Yeni Üyelik
53.
Bölüm

BÖLÜM - 50

@bayanclara

“Yavaş ol, abla.”

Son dört günde o kadar çok duymuştum ki bu cümleyi, istemsizce göz devirdim.

“Zaten oldukça yavaşım, bundan daha fazlası hareket etmemek olur.”

Tuana, bana ters ters bakıp zorla omzuna attırdığı elimi sıktı.

“Hala yaşadığın şeyin öneminin farkına varamadığın için suç senin. Bir de doktor olacaksın.”

“Emin ol, yaşadığım şeyin ne kadar önemli ve can sıkıcı olduğunu biliyorum, güzelim. Ama bu, tek başıma yürüyemeyecek halde olduğum ya da bebek adımları atmam gerektiği anlamına da gelmiyor.”

“Kızlar! Didişmeyi bırakın da eve girin hadi!”

Dış kapının oradan bize bağıran yengemi duyduğumuzda ikimiz de aynı anda kafamızı kaldırdık. Arabadan bizden önce inip kapıyı açmak için koşturmuştu.

“Geliyoruz!”

Tuana, ikimiz adına cevap verdiğinde bakışlarım sol tarafımda dikilen adama kaydı. Müstakbel nişanlım olduğunu söyledikleri -buna hala inanamıyordum- adama. Bu zamana kadar gördüğüm en güzel tondaki yeşilleri benim üzerimdeydi, tıpkı hastane odasında gözlerimi açtığım günden beri olduğu gibi. Elinde içinde eşyalarımın olduğu küçük valiz vardı. Benimle gerekli olmadıkça konuşmasa ve bana karşı hep mesafeli dursa da bulunduğum yerden ayrılmıyor, sürekli yardım edecek bir şeyler buluyordu.

İfadesiz bakışlarımı onunkilerden ayırmamam kötü hissetmesine neden olmuş gibi önüne döndü ve yengeme doğru ilerleyip bizden önce eve girdi. Kapıdan geçerken yengemin destekleyici bir tebessüm eşliğinde onun omzunu sıktığı gözümden kaçmamıştı.

“Abla, hadi biz de gidelim. Hava çok soğuk.”

Sessizce iç çektikten sonra tekrar yürümeye başladım. Hafızamı kaybettiğimi öğreneli dört gün olmuştu. Yaşadığım son dokuz ayı hatırlamıyordum ve bunu kabullenmeye çalışmak hiç de kolay değildi. İrfan abi, yani doktorum, hafıza kaybı yaşadığımı öğrendiğinde birçok testi yeniden yaptırmıştı ama sonuçlar temizdi. Yani yaşadığım durum psikolojikti. Annemle babamı kaybettikten sonra yengemlerin yardım almam için götürdüğü ve bu yaşıma kadar ara ara gitmeye devam ettiğim terapistim de bunu onaylamıştı. Tıpkı kaza gecesi başıma aldığım darbe yüzünden arabaya bindikten sonra olanları hatırlamadığım gibi merdivenlerden düşüp başımdan yaralanınca hafıza kaybı yaşamıştım. Ancak bu bir öncekine nazaran çok daha uzun bir zamanı kapsıyordu ve bu süreçte hayatımda çok büyük değişiklikler olmuştu.

Ve söylediklerine göre yine aynı olay yüzünden her şeyi unutmayı tercih etmiştim. Terapistim bunun kendimi koruma içgüdüsüyle gerçekleştiğini söylemişti. Canımı sıkan, beni gerçek anlamda mahveden olayları unutmaya meyilli olmam pek de şaşırtıcı değildi aslında. Beynimin ya da bilinçaltımın bunu neden yaptığını anlayabiliyordum.

Yine de parmağımda yüzüğünü taşıdığım adamı hatırlayamamak çok can sıkıcı bir durumdu.

Tuana’yla birlikte içeri girdikten sonra beni oturma odasına doğru ilerlettiğinde ona engel oldum ve “Odama çıkacağım,” dedim. “Banyo yapmak istiyorum.”

“Doktor, başını bir süre daha yıkamamamız gerektiğini söyledi ama.”

“Biliyorum, başımdan aşağısını yıkayacağım zaten. En son ne zaman yıkandığımı bile hatırlamıyorum ve kendimi çok kirli hissediyorum.”

“Yardıma ihtiyacın var mı?”

“Yok, hallederim ben. Sen de otur, dinlen artık. Kaç gündür hastane köşelerinde yatıp kalkıyorsun benim yüzümden.”

“Tabii ki bekleyeceğim, sen benim ablamsın.” Kollarını belime dolayıp başını göğsüme yasladı. Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da bu durumun onu ne kadar perişan ettiğini görmeyecek kadar kör değildim. Üstelik o daha küçük bir çocuktu. Anne ve babasını hiç tanıyamamış, ablasından başka kimsesi olmayan bir çocuk. Düşüp dizimi kanatmamın bile onun için çok acı verici bir durum olduğunu biliyordum. “Sana bir şey olacak diye öyle korktum ki abla.”

İçim şefkat ve hüzünle dolarken ben de ona sarıldım. “Olmadı ama bak, iyiyim. Yanındayım.”

“Biliyorum,” deyip yüzünü biraz daha bastırdı göğsüme. “Ama hala korkuyorum. Sanki her an bir şey olacakmış gibi hissetmekten alıkoyamıyorum kendimi.”

“Olmayacak, bebeğim,” diyerek saçlarından öptüm. Merdivenlerden nasıl düştüğümü, hatta hangi merdivenlerden düştüğümü bile hatırlamıyordum ama fiziksel olarak büyük bir yara almamıştım. Bu yüzden kardeşimin içini rahatlatmaya çalışırken inanmadığım herhangi bir şey söylemiyordum. “İnsanlar düşebilir, hatta bunu en iyi bilenlerden biri sensin,” diyerek hafifçe güldüm. “Sadece başımı çarpmam fazla talihsiz bir durumdu ama çok şükür ki ciddi bir şey olmadı.”

Başını geri çekti ve düşünceli bir tavırla “Ama hiçbir şey hatırlamıyorsun,” diye mırıldandı. “Beni unutmadığın için mutluyum ama eniştem çok üzülüyor ve onu öyle görmek de beni üzüyor.”

Kardeşimin; hakkında adı ve mesleği dışında herhangi bir şey bilmediğim bir adamdan böyle bahsetmesi fazlasıyla rahatsız hissettirse de bunu gizlemeyi tercih ettim.

“Onun için ben de üzgünüm ama elimden gelen bir şey yok maalesef. Tanımadığımı düşündüğüm bir adama yakın davranmak pek de kolay değil. Ayrıca hala daha Uğur’dan sonra birini sevdiğime inanamıyorum.”

Tuana yüzünü buruşturup “O uğursuz adamın adını ağzına almasana ya,” diye homurdandı. Bir anda modu değişmişti. “Ayrıca eniştemle o pisliği sakın aynı kefeye koyma. Eniştem seni çok seviyor. Sen de onu çok seviyordun. Birbirinize çok ama çok âşıktınız ve gördüğüm en güzel çifttiniz.” Ellerini açarak ağzının etrafına yasladı ve kimsenin duymasını istemiyormuş gibi kısık bir sesle ekledi. “Yengemle amcamdan bile daha tatlıydınız ki bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorsun.”

Evet, biliyordum. Ama hala daha böyle bir durumun varlığına inanamıyordum. Uğur’u atlatmak benim için hiç kolay olmamıştı. Sadece ayrıldıktan sonra değil, birlikte olduğumuz süreçte bile onun için çok gözyaşı dökmüştüm. İstanbul’a dönüşünü ertelediği her seferde ilişkimizin bitme noktasına bir adım daha yaklaştığını hissediyor ama bir şey yapamıyordum. Onu öyle çok seviyordum ki benim yüzümden hayallerinden vazgeçmesini, bunu aklından geçirmesini bile istemiyordum. Bu yüzden ne kadar mutsuz olsam da yokluğuna katlanmaya çalışmıştım. Sabretmiştim. İçten içe mahvolduğumu ne ona ne de başkalarına belli etmiştim.

Sonuçta elimde koca bir hiçle kalakalmıştım. Lakin bu da yetmemişti. Hayal kırıklıklarımın battığı avuçlarım hala kan revan içindeyken başkasıyla evleneceğini öğrenmiştim. Bu, atlatması kolay bir şey değildi. Kesinlikle değildi ama insan bir şekilde alışıyordu. Sevdiğim kadar sevilmediğimi kabullenmek canımı en çok acıtan şey olmuştu belki ama iyileşmeye attığım ilk adımdı da aynı zamanda.

Üzerinden aylar, hatta yıllar geçmişti ama kalbimdeki o boşluk, hayatıma yeni birini almama izin vermemişti. Kimseye o gözle bakamamıştım. İstesem de yapamamıştım. Olmamıştı. Ve işte bu yüzden sadece dokuz aydır tanıdığım bir adamın evlenme teklifini kabul ettiğime inanmak benim için bir hayli zordu.

Düşüncelerimden sıyrılıp “Biraz zamana ihtiyacım var,” diyerek geçiştirdim kız kardeşimi. Kırıldığını bakışlarından anlayabiliyordum ama sevmediğim birini seviyormuş gibi de davranamazdım. Zaten muhtemelen kırılganlığının muhatabı ben değildim. Kimse, elimde olmayan bir şey için beni suçlayamazdı.

“Tamam, abla,” diyerek pes ettiğini belli etti. “Yardıma ihtiyacın olursa seslen.”

“Sağ ol, güzelim.”

Kardeşimin yanından ayrılıp usulca merdivenleri tırmandım ve odama doğru ilerledim. Aral ve yengemin nerede olduklarını bilmiyordum ama şu an vücudumu suyla buluşturmaktan başka düşünmek istediğim bir şey de yoktu zaten.

Odama girdiğim an odadaki banyodan çıkan Aral, bu isteğimin gerçekleşmediğinin en büyük kanıtı niteliğindeydi.

Kapı ağzında duraksayarak ona şaşkınca baktım. Burada ne işi olduğunu merak etsem de bunu nasıl soracağımı bilemedim. Yine de dilimden dökülemeyenler yüzümden okunuyor olacaktı ki “Valizdeki eşyalarını kirli sepetine atmaya gelmiştim,” diye açıklama yaptı.

Esmer tenli olduğuma şükrettiğim bir anı yaşıyordum çünkü utançtan yanaklarım yanmaya başlamıştı. Eşyalarımı kirli sepetine atabileceği kadar yakın olmamıza bile takılamıyordum şu an. Çünkü valizin içinde kirli iç çamaşırlarım da vardı ve onları görmüştü.

Utançtan konuşamadığımı da fark etmiş olacaktı ki gergin bir tavırla elini ensesine atıp kaşıdı ve “Bu seni rahatlatır mı bilmiyorum ama ilk kez yaptığım bir şey değildi,” diye mırıldandı.

