Yeni Üyelik
54.
Bölüm

BÖLÜM - 51

@bayanclara

Galerimdeki fotoğrafların hepsini teker teker incelemek saatlerimi almıştı.

Özellikle son birkaç ayda o kadar çok fotoğrafla video çekmiştim ki bir ara duraksamış ve telefonumun kamerasıyla ne ara bu kadar içli dışlı olduğumu düşünmek zorunda kalmıştım.

Yasemin’in bahsettiği videoyu ilk görüşte anlamıştım çünkü neredeyse bir saatlikti ve galerideki en uzun videoydu. Bu yüzden onu izlemeyi en sona bırakıp dünyadaki en mutlu ve huzurlu insanmışım gibi -belki de öyleydim- çıktığım fotoğraflara tekrar tekrar baktım. İkizimin olmadığını bilmesem fotoğraflardaki kadının ben olmadığını bile söyleyebilirdim. Öylesine yabancı gelmişti bana. Gerçekten, gözlerim en son ne zaman fotoğraftan bile belli olacak kadar çok mutlulukla parlamıştı?

Üstelik sadece ben değil, Aral da her fotoğrafta çok mutluydu. Benim gibi her birinde yarım ağız sırıtmıyordu belki ama gözlerindeki mutluluk fotoğraftan bile belli oluyordu. Onunla geçirdiğim dört günde öylesine ruhsuz ve çökmüş bir haldeydi ki fotoğraflarda daha genç durduğunu görmek şaşırtmıştı beni.

Yalnızca onun olduğu birçok fotoğraf da vardı. Bazıları habersizdi, bazıları bilerek çekilmişti. Hatta şu an oturduğum yatakta uyurken çekilmiş fotoğrafları bile vardı. Benim yastığıma sarılırken… Elini, muhtemelen dakikalar önce benim olduğum kırışık boş çarşafa uzatmışken…

Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Kafam o kadar karışıktı ki. Tabii kalbim de. Hatta kalbim, kafamdan çok daha karışıktı.

Sonunda cesaretimi toplayıp videoyu izlemeye karar verdim ama bunu yapmadan önce sırtımı yatak başlığına yaslayıp rahat bir pozisyon aldım.

Video, doğum günüme dakikalar kala çekilmeye başlanmıştı ve açılışı ben yapmıştım. Daha önce hiç görmediğim, daha doğrusu hatırlamadığım, bir odadaydım ve kameraya karşı saçma sapan hareketler yaptığım sıra birden etraf karardı. Daha sonra Aral’ın uzaktan gelen sesini duydum. Bana doğum günü şarkısı söylüyordu.

Mum ışığı etrafı biraz olsun aydınlattığında önce Aral’ı gördüm; yüzünde saf bir ifade vardı. Mutluluk, huzur ve sakinliğin karışımı gibiydi. Sonra kendi ifadem çekti dikkatimi. Pastayı gördüğümde yüzümün aldığı şekil, bana yaklaştığı sıra ona yirmi sekiz yaşıma gireceğime inanmadığını söylerken sesimin titremesi…

Videoyu durdurdum ve doğru anlayıp anlamadığımdan emin olmak istercesine pastaya baktım. Kendisi net değildi ama üzerindeki mumları ayırt edebiliyordum. 2 ve 8.

Yirmi beş yaşımı bitirdiğim sıralarda içime saçma bir korku düşmüştü; otuz yaşına gelme korkusu. Annemin vefat ettiği yaşa yaklaşma korkusu…

Sonuçta annemin ölümü kalıtsal bir şey değildi, hasta olduğu için de ölmemişti. Yani bir doktor olarak bunun yersiz bir korku olduğunun bilincindeydim. Bu yüzden kimseye bahsedememiştim, en yakın arkadaşım olan Yasemin’e bile. Dalga geçmeyeceğini ve beni anlayacağını biliyor olmama rağmen söyleyememiştim çünkü utanmıştım. Çocukluk ettiğimi düşünmüştüm. Otuz yaşıma girmektense mucizevi bir şekilde her doğum günümde bir yaş küçülmeyi tercih edeceğimi kendimden başka kimseye söyleyemiyordum bu yüzden.

En azından söyleyemediğimi sanıyordum.

Oysa ona söylemiştim.

Ve o da beni ciddiye almıştı. Pastama mum dikecek kadar.

Bakışlarımı tavana dikip derin nefesler çektim içime. Daha videonun en başından bu kadar etkilendiysem geri kalanında ne yapacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu.

Kendi içimde verdiğim savaşı, ağır basan merak kazandığı için videoya devam ettim.

Aral, bu yaş verme mevzusunu mantıklı bulmasa da ben öyle kabul ettiğim sürece onun da kabul edeceğini söylüyordu.

