesi ve daha rahat uyuması için bir bardak bitki çayı hazırlayıp yatak odasına çıktım. Evde bizden başka kimsenin olmamasının verdiği rahatlıkla ardına kadar açık bıraktığı kapıdan içeri girdiğimde onu yatağa oturmuş, elindeki havluyla saçlarını kurularken buldum.

Elimdeki tepsiyi makyaj masamın üzerine bıraktıktan sonra “Hadi gel,” diye mırıldandım. “Sen yerken ben de saçlarını kurulayayım.”

İtiraz etmedi, herhangi bir şey de demedi ama sözlerime itaat edip kalktı ve yanımdaki sandalyeye oturdu. Tepsiyi önüne çektikten sonra elindeki havluyu alıp arkasına geçtim ve şansımı bir kez daha denemeden evvel midesine bir şeyler girmesini bekledim.

Havluyu nazikçe saçlarına sürttüğüm sıra makyaj masasının aynasından beni izliyordu, bunu biliyordum ama gözlerimi saçlarından ayırmadım. Kumral saçları zaten kısaydı, uğraşmasak da çok kısa zamanda kuruyabilirdi ancak elimdeki tek şey buydu.

Aral, sandviçini bitirip usulca çayını yudumlamaya devam ederken havluyu omzuma attım ve parmaklarımı saçlarının arasından geçirdim. Çayını bitirene kadar başına masaj yapabilirdim. Böylece iyice sakinleşirdi.

Parmaklarım masaj yapmak için saçlarının arasında gezinmeye başladığında hafifçe inleyip başını geriye atarak karnıma yasladı ve gözlerini kapattı. Elleri çay bardağını sıkıca kavramış olsa da kendini bana bırakmıştı. Usulca gülümsedim ve eğilip alnına küçük bir öpücük kondurdum. Onu çok özlemiştim.

Masajımı başından alnına doğru kaydırdım ve oradan da şakaklarına geçiş yaptım. Sanki ellerimle şifa dağıtıyormuşum gibi geçen her saniye vücudu daha çok gevşiyor ve bana daha çok sokuluyordu.

Rahatlamış görüntüsünden epey hoşlanmış olsam da “Çayın soğuyor,” diye mırıldandım. “Az bir şey kalmış zaten, bitir de yatağa geçelim.”

“Hımmm.”

Kedi gibi mırıldanmaktan başka bir şey yapmayınca şefkatle gülümsedim ve elimi yanağına yasladım. “Şimdi uslu bir çocuk olup anne sözü dinliyorsun, hadi bakalım.”

Sözlerim, dudaklarının keyifle kıvrılmasına neden olmuştu ki bu tam da istediğim şeydi.

Bir süre hiç kıpırdamadan durmaya devam etse de sonunda o yeşil gözlerini açıp bana baktı ve ömründe gördüğü en güzel şeymişim gibi iç geçirip başını kaldırdı. Bardağın dibinde kalan çayı içip yüzünü buruşturduğunda söylemesine gerek kalmadan çayın soğuduğunu anlamıştım.

“Dediğim anda içseydin böyle olmazdı,” demeden duramayınca bana kötü kötü bakıyormuş gibi yaptı ama bunu uzun sürdüremedi ve kolumu tutup beni kendine çekti. Saniyeler içinde kendimi kucağına oturmuş vaziyette bulunca ona şaşkın bir bakış atıp “E, hani yatacaktın?” diye sordum.

Bakışlarıyla yüzümün fotokopisini çektikten sonra başını dağınık topuz yaparak açıkta bıraktığım boynuma gömdü ve sesli bir nefes çekti içine. Üzerinde anlayamadığım bir depresiflik vardı.

Kucağımda duran kollarımı kaldırıp boynuna doladım ve parmaklarımı nemli saçlarında dolaştırdım.

“Sormamı istemediğini biliyorum ama beni korkutuyorsun,” diye mırıldandım. “Yorgunluktan çok daha fazlası varmış gibi hissediyorum.”

Dudaklarını tenimin üzerinde gezdirirken belimdeki kollarını sıkılaştırdı.

“Cevap vermeyerek benden kurtulamazsın,” diye isyan ettim. “Beni meraktan öldürmek mi istiyorsun? Birkaç şey söyle bari.”

Kısa bir süre aramızda nefes alışverişlerimiz haricinde hiçbir ses olmadı. Daha sonra kısık ama keskin bir sesle “Seni tehlikeye atmayacağım,” dediğini duydum. “Kim ne derse desin, seni bu saçmalığa dahil etmeyeceğim.”

Beklediğim şey bu değildi. Kesinlikle değildi.

“Bu da ne demek?” diye sorarak geri çekilmeye çalıştım ama izin vermedi ve etrafımdaki kollarını daha çok sıktı. “Aral,” diyerek ısrar ettim. “Böyle bir şeyi söyledikten sonra susamazsın.”

İç geçirdi ve başını hafifçe geri çekip gözlerimin içine baktı. Gözleri kanlanmıştı. Banyo sonrası yorgunluğu daha da gözle görülür olmuştu.

“Artık her şeyi biliyoruz,” dedi. “Yani daha öncesinde de biliyorduk tabii ama bu kadar detaylı ve çok değildi. Kanıtlarımız var. O pislik heriflerin hepsini yakalayabiliriz ama bunu yapmak oldukça güç. Asaf amir onları yakalamak için seninle aynı oyunu oynamaya devam etmemi istiyor ama bunu yapmayacağım. Seni bir daha o heriflerin olduğu yere götürmeyeceğim.”

Kaşlarım iyiden iyiye çatıldı. Sözlerinden hiçbir şey anlamamıştım. Yılmaz öldüğünden beri Sadullah’ı ya da onlardan birini görmemiştim çünkü Aral beni onlardan itina ile uzak tutuyordu. “Doğru düzgün anlatır mısın şunu?” dedim isyan edercesine. “Benimle ne alakası var durumun?”

Hafifçe iç geçirdi ve anlatmaya başladı. “Yılmaz’ın annesi, bana bir şey vermek için gelmiş Emniyet’e. Bir anahtar. Kasa anahtarı.”

“Kasa anahtarı mı?”

“Evet. Hani şu bankalardaki gizli kasalar var ya, onlardan. Birkaç sene olmuş Yılmaz ona anahtarı vereli. Sadece kasa anahtarı olduğunu söylemiş, başka hiçbir bilgi vermemiş. Bir de eğer başına bir şey gelirse beni bulmasını ve anahtarı bana vermesini istemiş.” Boğazında bir şey varmış da onu rahatsız ediyormuş gibi seslice yutkundu. “Resmen bile bile ölüme gitmiş. Arkasını toplamam için de beni seçmiş.”

Gözlerini yumup bir süre sessiz kaldığında bu durumun canını çok acıttığını fark ettim. Böyle bir konuda aklına gelen ilk kişi Aral olduğuna göre Yılmaz’la araları sandığımdan çok daha iyi olmalıydı. Yani, eskiden…

“Annesi, aradan uzun zaman geçtiği için Yılmaz’ın ona anahtar verdiğini unutmuş tabii,” diye devam etti. “Oğlu ansızın ölmüşken de nereden gelsin aklına… Neyse işte geçen gün Yılmaz’ın kalan eşyalarını toparlarken bulmuş anahtarı. Sonra onu bana vermesi gerektiğini hatırlamış, ilk otobüse atlayıp gelmiş. Annesine sadece kasa anahtarı olduğunu söylediği için anahtarın ait olduğu yeri bulmaya çalışmak çok zamanımızı aldı. İstanbul’daki bütün kasaları araştırdık ama onun adına açılmış bir şey bulamadık. Ne yapsak, nasıl bulsak diye düşünürken Arel’in aklına kasayı benim adıma açtırmış olabileceği geldi; hani olur da birileri öğrenirse ondan şüphelenmesinler diye. Sonra bir kez de benim adıma açılmış herhangi bir şey var mı diye baktırdık ve gerçekten de Küçükçekmece’deki bir bankada adıma açılmış bir kasa bulduk.”

“Ne varmış kasada?”

Yeşillerini gözlerime dikip “Her şey,” dedi. “Bu zamana kadar Sadullah ve onun düşmanı olan herif için ne yaptıysa kanıtlarıyla birlikte saklamış. Sadece kendisine yaptırdıkları şeyleri değil, başkalarından duyup öğrendiği şeylerin de nasıl başardıysa kanıtlarını, belgelerini bulup saklamış. Aylardır uğruna savaş verdiğim şey, meğer bir banka kasasında yatıyormuş.”

“Yani,” diye mırıldandım, her şeye rağmen içime dolan umutla. “Bitti mi artık? Oyun oynamamıza gerek yok mu? O pisliklerin hepsini yakalayabilir misiniz? Sadullah’ı, yanındakileri, diğer mafyaları?”

Başını salladı. “Evet ama bu hiç kolay değil. Yılmaz, kanıtlı belgelerin dışında şüphelendiği veya duyup herhangi bir kanıta dayandırmadığı şeyleri de bir deftere not almış. Notlarından birinde Sadullah’ın, Emniyet’te kendisinden başka adamları olduğundan şüphelendiği yazıyordu. Belki farkında olmadan benden bahsediyordu ama o şüphelendiği kişilerin ben olmama ihtimali de var. Benim dışımda, Yılmaz gibi gerçekten mesleğine ihanet eden kişiler olabilir ve eğer öyle bir şey varsa onları yakalamak gerçekten zor olacak.”

“Çünkü operasyondan kolayca haberleri olabilir,” diye tahmin yürüttüm.

“Evet,” diyerek onayladı beni. “Gizli operasyon yürüttüğümü bile bilmiyor henüz kimse ve o kadar mafya babasını yakalamak için oldukça büyük bir plana ihtiyacımız var. Dolayısıyla da polise. Eğer onlar adına çalışan birinin kulağına kaçarsa işte o zaman her şey mahvolur.”

Çaresiz hissederek kucağına sindim. Böyle büyük bir operasyonda polislerin elinden kaçmayı başaran kişiler olursa neler olabileceğini az çok tahmin ediyordum. Yurt dışına kaçıp hiçbir şey olmamış gibi lüks içinde yaşamaya devam edebilirlerdi. İntikam almak için onları açığa çıkaran kişilerin ya da arkalarından iş çevirenlerin peşlerine düşebilirlerdi.