Yani daha önce de kirli çamaşırlarımı görmüştü ve banyomdaki kirli sepetini rahatça kullanacak kadar aşinaydı buraya. Bunu bilmek belki rahatlatmalıydı beni ama tam tersine daha çok utanmama sebep olmuştu. Çünkü onu tanımıyordum. Daha doğrusu hatırlamıyordum ve bu bir nevi tanımamakla aynı şeydi. Tanımadığım bir adamın iç çamaşırlarımı görmesi, onlara dokunması düşüncesi de yerin dibine girme isteği uyandırmıştı bende.

Aramızdaki sessizlik sürüp giderken bir şey demem gerektiğini fark ederek “Eee,” diye geveledim. “Şey, teşekkür ederim. Yapmak zorunda değildin. Ben hallederdim.”

Bana tuhaf bir bakış attı. “Zorunda hissettiğim için yapmadım zaten.”

Sanırım onu istemeden de olsa kırıyordum. Bana attığı hüzünlü bakışlardan bunu anlayabiliyordum ama yanında rahat davranacak halde değildim. Benim için dört gündür tanıdığım biriydi sadece. İstesem de davranamazdım.

Anlamsız konuşmamız daha fazla uzamasın diye tekrardan “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım ve kapı ağzında daha fazla dikilmemek için dolabıma doğru ilerledim. Onun yanında gerginleştiğim için “Banyo yapacağım,” diye devam ettim konuşmama. Beni yalnız bırakması için gizli bir mesaj vermekti aslında amacım.

“Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sorduğunu duyduğumda dolabın kapağına uzattığım elim havada asılı kaldı ve şaşkın bakışlarımı ona çevirdim.

“Hı?”

“Kendim için söylemedim,” diye açıkladı aceleyle. Yanlış anlaşıldığı için telaşlanmış gibiydi. “İhtiyacın varsa Tuana’ya ya da yengene haber vereyim anlamında sormuştum.”

Kastettiği asıl şeyin bu olmadığını düşünsem de bozuntuya vermeden “Gerek yok, sağ ol,” dedim. “Kendim halledebilirim.”

Bakışları saçımdaki sargıya kayarken “Emin misin?” diye sordu. Benim için gerçekten endişelendiğini fark etmek garip hissettirmişti. Bu yüzden cevap verirken ses tonumu biraz daha yumuşattım.

“Eminim, zaten başımı yıkamayacağım.”

Başını kısaca sallayıp “Peki,” dese de rahatlamış gibi durmuyordu. Ayrıca odadan çıkmaya da pek niyeti yokmuş gibiydi. Onu kendi halinde bırakmaya çalışıp tekrar önüme döndüm ve dolabın kapağını açtım.

En son taylarımı koyduğumu sandığım yerde erkek kıyafetleri göreceğimi bilsem dolabı açmak için bu kadar aceleci davranır mıydım, bilmiyordum doğrusu.

Gözlerimi şaşkınca kırpıştırıp dolaptaki erkek kıyafetlerine baktım öylece. Kimin olduğunu sormama gerek yoktu. Sırtımda delici bakışlarını hissettiğim adama ait olduklarını bilmek için müneccim olmam gerekmiyordu çünkü. Yine de böyle bir şey beklemediğim için dilim tutulmuştu.

Bana evlenme teklifi ettiğini biliyordum, Tuana’nın ona enişte dışında bir şey demediğini de biliyordum ama yine de eşyalarını dolabıma koyacağım kadar yakın olduğumuzu da düşünememiştim. Ayrıca bu ne anlama geliyordu? Düğün tarihi falan almıştık da kaldıramayacağımı düşünerek bana söylememişler miydi? Eşyalarının benim dolabımda ne işi vardı?

Ağzım kendiliğinden birkaç kez açılıp kapandıktan sonra başımı omzumun üzerinden arkaya çevirdim ve sessizce beni izleyen adamla göz göze geldim. Aklımdan geçen onca soruya rağmen ona sorabileceğim tek şeyi sordum, zira esas sorularımın cevaplarını duymaya hazır olduğumu hiç sanmıyordum.

“Şey… Benim eşyalarım nerede?”

“Dolabın diğer tarafında,” diye cevap verdi sakince. Gerçekten sakin miydi yoksa rol mü yapıyordu, anlayamıyordum. Tavırlarından hiçbir şey belli olmuyordu. Oluyorsa da anlayabilecek kadar tanımıyordum onu.

Başka bir şey demeden dolabın diğer tarafına yöneldim ve kapağı açtım. Gerçekten de eşyalarım buradaydı. Kıyafetlerin çoğu tanıdıktı ama arada ilk kez gördüğüm şeyler de vardı. Lakin şu anki derdim bu değildi. Aradığım esas şeyleri göremiyordum çünkü.

Bunu yaptığıma inanmakta güçlük çekerek arkamı dönüp tekrar gözlerinin içine baktım. Buna, yani onunla göz göze gelmeye alışıyor gibiydim. Daha doğrusu gittikçe ilk seferde hissettiğim kadar garip hissetmemeye başlamıştım.

“Taytlarımın nerede olduğuyla ilgili bir fikrin olabilir mi acaba?”

Elini uzatıp odanın diğer köşesinde duran ve daha önce hiç görmediğim -daha doğrusu aldığımı hatırlamadığım- çekmeceyi işaret etti.

“Benim eşyaları buraya taşıdığımızda dolabın yetmedi. Aslında sana yeni ve daha büyük bir dolap almamız gerektiğini söylemiştim ama sen tercihini çekmece almaktan yana kullandın. Böylesinin daha pratik olduğunu söylemiştin hatta.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Kendimi geleceğe ışınlanmış fantastik film ana karakteri gibi hissetmekten alıkoyamıyordum ve o filmleri izlemeyi ne kadar sevsem de o karakterin yerinde olmaktan hoşlandığım söylenemezdi.

Yeni bir dolap almama fikrini çok da garipsememiştim çünkü dolabı çok beğenerek aldığımı hatırlıyordum. Lakin onu başkasıyla paylaşma düşüncesi, üstelik sadece dokuz ayda bu düşünceye kavuşmuş olduğumu bilmek ürpermeme neden oluyordu.

Bu kadar kısa sürede birinin evlenme teklifini kabul edip, parmağıma onun yüzüğünü takmam demek körkütük âşık olmam demekti. Hatta aşkımdan ölüyor olmam demekti ve etrafımdaki herkes aşkımın çok büyük olduğunu söyleyerek bunu doğrulasa da inanmak bir hayli zordu benim için.

Gerçi aşk zaten böyle bir şeydi, nasıl ve ne zaman çarpacağı belli olmazdı ama ben hep Uğur’dan sonra âşık olmayı başarabilirsem çok daha yavaş bir şekilde olacağını düşünmüştüm. Yavaş, sakin ve emin adımlarla yürümek istemiştim hep; çünkü aynı şeyleri bir kez daha yaşamaya gücüm yoktu. Dokuz aydır tanıdığım birine böylesine vurulmuş olma düşüncesi bu yüzden dehşete düşürüyordu zaten beni. Düşündüğümün aksine hiç de emin adımlarla yürümemiştim belli ki.

Ağır adımlarla çekmeye doğru ilerleyip ilk rafını kendime çektim ve aradığım taytların gerçekten de burada olduğunu gördüm.

“Ah,” diye mırıldandım yavaşça. “Buradalarmış gerçekten.”

En üstteki taytı aldıktan sonra çekmeceyi kapattım ve bir alttaki çekmeceyi açtım. Sırf ne koyduğumu merak ettiğim için açmıştım. Tişörtler ve eşofmanlar vardı. Taytın üzerine giymek için yine en üstteki tişörte uzandığımda tişörtün benim olamayacak kadar büyük olduğunu fark ettim.

Tişörtü elimde tutmaya devam ederek arkama döndüm ve “Çekmeceyi de ortak kullanıyoruz sanırım?” diye sordum.

Elimdeki tişörte kısa bir bakış atıp tekrar bana döndü. “En alttakinde benim eşyalarım var evet ama ötekiler senin.”

Kaşlarımı çattım. “O halde tişörtün benim eşyalarımın arasına karışmış.”

“Karıştığını sanmıyorum. Genelde benim tişörtlerimi giymeyi tercih ediyorsun.” Kısa bir duraksama yaşadı. “Yani tercih ediyordun.”

Gözlerimi kırpıştırıp “Ah,” diye mırıldandım bir kez daha. “Anladım.”

Tişörtü katlama zahmetine girmeden yerine geri bıraktım ve çekmeceyi kapattım. Zaten tişört yerine kazak giymem daha makul olurdu. Ev yeterince sıcak olsa da nihayetinde kış ayındaydık.

Tekrar dolaba doğru ilerledim ve gördüğüm ilk kazağı alıp taytla birlikte yatağın üzerine bıraktım. Mecbur olmadıkça banyoda giyinmeyi tercih etmezdim. Tabii bu huyumun da değişip değişmediğinden emin olamıyordum ama değişmediyse Aral’ın da bunu biliyor olması gerekti. Yani bildiği onca şeyden sonra bunu bilmemesi tuhaf olurdu.

O an aklıma bir şey dank etti. Şu ana kadar hiç düşünmediğim bir şey. Gardırobumdaki eşyaları görünce bile aklıma gelmeyen bir şey.

Gereksiz bir hızla Aral’a döndüğümde başıma saplanan ağrıyla acıyla inleyip elimi başıma götürdüm. Aral, endişeyle bana doğru ilerlerken gözlerimi kapayıp ağrının geçmesini bekledim. Neyse ki kısa sürmüştü.

Gözlerimi tekrar araladığımda Aral yalnızca iki adım kadar ötemde duruyordu. Sanki bana uzanmak istiyormuş da kendini zor tutuyormuş gibiydi. Hakkını vermem gerekiyordu, rahatsız olacağımı bildiği için ne kadar zorlanırsa zorlansın bana dokunmasını ya da yakınlaşmasını gerektirecek şeyleri yapmaktan kaçınıyordu.

Hatta ona ilk kez bu kadar yakından bakıyordum. Hastanede olduğum sürece odada durmadığı süre kısıtlıydı ama genelde koltukta oturur ve beni uzaktan izlerdi. Bunu beni rahatsız etmek istemediği için yaptığını fark etmiştim. Çünkü bana yaklaştıkça istemsizce geriliyordum ve bunu o da biliyordu.

Aslında birkaç kez hastanede beklemek zorunda olmadığını söyleme gafletinde bulunmuştum ancak beni nazikçe reddetmiş ve yanımda beklemeye ihtiyacı olduğunu söylemişti. Bana bunu söylediği andaki bakışları hala gözümün önündeydi. Gerçekten de ihtiyacım olduğunda bana yardım etmek için değil de yanımda olmazsa kötü olan o olacakmış gibi bakmıştı ve bu fazlasıyla yürek burkucuydu.