Videonun gerisini hipnoz olmuşçasına tepkisiz izledim. Aramızdaki tatlı atışmalar; uzun zamandır kendimde görmediğim cilveler, şımarmalar… Onunla aynı okulda okurken tanıştığımızı varsayarak uydurduğum hikâyeyi büyük bir dikkatle dinleyişi, bunu gerçekleştirmek istemesi… Gençliğinde yaşadığı ilişkiden bahsetmesi ve çocukluk hevesi olduğu her halinden belli olan saçma bir şey için kıskançlıktan delirerek kalkıp gitmeye çalışmam ama beni tuttuğu için kucağına düşmem…

Sonra…

Sonra muhtemelen hayatım boyunca asla unutamayacağımı düşündüğüm -unutmuştum oysaki- bir anı baltalamam…

Aral’ın, evlilik teklifini sabote ettiğimden yakınışını dinlerken yanağımda sıcak bir şey hissettim. Sıcaklık giderek artarken elimin tersiyle yanaklarımı kurulamaya çalıştım. Neden ağladığımı bile bilmiyordum. Kendimi gerçekten uzun bir zaman sonra mutlu olarak gördüğüme mi, yoksa tüm bunları unutmuş olmama mı?

Cıvıl cıvıldım. Sürekli ona dokunmaya çalışıyor, şımarıyor, bana güzel şeyler söylediğinde mest oluyordum. Ona gerçekten de delicesine aşıktım. Çünkü aşık beni çok iyi tanıyordum.

Aral, beni kucaklayıp odadan çıktığında boş odayı izlemeye devam ettim. Aklımda o kadar çok şey vardı ki videoyu öne alma gereği bile duymadım. Boş odayı görebildiğim kadarıyla inceleyerek düşündüm. Böyle bir şeyin nasıl mümkün olduğunu sordum kendime. Zira bunun hayalini kurmaktan vazgeçeli uzun zaman olmuştu. Bir daha gerçekten âşık olabileceğime olan inancım yok gibi bir şeydi. Hayatın bana verdikleriyle yetinmeye karar vereli çok oluyordu.

Tüm o mafya saçmalıklarına ya da benden gizlemeye devam ettikleri şeye rağmen ben çok mutlu görünüyordum. Mutlu ve aşık. Muhtemelen her şeye katlanmamın sebebi de buydu.

Aradan geçen uzun denebilecek bir sürenin ardından odaya el ele geri döndük. Yüzüm son gördüğüm ankine nazaran daha kırmızı duruyordu, ağladığım kameradan bile belli oluyordu ama otuz iki diş sırıtıyordum. Mutluluğum odaya adeta sekerek girmemden de belli oluyordu gerçi.

Odanın içine doğru ilerledik ve dikkatim birden telefona kaydı. Kendimle göz göze geldiğimde istemsizce irkildim. Kameranın orada olduğunu unuttuğumdan olsa gerek gözlerimi kocaman açmıştım ama sanki gelecekteki halimi görerek korkmuşum gibi hissetmiştim. Tuhaftı.

“Ah! Videoyu unuttum!” diyerek Aral’ın elini bıraktım. Ben kameraya doğru yaklaşırken Aral da “Neyi?” diye sorarak peşimden geldi. Kameranın önüne diz çöküp “Bizi çekiyordum,” diye mırıldandım ve sırıtarak Aral’a çevirdim başımı. “Amacım sadece beraber kutladığımız ilk doğum günümü kameraya almaktı ama onun yanında istemeden bir sürü şeyi daha çektim.”

Sırıtışımı soldurmadan tekrar kameraya baktım ve sanki karşımda biri varmış gibi heyecanla elimi kaldırıp tek taşımı gösterdim. “Evlenme teklifi aldım!” Sonra ansızın dudaklarım büzüldü. “Tüh, keşke bana teklifi yaptığın anı da çekebilseydim.”

Aral, tepemde dikilirken “Çekemediğin iyi olmuş,” diye mırıldandı. “O anın anılarımızda kalması daha doğru. Hem kameraya çekseydin, dolunayın bize şahitlik yapmasının bir anlamı kalmazdı. Öyle değil mi?”

Başımı yukarı kaldırıp “Ya o anın detaylarını unutursak?” diye sızlandım. Gelecekte ne olacağını biliyormuşum gibi konuşmam beni korkutmuştu. “Videoyu izlemek hoş olurdu.”

“Sen unutursan ben hatırlatırım, ben unutursam da sen hatırlatırsın,” dedi.

“Ya ikimiz birden unutursak?”

“O zaman muhtemelen ikimiz de hayatta değiliz demektir.”

Gözlerimi kocaman açıp “Öyle söylemesene!” diye çıkıştım. “Daha yaşamamız gereken çok uzun yıllarımız ve kırmamız gereken bir sürü fındık var.”

“Demek kırmamız gereken birçok fındık var?”

“Evet.” Sinsi bir sırıtış kapladı dudaklarımı.

“O halde o kamerayı kapat ve yanıma gel.”

“Kapanış öpücüğümü verirsen kapatırım?”

“Ne?”

“Videoyu kapatmadan önce öpücük istiyorum.”

Kaşları çatıldı, bu isteğim hoşuna gitmemiş gibiydi.