Ki böyle bir durumda aklıma gelen ilk kişi Aral oluyordu. Onun hiçbir zarar görmemesi için herkesin yakalanması şarttı. Böylece huzurlu ve sakin bir hayata kavuşabilirdik. Hatta evlenebilirdik.

Bir süre öğrendiğim şeyleri sindirmeye ve kendi kafamdan hesaplar yapmaya çalıştım ama hala anlamadığım bir şey vardı.

“Benim bu konudaki rolümü anlayamadım,” diye mırıldandım tereddütle. “Tüm bunların benimle ne alası var?”

Aral, böyle bir şeyi düşünmek dahi istemiyormuşçasına yüzünü buruşturdu.

“İki hafta sonra büyük bir mafya buluşması var. Daha doğrusu toplantı ama bu zamana kadar anlamış olduğun üzere bu tür şeyleri eğlenceye çevirerek yapıyorlar genelde. Hayatlarındaki insanları da dahil ediyorlar. Çünkü bu onlar için güvence demek.”

“Nasıl bir güvence bu?”

“Mesela eğer ben onların arkasından iş çevirmeye kalkarsam yanımdakilere zarar verebilirler. Bu yüzden elim kolum bağlı oluyor. Ve bu oradaki herkes için geçerli. Bu da zor yoldan barışı sağlıyor.”

Yüzümü buruşturdum. Duyduğum en saçma ‘kendini güvenceye alma’ olaylarından biriydi.

“Ama birbirlerinin adamlarını vurabiliyorlar?” dedim sorarcasına. Aklıma Yılmaz gelmişti.

“Ailelerinden birine bir şey olmadığı ve karşı tarafın kendince haklı bir sebebi olduğunu düşündükleri takdirde sessiz kalıyorlar. Tıpkı Yılmaz’a olduğu gibi. Sadullah’ın onu öldürmesine karşı taraftaki herif bir şey demedi, çünkü Sadullah’ın intikam almasını haklı buldu.”

“Saçmalığın daniskası. İnsan hayatından bahsediyoruz burada, böyle bir intikamın haklı sebebi mi olur?”

“Bu duydukların ne ki?” diyerek başını salladı. “Daha bilmediğin çok şey var.”

Dahasını öğrenmek istemiyordum. Hatta mümkün olsaydı bunları da bilmek istemezdim.

“Asaf amca beni de bu toplantıya yanında götürmeni mi istiyor yani?” diye sorarak asıl konuya geri döndüm.

“Asaf amir değil, Sadullah istiyor. Seni uzun zamandır yanımda görmüyor ve muhtemelen bunun Yılmaz’ın ölümünden beri olduğunun da farkında. Aslında çoktandır seni görmek istediğini dile getiriyordu ama ben bir bahane bulup reddediyordum. Bunları sana bile söylemedim çünkü Yılmaz benim için son noktaydı.” Başını salladı. “Muhtemelen benden şüphelenmeye de başladı ama umurumda değil. En son görüşmemizde seni de bu mafya toplantısına getirmem gerektiğini söyledi ve yine kabul etmedim. Bunun üzerine bana rest çekti. Seni götürmezsem tek de gidemeyeceğimi söyledi. Ben de hayhay deyip kabul ettim. Seni tekrar o ortamlara sokmaya niyetim yok. Asla.”

“Gidemezsen ne olur?”

Belime sarılı olan kollarını biraz daha sıktı. “Üç gün öncesine kadar bir şey olmazdı ama şimdi… Operasyonu o gece yapmak istiyor, Asaf amir. Böylece herkes elinin altında olacak ve tek seferde yakalayabilecek. Adamların kaçma ya da birbirlerine haber uçurma ihtimalleri de en aza indirgenecek. Ve böyle bir operasyon olursa benim dışarda değil de içeride olmam daha avantajlı olur.”

Hiç düşünmeden “O zaman gidelim,” dedim. Kaşları çatıldı ve uyarırcasına “Tamay,” diye mırıldandı.

“Daha iyi bir planın var mı?” diye üsteledim. “Elinde böyle bir fırsat varken değerlendirmemek aptallık olmaz mı? Kaç aydır bunun için uğraşmıyor musun? Bu adamları bir daha ne zaman bir araya toplayabilirsin ki? Ayrıca her şeyi bu yüzden kısıtlamadık mı biz? Artık aileme yalan söylemek istemiyorum, Aral. O insanlarla bir araya gelmek de istemiyorum. Rol yapmaktan sıkıldım. Ayrıca çok da yoruldum. Bütün bunlar bir an önce bitsin gitsin istiyorum.”

“Bir daha onlarla bir araya gelmeyeceksin zaten. Başka bir yol bulacağım çünkü.”

“Ya o bulduğun yolda her şey sarpa sararsa? Ya adamlar kaçarsa ve sonradan başına bela olurlarsa? O zaman ne olacak?”

“Seni oraya götürdüğümde de işler sarpa sarabilir, bunun garantisi yok.”

“En azından en doğru olanı yapmış olursun.”

“En doğru olanın bu olduğunu da nereden çıkarttın? Seni tehlikeye atmanın neresi doğru? Bu öncekiler gibi bir şey değil, Tamay. Operasyondan bahsediyorum. Yüzde doksan ihtimalle çatışmanın çıkacağı büyük bir operasyon. O karmaşada ya seni koruyamazsam? Saçının teline dahi zarar gelse vicdan azabından ölürüm ben.”

“Asaf amcam bir plan yapar-”

“Hayır.”

“Ama-”

“Hayır, dedim. O deli kadın seni kaçırdığında aramızda hiçbir şey olmamasına rağmen kendimi ne kadar kötü hissettiğimi biliyor musun? Seni daha iyi koruyamadığım için kendimi suçlayıp durdum. Hala bile bunun vicdan azabını çekiyorum ben. Şimdi böyle bir şeyin ihtimali bile ölmek istememe sebep oluyor. Aramızı daha yeni düzelttik üstelik. Bunu bozamam.”

Söyledikleri kalbimi kırdığı için yüzünü ellerimin arasına aldım ve kendimden emin bir şekilde “Senin suçun değildi,” diye mırıldandım. “Beni koruyamazdın.”

“Evet koruyabilirdim. Peşine birini takabilirdim veya-”

“Peşimde sürekli beni takip eden birisiyle dolanmak istemiyordum.”

“İsteyip istememeni umursamamam gerekiyordu. Sadece doğru olanı yapmalıydım. O zaman çok pişman oldum ama tekrar aynı şeyin olmasına izin vermeyeceğim. Bu sefer sonrasında pişman olacağımı bildiğim kararlar almayacağım.”

“Aral… Ben artık tamamen huzura kavuşmak istiyorum. Seninle evlenmek istiyorum. Düğün yapmak istiyorum.”

“Ben istemiyor muyum sanıyorsun?” diye sordu içerlemiş bir tavırla. “Ama düğünümüzün olması için hayatta ve sağlıklı olman gerekiyor.”

“Sadece benim değil, senin de sağlıklı ve hayatta olman gerekiyor.”

“Biliyorum,” diyerek başını salladı. “Ve tam da bu yüzden başka bir yol bulacağım. Daha iyi ve daha güvenli bir yol.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp uzun uzun baktım yeşillerine. Öyle bir yolun olduğundan şüpheliydim ama daha fazla ısrar etmek istemedim. Zaten yeterince yorgun, stresli ve de hüzünlüydü. Bugün canını sıkan insanlardan biri de ben olmamalıydım.

İtiraz etmeyi bıraktığımı görünce belimdeki ellerinden birini bacaklarımın altına kaydırdı ve beni tek hamlede kucağına alıp ayağa kalktı. Yatağa doğru yürürken “Şu andan itibaren yapmak istediğim tek şey sana sarılıp uyumak,” diye mırıldandı. Sessizce iç geçirip boynuna doğru sokuldum. Bu konuyu burada kapatacaktım, en azından bu gecelik.

İnce yorganımı kaldırıp beni nazikçe yatağa bıraktıktan sonra ışıkları kapatmaya gittiğinde ben de yatağın diğer tarafına kayıp onun yanıma gelmesini bekledim.

Işığı kapatıp geri geldikten sonra yatağın boş tarafına uzanıp beni kendisine çekti ve sıkı sıkı sarıldı. Kollarımı zar zor hareket ettirsem de bir şekilde üzerimizi örtmeyi başardım ve beni içine sokmak istermiş gibi sarmasını memnuniyetle karşılayarak ona biraz daha sokuldum. Saçlarıma küçük bir öpücük kondurduktan sonra çenesini öptüğü yere yasladı ve “Şu dünyada senden daha fazla sevdiğim hiçbir şey yok,” diye mırıldandı. “Bu yüzden canını tehlikeye atacak hiçbir şeyi onaylayamam. Etik olup olmaması umurumda değil. O herifleri yakalamak için ne kadar uğraştığım da. Sen, benim için her şeyden daha önemlisin.”

Burnumu boynuna sürterek son cümlesine ithafen “Biliyorum,” diye fısıldadım. “Ben de seni çok seviyorum.”

Kolları biraz daha sıktı bedenimi.

“Kendini suçlu hissetmeni istemiyorum. O toplantıya gitmeyeceğim demek, bu işin peşini bırakacağım demek değil. Dediğim gibi başka bir yol bulacağım. Ucu sana dokunmayacak bir yol.”

Bunun pek mümkün olmadığını düşünsem de karşı çıkacak bir şey söylemek yerine “Mümkünse ucu sana da dokunmasın,” diye mırıldandım. “Sana bir şey olmasına dayanamam.”

Başıma uzun bir öpücük daha kondurdu ama cevap vermedi. İçime çöreklenen sıkıntıyla sessizce iç geçirdim ve gözlerimi kapayıp kokusuna odaklanmaya çalıştım. Sessiz kalmış olsam da bu konuda geri durmayacaktım. Çünkü biliyordum, kör inadını delip geçebilecek benden başka kimse yoktu.