“Bir şey sormak istiyorum,” diye mırıldandım usulca. “Yani kimse bu konuda bir şey söylemedi bana ve buradaki eşyalarını da görünce merak ettim…”

Geveliyordum, bunun farkındaydı ama beni acele ettirmek için herhangi bir hamlede bulunmuyordu. Hatta yüz ifadesinde bile bir değişiklik yoktu. Beni böyle hareketsiz ama oldukça dikkatli bir şekilde izlemesi tüylerimi diken diken yapıyordu.

Derin bir nefes aldım ve yara bandını tek seferde çekmeye karar verdim.

“Düğün günü falan mı aldık? Yani ben bunları yaşamasaydım yakın bir zamanda evlenecek miydik? Eşyalarının burada olmasına mantıklı bir sebep arıyorum da.”

Böyle bir şey sormamı beklemiyormuş gibi gözlerini kırpıştırdıktan sonra “Eşyalarım burada çünkü burada kalıyorum,” diye cevap verdi sakince. “En azından bir süredir. Ayrıca hayır, düğün günü almamıştık ama hafızanı kaybetmiş olmasaydın muhtemelen şu an evli olurduk.”

Anlık rahatlamam yerini ani bir şoka bırakırken “Ha?” deyiverdim. Sesim umduğumdan daha yüksek çıkmıştı. Burada kalıyor olması bile başlı başına bir sorunken sonradan ekledikleri… “Nasıl yani?”

“Düğün yapmayacaktık ama kimseye haber vermeden nikâh kıyacaktık. Daha fazla beklemek istemiyordun. Yani sadece sen değil, ben de istemiyordum. Beklemekten yorulmuştuk ve düğün yapmaya kalkınca en az birkaç ay daha beklememiz gerektiğinin farkındaydık. Bu yüzden aramızda anlaşmıştık.”

Ağzımı açtım ama söyleyecek bir şey bulamadığım için geri kapattım. Aklım almıyordu. Neyin acelesiydi bu? Bilmediğim ne vardı?

“Bunlar hiç benlik hareketler değil,” diye mırıldandım. Kendimle savaşmaktan yorulmuştum. Bana açıklama yapmasına ihtiyacım vardı. Birinin, neyin neden olduğunu söylemesine ihtiyacım vardı. “Aklım almıyor. Sadece dokuz aydır tanışıyormuşuz. Yani… Yanlış anlamanı istemiyorum ama beni buna zorunlu kılacak herhangi bir şey mi oldu aramızda?”

Bakışları yüzümde gezindi. Konuşurken hala aynı düz ifadeyle duruyordu ama yakınlığımız sayesinde yeşillerinde kopan fırtınaları görebiliyordum. Sakinmiş gibi rol yapıyordu sadece.

“Hayır, evlenmemizi gerektirecek bir zorunluluk olmadı,” diyerek başını salladı. “İkimiz de bunu çok istediğimiz için yaptık her şeyi. Ama dürüst olmam gerekirse en başta bir araya gelmemiz bir zorunluluktan ibaretti.”

Kafam karışmıştı. Hastanede olduğumuz müddetçe hiç kimse hiçbir şey anlatmamıştı bana. Kaldıramayacağımı söylemişlerdi. Ama merak ediyordum. Öğrenmek istiyordum. “Bu da ne demek?”

“Ben,” dedikten sonra kısa bir duraksama yaşadı. “Bunu anlatamam. Henüz değil. Üstelik bunlar ayaküstü konuşulacak şeyler de değil.”

“Gözlerimi açtığım günden beri aynı şeyi dinliyorum,” diyerek kaşlarımı çattım. “Hiçbir şey bilmeden bir şeyleri anlamaya çalışmak çok zor geliyor.”

Yüz ifadesinde bir kırılma oldu. Bir şeyler öğrenmem gerekiyorsa bunun üzerine gitmem gerektiğini biliyordum.

“Lütfen,” diye mırıldandım. “Hiç değilse sana nasıl ya da ne zaman âşık olduğumu anlat bana.”

Usulca yutkundu ve bakışlarını benden ayırıp etrafa bakındı. Ona ilk defa bu kadar uzun bakıyordum ve bu bir şeyin farkına varmama neden olmuştu.

Çok yakışıklıydı.

Göz rengi onu ilk gördüğümde dikkatimi çekmişti evet ama genel olarak da karizmatik bir adamdı. Hafif dalgalıya kaçan kumral saçları, köşeli bir çenesi vardı. Sakallarını hep bu boyda mı tutuyordu, bilmiyordum ama en az bir haftadır tıraş olmadığını rahatça söyleyebilirdim ve sakal ona yakışıyordu.

Düşüncelerimin kaydığı yer beni dehşete düşürürken istemsizce geriye doğru bir adım attım. Aral, bunu fark etse de anladığını belli etmek yerine yatağı işaret etti.

“Otur istersen. Öyle anlatayım.”

Sonunda bir şeyler anlatacak birini bulmanın hevesiyle dediğini yaptım ve aceleci adımlarla yatağıma doğru ilerledim. Bunu yapmamın bir sebebi de biraz önce aklımdan geçenler üzerine düşünmek istemememdi.

Yatağın köşesine oturduğumda Aral da tam karşımdaki koltuğa yerleşti ve öne doğru uzanarak dirseklerini dizlerine yasladı. Anlatmaya başladığında bakışları bana değil, parke zemine odaklıydı.

“Seninle ilk kez çalıştığın hastanenin bahçesinde karşılaştık, hani şu araba park edilen tarafında.”

Bahsettiği yer gözümün önüne geldi. Arada arabamı oraya park ederdim, özellikle de geceleri. Çünkü hastane girişine daha yakındı.

“O gece devriyedeydim,” diye konuşmaya devam etti. “Gaspçı bir çocukla küçük bir münakaşa yaptık. Görünüşünden henüz reşit bile olmadığı belliydi, bu yüzden onu biraz hafife aldım. Yani almışım, beni bıçaklayıp kaçtığında anladım.”

Gözlerim irice açıldı. Polis olduğunu biliyordum ama bıçaklandığını duyunca gerçekten ne işle uğraştığı kafama şu an dank etmişti.

“Devriye arkadaşım yanımda değildi o sırada, yaram da çok derin değildi. Bu yüzden arabama atlayıp en yakındaki hastaneye sürdüm. Normalde hastanelerden hiç hoşlanmam. Yaram kendi halledebileceğim bir şeyse hastaneye bile gitmem ama kanamamın fazla olduğunun farkındaydım. Yine de sandığımdan daha fazla olacaktı ki hastaneye varana kadar bitap düştüm ve arabadan inmeme rağmen hastaneye yürüyecek kadar gücü kendimde bulamadım.”

Kendimi tutamadan “Bir şey oldu mu?” diye sordum. Bakışlarını yerden kaldırdı ve göz göze geldik.

“Olmadı,” diyerek yavaşça başını salladı. “Sen yetiştin çünkü.”

Ses tonu ve bakışları, kurduğu cümle birçok anlama geliyormuş gibi hissettirmişti. Bu yüzden usulca yutkundum ve sırf bir şey demiş olmak için “Öyle mi?” diye sordum.

“Öyle.” Hafifçe iç çekti. “Yasemin’in yerine doğuma gelmişsin o gece. Gece dediğime bakma, gün doğmasına birkaç saat falan vardı. Doğumdan sonra eve gitmek için arabana gidiyormuşsun ki beni görmüşsün.”

“Sonra ne olmuş?” diye sorduktan sonra kendimi düzelttim. “Ne oldu yani?”

“Beni acile taşıdın ve yollarımız orada ayrıldı, ta ki günler sonra seni Asaf amirimin odasında görene dek.” İç çekti yavaşça. “Şu an anlatamayacağım bir sebepten ötürü polise ihtiyacın oldu ve sen de Asaf amire geldin. Onun ekibinde başkomiser olduğumu biliyorsun zaten. Odasında bir dosya hakkında konuşuyorduk ve o sırada çat kapı sen geldin. Başına gelenleri anlattığında Asaf amir sana yardım etmemi emretti ve bu yüzden bir süre görüşmek zorunda kaldık.”

Başıma ne gelmiş olabileceği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Polisle ne işim olurdu ki? Biri beni taciz mi etmişti? Gasp mı edilmiştim? Bana söyleyemeyeceği kadar önemli ve üzücü ne olmuş olabilirdi? Aklımda birçok soru işareti olsa da sessizce dinlemeye devam ettim onu.

“Sana yardım edebilmem için bir süre etrafında olmam gerekiyordu ama olanları amcanlar da dâhil olmak üzere kimseye açıklayamazdın. Bu yüzden herkese sevgili olduğumuzu söylemek zorunda kaldın.”

Gözlerimi kocaman açtım. Yanlış duyduğumu düşünerek “Ne yaptım, ne yaptım?” diye yükseldim.

“Dur,” derken dudağının ucu hafifçe kıvrıldı. Bu, onda dört gündür gördüğüm en yumuşak ifadeydi. Bu yüzden afallamıştım. “Asıl şaşırman gereken yer burası değil.”

“Daha kötü ne olmuş olabilir?”

“Gizli görevdeydim,” diyerek göğsünü şişirdi. Morali bir anda bozuluvermişti. “Bir mafyanın içine girmiştim. Uzun zamandır bunun için uğraşıyordum. Amcanlar sizin şirketin yıldönümü için bir davet veriyordu ve oraya katılmamız gerekti. Davet bir oteldeydi ve tesadüf eseri içlerine girdiğim, yani onlardan biriymiş gibi davrandığım mafya babası da o otele gelmişti. Bizi gördü, seni benim sevgilim sandı ve sen de zaten herkese o şekilde söylediğimiz için bunu onayladın. Gerçekleşme olasılığı çok düşük bir olaydı belki ama oldu ve sen de benimle birlikte o mafyanın içine girmek zorunda kaldın.”

Ağzım açık bir şekilde ona bakakaldım.

“Ha-ha. Çok komik.”

“Şaka yapmıyorum.”

“O zaman dalga geçiyorsun. Bunların gerçekten yaşanmış olması imkânsız çünkü.”

“Keşke dalga geçiyor olsaydım.”

Yüzündeki ifade olmasa asla inanmazdım böyle bir şeye. Çünkü saçmalığın daniskasıydı. Ben ve mafyanın içine girmek? Hem de bir başkomiserle? Yok, daha neler!

Ama bakışları… Yüzündeki mutsuz ve acılı ifade… Söylediklerinin gerçek olduğunu bas bas bağırıyordu sanki.

“Ama… Ama nasıl olur? Ben polis falan değilim. Sivil bir insanın gizli görevde ne işi olur?”

“Biliyorum, kulağa çok saçma geliyor ama sen öyle bir çıkış yaptıktan sonra söylediklerini geri almanın hiçbir yolu yoktu. Senin yerine başka birini, yani gerçek bir polisi kullanmak da seçenekler dâhilinde değildi. Çünkü en olmayacak kişiye göstermiştin kendini. Bu yüzden ya onca aylık emek boşa gidecekti ve işler sarpa saracaktı ya da…” Başını salladı. “Eğer sen yardım etmeyi kabul etmeseydin... O koşullarda ben nerede olurdum bilmiyorum ama muhtemelen sen iyi olurdun. Hafızanı kaybetmezdin. Birbirimizin hayatında olmazdık belki ama sen iyi olurdun.”

