@bayanclara
|
-Aral’dan- Bu kadar kolay olabileceğini hiç düşünmemiştim. Biraz şanstı. Biraz da şanssızlık. Ama olmuştu işte. Yılmaz ölmüştü ve bize, benim aylarca uğraşıp didindiğim halde edinebildiğim birkaç parça bilginin mislisini bırakmıştı. Sadullah’ı, onun her haltını temizleyen itlerini, düşmanlarını, hatta dostlarını bile içeri atacak kadar kanıt vardı elimizde. Aslında bu çok korkunçtu. Zira Yılmaz asla ama asla hafife alınamayacak bilgiler ele geçirmişti. Ona asla soramayacaktım belki ama Sadullah’ın ve diğer herifin emrinde çok uzun zaman geçirdiği belliydi. Kim bilir bunca zaman hangi pis işlerini yapmıştı ya da hangi lanet işlerine tanık olup da olmamış gibi davranmıştı… Yaptığı şey azımsayamayacağım kadar çok işime yaramış olsa da hala kabullenemiyordum. Bir zamanlar aramın çok iyi olduğu bu adamın; mesleğimize leke sürmüş olmasını, insanlıktan nasibini almamış şerefsizlerin hizmetinde çalışmış olmasını hazmedemiyordum. Bir hiç için ölmüştü. Bir hiç için annesini bu dünyada yapayalnız bırakıp gitmişti. Değmezdi. Üç beş kuruş kazanmak için ellerini kirletmeye değmezdi. Lakin daha da üzücü olan şey, beni en çok kahreden şey, ölmeseydi bu pisliği yapmaya devam edeceğini bilmekti. Keşke bunların hiçbiri yaşanmasaydı. Aylarca Sadullah’ın peşinde koşmaya devam etseydim ama Yılmaz, mesleğimize kara leke sürmeseydi. Namusuyla çalışsaydı. Onu kötü hatırlamasın diye annesine bile söyleyememiştik gerçekleri. Keşke böyle bir evlat olmasaydı. Ama olan olmuştu. Zamanı geri alamazdım; kimseyi geri getiremez, yaşananları yok sayamazdım. Önüme bakacaktım. O şerefsizleri yakalayacak, bana dostluk yaptığı günlerin hatırına katilini kendi ellerimle hapse tıkacaktım. Sonra da Tamay’la evlenecektim. Her şeyi siktir edip onu kollarıma çekecek ve her günümü, bu zamana kadar yaşadığımız tüm saçmalıkları telafi etmeye çalışarak geçirecektim. Tabii bunun için öncelikle onu korumam ve oteldeki herkesi yakalamam gerekiyordu. Böylece kafamda hiçbir soru işareti olmadan bize, ilişkimize odaklanabilirdim. Tamay’ı, temizlik odasındaki kutuların arkasına gizleyip odadan çıkarken kalbimi de onunla bırakmıştım. Çünkü benim kalbim Tamay varsa vardı. Tamay yanımdaysa atardı. Tamay’ın beni zorla götürdüğü psikolog, bunun çok da sağlıklı olmadığını söylüyordu ama umurumda değildi. Seviyordum, hayatta ilk kez sevildiğimi hissediyordum ve bunu kaybetmek istemiyordum. Ne pahasına olursa olsun. En yakındaki tuvalete girdikten sonra içeride kimsenin olmadığından emin olarak kapıyı kilitledim. Daha sonra tuvaletin diğer ucuna yürüdüm ve ceketimin cebindeki küçük kulaklığı çıkarıp aktif hale getirerek kulağıma yerleştirdim. Sadece birkaç saniye sonra Asaf amirin sesi kulağıma ilişti. “Her şey yolunda mı?” “Evet,” dedim kısaca. “Başlıyor muyuz?” Otelde şu an hizmet veren her eleman bizdendi. Başta arada birkaç tane gerçek çalışan bırakmayı düşünmüştük ama sivil insanların canını boş yere tehlikeye atmaya gerek yoktu. Ayrıca içeride ne kadar fazla bizden kişi olursa o kadar iyi olurdu. Tabii bu, birçok polisin bu gece görevde olması gerektiği anlamına geliyordu ve Sadullah’ın Yılmaz’la benim dışımda başka polisleri de kendine çektiğinden şüphelenirken görev için seçtiğimiz kişilerin yüzde yüz güvenilir olacaklarından emin olmak zorundaydık. Bu yüzden Asaf amire büyük iş düşmüştü ama seçmesi ne kadar zor olursa olsun iyi bir iş çıkarmıştı. Yaptığı plan da gayet iyiydi. Bana kalan, bu görevi başarıyla yürütmek ve içerideki pisliklerin tekini bile kaçırmadan herkesi içeri tıkmaktı. Aklımı Tamay’dan uzaklaştırmak zor olsa da yapılabilir gibi duruyordu. “Salon dışında on kişi var, onların peşlerine adam taktım. Gerisi salonda. Sen salona gittiğin an başlayacağız.” İçime derin bir nefes çektim ve “Tamam,” dedim. “Gidiyorum.” Kulağımdaki cihazı geri çıkarmadım, zaten çok küçük olduğundan kulağıma özellikle bakılmadıkça fark edilmezdi ve şu saatten sonra kimsenin kulağıma bakacak vakti de olmayacaktı. Tuvaletten çıktım ve asansöre yöneldim. Salonun olduğu kata çıktığımda hiç konuşmamış olsam da Asaf amirin nerede olduğumu bildiğini biliyordum çünkü kameraları ele geçirmiştik ve ben de dahil olmak üzere herkesi oradan takip ediyordu. Salona girip kapının kenarında durdum ve şöyle bir etrafı kolaçan ettim. Her masada en az iki garson vardı. Otopark da dahil olmak üzere otelin her çıkışını kuşatmış olsak da adamları ne kadar hızlı toplarsak o kadar iyiydi. Üzerime yeterince bakış topladığımı düşündüğüm zaman benden beklenileni yapmak üzere elimi kaldırıp başparmağımı üç kez kaşırmış gibi yaparak burnuma sürttüm ve oturduğumuz masaya doğru ilerledim. Salondaki misafirlerin neredeyse hepsi yemekten dolayı rehavete kapılmıştı ve dünyadan bir haber şekilde gülüşerek sohbet ediyorlardı. Oysa sadece dakikalar sonra yer yerinden oynayacaktı. Masaya varıp oturmak yerine sandalyemin gerisinde dikildiğimde masadaki herkesin bakışları bana döndü ve Sadullah oldukça keyifli olduğunu saklamadan “Nerede kaldınız yahu?” diye sorduktan sonra arkamda kimsenin olmadığını fark ederek kaşlarını hafifçe çattı. “Tamay nerede?” Oldukça düz bir ifadeyle “Yok,” dedim. Bizim