Sabah alarmın sesiyle uyandığımda Aral hala derin bir uykudaydı. Normalde kollarının arasında kıpırdandığımda uyanmaya meyilli olurdu ama bu sefer ne kadar yorgunsa hareket bile etmedi. Bu yüzden ekstra sessiz olmaya çalışarak kollarının arasından çıktım ve onu, kahvaltıyı hazırladıktan sonra uyandırmaya karar vererek banyoya yöneldim. İşlerimi halledip yüzüme bolca soğuk su çarptıktan sonra odaya geri dönüp üzerimi değiştirdim. Hâkî rengi kumaş pantolonla düz, beyaz bir bluz giymeyi tercih etmiştim. Pantolonun üzerine aynı renk ceketini giyecektim ama saçlarımı yaptıktan sonra giymenin daha doğru olacağını düşündüğümden telefonumu aldığım gibi odadan çıktım. Saç ve makyajımla kahvaltıdan sonra uğraşacaktım.

Mutfağa inince ilk işim çay suyu koymak oldu. Ardından dünden kalma sarılmış sigara böreklerini çıkartmak ve yanına omlet yapmak için iki de yumurta almak üzere buzdolabına yöneldim. Börekleri ve yumurtaları tezgâha bırakmak dışında bir şey yapmadım, çünkü kahvaltıyı hazırlamadan önce yapmam gereken bir şey vardı.

Ne olur ne olmaz diyerek mutfak kapısını kapattıktan sonra mutfak masasına çöktüm ve telefonumdan Asaf amcamın numarasını bulup ara tuşuna bastım. Bu saatte uyanık olduğunu düşünüyordum. Gerçi eğer Aral gibi o da uyumak için Emniyet’i mesken tuttuysa aramamı yanıtlamaktan daha önemli işleri olabilirdi ve o zaman onunla konuşabilmek için farklı yollar aramak zorunda kalırdım.

Neyse ki dördüncü çalıştan sonra aramam yanıtlandı ve Asaf amcamın sesini duydum.

“Tamay?”

Sesi tıpkı Aral’ınki gibi oldukça yorgun geliyordu ve bu içimi acıttı.

“Günaydın amca,” dedim. Direkt konuya girmek istememiştim. “Müsait miydin?”

“Günaydın, kızım. Evet, evet,” dedikten sonra sesinin kısık çıktığını fark etmiş olacaktı ki boğazını temizledi. “Aslına bakarsan ben de senin aramanı bekliyordum.”

“Öyle mi?” diye sordum ama aslında şaşırmamıştım. Amcam beni tanıyordu. Böyle bir durumda elim kolum bağlı bir şekilde oturamayacağımı biliyor olmalıydı.

“Aral her şeyi anlattı mı?” diyerek soruma soruyla yanıt vermeyi tercih etti. “Direkt ona göre konuşacağım da.”

Tam olarak her şeyi anlattığından emin olamadığım için “Sanırım anlattı,” diye mırıldandım. Belki bilerek atladığı birkaç şey olmuş olabilirdi, çünkü o Aral’dı ama şu an bunu bilmemin imkanı yoktu tabii.

“Peki sen ne diyorsun bu işe? Öncelikle senin düşüncelerini duymam gerekiyor.”

“Ben, bilmiyorum,” diyerek görmeyeceğini bilsem de başımı salladım. “Aral’ı anlıyorum ama açıkçası bu durumdan çok sıkıldım ben amca. Bu işe bulaşmanın kendi hatam olduğunun bilincindeyim ve en başında da dediğim gibi bunun bütün yükümlülüğünü üstlenmeye gönüllüyüm ama artık yoruldum. Aileme yalan söylemek zorunda kalmaktan ve hayatımı istediğim gibi yaşayamamaktan yoruldum. Bir an önce hepsi bitsin gitsin istiyorum. Ama her şeyden çok kimsenin canı yanmasın istiyorum. Özellikle de Aral’ın.”

İç çektiğini işittim.

“Tam tahmin ettiğim gibi.”

“Yani?” diye sordum anlamayarak.

“Aral’ın aksine kalbinle değil, aklınla düşünüyorsun.”

“Hayır, amca,” diye mırıldandım hüzünlü bir gülümsemeyle. “Ben de onun gibi kalbimle düşünüyorum ama onun aksine benim kalbimin söyledikleri, senin aklındakilerle uyuşuyor.”

Haklı olduğumu fark etmiş olacaktı ki sessiz kaldı. Bunun üzerine konuşmaya devam ettim.

“Başka bir yol bulmaktan bahsediyor. Sence bu mümkün mü? O toplantıya gitmekten daha iyi bir seçenek bulabilir mi?”

“Yakın zaman için hayır, bulamaz,” dedi netçe. “Bunun en büyük avantajı da bu zaten. Uzun vadede işler karışabilir; birileri bir şeyler duyabilir ya da adamlar farklı yerlere dağılabilir. En rahat ve kapsamlı operasyon için tekrar bir araya gelmelerini beklememiz gerekir ki bu da kısa süre içinde olacağa benzemiyor. Evet, tehlikeli. Ben de farkındayım ama bu elimize kırk yılda geçebilecek bir fırsat. Aral, her ne kadar kabul etmek istemese de öyle.”

“Anladım,” diyerek usulca yutkundum. Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Aral ne kadar inkâr etse de daha iyi bir yol bulamayacaktı, en azından yakın bir zamanda.

“Amca şimdi senden oldukça dürüst olmanı istiyorum. Yani zaten başıma silah dayanmasının ya da ölümden birkaç saniyeyle kurtulmanın nasıl hissettirdiğini biliyorum… O yüzden bana dürüstçe bu işin benim adıma ne kadar tehlikeli olabileceğini söyler misin?”

Her ne kadar atlatmış olduğumu düşünsem de yakın bir zamanda bir psikopat tarafından kaçırıldığımı ve ölümden döndüğümü unutmuş değildim. Hatta uzun bir süre Aral’ın, silahını benden gizlemekle uğraşmasına neden olmuştum çünkü her silah gördüğümde istemsizce irkiliyordum. Silah sesine benzer bir ses duyduğumda da öyle. Yaşayabileceğim en kötü şeyin bu olup olmayacağını bilemezdim tabii ama yeterince kötü ve korkunçtu. Belki de bu yüzden o toplantıda çıkabilecek çatışma beni gerektiği kadar korkutmuyordu. Daha doğrusu kendi adıma korkutmuyordu çünkü Aral ne derse desin onun canı, benimkinden daha büyük bir tehlike içinde olacaktı.

Asaf amca uzun denebilecek bir sessizliğin ardından “Toplantının yapılacağı yer büyük bir otel,” dedi. “O gece için özel olarak kapatılacak ve dışarıdan herhangi birinin girmesine izin verilmeyecek. Gizli görev olacağı için ekipten birilerini elaman olarak otele sokmayı düşünüyorum. Senin için de otelde saklanabileceğin en güvenli yeri araştırmaya başladım. Operasyon başlamadan evvel Aral’ın seni bizzat kendi eliyle götüreceği ve her şey olup bitene kadar saklanabileceğin bir yer. Böylece kılına bile zarar gelmeyecek.”

Aral’ı ikna edemese de kendince operasyonu planlamaya başlamasına şaşırmalıydım belki ama şaşırmadım. Hatta itiraf etmem gerekirse bir nebze rahatlamıştım da.

“Aral’ın abarttığı kadar tehlikeli değil yani, en azından benim için?”

“İşler ters teperse Aral’ın abarttığı kadar, hatta ondan daha fazla tehlikeli olabilir ama öyle bir durumda sadece senin değil operasyonda görevli olan herkes tehlikede olur. En başta da Aral.”

Usulca yutkundum. “Ters tepmekten kastın ne?”

“Operasyonun açığa çıkması.”

“Bu toplantıyı kaçırdığımız takdirde operasyonun açığa çıkma olasılığı daha da artacak, doğru mu anlamışım?”

“Doğru anlamışsın.”

Ocağa koyduğum suyun kaynadığını görsem de yerimden kıpırdamadım. Şu an çay demlemekten daha büyük sorunlarım vardı.

“Ben… Aral’ı ikna etmeye çalışacağım.”

“Bunu senden isteyemem. Hakkım yok çünkü.” Dertli bir şekilde iç geçirdiğini duydum. “Hatta en başından bu işlere girmemen gerekiyordu. Mecburiyetten ses edemedim ama biri duysa başım büyük belaya girer.”

“Şimdi bunları konuşmanın bir anlamı yok, amca,” diye mırıldandım dürüstçe. “Doğru ya da yanlış, bir yola girdik ve bunun geri dönüşü yok. Şu andan itibaren yapabileceğimiz en iyi şey, bundan hasar almadan kurtulmaya çalışmak.”

“Yine de kendini buna mecbur hissetmeni istemiyorum,” diyerek bir kez daha iç çekti. “Hak vermesem de Aral’ı anlıyorum. Ayrıca sen benim kızım sayılırsın, sana bir şey olması demek canımdan can gitmesi demek. Bunu göze almak benim için çok zor.”

Hüzünlü bir gülümseme kondu dudaklarıma. “Biliyorum amca,” dedim usulca. “Kendi kararımı kendim alacağım, merak etme. Senlik bir durum yok. Ben sadece ikinci bir ağızdan gerçekleri duymak istedim.”

“Ne karar verirsen ver her zaman seni destekleyeceğimi ve korumak için her şeyi yapacağımı bil. Aynı şekilde Aral’ı da. Sen nasıl benim evladımsan o da aynı şekilde, hiçbir farkınız yok gözümde.” Kısa bir an duraksadı. “Sadece babana bir borcum var. Karşısında hep boynum bükük kalacak.”

Buna bir şey söyleyemedim, çünkü vicdan azabını anlıyordum. Eskiden ona çok kızıyordum ama şimdilerde anlamaya başlamıştım. Yaptığı onca araştırmadan bir şey çıkmamasına rağmen küçük bir çocuğun lafıyla hareket etmek istememiş olması normaldi. Neticesinde anne babasını travmatik bir şekilde kaybetmiş bir çocuktum ve o düşüncelere sarılarak büyümüştüm. Söylediklerimin doğru olabileceğine inanmak bir hayli zordu. İnansa belki her şey daha kolay olabilirdi ama olan olmuştu, zamanı geri alamazdık.