Nasıl veya niye olduğunu anlamamıştım ama yüzünde oluşan suçluluk ifadesi canımı acıtmıştı.

“Bu bahsettiğin şeylerin hiçbiri olmadığına göre yardım etmeyi kabul ettim?”

Başını öne doğru eğerek doğruladı bunu.

“Ettin. Keşke etmeseydin ama ettin. Bu yüzden beraber devam ettik. Seni mümkün olduğunca uzak tutmaya çalıştım onlardan ama buna rağmen beraber uzun bir süre geçirdik. Bu süreçte birçok şey yaşadık. Birbirimizi daha yakından tanıdık. Ve… Âşık olduk.”

İnanması çok güçtü belki ama söyledikleri birkaç gündür kafamda dönüp dolaşan soru işaretlerini biraz da olsa gidermişti. Evet, kendimden asla beklemeyeceğim bir hızda âşık olmuştum ve anlaşılan bunun sebebi şartların da hiç normal olmamasıydı.

“Bu olanları kimse bilmiyor mu?”

Başını iki yana salladı. “Sadece sen, ben, Arel ve Asaf amir. Başka kimsenin haberi yok.” Kısa bir duraksama yaşadı. “Tabii sonradan amcanlar polise gitme sebebini öğrenip onlardan sakladığımız için kızdılar ama mafya işini bilmiyorlar.”

“Sevgili rolü yaptığımızı biliyorlar mı peki?”

“Hayır, tüm olanlar açığa çıkmadan evvel aramızdaki ilişki gerçeğe döndü ve biz de saklamayı tercih ettik.”

Bir süre öylece ona baktım. Duyduklarımı sindirmek benim için çok zor olacaktı ama bunu şimdi yapmayacaktım. Çünkü derin düşüncelere girersem çıkmam uzun sürerdi ve şu an düşünmekle vakit kaybetmektense öğrenebileceğim kadar çok şey öğrenmeyi tercih ederdim.

“Yani başta rol yapıyorduk, sonra gerçekten sevgili olduk. Bu süreçte başımda bir bela vardı ve onu hallettik. Bunun üzerine bir de mafyaya bulaştık. Daha doğrusu sen zaten bulaşmıştın, ben de üzerine tuz biber oldum. Bunları anladım, peki sonra ne oldu? Hala o mafyanın içinde misin? Aralarına girmem gerekecek mi?”

Yüz ifadesindeki suçluluk artarken “Hayır,” diye mırıldandı. Sesi zar zor çıkmıştı sanki. “O iş bitti, herkes yakalandı.”

İçime büyük bir rahatlama yayılırken onun oldukça mutsuz durduğunu fark ederek “Bu iyi bir şey değil mi?” diye sordum.

“Değil,” dedikten sonra bakışlarını benden kaçırdı ve kucağındaki ellerine çevirdi. “Yani herkes için iyi ama benim için değil.” Sesli bir nefes çekti içine. “O gece yanımdaydın. Allah biliyor ya, bunun olmaması için elimden geleni yaptım. Her şeyden vazgeçmeye bile razıydım ama ikna edildim. Sen, Asaf amir… Hepiniz üzerime geldiniz. Yanlış anlama, amacım seni ya da başkasını suçlamak değil ama hissetmiştim sanki. Kötü bir şeyler olacağının farkındaydım. Nitekim öyle de oldu. Seni operasyon yerinden uzaklaştırmaya çalışırken merdivenlerden düştün ve hafızanı kaybettin.”

Anlık bir şok üstüme çullandığında ona şaşkınca baktım. Aral’ın bir tanıdığının düğününde düştüğümü söylemişlerdi bana çünkü. Pek takılmamıştım ben de. Kimin düğünü olduğunu umursamamıştım, çünkü Aral’ı bile hatırlamazken yakınını nereden bilecektim?

Oysa gerçek bambaşkaydı.

Şimdi anlıyordum bana neden bu kadar hüzünlü ve suçlu bakışlar attığını. Her şeyin sebebinin kendi hatası olduğunu düşünüyor olmalıydı. Ancak anlattıkları doğruysa ki nedensizce doğru olduğuna inanıyordum, kendi kararlarımı kendim almıştım. Yani tüm suçu kendi üzerine alması mantıksızdı. Üstelik ortada bir suç var mıydı, ondan bile emin değildim.

Kucağında kavuşturduğu ellerini sıktığını görünce daha fazla dayanamadım ve “Beni merdivenlerden sen mi ittin?” diye sordum.

Elleri kucağında donakalırken kafasını hızla kaldırdı.

“Ne?”

“Beni merdivenlerden sen mi ittin diye sordum.”

“Ha-hayır, tabii ki,” derken sesi öyle gücenmiş çıkmıştı ki içim sızlamıştı. “Sana asla bile isteye zarar vermem. Veremem.”

“O halde neden beni merdivenlerden sen itmişsin gibi davranıyorsun?”

Sorum onu irkiltmişti.

“Ben itmedim ama tutamadım da,” diye mırıldadı sessizce. “Yanımda duruyordun. Ayağın kaydı. Seni tutmak için uzandım ama başaramadım.”

“Bu senin suçlu olduğun anlamına gelmez. Hatta elinden geleni yaptığın için rahatlamalısın.”

Söylediklerim bir saçmalıktan ibaretmişçesine kaşlarını çattı.

“Hiç orada olmaman gerekiyordu. O otelde, o adamların içinde… Hatta benimle birlikte bile olmaman gerekiyordu. O zaman bunların hiçbiri yaşanmazdı.”

Gözlerinin içine baktım.

“Burada yaşıyormuşsun,” dedim. “Ve seni sadece dokuz aydır tanıyormuşum.”

Bana boş bir bakış attı. “Yani?”

“Yani bunun olması için sana körkütük âşık olmam, gözümün senden başka hiçbir şeyi görmüyor olması gerekir. Hatta aşktan aklımı yitirmiş olmam gerekir, çünkü kendime verdiğim bütün sözleri çiğnemişim. Hayatıma yeni birini almak istediğimde o kişiyi tanıyabilmek için kılı kırk yarmaya karar vermiştim ama şu hale bak. Şimdiden evli bir çift gibiyiz. Yani gibiymişiz…”

Sözlerimi hazmedebilmesi için kısa bir an duraksadım ve elimle gardırobumu işaret ettim.

“Eşyaların benim dolabımda. Üç beş tane kıyafetten de bahsetmiyorum üstelik. Yeni çekmece almışım buraya; eşyalarımızı sığdırabilmek için.” Kaşlarımı kaldırdım. “Bütün bunlar beni hala şok ediyor. Tam anlamıyla inanmayı başarabildiğim bile söylenemez ama… Ne anlatmaya çalıştığımı anlıyorsun değil mi?”

Gözlerini kırpıştırdı. “Anladığımdan pek emin değilim.”

Kendimi tutamayıp hafifçe güldüm. Çok masum gelmişti gözüme.

“Senin için mafyanın içine girecek kadar gözü kara birine dönüşmüşsem kalbimi tamamıyla sana vermişim demektir. Ve ben aşkı seven bir insanım. Aşkla mutlu olan bir insanım. Aramızda her şey yolundaysa ki kardeşim ve yengem başta olmak üzere herkes bunu onaylıyor, demek ki seninle birlikteyken gerçekten mutluymuşum.”

Bana tuhaf tuhaf bakmaya devam etti. Dili tutulmuş da olabilirdi. Yüz ifadesinden çıkarım yapmaya çalışmak şu an için pek de mantıklı değildi.

“Kendini suçlu hissetmene gerek olmadığını söylemeye çalışıyorum,” diye isyan ettim en sonunda. “İstemişim ki yapmışım. Kendimi azıcık tanıyorsam ki son dört gündür bundan pek emin olabildiğimi de söyleyemeyeceğim, canım pahasına sevdiğim birisi söz konusu değilse mafyaya falan bulaşmam. Bulaşmışsam da bunu kendi isteğimle yapmışımdır.”

Sözlerime karşılık olarak bir şey demese de bir miktar rahatladığı belli oluyordu.

“Ayrıca mafya içine girmekten kastının ne olduğunu fazlasıyla merak ediyorum ama kötü bir şey duymak istemediğim için bir şey sormuyorum,” diye mırıldandım.

Başını kısaca salladığında bakışlarımı kısa süreliğine ondan ayırıp odanın içine bakındım ama dilimin ucuna gelen soruyu tutmayı başaramadım.

“Dizilerdeki gibi falan mı oluyor?”

Hafif bir gülme sesi işittiğimde bakışlarımı ondan daha fazla uzak tutamadım. Dudakları hafif kıvrılmıştı ve bu, zaten yakışıklı olan yüzünü daha da bakılası hale getirmişti.

Benim için hala bir yabancıydı. Gözlerinin içine baktığımda onu tanımadığımı hissediyordum ama aynı zamanda tuhaf bir his de kaplıyordu içimi. Özellikle de biraz önce öğrendiklerimden sonra.

İlk kez bu kadar çok konuşmuştuk, hatta ilk kez üç beş kelimeden ileri gidebilmiştik ve onunla sohbet etmenin hoş olduğunu fark etmiştim. Ayrıca benim için bu kadar üzülmesi ve pişmanlık hissetmesi beni sevdiğini kanıtlar nitelikteydi.

Kısacası kendimden asla beklemeyeceğim bir uçarılık yapmıştım, hem de büyük bir uçarılık yapmıştım ve karşımdaki adama bakılırsa buna değmişti sanırım. Sadece ben hatırlamıyordum.

“Niye gülüyorsun?” diye sordum, bir şey demek yerine kısılan gözleriyle bana bakmaya devam edince.

“Bunu daha önce de sormuştun bana, sanırım aklın hep tek yöne çalışıyor.”

“Bu bir hakaret mi yoksa iltifat mı?” diye sordum kaşlarımı çatarak. “Ona göre cevap vereceğim de.”

İsmini koyamadığım ama içimi bir hoş eden bakışlarla bakmaya devam etti yüzüme.

“İltifat. Hatırlamamana rağmen aynı tepkileri vermen içten olduğunun kanıtı çünkü.”

Başımı salladım. Haklıydı.

“Ben yalancı bir tip değilimdir zaten. Kolay kolay da hissetmediğim şeyleri söylemem.”

“Biliyorum.”

Biliyordu, çünkü beni tanıyordu. Benim aksime.

Hafifçe iç çektim.

“Bu konu hakkında bana söyleyeceğin başka bir şey yoksa ki yok görünüyor, duşa gireceğim.”

“Şimdilik yok.”

“O halde ben banyoya geçiyorum,” diyerek ayaklandığımda onun herhangi bir harekette bulunmadığını görerek duraksadım. “Burada mı bekleyeceksin?”