“Videoyu kapattıktan sonra öperim. Önce kapat.”

Kaşlarım havalanırken “Kamera karşısında öpüşmekten utanıyor musun, Başkomiserim?” diye sordum.

“Utanmıyorum elbette,” diye karşı çıktı hemen. Yüz ifadesi tam tersini söylüyordu oysa. “Sadece istemiyorum.”

Ona birkaç uzun saniye boyunca baktıktan sonra kameraya döndüm ve yüzüğün takılı olduğu elimi ağzıma siper ederek sanki Aral beni duymayacakmış gibi “Sanırsın seks kaseti çekelim dedim, basit bir öpücüğü niye bu kadar abarttığını gerçekten anlamıyorum,” diye fısıldadım.

“Doktor!”

Sesini yükseltince masummuş gibi göz kırpıştırıp “Ne?” dedim ama Aral’ın bozguna uğraşmış surat ifadesini görünce dayanamayıp sırıttım. Tekrar kameraya dönerek “Utanınca daha yakışıklı olduğu için onu utandırmaya bayılıyorum,” diye cıvıldadım.

“Hayır, sen sadece kaşınıyorsun.”

“Hiç de bile. Ben sadece doğruları söylüyorum.”

“Şimdi görürsün sen doğruları.”

Aniden üzerime doğru eğilip beni belimden kavrayarak kaldırdığında yüzümün aldığı şekil, bunu asla beklemediğimin bir göstergesiydi. Attığım tiz çığlık da öyle. Zaten gerisini izleyemedim çünkü ekran bir anda karardı.

Telefonumun karanlık ekranından kendi yansımamı izlerken duyduğum tek şey yüksek sesli kıkırdamalarım ve birkaç öpücük sesiydi. Beni kaldırıp telefonun durduğu koltuğa bırakarak çekimi engellemiş olması gözyaşlarımla ıslanmış dudaklarımda küçük bir tebessüm oluşmasına yol açtı. Adam işini biliyordu gerçekten.

Videonun bitimine son bir dakika kala “Çok kötüsün,” dediğimi duydum. Aral’a söyleniyordum güya ama sesimdeki hoşnutluk hissedilmeyecek gibi değildi.

“Kötü değilim, sadece özel hayata müdahale edilmesini sevmem.”

“Ben senin karınım!”

“Evet ve bu, özel hayatıma sen de dahilsin demek oluyor zaten.”

“Çokbilmiş Başkomiser bozuntusu seni.”

Hala ona söyleniyor olsam da kamerayı kapatırken yüzümde gördüğüm şey geniş ve içten bir gülümsemeydi. Hayattan zevk alıyorum, gülümsemesi. Doğru aşkı buldum, gülümsemesi. Gerçekten seviliyorum, gülümsemesi.

Videoyu birkaç kez daha izledim. Her seferinde daha önce dikkatimi çekmeyen detaylar yakaladım ve niçin olduğunu tam olarak kestiremediğim şeyler için ağladım.

Uyuyakaldığımda yanaklarımda kuruyan gözyaşlarım, kalbimdeyse koca bir burukluk vardı.

Ve Aral eve dönmemişti.

Uyandığımda öğlen olmuştu.

Sabaha karşı uyuduğum düşünüldüğünde gayet normaldi ancak gece uykusunu alamadığım için kafam pek de iyi durumda sayılmazdı.

Yavaş hareketlerle yataktan kalkıp banyoya geçtim ve işlerimi hallettim. Daha sonra üzerimi değiştirdim ve guruldayan karnıma bir şeyler sokabilmek için alt kata indim.

Mutfağa girdiğimde Tuana'nın kahvaltısından kalanları buldum ve hafifçe gülümsedim. Liseye giderken, özellikle son senesinde onu kahvaltı yapmadan asla göndermezdim. Üniversite derslerinin saatleri farklı olduğundan eski düzeni devam ettiremediğimizi düşünmek çok da zor değildi. Buna rağmen Tuana'nın kalkıp bana ihtiyaç duymadan kahvaltısını yaparak okuluna gitmesi duygusallaşmama neden olmuştu.

Evet, onun artık koca bir kız olduğunu biliyordum ama benim için hala küçük bir bebekti.

Tuana, sabahları çay yerine portakal suyu içmeyi tercih ettiğinden çaydanlık boştu. Bu yüzden demliğe su doldurup kaynaması için ocağa bıraktım. Ardından Tuana'nın ortada bıraktığı tost makinesini yerine yerleştirdim ve kendime omlet yapabilmek için dolaptan yumurta çıkardım.

Yumurtayı kırıp bir kâsede karıştırırken mutfağa geldiğimde masanın üzerine bıraktığım telefonumdan gelen uyarı sesiyle iç geçirdim. Dün sabaha kadar ona baktığım için şarjı bitme noktasına gelmişti ve şarj makinesi odamda olmadığı için şarj etmeden uyumuştum. Uyanınca da aklımdan çıkıvermişti.