masamıza özellikle ayrılan üç garsonun, yani meslektaşlarımın dikkatinin benim üzerimde olduğunu biliyordum. “Nasıl yok?” “O yok ve biz de gidiyoruz zaten.” Sadullah’ın diğer yanında oturan Doğu kaşlarını derinden çatıp “Nereye gidiyoruz? Ne saçmalıyorsun?” diye tersledi beni. Hiç istemesem de bu ekipteki en zeki kişinin o olduğunu itiraf etmem gerekirdi. Benden hiçbir zaman hoşlanmamıştı. “Sizi ait olduğunuz yere götürüyorum,” dedikten sonra alayla gülümsedim. “Hapse.” “Ne diyorsun lan sen?” Doğu hızla ayaklandığı anda masanın etrafına dizilmiş olan iş arkadaşlarım plana sadık kalarak gizledikleri silahlarına davrandılar. Tabii sadece onlar değil, salondaki diğer gizli polisler de aynı anda silahlarını çıkarınca etrafta korku dolu çığlıklar yankılanmaya başladı. Göz ucuyla Ekin’in, Demet’i korumak istercesine üzerine doğru eğildiğini gördüm ancak dikkatimi Sadullah’tan ayırmadım. “Bu saçmalık da neyin nesi?” diye sordu, sakinmiş gibi davransa da sesindeki gizli titremeyi hissetmiştim. Ona karşı rol yapmaktan kurtulduğum şu anın tarihi zihnime altın harflerle işlenirken belimdeki kelepçeleri çıkardım ve ona doğru ilerledim. Bu şerefe benim nail olmam gerekiyordu. “Senin için yolun sonu,” diyerek söylediklerimi hazmetmesini bekledim. “Her şey bitti, Sadullah Koroğlu. Gökyüzüne son kez baksan iyi edersin, zira bir daha gün yüzü göremeyeceksin.” Doğu sinirle bana doğru ilerlemeye çalıştığında yan tarafındaki silahın kendisine doğrultulduğunu görünce durmak zorunda kaldı ve çenesi sinirle gerildi. Onun aksine Sadullah oldukça sakinmiş gibi görünüyordu. Bakışlarıyla beni tartıyordu. Söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Arka planda odanın içine doluşan polisler -biz burada çene çalarken otelin dışındaki ekipler koridordaki korumaları halledip gelmiş olmalılardı- içerideki herkesi tutuklamaya girişirken Sadullah soğukkanlı bir tavırla yavaşça ayağa kalktı ve “Nereye istiyorsan gidelim,” dedi. “Nasılsa bugüne kadar görmüş olduğun şeyler özgüven dolu sözlerinin aksine beni sonsuza kadar içeride tutmaya yetmez. Ve sen de çok iyi bilirsin ki bana oynanan oyunların mutlaka bir hesabı olur.” Yüzümdeki alaylı gülümsemeyi silmeden ona doğru ilerledim ve aylardır hayalini kurduğum şekilde kollarına kelepçe takarken “Benim gördüklerimle yatmazsın, doğru,” diyerek başımı salladım. “Ama gözünü bile kırpmadan öldürdüğün Yılmaz’ın öğrendiklerinden sonra nefes almayı başarırsan kendini şanslı say.” Yüzü dumura uğrarken “Yılmaz?” diye sordu. “Ya, Yılmaz,” diyerek başımı salladım. “Hani şu kapına köpek ettiğin, seni arkandan bıçakladığı için öldürttüğün Yılmaz.” Sözlerimi hazmetmesi için oldukça yavaş konuşuyordum. “Ah, Sadullah, ah. Üç kuruş için devlete sırtını dönen, seni en büyük düşmanına satan adamın ölürken eli boş gideceğini mi düşündün gerçekten?” Bana saldırmak için deliye dönen Doğu’yu iki polis zapt etmeye çalışırken Ekin ve Demet zorluk çıkarmadan -gerçi Demet’in ağlamaktan, Ekin’in de onu sakinleştirmeye çalışmaktan başka bir şeye dikkat verebilmeleri mucize olurdu- onları tutuklayan polislerle gittiler. “Ne biliyorsun?” diye sordu Sadullah. O yalancı sakinliğini sonunda yitirmişti. Yüzümdeki gülümseme genişledi. “Bu kadar sabırsız olma. Konuşacak çok vaktimiz olacak. Tabii konuşacak şeyimiz de bir hayli çok.” İki adım geri çekilip Sadullah’ı da iki kişinin tutmasını izledikten sonra başımla işaret verdim. “Götürün ikisini de.” Doğu, çıldırmış vahşi bir hayvan gibi saldıracak yer arasa da onu sürükleyenlere engel olamıyordu. Yine de başını bana doğru çevirip “Belan olacağım,” diye bağırmayı ihmal etmedi. “Ecelin olacağım! Beni ömrünün sonuna kadar unutamayacaksın!” Sözleri içime şüphe tohumları ekse de bunu belli etmedim ve onu çıldırtacağını bilerek gülümsemeye devam ettim. Salondan çıktıklarını gördükten sonra suratımı tekrar ciddi hale getirip etrafı kolaçan etmeye başladım. Neredeyse kimse kalmamıştı. Tüm endişelerime rağmen bu gece operasyon yapmayı kabul etmemin en büyük sebebi buydu. Asaf amir planı çok iyi yapmıştı. İçeri yerleştirdiğimiz adamlar en ufak bir sorun çıkmayacak şekilde hareket etmişlerdi. Dışarıdakilerin de aynı şekilde hareket ettiklerini umuyordum. Salondaki son kişilerin götürülmesini izlerken dışarıdan gelen birkaç el silah sesiyle irkildim ve derhal kapıya koştum. Silah sesleri artarken ona karışan çığlık sesleri endişemi artırdı. “Ne oluyor?” diye bağırarak salon dışındaki polislerin yanına gittim ama onlar da bir şey biliyor gibi görünmüyorlardı. Hızla çevremi tararken Asaf amirin kulaklıktan gelen sesini duydum. “Aral, Doğu kaçtı. Kendisini tutan polisleri yaralayıp kaçtı.” Siktir. Siktir. SİKTİR. “Nerede?” diye sordum bağırarak. “Nereye kaçtı? Nasıl kaçtı?” “Kameralardan takip etmeye çalışıyoruz. Bir dakika…” Bana yıl gibi gelen birkaç saniyenin ardından “Üçüncü katın merdivenlerini tırmanıyor,” dediğini duyduğumda merdivenlere koştum. “Herkesi peşine tak!” diye bağırdım. “Herkesi, derhal!” Merdivenleri tırmanmaya başlarken “Nerede?” diye sordum. “Adım adım nereye gittiğini söyle bana!” Beni takip eden polislerle birlikte üçüncü kata vardığımda etrafta toz bile yoktu. Deliye