“Rahatsız olmazsan beklemek istiyorum aslında,” diye mırıldandı. Biraz önceki rahatlığı yerini gerginliğe bırakmıştı tekrar. “Yanında kimseyi istemiyorsun, anlıyorum ama en azından burada beklersem içim biraz olsun rahat eder. Yani banyodayken dengeni kaybedip düşersen ya da başka bir sorun olursa diye.”

Biraz önceki konuşmamız olmasaydı muhtemelen bu isteğini geri çevirirdim. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun benim için yabancıydı ve onun burada durduğunu bilerek banyo yapmak çok tuhaf hissettirirdi.

Ama biraz önce söyledikleri ve bana karşı duyduğu hislerin yüzünden apaçık okunabilmesi içimde bir şeylerin kırılmasına neden olmuştu. Bu yüzden hafifçe başımı salladım.

“Peki.”

“Suyun sesi kesilince giderim, merak etme,” diye mırıldandı, muhtemelen yüz ifademdeki tereddüdü sezmişti. “Mecbur olmadıkça banyoda giyinmeyi sevmediğini biliyorum.”

Evet, elbette biliyordu…

“Teşekkür ederim.”

Onu arkamda bırakarak banyoya yöneldim ve içeri girip kapıyı kapattım. Gayriihtiyari kapı kilidine uzandıktan sonra elimi yumruk yaparak geri indirdim. Kapıyı kilitlersem Aral’ın dışarıda beklemesinin bir anlamı kalmayacaktı çünkü.

Yine de dışarıda onun beklediğini bilerek banyo yapacak olmak çok tuhaf hissettiriyordu.

Düşünmemeye çalışarak banyonun ortasına doğru ilerledim ve içimdeki tereddüdü göz ardı edip üzerimdeki ince kazağı çıkardım. Daha doğrusu çıkarmaya çalıştım ama başaramadım, çünkü elim bir yere takılmıştı.

Başımı geri çekerek bana engel olan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken parmağımdaki tektaş çekti dikkatimi. Kazağa takıldığı için bana engel oluyordu.

Geçen dört günde boş kaldığım her dakikayı yüzüğü incelemekle geçirdiğim için bütün detaylarını ezberlemiştim. Tam benlik bir yüzüktü. Kuyumcu rafında gördüğümde bayılacağım tarzda bir şeydi ama ben, özellikle de son ilişkimden sonra böyle bir yüzük takabilecek en son kişi falandım.

Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. Anlaşılan büyük yanılmıştım.

Yüzüğü dikkatlice parmağımdan çıkardım ve zarar görmesinden korktuğumdan banyo dolaplarından birine bıraktım. Taktığım zamanı hatırlamıyor olabilirdim ama bu yüzük, dışarıda beni bekleyen adama verdiğim sözün kanıtıydı.

Hatırlamadığım birinin yüzüğünü takmak zorunda olmadığımı bilsem de aynı şey benim başıma gelse ve nişanlı ya da sözlü olduğum biri, hafızasını kaybettikten sonra beni tanımadığı için yüzüğü takmak istemese nasıl hissederdim diye düşününce çıkaramamıştım. Özellikle de bu yüzük mevzusunun bende derin bir mazisi varken aynı şeyi başka birine yaşatmaya hakkım olmadığını düşünmüştüm.

Yüzüğe son bir bakış atıp dolabın kapağını kapattıktan sonra kıyafetlerimi çıkardım ve saçlarımı toplayıp duşakabine girdim. Saçlarımın da feci halde yıkanmaya ihtiyacı olduğunu biliyordum ama biraz daha sabretmeliydim.

Temkinli ve yavaş hareketlerle başımdan aşağısını yıkadıktan ve günler sonra biraz olsun temiz hissedebildikten sonra suyu kapatıp havluma uzandım. Havluyu vücuduma doladıktan sonra banyoda ilerledim ama odaya geçmeden kapının önünde duraksadım. Aral, su sesi kesilince çıkacağını söylemişti lakin aceleci davranıp ona bu halde yakalanmak istemiyordum.

Muhtemelen beni bu halde, hatta daha fena hallerde gördüğünü tahmin ediyor olsam bile…

Kulağımı kapıya yaklaştırıp içeriden ses gelmediğine emin olduktan sonra sessizce iç çektim ve kapıyı usulca aralayıp ne olur ne olmaz diyerek önce kafamı uzattım. Odanın boş olduğunu görünce rahatlayarak omuzlarımı indirdim ve kapıyı tamamen açıp odaya geçtim.

Kendimi zorlamak istemediğimden -hızlı hareket edince başıma ağrı saplanıyordu- yavaşça kurulandım ve üzerimi giyindim. Banyoya girdikten sonra topladığım saçlarımı açtım ve sargıya dokunmamaya gayret ederek saçlarımı elimle taradım. Olabilecek en iyi şekilde göründüğüme karar verdikten sonra da odadan çıkıp aşağı indim. Sabah kahvaltısıyla durduğumdan -ki hastanede pek bir şey de yiyememiştim- bir hayli acıkmıştım.

Mutfaktan gelen sesleri duyduğumda adımlarımı oraya yönelttim ve herkesin orada olduğunu gördüm. Tuana, benim yüzümden okulunu bir haftalığına asmaya karar vermişti, ki en son liseye giden kardeşimin üniversiteye başlamış olmasının şaşkınlığını hala atlatabilmiş değildim. Yengem zaten benim bütün bakımımı görev edinmişti. Amcam da işte olması gerekmedikçe yanımda oluyordu. Bugün önemli bir toplantısı olduğu için beni hastaneden çıkarmaya gelememişti ama akşama evde olurdu.

Aral’sa yengemin söylediğine göre Asaf amcamdan izin almıştı. Bu yüzden nereye gitsem orada olma konusunda bir sıkıntı yaşamıyordu.

Görebildiğim kadarıyla çorba yapmakla meşgul olan yengem beni görünce kocaman gülümseyerek “Hah, ben de tam sana seslenecektim,” dedi. “Çorbanın yanına pilav yapmayı düşündüm ama özellikle istediğin bir şey varsa onu da yapabilirim.”

Mutfak masasında Aral’la karşılıklı oturan kardeşimin yanındaki sandalyeyi çekerken “İstediğini yapabilirsin, yenge,” dedim. “Karnım o kadar aç ki yemek seçecek halde değilim.”

“Pirinçleri ıslatmıştım zaten,” diyerek tezgahtaki kâseye yöneldiğinde hafifçe güldüm ve sandalyeye oturdum. Tuana, bana kısa bir bakış attıktan sonra Aral’a dönüp “Arel abi de gelecek mi?” diye sordu.

Şu kısa sürede öğrendiğim bir şey varsa Tuana’nın Aral’ın ikizine de en az Aral kadar bayıldığıydı.

Ben masadaki meyve tabağına uzanırken “Muhtemelen hayır,” diye cevap verdi Aral. “Bu gece devriyesi var. Ondan önce eve gidip biraz dinlenir.”

Tabaktan aldığım muzu soyarken önce muza sonra bana baktı ve gözle görülür bir şekilde suratı asılırken tekrar Tuana’ya döndü. Muz yediğim için neden canının sıkıldığını anlayamadığım için kısa bir an duraksasam da bana bir daha bakmadığı için muzu soymaya devam ettim.

Tuana, tuhaf bir ses tonuyla “Anladım,” diye mırıldandığında kaşlarımı çattım. Ortada bir sorun var gibiydi ama ne olduğunu çözememiştim.

Aral, telefonundaki saate kısa bir bakış atıp sandalyesini geri iterek ayağa kalktı.

“Ben birkaç saatliğine dışarı çıkacağım. Çok geç kalmam.”

Yengem kaşlarını çatıp “Hani yemeğe kalacaktın oğlum?” diye sordu yengem.

“Pek aç değilim zaten,” diyerek başını salladı Aral. “Erken gitmem daha iyi olur. Gelirken getirmemi istediğiniz bir şey var mı?”

“Yok, oğlum, sağ ol.”

“Olursa aramaktan çekinmeyin lütfen,” dedikten sonra Tuana’yla bana dönüp “Sonra görüşürüz,” diye ekledi.

Ben başımı eğerek karşılık verirken Tuana da ayağa kalkıp “Ben seni geçireyim enişte,” diyerek Aral’ın peşine takıldı. Odadan çıktıklarında şaşkınca yengeme dönüp “Ne oldu şimdi?” diye sordum.

Omuzlarını kaldırıp “Ben de anlamadım,” diye mırıldandı. “Üstelik randevusuna daha iki saat olduğunu söylemişti, çok erken çıktı.”

“Randevu mu?” diye sordum. Şaşırmıştım. “Ne randevusu?”

Çorbayı karıştırırken “Psikoloğa gidiyor,” dedi. “Daha doğrusu gidiyormuş, ben de yeni öğrendim.”

Şaşkınlığım daha da artarken “Neden gidiyor ki?” diye sordum.

“Sen istediğin için.”

Mutfağa geri dönen Tuana kurmuştu bu cümleyi. Göğsünde kavuşturduğu kollarına ve çatık kaşlarına bakılırsa bir şeye kızmıştı. Yine de kızgınlığı, söylediği şey kadar çekemedi dikkatimi.

“Ben istediğim için mi?”

Seslice oflayıp kollarını indirdi ve tam karşımdaki sandalyeye oturdu.

“Eniştemle yakın sayılabilecek bir zamanda büyük bir kavga etmiştiniz,” diye anlatmaya başladı. “Detaylarını hiç söylemedin ama bir hafta falan hiç görüşmediniz ki bu sizin için çok uzun bir zaman dilimi. Sonradan barıştınız ama bunun karşılığında eniştemin yardım almasını istedin. Hatta onun için Gökhan abinin annesiyle konuşup ünlü bir psikolog bile buldun.”

Söylediklerini hazmetmeye çalışırken “Ve hatta eniştem bu yüzden bize taşındı,” diye ekledi Tuana. “Kavganız sizi bayağı etkilemişti ve birbirinizden uzak kalmaktan korkuyor gibiydiniz.”

Şimdi Aral’ın bize taşınması biraz daha mantıklı gelmeye başlamıştı işte.

“Ne için kavga ettiğimiz konusunda hiç mi bir şey bilmiyorsunuz?” diye sordum. Deli gibi merak etmiştim, çünkü bunca olaya sebep olduysa nedeni oldukça önemli olmalıydı.

“Eniştemin güven problemleri olduğunu biliyorum sadece,” diyerek omuz silkti. “Sanırım önceki ilişkisinden kalan bir şey.”

Merakım iyice cezbedilmişti. Bu konuyu en kısa zamanda Aral’la konuşmaya karar verdikten sonra “Niye birden gittiğini anlayabildin mi peki?” diye sordum.

Hayal kırıklığıyla iç çekip “Yüzüğünü çıkarmışsın çünkü abla,” diye cevap verdi. “Eniştem o yüzüğü sana verdiğinden beri bir kez bile çıkarmamıştın yüzüğü. Parmağını boş görünce bayağı canı sıkılmış olmalı.”