Yumurtayı karıştırmayı bırakıp elimi yıkayarak mutfaktan çıktım ve içeri geçtim. Televizyon ünitesinin çekmecesine bakmaya gidiyordum ki kanepede gördüğüm kişiyle ayaklarım yere çivilendi.

Aral buradaydı ve uyuyordu.

İçimdeki kaygıya rağmen tuhaf bir rahatlama hissederek onu inceledim. Kollarını göğsünde kavuşturmuş halde yan yatıyordu ve kaşları çatıktı. Ne zaman geldiğini bilmiyordum ama fikir üretmem gerekirse Tuana evden çıktıktan sonra gelmiş olmalıydı. Zira Tuana onu bu halde görmüş olsa en azından üzerini örterdi.

Sessizce iç çekip odadan çıktım ve alt kattaki misafir yatak odasına gidip dolaptan battaniye alarak geri döndüm. Battaniyeyi uyanmasından korktuğumdan yavaşça üzerine örtüp geri çekildim ama çok da uzaklaşmadım. Uzaklaşamadım.

O doğum günü videosu kalbimde bir şeylerin değişmesine neden olmuştu sanki. Benim için hala bir yabancı olabilirdi ancak bana kazandırdığı şeyleri görmek ona karşı büyük bir sempati duymama neden olmuştu. Ayrıca videodaki hali, şu an benim için ne denli kahrolduğunun da bir kanıtı niteliğindeydi. Bu da beni gerçekten sevdiği anlamına geliyordu.

Elimi, alnına dökülen saçlarına doğru uzattım ancak saçlarını düzeltmeye cesaret edemediğim için yumruk yaparak geri indirdim. Rahat bir uykuda olmadığı alnındaki çizgilerden belli oluyordu. Gözaltları günlerdir doğru düzgün uyku çekemediğinin göstergesiydi. Hala çok yakışıklıydı ama izlediğim videodaki adamdan çok farklıydı.

Şu anki hali, Uğur’dan ilk ayrıldığım zamanlardaki halime benziyordu.

Dudaklarımı birbirine bastırıp doğruldum ve telefonumu şarja taktıktan sonra mutfağa yöneldim. Onun için şimdilik elimden gelen tek şey kahvaltıyı çift kişiliğe çıkarmaktı. Gerçi doğru düzgün yemek yediğini de görmemiştim. İştahı yok gibiydi. Gerçi nasıl olsundu ki? Onun yerinde ben olsaydım muhtemelen üzüntüden yataktan bile çıkmazdım.

Ne sevip sevmediğini bilmiyordum ve bu yüzden elimden geldiğince çok çeşitli bir kahvaltı masası hazırlamaya karar vermiştim.

Çırptığım yumurta kasesini dolaba geri koydum ve birkaç tane patatesi su dolu tencereye alıp haşlanmak üzere ocağa bıraktım. Yumurtayı alırken dolaptaki hazır yufkayı görmüştüm. Bu sayede patatesli börek yapabilirdim. Genele bakıldığında herkes tarafından sevilen bir yiyecekti.

Mutfağa ilk geldiğimde kaynamaya bıraktığım suya biraz daha ekledim ve menemen yapmak için dolaptan domates çıkardım. Börek ve menemenin yanına bir de omlet yaparsam yeterli çeşitliliğe ulaşacağımı düşünüyordum.

Aral’ın erken uyanmaması için dua ederek kendimi yemeklere adadım. Domatesleri hazırladığım tavaya ekleyerek pişmeye bıraktıktan sonra dolaptan yufka çıkarıp yeterli sayıda yufkayı eşit üçgen parçalara böldüm. Fırında yapmak yerine tavada kızartacaktım.

Yaklaşık bir saat sonra menemen ve börekler masadaki yerlerini almıştı. Kahvaltılıkları tazeleyerek masaya yerleştirmiş, demlenen çayı altını kıstıktan sonra ocakta bırakmıştım. Omlet karışımım hazırdı, yağlanmış tava da öyle. Ancak onu pişirmeden önce Aral’ı uyandırmam gerekiyordu. Hala sesi çıkmadığına göre derin bir uykudaydı ama artık yemek yemesi gerekiyordu. En azından benim yemem şart olmuştu, çünkü sırf onunla yiyebilmek için pişirdiğim şeylerin azıcık tadına bakmak dışında bir şey yapamamıştım ve bu da zaten aç olan karnımı iyice çıldırtmıştı.

Hazırladığım şeylere son bir bakış attıktan sonra mutfaktan çıkıp içeri yöneldim ama beklediğimin aksine Aral bıraktığım yerde değildi. Kanepenin ucundaki katlanmış battaniyeye bakarken kaşlarım çatıldı. Nereye gitmişti ve ben neden onu asla duymamıştım?

Battaniyeyi alarak odadan çıktım ve alt kattaki misafir yatak odasına gittim. Aralık kapıdan içeri girdiğimde bulduğum tek şey boş bir odaydı. Oflayarak battaniyeyi yerine bıraktım ve odadan çıkıp alt kattaki lavaboya baktım. Işık yanmıyordu, yani burada da değildi.