dönmüş bir şekilde koridorlarla ilerlerken “Nerede?” diye bağırdım bir kez daha. “Söylesene amirim!” “Kameralar… Kameralar kapandı. Göremiyoruz.” Ayaklarım olduğu yere çivilenirken “Ne?” dedim. “Ne diyorsun amirim?” “Ne oldu bilmiyorum… Bir anda bütün kameralara erişimimiz engellendi. Hiçbir şey göremiyoruz. Düzeltmeye çalışıyor çocuklar.” Doğu’yu asla hafife almamam gerektiğini bilmeliydim. O kin torbasını polis arabasına kendi ellerimle sokmalıydım. Aptallık etmiştim. Arkamı dönüp Asaf amiri onların da duyabildiklerini bildiğimden açıklama yapmadan “Etrafa dağılın!” diye bağırdım. “Çıkışlardaki kimse yerinden ayrılmasın. O herif buradan yalnız başına çıkmayacak!” Herkes dediğimi yapmak üzere etrafa dağılırken aklım yalnızca Tamay’daydı. Ya onun yanına giderse ne olurdu? Tamay’ın o odada olduğunu bildikten sonra kapıdaki kilidin hiçbir manası yoktu. Onun için benim canımı yakmak, buradan kaçmaktan daha tatmin edici olurdu. Bunu bilecek kadar iyi tanımıştım onu. Bu yüzden merdivenlere koştum ve hızla aşağı inmeye başladım. “Tamay’ı almaya gidiyorum,” diye bilgi verdim. “Onu buradan sağ salim çıkardıktan sonra Doğu’nun peşine düşeceğim.” Asaf amirin söylediği tek şey “Dikkat et,” demek oldu. Yine de altında yatan gizli tehdidi duyabilmiştim. Beni, karım konusunda uyarmasını buradan çıktığım zaman düşünecektim. Tamay’ı bıraktığım kata geldiğimde hızla temizlik odasına doğru yürüdüm. Bir yandan da etrafı kolaçan etmeyi ihmal etmiyordum. Üst katlarda ve merdivenlerde koşuşturan arkadaşlarımı duysam da yanımda hiç kimse yoktu. Bu yüzden elimle kulaklığa bastırarak “Yanıma birkaç kişi gönderin,” diye emrettim. “Ve de arka merdivenlere. Acele edin.” Odaya vardığımda hızla cebimdeki anahtarı çıkardım ve aynı hızla kapıyı açıp içeri girdim. Her şeyin bıraktığım gibi durduğunu görünce rahatlayarak derin bir nefes verdim. “Tamay?” “Buradayım.” Titreyen sesini duyduğumda içimden küfredip önündeki kutuları hızla kaldırmaya başladım. Aldığı nefeslerden bile ne kadar korktuğunu anlayabiliyordum. “Geldim, güzelim. Seni alıp buradan çıkaracağım, korkma tamam mı?” Ağlamaktan çatlamış sesiyle “Herkesi yakaladınız mı?” diye sordu. İlk sorduğu şeyin bu oluşu içimi acıtmıştı. “Kaçan oldu mu?” Son kutuyu da kaldırıp ona ulaşmayı başardığımda “Şimdi bunları konuşmaya vaktimiz yok,” dedim. Dürüst olarak onu daha da korkutmak istemiyordum. “Seni hemen buradan çıkarmalıyız.” Kollarından tutarak ayağa kaldırırken teninin buz gibi olduğunu fark edip onu buraya bırakırken üzerine bir şey vermeyi akıl edemediğim için bir kez daha küfrettim kendime. “Buz gibi olmuşsun,” diyerek onu biraz olsun ısıtabilmek için kollarını ovuşturdum. “Hemen çıkalım buradan, sonra seni güzelce ısıtacağım. Az daha dayan.” Ağırlığının çoğunu üstlenerek onu arka merdivenlere yönlendirdim. Polislerin çoğunun bu tarafta olacaktı. Herkes, işler ters teperse ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Doğu’nun da bunu tahmin edeceğini düşünüyordum. “Otoparka inemeyiz,” diye bilgilendirdim onu. Oranın ne halde olduğundan emin değildim. Ayrıca çatışma çıkması halinde orada kendini koruyamazdı. “Seni girişten çıkartacağım.” “Sen?” diye sordu telaşla. “Sen gelmeyecek misin?” “Seni ekipten birilerine emanet ettikten sonra geri dönmem gerek.” “Ama neden? Bitmedi mi operasyon daha?” “Tamay, şimdi bunları konuşmanın zamanı değil. Acele etmeliyiz, hadi gü-” “Vay, vay, vay. Demek buradasınız. Ben de her yerde sizi arıyordum.” Korktuğum şey başıma gelmişti. Doğu gerçekten de kaçmak yerine peşimize düşmüştü ve ben hata yapmıştım. Tamay’ı otelde bir yere gizlediğimi tahmin etmiş olmalıydı. Yapmam gereken tek şey temizlik odasının olduğu kata adam dizip otelin her bir karışında Doğu’yu aramaktı lakin bunu bile becerememiştim. Aklımı değil, korkak kalbimi dinlemiştim. Yine de telaş yapacak vakit değildi. En azından bunu karşımdaki şerefsize göstermemeliydim. “Herkes yakalandı,” diye mırıldandım. “Kaçacak yerin yok, en iyisi silahını bırak ve teslim ol.” Doğu, dediklerimi asla duymamış gibi “Biliyordum,” diye mırıldandı. Kinin vücut bulmuş hali gibi görünüyordu. “Senin diğer avanaklar gibi olmadığını biliyordum. Sende farklı bir kahpelik olduğunu biliyordum ama ispatlayamadım. Babamın gözünü öyle bir boyamıştın ki ne dersem diyeyim bana inanmadı.” Ben de onu duymamış gibi davranıp bir kez daha “Silahını bırak,” dedim. Zeki olduğu için onu alkışlayacak halim yoktu. “Beni vurman işleri senin için daha da zorlaştırmaktan başka hiçbir halta yaramaz. Buradan çıkamayacaksın. Bunu sen de çok iyi biliyorsun.” Doğu, alaylı bir ifadeyle dilini şaklatıp “Seni vuracağımı da kim söyledi?” diye sordu. “Silahın ucundaki kişi sen değilsin ve bunun gayet de farkındasın.” Biliyordum. Kahretsin ki biliyordum. Boş bir çaba olacağını bile bile bir üst basamağa çıkmaya yeltendiğimde “Sakın!” diye bağırdı Doğu. “Tek bir adım bile atarsan gözünün yaşına bakmam. Benim bu saatten sonra yaşayacak güzel bir hayatım olmayacaksa senin de olmayacak. Doktorun gerçek sevgilin olduğunu biliyorum. Bu hatayı nasıl yaptın da onu bizim içimize soktun bilmiyorum ama hataların cezasız kalmadığını bilecek