“Sağ ol amca. Kapatıyorum ben şimdi, kahvaltı yapıp hastaneye gitmem gerekiyor.”

“Tamam, kızım. Dikkat et kendine.”

Kısa bir vedalaşmanın ardından telefonu kapatıp birkaç dakika boyunca öylece masaya baktım. Direkt ısrar etmeye başlamak Aral’ı daha çok inatlaştırmaktan başka bir şeye yaramazdı. Bu yüzden alttan almalı ve birkaç gün daha beklemeliydim. Başka iyi bir yol bulamayacağından emin olmalıydı ki inadını yenmeliydi.

Belki de gerçekten söylediği o başka yolu bulabilirdi. Belli olmazdı. Bu yüzden beklemek kesinlikle en iyi tercihti.

Ocaktaki demliğin daha fazla tepinmesini istemediğimden ayaklandım ve altını kısıp çayı demledim. Ardından çıkarttığım börekleri yağladığım bir tavaya dizip kızarmaya bıraktım ve yumurtaları kırıp omlet karışımı yaptım.

Omlet ve börekler pişerken masayı kahvaltılıklarla doldurdum. Ardından kızaran börekleri ve pişen omleti ayrı tabaklara koyup masaya bıraktım ve Aral’ı uyandırmak için üst kata çıktım.

Yatak odasından içeri girdiğimde onu benim yastığıma sarılmış vaziyette uyurken bulduğumda dudaklarıma küçük bir tebessüm kondu. Yavaş adımlarla yanına gidip sol bacağımı kırarak yatağa oturdum ve ona doğru uzandım. Alnına düşen saç tutamlarını geriye doğru tarayarak şakağına küçük bir öpücük kondurdum ve ardından yanağımı yanağına yaslayarak beklemeye koyuldum.

Çok geçmeden kıpırdanmaya başladığında hafifçe gülümseyerek yanağımı yanağına sürttüm. Böyle yaptığımda daha çabuk uyandığını bilecek kadar çok sabahımız olmuştu.

Nihayetinde yastığıma sarılı olan kolunu kaldırdı ve elini havadaki yanağımın üzerine yaslayıp belli belirsiz bir dokunuşla elmacık kemiklerimi okşadı.

Bir elim saçlarının arasında dururken diğerini de karnına sarıp ona arkadan biraz daha sokuldum ve başımı çevirip yanağına uzun bir öpücük kondurdum.

“Günaydın.”

Derince iç çektikten sonra “Günlerdir günüm aymıyormuş,” diye mırıldandı uyku mahmuru bir sesle. Sesinin bu tonuna bayılıyordum. “Şimdi daha iyi anladım.”

Söyledikleri hoşuma gittiği için cilveli bir tonda “Hımm,” diye mırıldanıp bir öpücük daha kondurdum yanağına. “Hazırladığım kahvaltı masasını görünce bunu çok daha iyi anlayacaksın bence.”

Yastığın altında duran elini, karnına sarılı olan elimin üzerine koyup parmaklarımı okşamaya başladı. “Kahvaltı da mı hazırladın? Saat kaç ki?”

“Ben mutfaktan çıkarken yediyi geçiyordu,” diyerek başımı çevirdim ve duvardaki saate baktım. “On geçiyormuş.”

“Kalkma vakti gelmiş de geçiyor yani, ha?”

“Aynen öyle Başkomiserim,” diyerek bu sefer dudağının üst köşesini öptüm. “Hadi elini yüzünü yıka da aşağı gel, börekler soğumasın.”

Bir kez daha iç çektikten sonra başını salladı. “Tamam, sen in. Ben de peşinden geleceğim.”

Onu bırakıp aşağı indikten sonra iki bardağa çay doldurdum ve masaya bırakarak sandalyelerden birine yerleştim. Aral gelene kadar boş durmak istemediğimden önce onun tabağını, sonra da kendiminkini kahvaltılıklarla doldurdum.

Tam tadına bakmak için böreklerden birini çatalıma batırıp ağzıma götürdüğüm sıra Aral üzerini değişmiş bir halde içeri girdi ve masaya bakıp ıslık çaldı.

“Şunları görene kadar ne kadar acıktığımın farkında bile değildim.”

Sandalyesine oturur oturmaz böreklerden birini tümüyle ağzına atınca kendimi tutamayıp güldüm.

“Hayatta işten başka bir şey yokmuş gibi davranırsan olacağı bu.”

Çayına şeker atmadan evvel manalı bakışlarını bana çevirdi.

“Eskiden öyle davranırdım, doğru ama sen hayatıma girdiğinden beri işler değişti. Hayatta senden başka hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorum artık.”

Bunun tamamıyla iyi bir şey olmadığının elbette ki farkındaydım, muhtemelen o da biliyordu ama böyle yaşamaya devam etmek istiyordu. Bir şey diyemezdim, en azından şimdilik. Hem zaten kendini bir şeye, daha doğrusu kişiye adadığı için bozulan psikolojisi yüzünden terapiye gitmiyor muydu? Psikoloğu zamanı gelince elbet bunun için de bir şeyler yapardı ancak şu an daha önemli mevzularımız vardı.

Konusunu henüz açmayacak olsam da düşünmemenin imkânsız olduğu mevzular.

Aral masanın yarısından çoğunu silip süpürürken oradan buradan konuştuk. Onu göremediğim günlerde hastanede ve Yasemin’le yaptıklarımızı anlattım. Hatta çoğunlukla ben anlattım, o dinledi. Amacım aklını dağıtmak ve biraz olsun başka şeylerle ilgilenebilmesini sağlamaktı ki bu konuda başarılı oldum. İkimiz de dün gece konuştuğumuz şeylerin konusunu açmadık. Ben, böylesinin daha iyi olduğunu düşündüğüm için yok saydım; o da bana eşlik etti.

Kahvaltıdan sonra ortalığı toparladık, son hazırlıklarımızı yaptık ve evden ayrılıp arabalarımıza atlayarak işlerimize gitmek için yola çıktık.

Ellerimi, sıkı bir atkuyruğu şeklinde topladığım saçlarımda gezdirerek aynadan kendime baktım. Üzerimdeki tulum, siyah ve kolsuzdu. Önünde üçgen şeklinde küçük bir dekoltesi vardı ve sırtım kürek kemiklerime kadar açıktı. Gayet hoş duruyordum. En azından bu geceye uygun olduğumu düşünüyordum.

Evet, bu gece o geceydi ve biz birazdan o malum otele doğru yola çıkacaktık.

Aral ikna olmuştu. Daha doğrusu olmak zorunda kalmıştı, çünkü umduğu gibi başka bir yol bulamamıştı. Gün geçtikçe daha fazla stres olmuş, inatçılığı tavan yapmıştı. Asaf amcamın onu sürekli sıkıştırdığını bildiğim için ne olursa olsun sessizliğimi korumuştum ve bana sorarsanız bunun olumlu anlamda büyük etkisi olmuştu.

Toplantıya tam olarak beş gün kala Aral, toplantıya katılacak mafya liderlerinden birinin toplantı sonrası yurt dışına çıkacağını ve uzun süre geri dönmeyeceğini öğrenmişti. Bu da inadını baltalayan son şey olmuştu. Adamın kim olduğunu bilmiyordum ama onu kaçırmayı göze alamayacakları kadar kötü ve arkası güçlü biri olduğunu duymuştum.

Aral o günün akşamı benimle konuşmak istemiş ve bunu söylemekten nefret ettiği her halinden belli olurken toplantıya onunla birlikte gitmekle ilgili fikrimi sormuştu. Ona bunu yapabileceğimi, korksam da bunun başa çıkamayacak kadar büyük bir korku olmadığımı söylemiştim. Gerçekten de öyleydi. Bu mevzunun sonsuza kadar kapanmasını öyle çok istiyordum ki o otele gözüm kapalı gitmeye razıydım.

Aral sanki tam tersini söylememi bekliyormuş gibi hayal kırıklığına uğramıştı. Gitmek istemediğimi söyleseydim bunu memnuniyetle karşılayacağını ve fikrimi değiştirmek isteyenleri benden uzak tutacağını adım gibi biliyordum. Ama gitmek istiyordum. O pisliklerin hepsi hak ettiğini bulsun, biz de rahata erelim istiyordum.

Asaf amca Aral’ın toplantıya gitmemize ikna olduğunu duyunca Aral’dan gizli yaptığı araştırmaları ortaya çıkarmıştı. Sanki bunun olacağından eminmişçesine her şeyi en ince detayına kadar planlamıştı ki bu Aral’ı başta kızdırmış olsa da sonradan içini biraz olsun rahatlattığını biliyordum.

O günden beri arı gibi çalışıyor, sürekli plan yapıyorlardı. Öyle ki özellikle son birkaç gece Aral yanımda uyurken bile birilerine emirler vermeye başlamıştı. İlk başlarda bundan korkmuş olsam da duruma hızlıca adapte olmuş ve ona sarılarak sakinleştirmeye başlamıştım.

Planla ilgili bildiğim tek şey zamanı geldiğinde Aral’ın beni otelin eksi üçüncü katındaki bir temizlik odasına saklayacağı ve ardından otele elaman olarak sızmış ekip arkadaşlarıyla birlikte dışarıdan gelecek destekle oteldeki herkesi yakalamaya çalışacaklarıydı. Detaylara hâkim değildim, olmam için de epey efor sarfetmem gerekiyordu çünkü gerçekten çok fazla detay vardı ancak bunun için uğraşmak bile istememiştim. Bilmek istemiyordum. Ben yalnızca kendi üzerime düşeni yapacak ve her şey olup bittiğinde beni alacak olan Aral’la birlikte eve dönecektim.

Günlerdir hiçbir sıkıntı çıkmaması için ettiğim duanın haddi hesabı yoktu. Çünkü Aral her ne kadar tehlikede olacak tek kişi benmişim gibi davransa da en ufak bir terslikte arada kalacak ilk kişinin o olacağının farkındaydım. Mutlu sona ulaşmak için her türlü riski almamız gerektiğinin de farkındaydım. Bu yüzden elimden geldiğince sakin kalmaya ve kötüyü düşünmemeye çalışıyordum.