Merdivenlere yönelirken bana haber vermeden evden gitmemiş olmasını diledim içimden. Öyle bir durumda yaptığım onca yemeğin boşa gitmesinden ziyade yok sayıldığım için kendimi kötü hissederdim çünkü.

Üst kattaki lavabonun da boş olduğunu görünce son olarak yatak odasına bakmaya karar verdim. Kapının sonuna kadar açık olduğunu görünce direkt içeri girdim ve yine boş bir odayla karşılaştım.

Asık bir suratla “Haber vermeden gitmiş olamazsın,” diye söylenerek odadaki banyo kapısına doğru ilerledim. Bakabileceğim son yer orasıydı. Banyoda da yoksa gerçekten gitmiş demekti.

Ve bence bu çok kaba bir hareketti.

Telefonumda videoları olan adamdan hiç beklenmeyecek bir hareket.

Buradaki banyonun da ışığı açık değildi ama gündüzleri dışarıdan ışık aldığı için lamba yakmaya gerek olmazdı. Burada yaşadığına göre onun da aynı şekilde davrandığını varsayabilirdim. Bu yüzden direkt kapıyı açmak yerine içeriden ses geliyor mu diye kulağımı kapıya dayadım.

Hiçbir şey işitemeyince hayal kırıklığıyla geri çekilmek üzereydim ki kapı birden açıldı ve tüm bedenimi kapıya yasladığım için küçük bir çığlıkla içeri doğru yalpaladım.

Lakin düşmedim.

Daha doğrusu düştüğüm yer, banyo zemini değildi. Geniş ve çıplak bir göğüstü. Üstelik su damlalarıyla kaplıydı ve ellerim bu damlalar yüzünden ıslanmıştı.

O kadar şaşkın ve utanç içindeydim ki olduğum yerde donuverdim. Bakışlarım, birkaç santim uzağımdaki köprücük kemiklerindeydi ve oradan ayırmaya cesaret edemiyordum.

Düşüşümü durdurmak üzere elleri iki yandan sıkıca belime dolanmıştı ama ben ellerimi göğsüne yaslayarak kendimi frenlemeyi başardığımda ellerini gevşetmişti. İçinde düştüğüm duruma rağmen bunu neden yaptığını bilmek tuhaf ama iyi hissettirmişti.

Nefesi saç diplerime vururken yumuşak bir ses tonuyla “İyi misin?” diye sorduğunu duydum. Sesi, ne yaptığımı idrak etmemi sağladığında aceleyle geri çekilip belimdeki ellerinin aşağı düşmesine neden oldum.

“Be-ben özür dilerim,” diye kekeledim. Bana o kadar dikkatli bakıyordu ki bakışlarımı gözleri hariç her yerinde gezdiriyordum.

Yani yüzünün. Yüzünün her yerinde…

Aklımdaki saçma sapan düşüncelere kızarak hızla konuşmaya başladım.

“Kahvaltı hazırlamıştım da. Sen de kalkmışsın. Yani en son gördüğümde uyuyordun. Seni uyandırmaya geldiğimde odada olmadığını gördüm. Sesini de duymamıştım. O yüzden evde seni arıyordum. Alt katta olmadığını görünce buraya da bakayım demiştim. Banyonun ışığı açık değildi ve ben de ne olur ne olmaz diye içeriden ses geliyor mu diye bakmaya çalışıyor-”

Konuşmayı bıraktım çünkü dudağında ne ara oluştuğunu bilmediğim yamuk bir gülümseme vardı ve giderek büyüyordu. Gülümsemesi içimi bir değişik yaparken “Ne?” diye soludum. Biraz önce hiç nefes almadan konuştuğum için nefes nefese kalmıştım. “Niye gülüyorsun?”

Dudağını hafifçe büküp “Hiç,” dedi. “Gülesim geldi.”

Gözlerim, büktüğü dudağına takıldığında ne yaptığımı fark ederek utançla kaçırdım bakışlarımı. Bunu fark eden tek kişi olmadığımı biliyordum. Bu yüzden utancım katlanarak büyüdü. Kendimi bir yerlerden fırlatmak istiyordum.

Ama nedense kendimi fırlatmak yerine içimde kalan bir şeyi paylaştım onunla.

“Haber vermeden gittiğini sanmıştım.”

“Ben uyurken üzerimi örtme inceliğini gösteren birine bu saygısızlığı yapmam.”

Evet, ben de öyle düşünmüştüm zaten…

İçimden geçirdiklerimi dışa vurmayınca konuşmaya devam etti.

“Duş almam gerekiyordu. Uyandıktan sonra mutfakta olduğunu görünce ki benim kapının önünden geçtiğimi fark edemeyecek kadar yemeklere odaklıydın ve bu yüzden seni rahatsız etmek istemedim, odayı boşken kullanayım dedim. Aslında misafir banyosunda da yıkanabilirdim ama eşyalarımı almaya çıkınca tekrar inmek istemedim.”