kadar bu mesleği yaptığını varsayıyorum.” Bu bilgiye nereden ulaştığını bilmesem de şaşırmamıştım. Tamay, bu işte birlikte çalıştığım rastgele bir partner olsaydı onu korumak için bu kadar çabalamayacağımı bilmek üstün bir zekaya sahip olmayı gerektirmiyordu. Yine de sinirime engel olamadım ve “Saçmalamayı bırak,” diye bağırdım. “Abuk sabuk hayaller kurma ve yol yakınken teslim ol.” “Yolun sonu göründü, Aral. Bağırmanın bir faydası yok, bunu çok iyi biliyorsun.” Doğu, silahının emniyetini açtığında arka tarafındaki gölge çekti dikkatimi. Arel buradaydı. Sonunda lanet olası emirlerimi duyup yardıma gelen birisi olmuştu ama geç kalmıştı. Çok geç. Aynı anda iki silah da patladı. Ben refleksle kendimi Tamay’ın önüne atarken Arel’in, Yılmaz’a sıkmaya devam ettiğini işitebiliyordum ancak dönüp bakmaya fırsatım olmadı. Çünkü ben önüne atıldığımda Tamay’ın ayağı kaydı ve ona uzattığım ellerime tutunamadan merdivenlerden yuvarlanmaya başladı. Adını haykırarak peşinden koşsam da nafileydi. Gözlerimin önünde son basamağa kadar yuvarlanmış ve başını merdivenin kenarına çarpmıştı. Gözkapaklarının titreşerek kapandığı anı ölene kadar kabuslarımda göreceğimi o anda bile biliyordum. Hemen yanında diz çökerken “Sağlık ekiplerini gönderin!” diye bağırdım. Operasyon için hazırda bekleyen ambulanslar vardı dışarıda. “Tamay, merdivenlerden düştü. Çabuk olun! ÇABUK OLUN!” “Tamam, geliyorlar, tamam!” Birinin cevap verdiğini duydum ama kim olduğunu bile idrak edemedim. Dehşet, korku ve endişeden başım dönüyordu. Zemine yayılan kanı görünce nasıl ölmediğimi bilmiyordum. Ona uzanmaya çalışan ellerimin havada kalışını arka plandan izliyordum sanki. Yanlış bir hareket yapmamak için ona dokunmamayı akıl edebilmem bile mucizeydi. “Aral, tamam, tamam sakin ol.” Arel’in varlığını yanımda hissetsem de dönüp bakmadım. Gözlerimi Tamay’dan ayıramıyordum. Korkuma nabzını bile kontrol edemiyordum. “Ya… ya… yaşıyor mu? Yaşıyor, değil mi?” Benim beceremediğimi yapıp elini uzattı ve Tamay’ın yüzündeki birkaç tutam saçı geri çekti. Ellerinin titrediğini fark ettim. İki parmağını Tamay’ın boynuna dokundurduğunda nefesimi tuttum. Öylece baktım. Gözlerimi bile kırpmadım. “Yaşıyor.” Derin bir nefes vererek elini geri çektiğinde hiç hareket etmeden Tamay’a bakmaya devam ettim. İdrak etmeye çalışıyordum. Hala benimle olduğunu kendime kabullendirmeye çalışıyordum ama onu kanlar içinde yatarken görmek bana hiç yardım etmiyordu. “Görevliler geldi, Aral. Kenara çekilelim.” Yine kıpırdamadım. Hareket etme yetimi kaybetmiştim sanki. Geri çekilmem gerektiğinin bilincindeydim ama yapamıyordum. “Aral.” Arel, bir kez daha bana seslenerek koluma uzandığında acıyla tısladım ve refleksle geri çekildim. İkimiz de verdiğim bu tepki yüzünden şaşkına dönerken Arel’in bana dokunduğu eline baktım. Kan içindeydi. Başımı koluma çevirdim. Ceketim siyah olduğu için fark etmesi zordu ama evet, kolum kanıyordu. “Sen… Yaralanmışsın.” Kardeşimin şaşkın sesi, “Açılın lütfen,” diyen görevlilerin sesine karıştı. Nihayet söz geçirebildiğim ayaklarımla geri gitmeyi başardığımda üç görevli Tamay’ın yanına çöktü. Kalbim kavruluyordu sanki. Onu dikkatli bir şekilde sedyeye alışlarını seyretmek, kapalı gözlerine ve sedyeden bilinçsizce aşağı düşen eline bakmak ölmek istememe neden oluyordu. “Doğu’nun ıskaladığını düşünmüştüm. Meğer seni vurmayı başarmış. Hiç belli etmedin.” Hemen yanımda duran Arel’in dikkati bendeydi ama o an son düşündüğüm şey bile kendi yaram değildi. “Vurulduğumun farkında değildim,” diye itiraf ederken Tamay’ın götürülüşünü izliyordum. Peşine düşmem gerektiğini biliyordum ama korkuyordum. Ambulansta ya da hastanede duyabileceğim şeyler öylesine ödümü koparıyordu ki olduğum yerde durmaktan başka bir şey yapamıyordum. “Acı hissetmedin mi?” Tamay, göz hizamdan çıktığında zorla yutkundum ve kardeşime döndüm. “Sen bana dokunana kadar hissetmemiştim.” Tamay merdivenlerden yuvarlanırken duyduğum dehşet, canımın acısını hissettirmemişti belli ki. Ama umurumda değildi. Kolum kopsa da umurumda değildi. Yeter ki Tamay’a bir şey olmasındı. Yoksa zaten benim için hayat diye bir şey olmayacaktı. Arel, bu konuda yorum yapmaktan çekinerek “Bizim de gitmemiz gerekiyor,” dedi usulca. “Hem koluna da baktırmamız lazım. Acısını duymuyor olsan da ciddi olabilir.” “Kolum umurumda değil.” “Ama Tamay’ın umurunda. Uyandığı zaman seni yanına yaklaştırmasını istiyorsan kendine bakman gerekiyor.” Başımı çevirdim ve benimle aynı renkteki gözlerinin içine baktım. İnsanın aynaya bakmamasına rağmen karşısında kendisini görmesi çok garip bir histi. Doğduğumdan beri bu hisle yaşıyor olmama rağmen bazen garipseyesim geliyordu. “Uyanacak… Değil mi?” “Benim bildiğim Jülide’ye hiçbir şey olmaz. Ayrıca seninle o nikahı kıymadan şehir dışına bile gitmez.” Ona söylemiştim. Yani operasyondan sonra ne yapacağımızı. O yüzden biliyordu. İçime yerleştirdiği küçük umut kırıntısına sımsıkı tutunarak “Gitmez, değil mi?” diye sordum. Sağlam olan omzumu sıkarak “Gitmez,” dedi. “Ama bizim gitmemiz lazım artık, haydi.” Beni ayağa kaldırmasına ve merdivenlerden çıkarmasına izin verdim. Yaşananların üzerinden ne kadar geçtiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu ancak üst katta, yerdeki birikmiş kan ve birkaç da polis dışında bir şey yoktu. O an Doğu’yu unuttuğumu fark ettim. “O şerefsiz nerede?” diye sordum büyük bir nefretle. “Yakaladınız mı?” Arel duraksayarak cevap vermediğinde ne olduğunu anlamıştım. Bu yüzden “Sen mi?” diye sormakla yetindim. “Evet.” Otelin çıkışına doğru yürürken başımı öne doğru eğip kaldırdım yavaşça. “Bu iki oldu.” “Sayıların önemi yok. Senin için elimden ne geliyorsa yaparım. Her zaman.” Başımı bir kez daha sallayıp önüme baktım. Yıllar boyunca ona kardeşim gibi davranmamıştım, farkındaydım. Buna rağmen benden bir an bile vazgeçmediğinin de farkındaydım. Beni kendinden daha çok önemsediğinin de aynı şekilde. Ona çok şey borçluydum. Şu an vakti değildi ama ödeyecektim. ღ “Yemek istemediğini biliyorum ama en azından bunu iç.” Arel’in sesini duyunca gözlerimi yavaşça araladım ve bana uzattığı meyve suyuna baktım. “Canım hiçbir şey istemiyor.” “Biliyorum ama bunu içmek zorundasın. Hala hiçbir şeyi idrak edemediğinin farkındayım ama doktor, buraya gelene kadar çok kan kaybettiğini söyledi.” “Umurumda –” “Umurunda olmadığını da biliyorum ama benim umurumda. O yüzden beni daha fazla sinirlendirme ve hiç değilse şunu iç.” Bana gerçekten sinirli olduğunu fark edince midemin hiçbir şey kaldıramayacağını düşünsem de daha fazla itiraz etmedim ve elindeki meyve suyunu aldım. Arel’in zoruyla koluma baktırırken duvardaki saatten gece yarısını geçtiğini görebilmiştim sadece. Ve bunun üzerinden de saatler geçmişti. Hastaneye gelene kadar bomboş hissetmiştim. Deliye dönüp her şeyi parçalamam, önüme gelene saldırmam ve Tamay’ın iyi olduğunu duyana kadar başından ayrılmamam gerekiyordu ama bunların hiçbirini yapacak gücüm yoktu. Felç inmişti sanki üzerime. Arel beni yöneltmese yürüyemiyordum bile. Kötü bir şey duymaktan öylesine korkuyordum ki hiçbir bilgi almaya çalışmıyordum. Benim yerime her şeye Arel koşturuyordu. Bana, Tamay’ın iyi olduğunu söyleyen de oydu. Çünkü doktorla konuşmaya cesaret edememiştim. Hala daha gözümü kapattığım an onu yerde kanlar içinde görüyordum. Benim yüzümden canının acıdığı gerçeği yüreğimi paramparça ediyordu. Ağır bir darbe almıştı ama yapılan tüm tetkikler sonunda ameliyatlık bir şey olmadığını söylemişlerdi. Yarasına dikiş atıp onu bir odaya almışlardı. İlaç verdikleri için uyuyordu ve bir süre sonra ilacı kesip uyanmasını bekleyeceklerdi. O zamana kadar da yanına almayacaklardı bizi. Bu yüzden koridorda bekliyorduk. Her şeye rağmen onu görmeye cesaretim yoktu. Yapmayacağını bilsem de gözlerini açınca bana bir saniyeliğine bile olsa suçlarcasına bakarsa nefes alamayacağımı biliyordum çünkü. Vicdan azabı şimdiden nefesimi kesiyordu. Öyle ki başka hiçbir şey düşünemiyordum. Sadullah, diğerleri, Emniyet’teki sorgular… Hiçbir şeyin önemi yoktu gözümde. Önemseyecek gücüm de yoktu zaten. Sağlam kolumla cam şişenin kapağını açtıktan sonra vişne suyundan birkaç yudum aldım. Ekşiliği yüzümü buruşturmama neden olsa da iyi geldiğini inkâr edemezdim. Boğazımdan en son ne zaman bir şey geçtiğini hatırlamıyordum bile. “Tamay’ın amcasına haber vermemiz gerekiyor,” dedi Arel. “Aksi takdirde bize çok kızabilir.” Bir de o vardı… Ne olduğunu elbette anlatamazdık ama gerçeği yalanla harmanlayabilirdik. Bu zamana kadar hep yaptığımız gibi. Tamay’ın, bir daha bunu yapmamak için bu geceki toplantıya katılmayı gözü kapalı bir şekilde kabul ettiğini hatırladım ve bunu hatırlamak yüreğime iyi gelmedi. “En azından gün doğsun,” diye mırıldandım. “Olan oldu zaten, bu saatten sonra apar topar çağırmanın bir manası yok.” Başını sallayarak beni onayladığını belirttikten sonra “Tuana?” diye sordu. Dün akşam evden çıkarken Tamay’ın ona erken yatması konusunda uyarıda bulunduğunu hatırladım. “Sabah erkenden dersi vardı, sonrasında söylersek kızar belki ama burada telaş içinde boş yere bekleyerek derslerinden geri kalmasına gerek yok. En azından bugünlük.” Tekrar başını sallayarak onayladı beni. “Sana pantolon bulmam gerekmediğinden emin misin? Eve gidip gelmem uzun sürmez.” Başımı eğip üzerimdeki kazağa ve dünden kalma pantolonuma baktım. Kolumdaki yaraya bakıldıktan sonra kanlı ceketimle gömleğimi bir daha görmek istemediğim için çöpe atmış, yerine de Arel’in arabasından getirdiği kazağı giymiştim. Ancak yedekte eşofman ya da pantolonu olmadığı için onu değiştirememiştim. Diz kapağımdaki kurumuş kan lekelerine bakarken “Bütün eşyalarım Tamaylarda,” diye mırıldandım. “Evde bir şey bıraktığımdan emin değilim.” “Benim eşofmanlarımdan birini getirebilirim istersen? Bu saatte eve gidip gelmem uzun sürmez.” Meyve suyumdan birkaç yudum daha aldıktan sonra “Olur,” dedim. Tamay’ı görmeye cesaretim yoktu belki ama onu burada bırakıp üstümü değiştirmeye de gidemezdim. Ve daha fazla bu kanlı pantolonla oturmak da istemiyordum. Kanın kime ait olduğunu bile bilmiyordum üstelik. “Tamam,” diyerek ayağa kalktı. “Yarım saate dönmüş olurum. Başka istediğin bir şey var mı?” Başımı iki yana salladım. “Yok.” “Gidiyorum o halde.” Önümden geçip merdivenlere doğru yürümeye başladığında arkasından “Arel,” diye seslendim. Omzunun