Gözlerim hızla parmağıma kaydı. Yüzük yoktu, çünkü banyodan sonra takmayı unutmuştum ve yokluğunu şu an fark ediyordum.

“Bilerek yapmadım,” diye mırıldandım üzgünce. Bakışlarım yengeme döndü. “Gerçekten,” diye inandırmaya çalıştım onları. “Banyoya girdiğimde kıyafetlerime takıldığı için çıkarıp dolaba koymuştum. Geri almayı unutmuşum. Varlığına alışık olmadığım için yokluğu dikkatimi çekmedi.”

Aral’ın elime baktıktan sonra suratının aldığı şekil geldi aklıma. Tabaktan aldığım muza baktığını sanma gafletinde bulunmuştum bir de.

Kalbimin acıdığını hissediyordum.

“Yüzüğü bilerek takmadığını düşünse de bunu anlayışla karşılayacaktır, Aral.”

Yengemin beni teselli etme çabası omuzlarımı daha da düşürmeme neden olmuştu sadece.

“İstemeden de olsa canını çok yaktım ama.” Ofladım. “Muhtemelen tutunduğu tek şey yüzüktü ve ben onu da elinden aldım.”

Yüzüğe anlam yükleme konusunda kimse beni geçemezdi. Uğur’la nişanlanma hayalleri kurduğum günler dün gibiydi. O uzaklardayken beni teselli edecek bir şey arıyordum ve ona bile sahip olamamak canımı acıtıyordu.

Hafızamı kaybettiğimde bir nevi beni de kaybetmişti, Aral. Aramızdaki ilişkiyi somut kılan tek şey o yüzüktü. Daha doğrusu o, öyle görüyor olmalıydı. Bu yüzden niye bir anda kalkıp gitmeyi isteyecek kadar bozulduğunu anlayabiliyordum.

“Bu süreç onun için zaten çok zor geçiyor,” diyerek iç çekti Tuana. “Bu yüzük olayı olmasaydı da canı acımaya devam edecekti. Sen sadece ona yok saymaya çalıştığı yarasını hatırlattın. Tabii bunu kanatma yoluyla yapman pek iyi olmadı.”

“Ablanı daha fazla üzmesen mi bebeğim?” diye araya girdi yengem. “O da böyle bir şey yaşansın istemezdi sonuçta.”

Dirseklerini masaya yaslayarak ellerini yüzüne kapattı.

“Biliyorum. Özür dilerim.”

Ellerini yüzünden çekip suçlu ama bir o kadar da üzgün bir ifadeyle yüzüme baktı.

“Bu durum yüzünden ayrılmanızdan korkuyorum. Eniştemi çok seviyorum. Arel abiyi de. Onlarsız kalmak istemiyorum.”

Yengem çorbanın altını kısıp Tuana’nın yanına gitti ve kollarını omuzlarına dolayıp ona sıkıca sarıldı.

“Yaşadığımız şey kolay değil biliyorum ama şimdiden en kötüyü düşünüp kendini üzmemelisin, bir tanem.”

“Biliyorum ama elimde değil.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Aral’ı sandığımdan da fazla seviyor olmalıydı. Kardeşimi bile kendisine böylesine bağlamışken sadece dokuz ayda onunla evlenmeye karar vermiş olmam çok da garip değildi sanırım.

“Ona mesaj atmalı mıyım?” diye sordum, suçluluk duygusu bütün hücrelerimde gezinirken.

“Yüz yüze söylemen daha mantıklı olur sanki,” dedi yengem. “Mesajından ne kadar samimi olduğunu anlamayabilir. Ayrıca onun haline acıyıp mesaj attığını da düşünebilir.”

Yanaklarımı şişirdim. Haklıydı. Mesajımın üzüntüsünü hafifletme ihtimali de vardı sonuçta ama her halükârda üzülecekti. Çünkü yüzüğü takmaya alışık olmadığımı duymak da onun için pek iyi bir şey olmasa gerekti.

Yengem, tekrar çorbanın başına geçtiğinde ben de pilavı yapmak için ayaklandım.

Pirinç kasesini aldığımda “Ben hallederim,” diyerek durdurmaya çalıştı yengem beni. “Sen git, dinlen.”

“Düşünmekten dinlenemiyorum ki,” diye itiraf ettim. “Sana yardım edersem biraz da olsa kafam dağılır, iyi gelir bana.”

Üzgün ama anlayışlı bir ifadeyle başını salladı. “Peki, madem.”

Tuana, bugün kaçırdığı derslerde neler işlendiğini arkadaşlarına sormak için odasına çekilirken biz de yengemle yemeği hazırladık.

Yaklaşık kırk beş dakika sonra masayı hazırlamış ve Tuana’yı da çağırıp yemeğimizi yemiştik. Yemekten sonra mutfağı toplama işini yengemin ısrarlarına dayanamadığımdan Tuana’yla ikisine bırakarak üst kata çıktım.

Belli etmemeye çalışıyordum ama Aral’ı merak etmeden duramıyordum. Neredeydi? Geç kalmayacağını söylemişti ama fikrini değiştirmiş de olabilirdi ve gözlerinin içine bakarak ondan özür dileyene kadar içim rahat etmeyecekti.

Odamdaki banyoya geçip ellerimi yıkadıktan sonra duşa girerken dolaba koyduğum yüzüğü çıkardım ve ilk kez görüyormuşçasına uzun uzun inceleyip parmağıma taktım. Saçmaydı belki ama yüzüğü takınca bir yanım rahatlamıştı. Oysa onu ilk gördüğüm gün çıkarmaktan başka bir şey düşünememiştim.

Zilin çaldığını duyduğumda oyalanmayı bırakarak önce banyodan, sonra da odamdan çıktım ve merdivenlere yöneldim. Bugün hastaneden çıktığım sırada doğumda olduğu için Yasemin’le görüşememiştik ve bu yüzden mesai çıkışında bize geleceğini söylemişti. Yemek yediğimiz sırada yolda olduğunu bildiren bir mesaj atmış olsa da gelen kişinin Aral olmasını umarken buldum kendimi.

Ama bunu onu özlediğim ya da ona karşı olması gerektiği gibi hisler beslediğim için yapmıyordum, sadece hissettiğim suçluluk duygusu çok büyüktü ve benim yüzümden zaten fazlasıyla üzülüyorken canını daha da fazla yakmak istemiyordum.

Yasemin’in alt kattan gelen neşeli sesini duyduğumda omuzlarım istemsizce çöktü. Anlaşılan özür dilemek için bir süre daha beklemem gerekecekti.

Merdivenleri inerken “Aç değilim, Sedef abla,” dediğini duydum. “Zahmet etme.”

“Biz de yeni sofradan kalktık bak, zahmet olacak diye söylemiyorsan darılırım.”

“Senden mi çekineceğim abla, aşk olsun. Aç olsam söylerdim, vallahi bak. Ama o güzel ellerinden bir kahve içebilirsem çok memnun olurum.”

“İyi, peki madem, öyle olsun.”

Yasemin, yengemin yanağına küçük bir öpücük kondurduktan sonra yanındaki Tuana’nın yanaklarını sıkıştırıp bana döndü.

“Oo, hastamız ayaklanmış.”

Açtığı kollarının arasına girerken “Hastanede haddinden fazla yattım zaten,” diye söylendim.

“Hasta dediğin yatar, doğanın kanunu bu canım arkadaşım.”

Ona laf yetiştirmek yerine “Hadi gel, içeri geçelim,” diye mırıldandım. Beni onaylayarak koluma girdi ve birlikte içeri geçtik.

Yengem kahveleri getirene kadar Tuana’yla birlikte havadan sudan konuştular, ben de çoğunlukla onları dinledim.

On dakika kadar sonra yengem kahvelerle birlikte geldi. Yasemin’le bana kahvelerimizi bıraktıktan sonraysa Tuana’yla birlikte yapacak işleri olduğunu söyleyerek üst kata çıktılar. Amaçlarının bizi yalnız bırakmak olduğunu bildiğimden ses etmedim.

Yasemin, kahvesinden sesli bir yudum aldıktan sonra “Ee, söyle bakalım. Ne var ne yok?” diye sordu. Hastanede kaldığım sürece sürekli yanıma gelip gitmişti, bu yüzden olan biten her şeyden -hislerim de dahil- haberdardı.

Kolumu kanepenin başlığına yaslayarak omuz silktim.

“Her şey bildiğin gibi. Hala hiçbir şey hatırlamıyorum.”

Bakışları anlayışlı bir hal anladı.

“Kendine yüklenme. Daha dört gün oldu.”

“Biliyorum ama yine de… Her şey çok değişmiş, Yasemin. Hayatıma biri girmiş ve beni değiştirmiş.”

Kahve fincanını elinde sıkıca tutarken “Değişmedin,” diye mırıldandı. “Sadece âşık oldun. Hem de mutluluktan havalara uçacak kadar çok âşık oldun ve aşkını yaşamaya çalıştın.”

“Bilmiyorum,” diyerek bakışlarımı odanın içinde gezdirdim. “Bugün Aral’la biraz konuşma fırsatım oldu ve anlattığı şeyler… Bilmiyorum, inanması çok zor geldi.”

“Nasıl tanıştığınızı mı anlattı?”

Başımı salladım. “Senin yerine doğuma gitmişim, ilk kez hastane bahçesinde karşılaşmışız.”

“Evet,” diyerek kocaman gülümsedi. “Gözlerini ilk gördüğün an büyülendiğini söylerdin hep.”

İç çekerek “Neden büyülendiğimi anlamak zor değil,” diye mırıldandım.

“Aranızda ilk âşık olan da sendin,” diye devam etti. “Hatta aranızda hiçbir şeyin olmadığı zamanlar seninle dalga geçiyordum, imalı laflar falan ediyordum ama ben bile tamamen inanmıyordum böyle bir şeyin olacağına. Sadece olmasını umuyordum. Ve sonra bir baktım ki arkadaşım sırılsıklam âşık olmuş.”

“Bunu bu kadar keyifli anlatman canımı sıkıyor, haberin olsun,” diye homurdandım.

“Ne var yani? Ben, herkesten önce destekliyordum bu ilişkiyi. Bak altını çizerek söylüyorum, sizden bile önce. Övünmeyeyim de ne yapayım? Üstelik Aral’ı tavlama konusunda o kadar iyi bir iş çıkardın ki adamcağız kapında paspas olmaya gönüllü hale geldi.”

“Tavlama işini de mi ben yaptım?” diye sordum şaşkınca. Kendimle alakalı daha ne kadar şaşırabilirdim?

“Bu ilişki için gerçekten çok uğraştın,” derken ciddileşmişti. “Hatta haddinden fazla bile uğraşmış olabilirsin ama karşılığını da misliyle aldın.”

Başımı iki yana salladıktan sonra kahvemden birkaç yudum daha aldım. Hiçbir şey hatırlamıyor olmak çok sinir bozucuydu.