“Anladım,” diye mırıldandım kısaca. Başka bir tepki vermiyor oluşum onu başka düşüncelere itmiş olacaktı ki konuşmaya devam etti.

“Burada yıkanmam senin için sorunsa bir daha-”

“Değil,” diyerek kestim sözünü. “Sonuçta burası senin de evin. İstediğin yerde yıkanabilirsin.”

Bir şey diyememe sırası ona geçmiş gibi görünüyordu ama benim aksime yüzüme öylesine dikkatli bakıyordu ki aramızda uzayıp giden sessizliği bozma ihtiyacı hissettim. Hem de aklıma gelen ilk şeyle.

“Menemen sever misin?”

“Menemen mi?”

Konuyu değiştirme hızım karşısında şaşkına uğraşmış gibiydi ama tekrar keyiflendiği dudak kenarlarındaki çizgilerden belli oluyordu. Buna nasıl dikkat ettiğimi gerçekten bilmiyordum. Islak saçlarından sular damlayan bedenine bakmamak için yüzüyle fazla ilgilenmek zorunda kalmıştım sanırım.

Kaslı vücuduna ve gözlerine bakmamaya çalışırken bu kadar acı çekeceğimi kim bilebilirdi ki?

“Hımhım,” diye mırıldandım. Bir anda menemeni ortaya atmak beni de dehşete düşürmüştü ama bunu belli etmediğimi umuyordum. “Kahvaltı hazırladım demiştim ya. Neyi sevdiğini bilmiyordum ve sana da soramazdım. Eh, çünkü uyuyordun. O yüzden ben de genelde sevilen şeylerden yapmaya çalıştım.” Aklıma gelen şeyle kaşlarım çatıldı. “Gerçi şimdiye kadar soğumuştur. Tekrar ısıtmam gerekecek.”

Yeşilleri, oldukça yoğun bir ifadeyle yüzümde gezinirken “Severim,” dedi, kısık bir sesle. “Çok severim hem de.”

Sevdiğini söylediği şeyin menemen olup olmadığı hakkında şüphelerim vardı ama bir şey demedim. Usulca yutkunup başımı sallamakla yetindim.

“İyi öyleyse.”

“Güzel.”

“Ben inip menemeni ısıtayım o zaman. Ha, bir de sigara böreği yapmıştım. Patatesli. Gerçi o da soğumuştur ama tekrar ısıtırım. Börek sever misin, bu arada? Patatesli?”

Sanki daha büyük gülmek istiyormuş da beni korkutmaktan çekiniyormuş gibi -ya da sadece ben uyduruyordum- dudakları gerilip duruyordu. Bu da suratına komik bir ifade katıyordu.

“Severim,” dedi bir kez daha. “Patatesli her şeyi severim.”

Yaptıklarımın boşa gitmediğini öğrenmek içimi rahatlatırken kendimi tutamayıp gülümsedim.

“Sevindim.”

Bakışları gülümsememe inince kalbimde küçük çaplı bir çarpıntı oluştu. Bunu anlamasından endişe ettiğimden aceleyle konuşmaya devam ettim. “O zaman ben aşağı ineyim, sen de üzerini giyinip gel.”

“Olur.”

“Yemekleri ısıtmam gerek. Bir de omlet yapacaktım. Yani acele etmene gerek yok.”

“Peki.”

“Ben iniyorum o zaman.”

Dudaklarını birbirine bastırıp başını salladı. Konuştukça kendimi daha fazla rezil ediyordum, ikimiz de bunun farkındaydık ama değilmiş gibi davranıyorduk. Çığlık atarak kaçmak istiyordum ama yapamıyordum. Neden yapamadığımı da bilmiyordum ve kendimi tokatlamak istiyordum.

“Ben de giyineyim. Tabii izin verirsen.”

Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. “İzin mi verirsem?”

Küçük bir sırıtışla bakışlarını aşağı indirdiğinde bakışlarını takip ettim ve dakikalardır kaçındığım şeyi yaparak göğsüne baktım. Hala ıslak ve çıplak olan göğsüne. Ellerimin genişçe üzerine yayıldığı kaslı göğsüne.

Kendimi geri çekerken ellerimi de almayı unutmuştum anlaşılan.

“Hi, pardon!”

Ateşe değmiş gibi aceleyle kollarımı geriye çektiğimde muhtemelen dehşet içindeki yüzüme bakıp “Sorun yok. Alışkınım ben,” diye mırıldandı. Eğlendiği o kadar belli oluyordu ki, utanç duygusuyla çepeçevre sarılmamış olsam ona kızmaya yeltenirdim. “Ellerinin sürekli üzerimde olmasına yani. Teması çok sevdiğini biliyorum.”

Evet, elbette biliyordu ama bu sefer bilerek yapmamıştım. Gerçekten!