üzerinden bana döndü. “Efendim?” Tüm samimiyetimle “Sağ ol,” dedim. “Yanımda olmasaydın idare edemezdim.” Yüzüne ismini koyamadığım bir ifade yerleşirken başını usulca öne eğip kaldırdı. “Sen de sağ ol.” Başka bir şey demeden önüne dönüp tekrar merdivenlere doğru yürümeye başlayınca gözden kaybolana kadar onu izledim. Hayatıma Tamay girmeden önce sorsalardı bunu asla kabullenmezdim belki ama şimdi tüm içtenliğimle ikizimin, yaptığı hatalara rağmen bu hayatta başıma gelen en iyi şeylerden biri olduğunu söyleyebilirdim. Ama en iyisi Tamay’dı ve bunu herkes çok iyi biliyordu. ღ “Ne zaman uyanacak?” Başımı hafifçe kaldırdım ve Tuana’ya baktım. Hastaneye geleli birkaç saat olmasına rağmen şimdiden en az benim kadar perişan görünüyordu. “Bilmiyorum,” diye mırıldandım zar zor. Konuşmak istemiyordum. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Tamay’ın uyanıp gözlerimin içine bakarak iyi olduğunu söylemesini istiyordum yalnızca. Arel geri döndükten sonra üzerimi değiştirmiş ve aynı koltukta mesai saati başlayana kadar beklemiştim. Arel, her ne kadar yanımda olmak istese de son durumları öğrenmek üzere Emniyet’e gittiğinde ben de Tamay’ın amcasını aramış ve Tamay’ın, düğün salonunun merdivenlerinden düştüğünü söylemiştim. Bunun üzerine karısını da alarak hızla hastaneye gelmişlerdi. Gerçeği bilseydi beni görmek bile istemeyeceğini bilmek canımı bir hayli sıksa da hastaneye gelip bana neler olduğunu tekrar tekrar anlattırdıklarında yalanıma sığınmaya devam ettim. Gerçi yalanım sadece katıldığımız şeyin davet değil de bir düğün oluşuydu. Zira yaramdan haberleri yoktu. Bir mafya yüzünden bu durumda olduğumuzdan da. Başta çok korkmuş olsalar da doktorlarla konuşmak onları sakinleştirmişti. Tuana’ya haber verme işini de onlara bırakmıştım. Kızcağız, öğleden sonra iki gözü iki çeşme hastaneye gelmişti ve o zamandan beri ağlıyordu. Hatta bir ara bana sarılıp ağlamaya devam etmişti ve ben o an nasıl olup da ölmemiştim, hala merak ediyordum. Şimdiyse Tamay’ı aldıkları odadaydık. Saatler öncesinde ilaç vermeyi kesmişlerdi ve kendi kendine uyanmasını bekliyorduk. Böylece tamamen iyi olup olmadığına karar verebileceklerdi. Tuncay Bey, eşini bir şeyler yiyebilmesi için kafeteryaya götürmüştü. Tuana’yı da götürmek istemişti ama karnının aç olmadığını söyleyerek gitmek istememişti. Arel de yaklaşık yarım saat önce Emniyet’ten gelmişti. Söylediğine göre sorgular dün geceden beri durmaksızın devam ediyordu. Hatta kendisi de birkaç tane sorguya girmişti. Şerefsizler, elimizdeki kanıtları görünce konuşmamak gibi bir seçenekleri olmadığını kabullenmişlerdi. Tabii Sadullah’ın kuyruk acısı epey büyük olduğundan onunla daha özel bir münasebet gerçekleştirmek zorunda kalmışlardı ama genel olarak Emniyet’te işler tıkırındaydı. Ama burada değildi. Gözlerimi tekrar kapadım ve başımı, oturduğum iki kişilik koltuğun arkasına yasladım. Beklemekten nefret ediyordum. Yanımda oturan Arel’in telefonundan gelen mesaj seslerini dinleyerek oturmaya devam ettim, ta ki o sesi duyana kadar. “T-tuana?” Önce idrak edemedim. O kadar kısık bir sesle konuşmuştu ki uydurduğumu sandım lakin gözlerimi hızla açıp ona baktığımda çok sevdiğim kara gözlerinin yarı yarıya açık olduğunu gördüm. Uyanmıştı. UYANMIŞTI. “Abla?” Tuana, rahatlama dolu bir nefes verdikten sonra tekrar ağlamaya başlarken titreyen ellerimi dizlerime bastırıp içimden defalarca kez şükrettim. Ne olursa olsun buradaydı, uyanmıştı ve benimleydi. “Ne? Ne oldu?” Gözlerimi kırpmadan onu izlediğim için zorla yutkunduğunu fark edebilmiştim. “Neredeyim?” “Hastanedesin,” diye cevap verdi Tuana. Saatlerdir tuttuğu eli bırakmadan oturduğu başucu sandalyesinden kalkmış ve onu daha rahat görebilmesi için Tamay’ın üzerine eğilmişti hafifçe. “Merdivenlerden düşüp başını çarpmışsın.” Öylece kal gelmiş gibi onu izlerken dizimi sıkan elimin üzerinde bir dokunuş hissettim. Başımı çevirip bakmasam da “Kendine daha fazla yüklenme,” diye mırıldandı Arel yavaşça. “Bak, o iyi. Her şey bitti. Artık ertelediğiniz şeyleri yapma vakti. Artık sizin için gerçekten mutlu olma vakti.” Cevap veremesem de başımı hafifçe salladım. Burada, yanımda olduğu için minnettardım ve bunu bildiğini bilmek içimi rahatlatıyordu. “Hadi yanına git, seni görünce hemen iyileşir.” Halim olsa gülerdim ama olmadığı için sessizce sözünü dinlemek üzere ayağa kalktım ve yavaş adımlarla yatağa yaklaştım. Benim orada olduğumu yeni fark etmiş gibi bakışları beni bulduğunda ne yapacağımı bilemedim. Özür mü dilemeliydim? Yoksa ona olan aşkımı mı haykırmalıydım? Ayakucunda durup ona bakmaya devam ettiğimde bana olan bakışları garip hissetmeme neden olmuştu. Kızgın mıydı? “Tamay?” Bakışları kısaca Tuana’ya kayıp tekrar bana döndü ve yorgun sesiyle “Tanışıyor muyuz?” diye sordu. Neye uğradığımı şaşırdım. Hatta yanlış duyduğumu sanıp Tuana’yla Arel’e baktım ama ikisi de en az benim kadar şoke olmuş görünüyorlardı. Tekrar Tamay’a dönüp içimi deşen bakışlarına aldırmamaya çalışarak “Şaka mı yapıyorsun, Doktor?” diye sordum. “İnan bana hiç komik değil, yapma lütfen.” Tamay’ın yorgun bakışları bir kez daha kardeşiyle benim aramda gezindikten sonra “Şaka