“Uğur’la yaşadıklarımdan sonra verdiğim kararları biliyorsun,” diye mırıldandım, kısık bir ses tonuyla. “Hatta istesem bile kimseye ilgi duyamadığımı da. Bu yüzden tüm bunlar benim için öylesine garip ki. Âşık olmak, aşık olduğum adamın peşinde koşmak, kısa sürede onunla evlenmeye karar vermek ve birlikte yaşamaya başlamak… Sadece dokuz ay Yasemin ya, dokuz. Bir sene bile değil.”

“Âşık olmak için senelere ya da aylara ihtiyacın yok ki, anlık bir mesele bu. Görürsün, etkilenirsin, tanımaya çalışırsın ve bir de bakmışsın ki kalbin artık senin değil. Uzun zamana ihtiyaç duyulmasının sebebi aşk değil; güven, sevgi ve sadakattir. Gerçek bir ilişki için aşk yeterli değil, bunu sen de çok iyi biliyorsun.”

Alaylı bir mırıltı döküldü dudaklarımdan. “Bilmem mi? Uğur, benden ayrıldığı zaman bana hala çok âşık olduğunu söylemişti ama kariyeri benden önce geliyordu onun için.”

İşaret parmağını kahve fincanının ağzında gezdirmeye başladığında bir şey söylemek istediğini anlayarak “Söyle,” dedim. “Bugün o kadar çok yükleme yaptım ki kendime duygu fonksiyonlarım hata veriyor. Yani sandığın kadar etkilemez, her ne söyleyeceksen.”

Gergince yutkunduktan sonra “Aylar önce,” diye mırıldandı. “Yani Aral’ın hayatına ilk girdiği zamanlar, Uğur’un çocuğu olacağını öğrenmiştin.” Tepki vermemi bekleyerek sessizleşti ama ben ona boş bakışlar atmaya devam edince konuşmayı sürdürdü. “Onunla ilgili her şeyi engellediğim için neler olup bittiğini bilmiyorum ama bir aksilik olmadıysa karısı şimdiye kadar çoktan doğum yapmıştır.”

Bir süre ne hissettiğimi anlamaya çalışarak bekledim. Kalbimde küçük bir sızı vardı, evet ama öyle büyük bir acı veyahut beni ağlamak zorunda bırakacak bir şeyler yoktu. Sızının sebebi de şüphesiz anılardı. Yoksa eskiye dönük bir özlem hissetmiyordum önceki gibi.

Uzun bir sessizliğin ardından artık soğumuş olan kahvemden içip omuz silktim. “Hayırlısı olsun. Umarım çocuğuna iyi bir baba olur.”

Yasemin boş boş yüzüme bakmaya devam edince yerimde kıpırdanıp “Ne?” dedim. “Ağlayıp sızlanmamı falan mı istiyorsun?”

“Aslında bunu ilk öğrendiğinde ağlamıştın,” dedi. “Hatta o sırada yanında Aral vardı. Yani varmış, bana sonradan anlatmıştın tabii olanları. Seni balkona çökmüş, ağlar bir halde bulunca kucağına alıp içeri götürmüş ama kucağından inmemişsin ve ona sokulup uzun bir süre ağlamaya devam etmişsin. Üstelik bu olay gerçekleştiğinde aranızda hiçbir şey yoktu.”

“Hah,” diye soludum şaşkınlıkla. “Uğur için Aral’ın kucağında mı ağladım? Hem de aramızda hiçbir şey yokken?” Elimi alnıma atarak inledim. “Her öğrendiğim şey, bir öncekinden daha fena olmayı nasıl başarıyor?”

Yasemin, acıklı ve utanç içindeki halime bakıp güldü. Evet, gerçekten keyifli keyifli güldü.

“Bunun üzerinden sular aktı, utanman için hiçbir sebep yok. Hatta şu ana kadar öğrendiğin ya da şu andan itibaren öğreneceğin hiçbir şey için utanman gerekmiyor. Çünkü herkes her şeyin farkında ve emin ol, şu şartlar altında bunların hiçbir önemi yok.”

“Kimin için önemi yok?” diye sızlandım. “Benim için gayet de önemli!”

Umursamaz bir tavırla omuz silkti. “Kendini boş yere hırpalamaya niyetliysen sen bilirsin.”

Ona kötü kötü bakıp kahvemin kalanını kafama diktim ve soğuduğu için kötüleşen tadı yüzünden yüzümü buruşturdum.

“Bunca utanç verici şeyi unutmam daha mı iyi olmuştu acaba ya? Kendimi zorlayıp her şeyi öğrenmeye çalışarak hata yapıyorum kesin.”

“Öğrenmeyip ne yapacaksın?” diyerek güldü Yasemin. “Her şeye Fransız kalmak hoşuna mı gitti yoksa?”

“Hoşuma gittiğinden değil de eve gelene kadar, daha doğrusu Aral’la doğru düzgün konuşana kadar unuttuğum şeylerin bu kadar büyük olduğunu hiç düşünmemiştim. Bugün odama girdiğimde nasıl şok olduğumu görmeliydin, Yasemin. Aral, elinde valizle banyomdan çıktı. Kirli çamaşırlarımı makineye attığını söyledi. Utançtan yerin dibine girdim resmen. Beni öyle görünce de utancımı azaltabilecekmiş gibi bunu ilk defa yapmadığını söyledi.”

Yasemin, yüzümün ortasına doğru kahkaha patlatınca bir an için sarı saçlarını elime dolayıp çekmemek için zor durduğumu itiraf edebilirdim.

“Ne gülüyorsun ya? Adam benimle birlikte burada yaşıyormuş ve hastanede yattığım sürece bir Allah’ın kulu da gelip benimle bu hayati bilgiyi paylaşmayı denemedi.” Elimdeki fincanı sehpaya bırakıp ellerimi iki yana açtım. “Dolabımın yarısı ona ait ve ben Tuana’yla bile böyle bir paylaşımda bulunmamıştım. Sığmayan eşyalarımız için yeni çekmece falan almışım hatta, düşünebiliyor musun?”

“Birlikte olmaya başladığınız günden beri birlikte yaşamak için can atıyordun,” diyerek omuz silkti. “Yani bunların hiçbiri şaşırılacak şeyler değil aslında. Evini, odanı, hatta yatağını paylaşmaya dünden razıydın.”

Bunların hiçbirinin onun suçu olmadığını biliyordum ama yine de karşıma geçmiş gevşek gevşek konuştuğu için onu pataklamak istiyordum. Söylediğim onca şeyin hiçbirine şaşırmaması beni çileden çıkarıyordu.

“Tuana, Aral’la büyük bir kavga ettiğimizden bahsetti,” diye konuyu değiştirdim. Yoksa en yakın arkadaşıma hak etmediği halde kötü şeyler yapabilirdim. “O olaydan sonra da bize taşınmış.”

“Evet, aynen öyle oldu,” diyerek başını salladı Yasemin. "Hatta dediğim gibi sen çok daha erken taşımasını istemiştin ama Aral, kardeşini evde yalnız bırakmamak için gelmiyordu. Bazı eşyalarını burada bırakmıştı, arada bir gelip kalıyordu. Daha sonra, yani o bahsettiğin kavganızdan sonra barışınca beraber daha çok vakit geçirmeye ihtiyacınız oldu. Bu yüzden de sana taşıdı Aral."

“Her şeyin garipliği bir yana, amcamın bu duruma göz yummuş olmasına inanamıyorum,” diyerek kahve fincanımın yanındaki suyuma uzandım.

"İnanamayacak ne var kızım ya? Kocan o senin, bir zahmet bir şey demeyiversin yani."

Duyduğum kelimeyle öyle dumura uğradım ki ağzımdaki suyu sehpaya doğru püskürtüverdim.

"NE?"

Yasemin, püskürttüğüm sudan nasiplenmemek için hızla koltukta geriye yaslanırken "Ne, ne ya?" diye yükseldi. Yüzünü buruşturmuş, suyu püskürttüğüm yere bakıyordu. "Niye şaşırdın bu kadar?"

"Neye mi şaşırdım?" diyerek kafamı salladım. Su falan umurumda değildi şu an. "Kocam olmasına olabilir mi acaba? Hani sadece müstakbel nişanlımdı bu adam benim? Benim bildiğim sadece evlenme teklifini kabul etmişim, daha fazlasını değil!"

"Daha fazlası ne olabilir acaba?" diyerek alayla güldü lakin benim oldukça ciddi durduğumu görünce toparlandı. "Pardon, sanırım şu an büyük bir pot kırdım.” Ofladı. “Bu kadar şeyi öğrendiysen onu da biliyorsundur diye düşünmüştüm. Nereden bileyim daha sana söylemediklerini?"

Şaşkınlığımı atlatabilmiş olsam onu omuzlarından tutup bir güzel silkelerdim.

"Artık lafı uzatmak yerine ne halt olduğunu anlatacak mısın, Yasemin?"

Ellerini havaya kaldırıp "Tamam, tamam, anlatıyorum; sakin ol," dedi. "Normal, resmi nikahtan bahsetmiyorum. Dini nikah kıydınız."

Şaşkınlığım iki katına çıkarken kendimi tutamayıp "Ne yaptık ne yaptık?" diye bağırdım. Bugün öğrendiklerimden sonra şaşırma kotamı doldurduğumu sanıyordum ama çok fena yanılmıştım.

Yüzünü buruşturup "Kızım ne bağırıyorsun kulağımın dibinde ya? Sağır oldum," diye homurdandı. "Sanki ben dedim sana git Aral'la dini nikah kıy diye. Üstelik bana bile çok sonradan anlattın neler olduğunu. Beni unuttun. Haber vermedin. Altını çizerek söylüyorum bak; en yakın arkadaşın, en önemli günlerinden birinde aklının ucuna bile gelmedi. O derece aşıktın sen bu adama işte." Başını sallayarak işaret parmağını kendisine doğrulttu ve şu an şaşırmamız gereken en önemli şey buymuş gibi tekrar etti. "Bana günler sonra anlatacak kadar kör olmuştu gözlerin."

"Ben," dedim ama devamını getiremedim. O kadar şaşkındım ki kelimelerimi toparlayamıyordum. "Benim aklıma gelmez ki dini nikah kıymak. Üstelik normal nikah bile yok ortada. Nasıl oldu bu? Aral mı zorladı beni yoksa?"

Alayla güldü. "Ha, evet. Sen git adam senle dini nikah kıymıyor diye hüngür hüngür ağla; sonra da adam senin gönlünü yapmak için nikah kıydırdı diye suçlu olsun."

"Pardon?" derken çenem yerle buluşmak üzereydi. "Ne yapmışım ne yapmışım? Ben? Ben mi ağlamışım? Aral benle dini nikah kıymıyor diye mi?” Adeta çığlık attım. “BEN Mİ?"