Gözlerim biraz önce ellerimin bulunduğu, pardon yayıldığı yere kaydı. Telaşla fark edememiştim ama göğsünde ve karnında yara izleri vardı. Eski oldukları belliydi ve kaslı bedenine garip bir şekilde çekicilik katmıştı ama yaraların varlığı nedensizce canımı da sıkmıştı. Polis olduğu için yaralarının olması normal olmalıydı, yani sanırım ama yine de olmasa daha iyi olurdu.

Bakışlarım, benden bağımsız bir şekilde daha da aşağı kaydığında belinden düşecekmiş gibi duran havluyu görünce istemsizce irkildim ve hızla bakışlarımı kaçırıp yan döndüm. Bir sabaha bu kadar utanç da çok fazlaydı gerçekten.

Karşımdaki duvara bakarken “Ben artık gideyim,” deyip cevap vermesini beklemeden koşarcasına odanın çıkışına yöneldim. Her şeyi gördüğünün farkındaydım. O yüzden bir an önce buradan defolmam gerekiyordu.

Keşke ona kahvaltı hazırlamasaydım. Bu sayede odayla yetinmez, evden de kaçıp gidebilirdim.

Kapıyı arkamdan kapatmak üzere elimi uzattığımda parmağımdaki yüzüğü fark ederek duraksadım. Dün yaşananların sebebiydi bu yüzük. Sabaha kadar onu beklememin.

Yüzüğü gördüğümde hissettiklerim, utancıma ağır basmıştı. Bu yüzden odadan kaçmayı birkaç dakika erteleyip derin bir nefes aldım ve arkamı döndüm. Bana bakıyordu. Gözlerinde gördüğüm ifadeyi tanımlamam mümkün değildi ama kalbimi hızlandırdığının farkındaydım ve bunu daha sonra düşünecektim.

“Ben… Bir şey daha söyleyecektim aslında.” Kapı kolundaki elimi kaldırdım hafifçe. “Dün banyodan sonra onu takmamamın sebebi istememem değildi. Ben-”

“Biliyorum,” diye kesti sözümü. “Açıklama yapmak zorunda değilsin.”

Şaşkınlıkla “Biliyor musun?” diye sordum. “Nasıl?”

“Dün Tuana aradı beni. Ondan öğrendim.”

Söyledikleri daha da şaşırtmıştı beni. Tuana’nın ona çok bağlı olduğunu anlamıştım anlamasına ama benim yerime onu rahatlatmaya çalışmasını da hiç beklemiyordum doğrusu.

“Bilmiyordum,” diye mırıldandım. Sesim şaşkınlığımın kanıtı niteliğindeydi. “Aslında ben de aramayı düşündüm ama yengem yanlış anlayabileceğini söyledi. Seni kırmak istemediğim için yüz yüze söylemeye karar vermiştim.”

“Bunları da biliyorum. Sorun yok.”

Kız kardeşim, benim kardeşim olmaktan istifa etmişti de haberim mi yoktu acaba?

Bunu da sonra düşünecektim. Çünkü Aral’ın söyledikleri başka soruları getirmişti peşinde. Madem biliyordu bile isteye yapmadığımı, gece neden eve dönmemişti? Hem de döneceğini söylediği halde?

Omuzlarımı dikleştirip “Bildiğinden haberim olmadığından seninle konuşabilmek için eve dönmeni bekledim,” diye mırıldandım. “Ama sabaha doğru dayanamayıp uyuyakalmışım.”

Ne demek istediğimi anladığı anı görebilmiştim, çünkü yüzünde mahcup bir ifade oluşmuştu. Kendini suçlu hissetmişti ki bence bir miktar hissetmeliydi de.

“Üzgünüm, beni bekleyebileceğini düşünmemiştim. Ben sadece…” Kısa bir an duraksadı. “Parmağını boş gördüğümde günlerdir tutunmaya çalıştığım son umudun da elimden kayıp gittiğini düşündüm. Hiçbir şeyin senin suçun olmadığını biliyorum. Yani sana kızmak için hiçbir sebebim yok, ki kendimden başka kızdığım biri de yok zaten.”

Bir kez daha duraksayarak başını salladı. Konuşmakta zorlandığı her halinden belliydi.

“Yanlış bir şey söylememeye çalışırken cümle kurmak pek de kolay değil,” diyerek tahminimi doğruladı. “Demek istediğim şey, tutunabileceğim tek şeyin o yüzük olduğu. Beni hatırlamıyor, hatta bir yabancı gibi görüyor olsan da yüzüğü çıkarmaya yeltenmemiştin. En azından bildiğim kadarıyla yeltenmedin.”

Son cümlesini doğrulamamı istiyormuş gibi beklentiyle gözlerimin içine baktığında usulca başımı salladım.

“Çıkarmayı düşünmediğimi söyleyemem ama kendimi senin yerine koyduğumda böyle bir şeyin ne kadar canımı acıtacağını tahmin edebiliyorum. Bunu sana yapmaya hakkım olmadığını düşünüyorum, çünkü başkasının gözünde basit bir yüzük olan şeyin senin için ne ifade ettiğini anlayabiliyorum.”