yapmıyorum,” diye mırıldandı. “Sizi tanıdığımı sanmıyorum.” İçimde tarifi olmayan korkular peyda olurken Tuana, ablasının elini sıkıp “Abla,” dedi yavaşça. “Eniştemi hatırlamıyor musun gerçekten?” Tamay’ın bakışlarındaki hayret şaka olamayacak kadar gerçekçiydi. Beni gerçekten hatırlamıyordu. “Neyimi dedin?” “Eniştem,” dedi Tuana. Ablasını korkutmak istemiyormuşçasına yavaş ve kısık sesle konuşuyordu. “Senin müstakbel nişanlın.” Tamay, hafifçe kaşlarını çatıp -yüzünü buruşturmasına bakılırsa bu bile canını yakıyordu- “Ne dediğinin farkında mısın?” diye sordu kardeşine. “Kamera şakası falan yapıyorsan hiç sırası değil. Başım o kadar ağrıyor ki kaldıracak gücüm yok.” Tuana oldukça üzgün bir sesle “Şaka yapmıyorum,” dedi ve Tamay’ın parmağında tektaş olan elini kaldırarak ablasının görmesini sağladı. “Ama anlaşılan sen de şaka yapmıyorsun.” Tamay; dehşet, korku ve şok içinde parmağındaki yüzüğe bakakalırken varlığını bile unuttuğum Arel ayağa kalkıp “Ben en iyisi doktoru çağırayım,” diyerek hızla odadan çıktı. Öylesine mahvolmuş haldeydim ki ona cevap veremedim. Tamay’ın, odada başka birinin daha olduğunu fark ettiği anda yüz ifadesinde zaten var olan şaşkınlığın artışını izledim sadece. “Enişten olduğunu iddia ettiğin adamdan iki tane mi var, yoksa ben şimdi de çift mi görmeye başladım?” “Eniştemin ikizi o, Arel abi,” diye açıklama yaptı. “Eniştemin adı da Aral.” Tamay’ın bakışları tekrar bana kaydı. “Dalga geçmiyorsunuz gerçekten benimle değil mi? Sizi hayatımda ilk kez gördüğüme eminim çünkü.” Sadece birkaç dakika önce, Tamay’ı kanlar içinde yatarken görmek hayatımda görüp görebileceğim en kötü şey gibi geliyordu ama şimdi fikrim tamamen değişmişti. Başıma gelebilecek en kötü şey yaşanıyordu şu an. İyiydi, sağlıklıydı ve nefes alıyordu. Ama beni hatırlamıyordu. “Dalga falan geçmiyorum abla,” dedi Tuana. Ağlamayı ne zaman bıraktığını bilmiyordum ama her an tekrar başlayacak gibi duruyordu. “Niye hatırlamadığını bilmiyorum ama eniştem o. Senin âşık olduğun adam.” Tamay bir şey demeyip şaşkınca bana bakmaya devam ederken Arel’le doktor geldiler. Tamay’ın dikkati doktora kayarken Arel de hemen yanımda durup destek olmak istercesine omzuma koydu elini. Oysa şu an istediğim şey destek falan değildi. Ölmekti. Tamay, saçları tamamıyla kırlaşmış doktora hitaben “İrfan abi?” dediğinde, doktor hafifçe gülümseyip “Demek beni hatırlıyorsun?” diye sordu. Anlaşılan buraya gelirken Arel ona her şeyi anlatmıştı. “Tabii ki hatırlıyorum. Sadece… Sadece neler olduğunu anlayamıyorum.” “Merdivenlerden düşüp başını çarpmışsın. Dikiş atmak zorunda kaldık ama çok ciddi bir sorunun yoktu. Yapılan tüm testler temizdi. Yani bir sorun çıkmaması gerekiyordu.” “Gerçekten hafızamı mı kaybettim?” “Bilmiyorum, emin olmak için birkaç test daha yapmamız gerekecek. Hatta izin verirsen kısa bir muayene yapayım.” Cebinden çıkardığı ışıkla Tamay’ın gözbebeklerine bakarken olduğum yerde kıpırdamadan dikilmeye devam ettim. Kısa muayenenin ardından geri çekilen doktor, “Herhangi bir sorun göremiyorum,” diye mırıldandı. Onun da kafası karışmış gibiydi. “Tetkikleri tekrarlayacağız ama gözden kaçırdığımız bir şey olduğunu pek sanmıyorum.” Bakışları bize döndü. “Sadece sizi hatırlamadığına göre psikolojik olma ihtimali daha yüksek.” Biz dediklerini hazmetmeye çalışırken doktor tekrar Tamay’a döndü ve “Hangi yılda olduğumuzu hatırlıyor musun?” diye sordu. Tamay hiç düşünmeden “Evet,” dedi. “2019’dayız.” “Gün ve ay söyleyebilir misin peki?” Bu sefer biraz duraksamıştı. “Tam olarak kaçı olduğunu hatırlamıyorum ama martın başları olması lazım.” Tuana’nın şaşkın iç çekişi yankılandı odada. Bunun üzerine kaşlarını çatan Tamay, kardeşine dönüp “Ne?” diye sordu. “Değil miyiz?” “2019’da olduğumuz doğru ama martta değiliz,” dedi doktor. “Aralık ayının ilk haftasını yaşıyoruz şu an.” “Ne?” Tamay mı daha şaşkındı yoksa biz mi, bilmiyordum ancak şu odada acıyla kavrulan tek kişinin ben olduğumdan oldukça emindim. Doktor bize dönüp “Mart ayında Tamay’ın başına kötü bir olay geldi mi?” diye sordu. “Unutmak isteyeceği kadar kötü bir şey?” Arel’le bakışlarımız buluştu. Evet, gelmişti. Doktor, bakışmamızdan bir haltlar olduğunu anlayarak “Sizinle dışarıda konuşabilir miyiz biraz?” diye sordu. Benim cevap verecek halde olmadığımı gören ikizim “Elbette,” dedi. Doktor Tamay’a kısa süreliğine veda ederek dışarı çıkınca Arel yaralı olmayan kolumdan tutup beni de kendiyle birlikte odanın dışına sürükledi. Kapıyı kapatarak odadan biraz uzaklaştığımız sıra gözlerim Tuncay Bey ve eşine takıldı. Buraya doğru geliyorlardı. Tamay uyandığından beri herkes öyle şaşkındı ki kimsenin aklına onlara haber vermek gelmemişti. Bizi kapıda görünce endişelenerek koşar adımlarla yanımıza geldiler ve Sedef Hanım “Ne oluyor?” diye sordu endişeyle. “Bir sıkıntı mı var?” “Tamay uyandı,” diye haber verdi Arel. Sedef Hanım, büyük bir sevinçle ellerini yüzüne götürürken bizim pek de mutlu olmadığımızı fark eden Tuncay Bey “Ne oldu?” diye sordu. Kaşları çatılmıştı. “Tamay uyandıysa niye yüzünüz böyle asık?” Doktor, “Sanırım Tamay bir hafıza kaybı yaşıyor,” diye açıklamaya girişti. “Ciddi bir şey olduğunu