Halim onu o kadar eğlendiriyordu ki utanmadan keyifle sırıttı. "Valla beni de çok şaşırtmıştın ama evet, dediklerim doğru. Bizzat sen yapmışsın tüm bunları."

Ellerimi ağzıma kapatıp bir süre öylece durdum. Aral, sadece evlenme teklifini kabul ettiğim biri değildi. Kocamdı. Benim bir kocam vardı ama onu hatırlamıyordum. Nikah kıydığım adamı hatırlamıyordum!

“Ne olacak yani şimdi?” diye sordum ne düşüneceğimi bilemez bir halde. “Ben bu adamı hatırlamıyorum, Yasemin. Yüzüne baktığımda ona aşıkmışım gibi hissetmiyorum. Aşkı bırak, benim için adını bildiğim yabancı bir adam sadece.”

Ellerimi saçlarıma daldırıp başımı iki yana salladım. “Bugün hastaneden gelince banyoya girdim. Kıyafetlerimi çıkarmama engel olduğu için yüzüğü çıkarıp dolaba koydum ama banyodan sonra dolapta unutmuşum. Aral evdeydi, yüzüğün parmağımda olmadığını görünce öyle bozuldu ki bir anda işi olduğunu söyleyerek kalkıp gitti.” Bakışlarımı, hüzünlü bir ifadeyle beni izleyen arkadaşıma çevirdim.

“Aral’ın neye bozulduğunu anlamadım bile. Tuana söyledi. Bilerek yaptığım bir şey değildi asla ama onu bu kadar üzmüş olmak içimi acıttı. Bir zamanlar Uğur’dan yüzük alabilmenin hayaliyle yaşadığım için neler hissettiğini anlayabiliyorum. Kendimi onun yerine koyunca o kadar ama o kadar berbat hissediyorum ki.” Derince iç çektim. “Yine de ona karşı bir şey hissetmiyorum. Onun için üzülüyorum evet ama bu kadar. Dahası yok.”

“Canım arkadaşım benim,” diyerek elindekileri sehpaya bırakıp koltukta bana doğru kaydı ve kollarını etrafıma doladı. Alnım omzuna düşerken gözlerimi sıkıca kapayıp tanıdık kokusunu içime çektim. Değişen onca şeye rağmen tanıdık bir şeylere denk gelmek biraz olsun iyi hissettirmişti.

“Kendime de üzülüyorum,” diye mırıldandım dürüstçe. “Her şeyi boş verecek kadar âşık olmuşum. Bana da aynı şekilde âşık olan bir adamla çok mutluymuşum ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Sonunda mutluluğu bulmuşum ama avuçlarımın arasından kayıp gitmiş.”

“Karamsarlığa kapılmasana hemen,” diyerek sırtımı sıvazladı nazikçe. “Henüz her şey çok taze. Kendine biraz zaman tanı. Aral’a da aynı şekilde. O da senin bu haline alışmaya çalışıyor. Bugün çekip gitmiş olabilir ama eminim ki böyle bir şey yaptığı için kendine kızmıştır. Çünkü o da herkes gibi bunun için seni suçlamıyor, suçlayamaz.”

“Bugün öğrendiğim şeyleri hazmedebilmek için bile en az bir haftaya ihtiyacım var ki kim bilir, bilmediğim ne kadar şey var… Üstelik anlattığınız şeylerin başrolünde olduğumu bilsem dahi sanki başkasının hayatını anlatıyormuşsunuz gibi hissediyorum. Kulaktan duymak o duyguları tekrar yaşamamı sağlayamıyor.”

Kısa bir süre sessizce sırtımı sıvazlamaya devam ettikten sonra “Telefonuna baktın mı?” diye sordu. Birden konuyu değiştirmesi karşısında şaşırırken “Eve geldiğimden beri bakmadım,” diye cevap verdim. “Zaten pek bakamıyorum, hemen başım ağrıyor.”

Kendini geri çekip göz göze gelmemizi sağladıktan sonra “Ondan bahsetmiyorum,” dedi. “Galerine falan baktın mı hiç? Karıştırdın mı telefonunu?”

“Yok, hayır. Bakmak aklıma gelmedi.”

“O halde en kısa zamanda galerini kurcalamalısın. Başkasından dinlemek dediğin gibi hatırlaman ya da hissetmen konusunda yardımcı olmuyor olabilir ama fotoğraflar bu konuda epey işe yarayabilir.” Başını salladı. “Aral’ın sana evlilik teklifi yaptığı anın videosu bile var telefonunda. Daha doğrusu tam teklif anı yok ama öncesini ve sonrasını çekmişsin.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Onu nasıl başarmışım?”

Hafifçe güldü. "Doğum günündü. Aslında senin amacın pastayı üflediğin anı çekmekmiş ama Aral sürpriz yapmaya karar vermiş. Tabii sen ortalığı biraz karıştırıyorsun ama ne yaptığını söylemeyeceğim ki heyecanı kaçmasın. Zaten oldukça uzun bir video. Ben hepsini izlemedim ama izlediğim yerler bile tatlılığınız karşısında erimeme yetti."

“Çok merak ettim, telefonumu bulup geleceğim,” diyerek ayaklanmaya meyletmiştim ki zil çalınca duraksamak zorunda kaldım. Aral mı gelmişti ki acaba?

Yasemin, bakışlarımdan aklımdan geçeni okuyarak “Gidip bakmadan bilemezsin, değil mi?” dediğinde kafamı sallayıp ayağa kalktım ve odadan çıkıp dış kapıya doğru ilerledim. Gerginlikten ellerimin terlediğini hissedebiliyordum. Çünkü gerçekten Aral gelmişse onu nasıl karşılamam gerektiğiyle ilgili pek bir fikrim yoktu. Ama bir şekilde özrümü dilemeliydim. Daha doğrusu, yüzüğü bilerek takmadığımı düşünüyorsa şayet bunu düzeltmeliydim.

Kapı deliğinden baktığımda bunun yersiz bir endişe olduğunu fark ettim. Zira gelen Aral değil, amcamdı.

Omuzlarım hayal kırıklığıyla çökerken kapıyı açıp samimi göründüğünü umduğum bir gülümsemeyle “Hoş geldin, amca,” dedim.

“Hoş buldum, kızım,” diyerek elindeki poşetlerle birlikte içeri girdi. “Nasılsın; iyisin, değil mi?”

“Daha iyiyim amca,” diyerek elindeki poşetlere uzandım. “Yardım edeyim.”

Poşetleri hızla kendine çekip “Saçmalama Tamay,” diyerek kızdı bana. “Kapıyı bile açmaman gerekiyordu aslında. Neden ayaktasın bakayım sen?”

“Hastaneden geldiğinden beri yattığı mı var sanki?”

Yengem, peşindeki Tuana’yla merdivenlerden inerken söylemişti bunu. Tuana, amcamı gördüğünde her zamanki neşesiyle “Amca!” diye bağırıp koşarak amcamın üzerine atladı. Adamcağız, poşetlerin ağırlığının üzerine bir de Tuana’nın ağırlığıyla bükülüverdi.

“Kız, yavaş olsana,” diyerek kolundan çektim kardeşimi. Kendisini hala on yaşında sanıyordu herhalde.

“İyiyim, ben. Sorun yok,” diyen amcam Tuana’ya göz kırpınca Tuana onu uyarmamı hiçe sayarak sırıttı ve amcamın elindeki poşetlerin bir kısmını aldı.

Gözlerimi devirdim. Ona böyle yüz verirlerse tepelerine çıkardı tabii.

Amcam, Tuana’nın peşine takılıp poşetleri mutfağa götürürken biz de yengemle birlikte Yasemin’in yanına döndük. Çok geçmeden amcamlar da bize katıldı ve havadan sudan muhabbetler havada uçuştu.

Aklım telefonumdaki olası video ve fotoğraflardayken konuşmalara odaklanmak zordu ama başardım. Tabii bir yandan da Aral’ın hala eve gelmemiş olması canımı sıkmıyor değildi. İşinin bu kadar uzun süreceğini sanmıyordum ve eve dönmek yerine neyle meşgul olduğunu da merak etmeden duramıyordum. Onu, söz verdiği halde eve dönemeyecek kadar kırmış olmaktan korkuyordum.

Birkaç saat sonra Yasemin, Sare’yi özlediğini söyleyerek ayaklandığında amcamlar da onunla birlikte gitmeye karar verdiler. Yengem, geceyi bizde geçirmeyi teklif etse de hastanedeyken onlara yeterince rahatsızlık verdiğimi söyleyerek kabul etmedim. Başta mırın kırın yapsa da artık eve gidip bir güzel dinlenmelerini istediğim konusunda ısrar edince ikna olup bizi Tuana’yla baş başa bırakarak gittiler.

“Misafir yolcu ettikten sonra oluşan sessizliği hiç sevmiyorum,” diye mırıldandı Tuana, merdivenlerden çıkarken. “Nedense kötü hissettiriyor.”

“Ben de,” diyerek ona katıldım ancak şu an için pek de öyle hissetmiyordum aslında. Çünkü nihayet telefonumu kolaçan edebilecektim.

Merdivenlerin başına ulaştığımızda bana dönüp “Saat geç oldu ama eniştem dönmedi,” diye mırıldandı. “Gelmeyecek mi acaba?”

Hissettiğim suçluluk duygusu artarken “Bilmiyorum,” dedim. “Belki işi uzamıştır.”

“Bu saate kadar terapi verecek bir doktor olduğunu sanmıyorum,” dedi imayla.

Omuz silkip “Belki de bize söylemediği başka işleri vardır,” demekle yetindim. Suçluluk hissettiğim doğruydu ama Aral, geri dönmek istemiyorsa üzülmekten başka yapabilecek bir şeyim de yoktu. Buna, onu arayıp nerede olduğunu sormak da dahildi. Çünkü bunu yapacak kadar yakın hissetmiyordum kendimi ona.

Tuana, seslice iç çektikten sonra usulca başını salladı ve “Ben yatıyorum o halde,” diye mırıldandı. “Yarın erken kalkacağım.”

Alnına küçük bir öpücük kondurdum. “İyi geceler, güzelim.”

Dudaklarını birbirine bastırıp “İyi geceler,” dedi ve odasına doğru ilerledi. Ben de kendi odama geçtikten sonra komodinin üzerindeki telefonumu alıp yatağa oturdum ve Aral’dan herhangi bir mesaj ya da arama gelmediğinden emin olarak galeriye girdim.

Geçmişte gezinmenin vakti gelmişti.

Sakin ve bir o kadar da kırıcı bir bölümdü, biliyorum. Bir süre böyle devam edeceğiz, etmek zorundayız. Buna rağmen ileride okuyacaklarınızın hoşunuza gideceğine söz verebilirim. O yüzden birazcık sabır.

Umarım sevmişsinizdir, düşüncelerinizi benimle paylaşmayı ihmal etmeyin lütfen. ♥

Yeni bölümde görüşmek üzere!

İnstagram: dolunayinvechi / rabiaclr

 

 

 

Loading...
0%