Odamın kapısı açıldığında dalgınca göz makyajımı inceliyordum. İçeri giren kişinin Aral olduğunu aynadan görebildiğim için bir şey demeden yanıma gelmesini bekledim. Bir bana bir de aynadaki yansımama bakarak usulca bana doğru ilerlerken ben de üzerindeki takımın ona ne kadar çok yakıştığını düşünüyordum.

Tam arkamda durarak kollarını belime doladığında sırtımı göğsüne yasladım ve çenesini çıplak omzuma yaslamasına izin verdim. Aynadan göz göze geldiğimizde sessizce iç çekip “Çok güzel görünüyorsun,” diye mırıldandı. Hafifçe tebessüm ettim.

“Teşekkür ederim. Sen de çok şıksın.”

İltifatımı işittiğinden emin değildim ama duyduysa bile umursamadığı her halinden belliydi. Dudaklarını omzuma bastırıp dudaklarını tenimden ayırmadan “Seni oraya götürmek istemiyorum,” diye mırıldandı.

Nazikçe “Biliyorum,” dedim.

“Seni oraya götürmek zorunda olmaktan nefret ediyorum.”

“Biliyorum.”

Omzumu bir kez daha öpüp yüzünü boynuma gömdü ve derin bir nefes çekti içine.

“Kılına dahi zarar gelmemesi için elimden gelen her şeyi yapacağım. Hatta elimden gelmeyeni de yapacağım.”

Bunu benden ziyade kendisine söylemiş olduğunu düşünsem de “Bundan hiç şüphem yok,” diye mırıldandım.

Bu sefer boynuma kondurdu öpücüğünü. Ardından başını geriye çekip aynadan gözlerimin içine baktı ve oldukça ciddi bir ifadeyle “Benimle evlenir misin?” diye sordu.

Önce yanlış anladığımı düşünerek gözlerimi kırpıştırdım ama hayır, oldukça ciddi görünüyordu. Bu yüzden hafifçe tebessüm edip sağ elimi havaya kaldırdım ve tektaşımı işaret ederek “Bu soruya yanıt verdiğimi sanıyordum?” diye mırıldandım.

“Ondan bahsetmiyorum. Bu geceyi atlatır atlatmaz; mümkünse yarın, olmazsa bir hafta sonra… Yani olabildiğince yakın bir zamanda benimle evlenir misin?”

Fazlasıyla ciddi olduğunu fark ettiğimde gözlerimi kocaman açarak kollarının arasında döndüm. Şaka yapmadığını gayet net görebildiğim halde “Gerçekten mi?” diye sormaktan alıkoyamadım kendimi.

“Evet… Düğünü hemen yapamayız belki ama nikahımızı kıyabiliriz. Sonra sen nerede, ne şekilde istersen düğünü yaparız.”

Gözlerimin dolmasını engelleyemezken “Aral,” diye fısıldadım. Ellerini uzatıp yüzümü avuçlarının arasına aldı.

“Duymaya ihtiyacım var, Doktor. Bu gecenin sonunda seni sapasağlam kollarımda tutuyor olacağımı bilmeye ihtiyacım var. Herkesin huzurunda karım olacağını bilmeye ihtiyacım var.”

Başımı aşağı yukarı sallarken “Evet,” dedim. “Elbette evlenirim. Ne zaman, nerede, nasıl istiyorsan öyle evlenirim. İstersen defalarca kez evlenirim.”

Gözlerime uzun uzun baktıktan sonra beni öpmesini beklesem de yapmadı ve gözlerini kapayıp alnını alnıma yasladı.

“Seni her şeyden çok seviyorum. Ve sana söz veriyorum, nefes aldığım müddetçe tırnağına dahi zarar gelmesine izin vermeyeceğim.”

Hiç tereddüt etmeden “Biliyorum,” dedim. “Ama sadece beni değil, kendini de korumanı istiyorum. Sen benim için ne kadar korkuyorsan ben de senin için en az o kadar korkuyorum.”

“Edeceğim,” diyerek başını geriye çekti ve gözlerini açıp yeşillerini görmeme izin verdi. “Seninle evlenmeden ölmeye niyetim yok.”

Kaşlarım derhal çatılırken “Ölümden bahsetme,” diyerek kızdım ona. “Önce kendini, sonra da beni koru yeter. En azından bu gecelik.”

“Tamam,” diyerek dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. Rujum kırmızının en göz alıcı tonundaydı, bu yüzden öpücüğü küçük de olsa dudaklarının renklenmesine engel olamamıştı. Lekeyi silmek için başparmağımı nazikçe dudaklarına sürttüğümde bileğimi tutup parmağımı öptü.

İkimizin de hiçbir yere gidesi yoktu ve hazır olmamıza rağmen sırf bu yüzden oyalanıyorduk. Bunun farkındaydım, onun da farkında olduğunu bakışlarından anlayabiliyordum. Bu yüzden hafifçe iç çekip “Hadi gidelim,” diye mırıldandım. “Yoksa geç kalacağız.”

Parmağımı bir kez daha öptükten sonra bileğimi serbest bırakıp “Tamam,” dedi. “Gidelim.”

Hazırlanırken yatağımın üzerine bıraktığım kabanı giymeme yardım etti ve kabanın içinde kalan saçlarımı nazikçe dışarı çıkardı. Şu anda son birkaç gündür olduğu gibi üzerime titriyordu ve buna ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için hiçbir şey söylemiyordum.

Küçük, siyah çantamı koluma taktıktan sonra bana uzattığı elini tuttum ve birlikte odadan çıkıp alt kata indik. Evden çıkmadan önce televizyon izleyen Tuana’nın yanına uğradık.

Eline aldığı bir avuç mısırı ağzına götürürken bizi fark eden kardeşim kocaman gülümsedi ve “Çıkıyor musunuz?” diye sordu. Aral’ın bir tanıdığının düğününe gittiğimizi sanıyordu. Hatta düğüne giderken niye siyah bir tulum giydiğimi sorgulamıştı, çünkü daha çok elbise ve etek tercih ettiğimi biliyordu ve düğünlerde siyah giyinmek pek adetim değildi. Ona operasyon sırasında ters bir durum gelişirse elbisedense tulumla daha rahat kaçabileceğimi söyleyemediğim için Aral’ın, düğününe gittiğimiz kişiye çok da yakın olmadığı bahanesine sığınmıştım. Renk konusunda da farklılık olsun istediğimi söylemiştim. Bunları, içten içe ona söylediğim son yalan olmasını umarak söylemiştim.

Renk vermemek için hafifçe gülümsedim ve “Çıkıyoruz,” diye mırıldandım. “Muhtemelen geç kalırız, sen bizi bekleme olur mu?”

“Beni düşünmeyin, keyfinize bakın. Hiç gelmeseniz de olur.”

Kaşlarını imalı bir şekilde kaldırıp indirdiğinde tüm gerginliğime rağmen gülmeyi başardım. Hayatımda tanıdığım en büyük çöpçatan olabilirdi.

Kendimi tutamadığım için Aral’ın elini bıraktım ve Tuana’nın yanına gidip alnına büyük bir öpücük kondurdum. Bunu yaparken rujumun bir kısmını da alnında bırakmıştım ama ellemedim. Yatmadan evvel aynaya baktığında görürdü nasıl olsa.

“Çok geçe kalma, yarın dersin erken.”

Ağzına attığı mısırları umursamadan “Tomom onno,” dedi ve ağzındakileri bitirdikten sonra beni eliyle kışkışladı. “Dizimi kaçırıyorum sizin yüzünüzden, hadi gidin ve güzel güzel eğlenin.”

Onu bir kez daha öpmek istesem de “Şapşal,” demekle yetindim ve yeniden Aral’ın yanına döndüm. Duygusallaştığımı anladığı için elimi tutup destek olurcasına sıktı. Hafifçe başımı salladım ve beni evden çıkarmasına izin verdim. Arabasına binerken içimden geçen tek şey dönüşümüzün çok ama çok güzel olmasıydı.

Yol boyunca ikimiz de pek konuşmadık. Şarkı açmadık. Bu gece yaşanacak şeyleri düşünerek yolu izledik. En azından ben öyle yaptım, Aral’ın aklından geçenleri tahmin etmek pek de kolay değildi çünkü. Üstelik direksiyonu öyle sıkı tutuyordu ki her an keskin bir U dönüşü yapıp vazgeçtiğini ve toplantıya gitmediğimizi söyleyebilirdi.

Ama söylemedi ve bana yıllar sürmüş gibi gelen bir sürenin ardından otele vardık. Daha doğrusu otelin iki sokak ötesindeki çıkışın kolay olacağı bir sokağa bıraktık arabayı. Bu da planın bir parçasıydı. Otelin kendi otoparkının etrafı sarılacağı için herhangi bir aksilikte arabayı oradan çıkarmak çok zor olabilirdi. Ancak otelden kaçmak gerekirse, yani benim kaçmam gerekirse, buraya kadar koşup küçük çantamdaki üç parçadan biri olan yedek araba anahtarı sayesinde buradan hızlıca uzaklaşabilecektim.

Çantamdaki diğer iki şeyden biri telefonumdu, diğeriyse kablosuz kulaklık görünümünde bir çift küçük böcek. Herhangi bir sorun olmasın diye tek yönlü bir böcek vermişlerdi bana. Yani ben istesem dahi karşı tarafı duyamayacaktım ancak onlar beni her şekilde dinleyebileceklerdi. Tabii böceği kapatmadığım sürece.

Arabadan inip yan yana geldiğimizde Aral cebinden telefonunu çıkardı ve ekrana attığım kısa bakışla gördüğüm üzere Asaf amcayı aradı.

“Biz geldik… Tamam… Anlaşıldı… Emredersiniz… Tamam, şimdi açıyorum.”

Kısa duraklamalarla verdiği cevapları sükûnetle dinledim ve bakışlarımı yüzünden ayıramadım. Kaşlarının derinden çatılışını ve alnındaki çizgileri öperek yok etmek istiyordu canım. Daha da ötesi, her şeyin yoluna girmesini ve hiç kimseyi düşünmeden aşkımızı yaşamak istiyordum. Bunun bizim için büyük bir lüks olması çok can sıkıcıydı.