sanmıyorum, aslında biz de onu konuşmak için dışarı çıkmıştık.” “Hafıza kaybı mı?” diye sordu Sedef Hanım. Gözleri kocaman açılmıştı. “Ciddi değil derken?” “Tamay, mart ayında olduğumuzu sanıyor. Yani geriye kalan dokuz ayı yaşadığını ve muhtemelen o zamandan sonra hayatında giren insanları hatırlamıyor.” Bakışları bana döndü. “Tahminde bulundum ama Tamay’la ne zaman tanışmıştınız?” Sesimi bulmaya çalışarak “Mart ayında,” diye mırıldandım. “Tanıştığınız zaman mı kötü bir şey yaşadı yani?” “Tam olarak öyle değil,” diyerek başımı salladım. “Ailesinin ölümüyle ilgili kötü şeyler öğrendi. Sonra bunu araştırmamız için bize geldi. Ben polisim, Tamay’ın davasında yardımcı oldum ve o şekilde tanıştık.” Karışık anlatmıştım ama neyse ki doktor buna takılmadı. “Her ne yaşadıysa onu derinden sarsmış olmalı. Unutmak isteyeceği kadar. Yanılıyor muyum?” Kaçırıldığı gün geldi aklıma. O güne kadar yaşadıkları… Ağlayarak kimseyi kendisine inandıramadığını anlattığı günler... Evine, arabasına, hastane odasına kadar giren psikopatlar… Tehdit dolu notlar… “Yanılmıyorsunuz,” dedim kısaca. Unutmak istemişti. Hatta beni hayatından çıkaracak kadar çok istemişti bunu belli ki. Doktor usulca başını sallayıp “Tamay için birilerini gönderip tekrar test yapılmasını isteyeceğim,” dedi. “Ayrıca bu konuda uzman olan arkadaşlarıma da danışacağım. Böylece size daha net şeyler söyleyebilirim.” Doktor yanımızdan ayrıldığında Tuncay Bey ve eşi de Tamay’a bakmak üzere odaya girdiler. Kafam o kadar yerinde değildi ki sırtımı arkamdaki duvara yaslayıp “Ne olacak şimdi?” diye sordum. Bakışlarım yerdeki fayanslardaydı ama Arel’in tüm dikkatinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. “Ne yapacağım?” “Önce doktorların net bir şeyler söylemesini bekleyelim. Dua edelim de farklı bir sıkıntı çıkmasın. Öylesi çok daha zor olur çünkü.” Başımı kaldırıp ikizimin gözlerinin içine baktım. En az benim kadar yorgun görünüyordu ama yine de buradaydı ve bir an olsun gitmeyi teklif etmemişti. “Böyle bir şey yaşayabileceğim aklımın ucundan bile geçmemişti,” dedim. Yüzüme acı dolu bir gülümseme yerleştiğinin farkındaydım. “Yıllar sonra beni sevecek, gerçekten sevecek birini buldum ve o da beni unuttu.” Başımı salladım. “Öylece unuttu.” “Seni değil, yaşadığı travmayı unuttu. Sen sadece…” Söyleyecek bir şey bulamamış gibi cümlesini yarıda bıraktığında “Arada mı kaynadım?” diye sordum. Güldüm. Delirmiş gibi güldüm hem de. “Zaten arada kaynayan hep ben olmuyor muyum?” Tam olarak dile getirmesem de Arel ne demek istediğimi çok iyi anlamıştı. “Aynı şey değil. Tamay’ı, o kadınla bir tutamazsın.” “Bir tuttuğum şey o değil zaten, benim. Benim yaşadıklarım.” “Acı çektiğini biliyorum ama şu an yıkılamazsın. Önce bir neyin ne olduğunu anlayalım. Sonra ne yapabileceğimizi düşünürüz.” Haklıydı, biliyordum ama düşünmeden de edemiyordum. “Ya hatırlamazsa?” “Sen de kendini hatırlatmanın bir yolunu bulursun o zaman.” “Ya ne yaparsam yapayım hatırlamazsa? Kalıcı bir hafıza kaybı olursa? O zaman ne yaparım?” “Ne mi yaparsın?” diye sordu. Acizliğim onu sinirlendirmişti. “O zaman gönlünü tekrar kazanırsın. Onun bunca zaman yaptığı şeyi yapıp Tamay’ın peşinden koşarsın. Ne olursa olsun vazgeçmeden onu tekrar kendine aşık edersin.” Kaşlarımı çattım. “Yapabilir miyim sence?” “O kadın seni tanıdığında berbat biriydin. Ona sürekli kötü davrandın, sana âşık olmaması için her şeyi yaptın. Buna rağmen, sana rağmen senden vazgeçmedi ve âşık oldu. Dünyadaki herkesten nefret eden, ölmek için yaşayan birine dahi âşık olabilen biri o. Eğer onu kendine tekrar aşık edemezsen tanıdığım Aral değilsin demektir.” Söyledikleri canımı yakmıştı, çünkü gerçek olduğunu biliyordum. Buna rağmen içimde bir umut yeşermesine engel olamadım. “Hatırlamasa bile tekrar sever beni, sevebilir; değil mi?” “Eğer onun senin peşinde koştuğu gibi koşarsan peşinden, sever. Çünkü her ne kadar buna inanmasan da sen gerçekten sevilebilir birisin.” Uzun uzun baktım gözlerinin içine. “Sağ ol,” diyerek başımı salladım. “Yanımda olmasaydın, sadece bugünden bahsetmiyorum, doğduğumdan beri yanımda olmasaydın, ben bugünkü ben olamazdım.” Hafifçe gülümsedi. İçtendi. “Bir hayli geç de kalsan bunun farkında olduğunu bilmek güzel.” Kalbini tekrar kazanmam gereken kişi yalnızca Tamay değildi. Biliyordum. Yani artık biliyordum ve savaşacaktım. Onlar benim için yeterince, hatta yettiğinden de fazla savaşmışlardı. Belli ki sıra bana gelmişti. Bana da bunu başarmak kalmıştı. ღ Biliyorum; şu an üzgün, belki de biraz kızgınsınız ama bundan sonraki bölümleri yazabilmek için 2019’dan beri bekliyorum… Şaka değil, cidden not defterimde tarihli kesitler var. Belki bir ara instagrama falan atarım Finale yakın olduğumuzu zaten biliyorsunuz. Yaklaşık kaç bölüm kaldığını ben de bilmiyorum; ben yazdıkça, siz de okudukça göreceksiniz ama bundan sonraki bölümlerin dolu dolu olacağından ve bölümlerde her türlü duyguyu yaşayacağınızdan emin olabilirsiniz. Umarım kısa süre içinde aranıza dönebilirim. Çünkü devamını yazmak için gerçekten çok ama çok sabırsızım. Yeni bölümde görüşene dek kendinize çok iyi bakın!
İnstagram: rabiaclr/ dolunayinvechi
|
0% |