Telefonu kulağından çektikten sonra kapatmak yerine konuşmayı sessize aldı ve boştaki elini yanağıma yaslayıp “Böceği son kez kontrol etmek için açmamı istiyorlar,” diye mırıldandı. “Yani birkaç dakika sonra konuştuğumuz her şeyi duymaya başlayacaklar. Senin onlarla konuşamayacak olman gerilmene sebep olabilir ama bu riski göze almak zorundayız.”

İki elimi yüzümü tutan koluna sarıp “Bütün bunları biliyorum, Aral,” diye mırıldandım. Defalarca kez anlatmıştı zaten. “Merak etme, iyi olacağım.”

Dilini dudaklarının üzerinde gezdirdikten sonra “Seni buraya getirdiğim için kendimden nefret ediyorum,” dedi.

“Bunu itiraf etmeyi pek istemezdim ama Sadullah olmasaydı, daha doğrusu ben onun yanında o büyük gafta bulunmasaydım muhtemelen şimdi birbirini mecburiyetten tanıyan iki insan olacaktık. O yüzden yaşananlar her ne kadar can sıkıcı olsa da bana seni verdiği için yaptığım hatadan pişman değilim.”

Gözlerini kısa bir anlığına yumup “Böyle söyleme,” diye mırıldandı. “Bunları duymak, seni oraya götürmemi kolaylaştırmayacak.”

“Seni çok seviyorum. Çok, çok, çok fazla seviyorum.”

Gözlerini açtı ve sıkıntılı bir ifadeyle “Böyle konuşmaya devam ettiğin sürece seni arabaya atıp ardıma bile bakmadan kaçma isteğim körükleniyor,” dedi. “Meslekten menedilmeyi bile umursamam. Hiçbir şeyi umursamam.”

Kolunu sıkıp “Böyle bir şey olmayacak,” dedim. “Oraya gideceğiz, zamanı gelince beni güvende tutacak o yerde bekleyeceğim ve her şey olup bittiğinde evimize döneceğiz. Sonra sen araya birilerini sokup bize nikah tarihi alacaksın ve hemencecik nikah yıkıp balayına çıkacağız. Balayında neler yapacağımızı söylememe gerek yok sanıyorum.”

Bir an azıcık da olsa gülecek gibi oldu ama gergin yüz ifadesi geri geldi.

“Muhtemelen bir hafta boyunca yakaladığımız adamların sorgularıyla uğraşacağım. Yani nikah iznini bile zar zor alabilirim.”

“Tamam, bir hafta daha bekleyebilirim. Sorun değil. Ama daha fazla süre isteme benden. Balayına gitmek her gelinin hayalidir.”

Bu sefer bir şey demedi ve beni göğsüne çekip sıkıca sarıldı. “O balayına çıkmak için her şeyi yapacağım. Her şeyi.”

Kısa süreliğine gözlerimi kapayıp kendime izin verdim ve kokusunu uzun uzun içime çektim. Dudaklarını saçımın üzerinde hissettiğimde ağlamak istesem de kendimi tuttum ve bu vedalaşır moddan hemen çıkmak istediğim için geri çekildim.

“Asaf amcayı daha fazla bekletmeyelim.”

Gözlerimin içine bakıp uzun uzun başını salladı ve uzanıp çantamdaki böceği çıkardı. Üzerindeki küçük düğmeye basmasını ve telefonundaki aramayı sesliye alıp “Böceği aktif hale getirdim,” demesini sessiz bir şekilde izledim.

Kısaca karşı tarafı dinledikten sonra “Tamam,” dedi ve böceği yeniden çantama yerleştirip fermuarı kapattı. “Şu an çantanın içinde. Konuştuğumu duyabiliyorlar mı?”

“Tamam, bir sorun olursa ulaşırım. Şimdi otele gidiyoruz.”

Telefonu kapatıp cebine attıktan sonra elimi tuttu. “Hadi gidelim.”

İçime derin bir nefes çektim ve başımı salladım. “Gidelim.”

Otele kadar sessizce yürüdük. Boğazdaki, gösterişli otellerden biriydi. Muhtemelen tek gece kalmak için bile servet ödenen bir yerdi ve bu gecelik çok kıymetli (!) kişiler için kapatılmıştı. Bu da sahibinin de bu kıymetli (!) kişilerden biri olduğunu gösteriyordu.

Otelin merdivenlerini çıktığımızda döner kapıdan geçmeden evvel Aral son kez bana doğru dönüp elimi sıktı. Ona aynı şekilde karşılık verip iyi olduğumu göstermek istercesine hafifçe gülümsedim. Bakışlarına düşen kederle birkaç saniye boyunca dudaklarıma baktıktan sonra boğazını temizleyerek önüne döndü ve elini belime yerleştirip beni döner kapıya yönlendirdi.

İçeri girdiğimizde bizi iki resepsiyonist karşıladı. Aral, adını söyleyip adamlardan birinin önündeki listeden adını bulmasını beklerken bakışlarım kabanımı almak için bana doğru gelen diğer resepsiyoniste kaydı. Listeden ismimize bakan gibi oldukça ciddi ve profesyonel duruyordu ama onda aklımı karıştıran bir tanıdıklık vardı.

Çok geçmeden resepsiyonistin amcamın şirket yıldönümünde de kutlama yerine çalışan olarak giren Rıdvan olduğunu fark ettim. Aral’ın ekibindekilerden biri.

Aral da Rıdvan da herhangi bir tepkide bulunmadıkları için ben de şaşkınlığımı içime gömdüm ve kabanımı Rıdvan’a verdikten sonra gösterişli otelin içini incelemeye başladım.

Sonunda resepsiyonist geçişimizi onayladı ve gitmemiz gereken yeri tarif ettikten sonra bize keyifli bir akşam diledi. Keyif, bu akşamdan alacağımız son şey bile olamayacaktı ama Aral nazikçe teşekkür etmeyi ihmal etmedi.

Otelin içinde yürüdükçe buraya daha önce gelmişim gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Aral, kendilerinin otelin her bir köşesini ezberlemesi yetmiyormuş gibi her ihtimale karşı benim de otelin iç krokisine hâkim olmamı istemiş ve onlarca fotoğraf göstermişti. Bu yüzden bulunduğumuz yere en yakın lavabonun nerede olduğunu ve beni nereye kilitleyeceğini çok iyi biliyordum.

Koridorda, lobide, görebildiğim her yerde siyah takımlı birbirinin aynısı korumalar vardı. Sayıları korkunç derecede çoktu ve sadece onları yakalamak bile büyük bir efor istiyordu. Aralların kurduğu operasyon ekibinin en tecrübeli kişilerden oluştuğunu ve sayıca fazla olduklarını biliyordum ama yine de bu kadar kişiyi görünce korkmama engel olamamıştım.

Aral sanki içime düşen endişeyi hissetmiş gibi bana kısa bir bakış attı ve elimi sıktı. Ona bir kez daha aynı şekilde karşılık verdim. Sıcaklığını hissetmek her şeye rağmen iyi geliyordu.

Tüm o kalabalığı geçip yemek verilecek salona gitmek için asansöre bindik. Toplantı zamanı geldiğinde ben diğer kadınlarla birlikte salonda dururken Aral toplantının olacağı yere gidecekti. Toplantı sonrası herkes salona geçtiğindeyse gece sonuna doğru, yani herkesin rahatlamaya başladığı zaman aralığında operasyon gerçekleşecekti.

Salona ulaştığımızda Aral beni Demetlerin oturduğu yere doğru yönlendirdi. Bunun iyi bir şey olmadığının farkındaydım ancak Demet’i görmek gerginliğimi bir tık da olsa azaltmıştı. Nihayetinde tanıdığım bir avuç kişi içinden biriydi ve bu ortamları hiç sevmediğini bilmek bana iyi geliyordu.

Demet, Ekin ve Doğu masa birlikte oturuyorlardı ama Sadullah yanlarında yoktu. Kocasına bir şeyler anlatırken gözleri beni bulunca yüzüne kocaman bir gülümseme konduran Demet heyecanla “Aa, gelmişsiniz!” dedi ve yavaşça ayaklandı. Giydiği elbise karnını büyük oranda gizlese de hamile olduğu bariz ortadaydı ve güzel duruyordu. Hamileliğin kadınlara yakıştığını düşünürdüm hep ama bazılarına ciddi anlamda çok yakışırdı. Demet de o bazılarından biriydi şüphesiz.

Yanıma gelip bana sarıldığında her zamanki gibi vicdan azabıyla doldum ama kollarımı onun sırtına koymaktan da geri durmadım. Muhtemelen bu geceden sonra yüzüme bile bakmak istemeyecekti ama ben doğru olanı yapıyordum. Kesinlikle en doğru olanı yapıyordum.

Demet yerine geçip beni de kendi yanındaki sandalyeye yönlendirirken Aral da Ekin ve Doğu’ya baş selamı vererek diğer yanımdaki sandalyeyi çekip oturdu.

Kısa ve genel bir hâl hatır sorgusunun ardından Doğu anlayamadığım bir yüz ifadesiyle “Tamay’ı uzun süredir aramızda göremeyince bugün de gelmezsiniz diye düşünmüştüm,” diye mırıldandı. “Şaşırdım doğrusu.”

Demet, abisine dik dik bakıp “Kendi adına konuş,” dedi. “Ben onu görüyorum.”

Gerçekten de görüyordu çünkü kontrole bana gelmeye devam ediyordu. Onu özellikle sık sık çağırmıyordum, hem hamileliğinin başlarında olduğu için sık görmeme gerek yoktu hem de kendime bağlamamaya çalışıyordum ama Demet de aksi gibi ne yaparsam yapayım bana daha çok bağlanmanın bir yolunu buluyordu.

Doğu, kız kardeşine yapay bir gülümsemeyle bakıp “Aramızda dedim zaten,” diye mırıldandı. “Senin gidip onu hastanede ziyaret etmenden bahsetmiyorum.”

“Demet beni hastanede ziyaret etmiyor, kontrole geliyor,” diyerek araya girdim. Ses tonumu nazik tutmaya çalışsam da altta kalmak istemediğimi tavrımla belli ettiğimi düşünüyordum. “Ayrıca birtakım ailevi meseleler yüzünden bir süredir aranıza katılamıyorum. Aral’ın benim yokluğumu fark ettirmediğini umuyordum.”

Doğu, masadaki tabakta duran kanepelerden birini ağzına atmadan evvel yarım bir alayla “Tabii tabii,” dedi. “Hiç arattırmadı.”

Doğu’nun bu alaycı ve bir şeyler biliyormuş tavrı beni gerse de belli etmemeye çalıştım. Nihayetinde Aral, Sadullah’ın bir şeylerden şüphelenmeye başladığını sezdiğini söylemişti. O sezdiyse oğlu da az çok bir şeyler biliyor olmalıydı.

Aral, gerginliğimi fark ederek ellerinden birini bacağımın üzerine koyduğunda masadaki elimi çekip elinin üzerine bıraktım ve parmaklarımızı birbirine kilitlemesine izin verdim. Şu anda ondan gelecek en ufak desteğe dahi muhtaçtım.

Demet, abisinin tavırlarından rahatsız olduğumu anlamış gibi bütün dikkatimi ona verdirecek sorularla aklımı bulandırdı. Tabii bu soruların çoğunluğu bebeğiyle ilgiliydi ama arada etraftaki kadınlara bakıp bana küçük dedikodular vermeyi de ihmal etmedi. Sayesinde gerginliğimin azaldığını inkâr edemezdim.

Aradan geçen yaklaşık yarım saatin ardından masaya koridorda gördüğüm korumalardan biri yaklaştı ve eğilip Doğu’nun kulağına bir şeyler fısıldadı. Doğu, onu küçük bir baş onayıyla gönderdikten sonra Ekin ve Aral’a bakıp “Gitme vaktimiz geldi, beyler,” dedi.

Ekin, karısının yanağına küçük bir öpücük kondurup ayaklandığında Aral da tuttuğu elimi hafifçe sıkıp geri bıraktı ve bana güven veren bir bakış attıktan sonra Doğu’nun peşine takıldı. Onlar salondan çıkana kadar peşlerinden bakmak istesem de Demet’in çenesi asla durmadığı için dikkatimi ona vermek zorunda kaldım ve bir süreliğine de olsa kendimi onun anlattıklarıyla oyaladım.

Aradan geçen yaklaşık bir saatin ardından -sık sık telefonumu kontrol ettiğim için biliyordum- salondan Arallarla birlikte ayrılan adamlar sırayla içeri doluşmaya başladığında operasyon vaktinin yaklaştığını fark ederek gerginlikle yerimde kıpırdandım.

Garsonlar salondaki masaları yemeklerle donatmaya başlarken önde Sadullah, arkasında diğerleri salona girip oturduğumuz masaya doğru ilerlediler. Vücudum sona doğru yaklaştığımızın bilinciyle adrenalinle dolarken bakışlarım Sadullah’ın sağ tarafındaki Aral’a kaydı. Ciddi bakışlarından taviz vermiyordu ve ne düşündüğünü anlayamıyordum ama böyle olmasının daha iyi olduğunun da bilincindeydim.

Yanımıza gelip sırayla sandalyelerine oturduklarında Sadullah’ın ilgisi bana yöneldi.

“Tamay… Özlettin kendini. Seni bir daha hiç göremeyeceğimizi falan düşünmeye başlamıştım.”

Mahcup bir ifadeyle yerimde kıpırdanıp “Kusura bakmayın,” dedim. “Ailevi bazı sorunlar oldu da.”

Aral’a kısa bir bakış atıp “Evet, biliyorum,” dedi. “Aral bahsetmişti. Ama bu durum beni birazcık üzdü doğrusu. Sonuçta biz de artık bir aileyiz ve sıkıntılarını bizimle paylaşmaman bizi üzer. Elimizden geldiğince sana yardım etmeye çalışırız.”

Sadullah oldukça ciddi ve içten görünüyordu ama sözlerinde ne kadar samimi olduğunu yalnız Allah bilirdi. Birkaç saniye boyunca ne diyeceğimi bilemediğim için duraksadım ve sonunda “Bu sizin yardım edebileceğiniz bir şey değildi maalesef,” demeyi başarabildim. “Ama söylediklerinizi aklımda bulunduracağım. Teşekkür ederim.”

Sadullah bana hafifçe gülümsedikten sonra sandalyesine geri yaslandı ve elini kaldırıp şıklatarak garsonu çağırdı. Masaya gelen garsondan şarap isterken oldukça keyifli duruyordu ve bu, biraz da olsa toplantıda ne haltlar döndüğünü merak etmeme neden oldu.

Ancak sadece biraz. Yoksa bu konular hakkında ne kadar az şey bilirsem kendimi o kadar iyi hissediyordum.

Masamız yemeklerle ve Sadullah’ın istediği şarapla donatıldığında ben de Demet’in içtiği alkolsüz kokteylden içmeyi tercih ettim. Böyle bir gecede dikkatim yüzde yüz olmalıyken tek yudum dahi bir şey içmeyi göze alamazdım. Aral’sa her zamanki gibi kendisine de içki verilmesine engel olmamıştı ama sudan başka bir şey de içmiyordu.

Demet’in geçen hafta yaptığı alışverişin detaylarını dinlerken diz kapağımda bir el hissedince aniden donakaldım ama bunun sebebi dokunuşun rahatsız etmesi değildi, tam tersine ne anlama geldiğini bilmemdi.

Bu, Aral’la aramızdaki küçük işaretti. Zamanı gelmişti.

Demet’in cümlesini tamamlamasını bekledikten sonra masanın kenarındaki çantama uzanıp herkesin duyabileceği şekilde “Affedersiniz,” dedim. “Benim lavaboya kadar gitmem gerekiyor.”

Benimle gelmeyi teklif ederse diye ekstra planlar yapmış olsak da Demet böyle bir hamlede bulunmadı ve bunun verdiği iç rahatlığıyla Aral’a dönüp “Hayatım, bana eşlik eder misin?” diye sordum.

Aral, tam bir beyefendi edasıyla “Tabii,” diyerek diğerlerinden izin istedi ve ayağa kalkıp bir elini belime yaslayarak beni salonun çıkışına yöneltti.

Masadan yeterince uzaklaştığım sırada kulağıma eğilerek “Harika gidiyorsun,” diye mırıldandı. “Korkacak bir şey yok, tamam mı?”

Kafamı hafifçe sallasam da endişemin arttığının farkındaydım ama kendimi sakin tutmayı ve adımlarımı karıştırmadan salondan çıkıp asansöre binmeyi başardım. Bindiğimiz asansörün kapıları kapanırken koridordaki bir garsonun bize baktığı ve Aral’ın ona belli belirsiz bir baş onayı verdiği gözümden kaçmamıştı lakin sessiz kaldım. Muhtemelen etrafımızda dolanan çoğu görevli polisti zaten. Hepsini bilmemin imkânı yoktu.

Asansör bizi eksi birinci kata indirdiğinde asansörden indik ve kalan iki katı kendimiz indik. Sonunda o temizlik odasına vardığımızda Aral içeri girmeden evvel etrafı kolaçan etti ve kimsenin olmadığını görünce kapıyı açıp beni nazikçe içeri doğru ittirdi. Ben çantamdan çıkardığım telefonumun feneriyle etrafı aydınlatmaya çalışırken arkamdan içeri girip kapıyı kapattı.

Buraya çalışan olarak giren polislerden birkaçı sabahtan buraya gelip temizlik malzemeleriyle ayarlamalar yapmışlardı. Bu yüzden etrafta üst üste dizilmiş kutular vardı. Onların arkasına saklanacağımı biliyordum.

Kenarlara dikkat dağıtıcı olarak konulmuş diğer temizlik malzemelerine baktıktan sonra Aral’a döndüm ve zaten bana bakıyor olduğunu fark edince içimden gelen ani ağlama isteğini bastırmak zorunda kaldım. Yine de Aral halimi fark etmişti. Fark etmemesi imkansızdı çünkü beni çok iyi tanıyordu.

Kollarını iki yana açıp “Buraya gel,” dediğinde başka bir şey söylemesine gerek duymadan göğsüne attım kendimi. Kollarımı beline dolayıp sıkı sıkı sarıldım ona. Ayağımdaki ayakkabılar topuklu olmadığı için yüzüm tam boyun hizasındaydı. Bu sayede doya doya çektim kokusunu içime. O an alabildiğim her şeyi almanın derdindeydim. Birkaç dakika sonra acı dolu bir sesle kulağıma “Artık gitmem lazım,” diye fısıldayınca gömleğinin yakasını hafifçe açıp köprücük kemiğine bastırdım dudaklarımı. Nedense ruj izim üzerinde ama kimsenin göremeyeceği bir yerde kalsın istemiştim. Uğur öpücüğü olarak düşünmüştüm kendimce. Onu bana geri getirecek bir öpücük.

Hafifçe geri çekilip gözlerinin içine baktım. Yeşilleri en can alıcı tonundaydı şu an.

“Seni seviyorum,” diye fısıldadım. “Kendine çok dikkat et. En çok da benim için.”

“Ben de seni seviyorum,” diyerek başını salladı. “Edeceğim, merak etme.” Hafifçe iç çekti. “Ben gelene kadar buradan ayrılmak yok. Zaten kapıyı kilitleyeceğim ve anahtarın benden başka kimsede olmadığından eminim ama sen yine de benim sesimi duymadan kutuların arkasından asla çıkma, tamam mı? Ayrıca ne sesi duyarsan duy sessiz kalmaya çalış. Birinin burada olduğunu anlamasına izin verme.”

Başımı salladım. Ağlamak istiyordum. “Tamam.”

“Hadi gel, seni saklayalım.”

Beni kutuların arkasındaki boşluğa bırakılmış kartona oturttuktan sonra diğer kutuları önüme dizerek beni küçük bir fanusun içine hapsetti. Kendimi aylar önce Yılmaz’ın iki taraf için de çalıştığını öğrendiğimiz geceyi anımsarken buldum. O zaman da böyle kutuların arasında duruyordum ancak tek değildim. Aral’ın kucağına kurulmuş, ısınmak için ona sokulmuştum.

Son kutuyu koymadan önce kutuların arasındaki küçük boşluktan bana kısa bir bakış attı ve ardından kutuyu yerine yerleştirip görüş alanımı kapattı. Öyle ki burada olduğumu bilmeyen biri, beni bulmak için kutuların yarısından çoğunu kaldırmalıydı.

“Seni almak için geri döneceğim ve birlikte evimize gideceğiz.”

Aral’ın odadan çıkıp kapıyı üzerime kilitlemeden önceki son sözleri bunlar olmuştu. Adım seslerinin uzaklaştığını işitirken daha fazla direnemedim ve gözyaşlarımın yanaklarımdan süzülmesine izin verdim. Kendim için de korkuyordum ancak şu an ağlama sebebim yalnızca Aral’dı.

Bacaklarımı kendime çekip alnımı dizlerime yasladım ve gözyaşları içinde bu geceden sağ salim kurtulabilmek için dua etmeye başladım.

Aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum ama uzaklardan tek el ateş sesi duyunca olduğum yerde irkilerek daha çok ağlamaya başladım. Bir yandan da ellerimle ağzımı kapamış ses çıkartmamaya çalışıyordum. Ancak kısa bir duraksamanın ardından artan ateş sesleri ve çığlıklar sessiz kalmamı zorlaştırdı. Hem de çok zorlaştırdı.

Oturduğum yerde ileri geri sallanarak dua etmeye devam ederken gözyaşlarım durmadan akıyordu. Dışarıdan gelen sesleri duymamaya çalışıyordum ama imkansızdı. Çok fazla çığlık vardı. Aralların siviller yüzünden silah kullanmaya karşı olduklarını biliyordum ama karşı tarafın bunun bilincinde olmadığı çok açıktı.

Saniyeler dakikaları kovalarken bulunduğum odasının kapısının zorlandığını işiterek olduğum yerde donakaldım. Ellerimi ağzıma o kadar sıkı bastırdım ki çenem acıdı ama umursamadım. Asla ses çıkarmamalıydım, çünkü Aral’ın bu kadar çabuk dönemeyeceğinin farkındaydım.

Neyse ki ben kalp krizinden gitmeden evvel kapıyı zorlayan kişi yüksek sesli bir küfür eşliğinde bundan vazgeçti ve koşar adımlarla uzaklaştı. Ellerimi ağzımdan çekerken içimdeki rahatlamayı tarif edecek tek bir kelime bile yoktu. Öyle ki korkudan gözyaşlarım bile kesilmişti.

Bağırtı, gürültü ve korkunç ateş sesleri uzun bir süre daha devam etti. Kaçırıldığım günden beri silah seslerinden tetikleniyordum ve burada duymak da pek iyi gelmiyordu ancak bir süre sonra silah sesi duyduğumda irkilmeyi bırakmıştım.

Uzun, çok uzun bir süre boyunca orada kaldım. Zaman zaman ağladım, zaman zaman gözlerimi sıkıca yumup olduğum yerde ileri geri sallandım. Ne kadar kötü hissedersem hissedeyim dua etmekten ve Aral’a bir şey olmaması için Allah’a yalvarmaktan vazgeçmedim. Bu süreçte kapım birkaç kez daha zorlandı ama kapıyı açmaya çalışanların kaçacak yer arayan kişiler olduğunu fark ettikten sonra ilk seferki gibi korkmadım.

Ağlamaktan bitap düştüğümden uyumamak için kendimi zorladığım sıralarda kapıdan tekrar ses geldiğini işittiğimde gözlerimi irice açıp nefesimi tuttum. Zira bu sefer dışarıdaki kişi kapıyı zorlamıyordu, tam tersine anahtar olduğunu düşündüğüm bir şeyle kapıyı açmaya çalışıyordu. Aral, ondan başkasında anahtar olmadığını söylemiş olsa da nefesimi tutup kollarımı korkuyla etrafıma doladım ve endişe içinde beklemeye başladım.

Saniyeler sonra kapı açıldığında olduğum yerde öylece kalakaldım, ta ki Aral’ın “Tamay,” dediğini duyana kadar.

Üzerime müthiş bir rahatlama çökerken sonunda bittiğini düşündüğüm gözyaşlarım tekrar akmaya başladı ama onları umursamadan “Buradayım,” dedim. Daha doğrusu demeye çalıştım, çünkü ağlamaktan çatlayan sesimi kullanmak hiç de kolay değildi.

Önümdeki kutular tek tek kalkarken “Geldim, güzelim,” dediğini duydum lakin sesi oldukça endişeli geliyordu. “Seni alıp buradan çıkaracağım, korkma tamam mı?”

Sesimin çıkması için boğazımı birkaç kez zorlayıp “Herkesi yakaladınız mı?” diye sordum. “Kaçan oldu mu?”

Önümdeki son kutuyu da kenara çekip çıkabileceğim kadar boşluk oluşturduğunda hızla bana doğru atıldı ve “Şimdi bunları konuşmaya vaktimiz yok,” dedi. “Seni hemen buradan çıkarmalıyız.”

Kollarımdan tutup beni ayağa kaldırırken “Buz gibi olmuşsun,” diyerek sıcak elleriyle dokunana dek üşüdüğünü fark etmediğim kollarımı ovuşturdu. “Hemen çıkalım buradan, sonra seni güzelce ısıtacağım. Az daha dayan.”

Hiçbir şey yapmamış olmama rağmen fiziksel olarak o kadar yorgundum ki Aral’ın beni kendine yaslamasına ve odanın çıkışına doğru yönlendirmesine izin verdim. Aceleci adımlarla odadan çıktık ve merdivenlere yöneldik. Lakin bu seferki merdivenler, inerken kullandığımız merdivenlerden çok daha dardı. “Otoparka inemeyiz, seni girişten çıkartacağım.”

“Sen?” diye sordum hemen. “Sen gelmeyecek misin?”

“Seni ekipten birilerine emanet ettikten sonra geri dönmem gerek.”

“Ama neden? Bitmedi mi operasyon daha?”

“Tamay, şimdi bunları konuşmanın zamanı değil. Acele etmeliyiz, hadi gü-”

“Vay, vay, vay. Demek buradasınız. Ben de her yerde sizi arıyordum.”

Doğu’nun sesini duymamızla olduğumuz yerde kalakalmamız bir oldu. Doğu’yu karşımızda görmeyi o beklemiyordum ki hala merdivenlerde olduğumuzu unutup bir anda dengemi kaybetsem de Aral kolumu bırakmadığı için düşmekten kıl payı kurtulmuştum.

Lakin Doğu’nun bize doğrulttuğu silahtan kurutulabilir miydik, bilmiyordum.

“Herkes yakalandı,” dedi Aral oldukça sert bir ses tonuyla. Kollarımı daha sıkı tutmaya başlamıştı. “Kaçacak yerin yok, en iyisi silahını bırak ve teslim ol.”

Doğu, Aral başka bir dilde konuşuyormuşçasına “Biliyordum,” diye mırıldandı. Yüzünde kin dolu bir ifade vardı. “Senin diğer avanaklar gibi olmadığını biliyordum. Sen de farklı bir kahpelik olduğunu biliyordum ama ispatlayamadım. Babamın gözünü öyle bir boyamıştın ki ne dersem diyeyim bana inanmadı.”

Aral da onu duymamış gibi davranıp bir kez daha “Silahını bırak,” dedi. “Beni vurman işleri senin için daha da zorlaştırmaktan başka hiçbir halta yaramaz. Buradan çıkamayacaksın. Bunu sen de çok iyi biliyorsun.”

Doğu, alaylı bir ifadeyle dilini şaklatıp “Seni vuracağımı da kim söyledi?” diye sordu. “Silahın ucundaki kişi sen değilsin ve bunun gayet de farkındasın.”

Haklıydı; namlunun doğrultulduğu kişi Aral değil, bendim. Aral vücudunun yarısı önümde kalacak şekilde dursa da beni tamamen kapatamıyordu. Bunun farkında olarak bir üst basamağa çıkmaya yeltendiğinde “Sakın!” diye bağırdı Doğu. “Tek bir adım bile atarsan gözünün yaşına bakmam. Benim bu saatten sonra yaşayacak güzel bir hayatım olmayacaksa senin de olmayacak. Doktorun gerçek sevgilin olduğunu biliyorum. Bu hatayı nasıl yaptın da onu bizim içimize soktun bilmiyorum ama hataların cezasız kalmadığını bilecek kadar bu mesleği yaptığını varsayıyorum.”

“Saçmalamayı bırak,” diye bağırdı Aral. “Abuk sabuk hayaller kurma ve yol yakınken teslim ol.”

Yaprak gibi titrememek için Aral’ın ceketini sıkıca kavramıştım. Korkuyordum. Etrafta niye kimse yoktu, sesimizi duymuyorlar mıydı? Doğu, beni ya da Aral’ı vurmadan vazgeçecek gibi durmuyordu. Yardıma ihtiyacımız vardı.

“Yolun sonu göründü, Aral. Bağırmanın bir faydası yok, bunu çok iyi biliyorsun.”

Doğu, gözlerimin içine bakarak silahın tetik kilidini açtığında nefes almayı bıraktım. Kilit sesini duyunca bir anda aylar önce hapsolduğum kulübeye geri döndüm, kendimi yeniden o sandalyeye bağlıymış gibi hissetmekten alıkoyamazken daha fazla dik turmayı başaramadım ve yaprak gibi titremeye başladım. Öyle ki bir süre sonra dengede durmakta zorlandım ve ayağım kayınca geriye doğru yalpaladım.

Aral, önüme doğru hamle yapmaya çalıştığı için beni tutmak için geç kalmıştı. Vücudum geriye düşerken gözlerimi sıkıca kapatıp attığım çığlık, merdivenlerde yankılanan silah seslerine karıştı. Aşağı doğru yuvarlanarak kafamı sert bir yere çarpmadan önce duyduğum son şey birinin adımı bağırmasıydı.

Sonrası yoktu.

Düşüncelerinizi çok merak ediyorum, benimle paylaşmayı ihmal etmezseniz sevinirim.

Gelecek bölümde görüşmek üzere!

İnstagram: rabiaclr / dolunayinvechi

 

 

 

Loading...
0%