Rahatladığı hareketlerinden belli olurken başını salladı. “Bu yüzden onu çıkardığını gördüğümde bizi bağlayan hiçbir şeyin kalmadığını düşündüm. Ve bu canımı acıttı. Günlerdir yanında olmama rağmen seni sıkmamak için zorunda olmadıkça konuşmuyorum bile. Bu yüzden kendimi fazlalıkmış gibi hissetsem de gitmekten daha çok korktuğum için kalmaya devam ediyordum.”

Her kelimesi kalbime bir ok batırıyordu. Çünkü gerçekten o gözle bakmıştım ona. Fazlalıkmış gibi. Gitse daha rahat edecekmişim gibi. Böyle hissediyor olmama rağmen gitmesini isteyememiştim, çünkü hakkım olmadığını düşünmüştüm. Ona karşı en ufak bir kötü his duymaya başladığım an kendimi onun yerine koyup yanlış şeyler yapmaktan alıkoyuyordum kendimi. Oysa o, söylediği gibi beni rahatsız etmemek için konuşmuyordu bile. Ve bunu yaşamak, söylemesi kadar basit olmasa gerekti.

“Özür dilerim,” diye mırıldandım. Özrümde içtendim. Keşke elimden daha fazlası gelebilseydi. Çünkü güldüğü zaman gerçekten görülmeye değer bir manzara oluşturuyordu.

“Özür dilenecek bir şey yapmadın.” Buruk bir gülümsemeyle kıvrıldı dudakları. “Yani en azından sen yapmadın.”

“Bunu daha önce konuşmuştuk. Sen de özür dilenecek bir şey yapmadın. Hür irademle verdiğim karardan geri çevirseydin belki o zaman özür dilenecek şeyler yapmış olurdun.”

Başını salladı. Sözlerim onu tatmin etmemiş gibi duruyordu ama üstelemedim. Bunu zamanla atlatmamız gerekiyordu.

“Bu yüzden apar topar gittim ama gerçekten randevum vardı. Ben bir süredir yardım alıyorum. Terapiye gidiyorum yani. Tuana’yla da terapiden yeni çıktığım sırada konuştuk. Rahatlamadım diyemem ama yine de pek iyi hissedemedim kendimi. Bunda terapinin de etkisi yok değildi tabii. Bu yüzden biraz hava almak ve düşünmek için yürüyüşe çıkmaya karar verdim. Yürüyüş sandığımdan daha uzun sürdü. Sonra biraz da sahilde oturdum falan derken saat bayağı geç olmuştu. O saatten sonra da eve gelip rahatsız etmek istemedim.”

Şaşkınca kırpıştırdım gözlerimi. “Gece boyunca sahilde miydin yani?”

“Evet.”

“Keşke gelseydin, üşümüşsündür.”

Kısa bir an duyduğu şeyin doğru olup olmadığını anlamak ister gibi yüzüme baktı. Onu düşünmem olacak şey değildi sanki.

“Arabanın içinde beni ısıtacak bir şeyler vardı, sorun olmadı yani. Hem dediğim gibi biraz dışarıda kalmak iyi geldi.”

Sanırım dışarıda kalmaktan kastı benden uzak kalmaktı.

Ve bu, canımı sıkmıştı.

Yüz ifademden bozulduğumu anlamış olacaktı ki “Beklediğini bilseydim gelirdim,” diye açıklamaya girişti. “Özür dilerim.”

“Özür dilemene gerek yok, bilmiyordun sonuçta,” diyerek başımı salladım. “Neyse artık ben gideyim de üzerini giyin. Üşüteceksin.”

Evin içi sıcaktı ama tedbiri elden bırakmamak lazımdı.

Başını salladığında odadan çıktım ve kapıyı arkamdan kapatarak merdivenlere yöneldim. Son söylediği şeye bozulmuştum ama bozulmamam gerektiğinin de bilincindeydim. Sonuçta hastane odasında gözlerimi açtığım andan beri beni biraz yalnız bırakmasını isteyen bendim ve bunu yaptığı için ona kızmak yapabileceğim en saçma şeylerden biriydi.

Hepsi o videonun suçuydu. Bütün duygularımı yerle bir etmişti.

Alt kata inip mutfağa girdikten sonra menemeni ve börekleri tekrar ısıttım. Ardından omlet karışımımı tavaya alıp pişirdim. Her şeyi masaya yerleştirdikten sonra çayları koymak üzere tekrar ocağın başına geçmiştim ki Aral içeri girdi. Üzerine düz bir kot, beyaz tişört ve kareli bir gömlek giymişti. Bugüne kadar giysilerinin üzerinde nasıl durduğuna hiç dikkat etmemiştim aslında. Sanırım giysilerinin altında yatan kasları görmek bana hiç iyi gelmemişti.

Ve tabii kendime koca bulma konusunda turnayı gözünden vurduğum da bir gerçekti.

Aral, masaya beğeni dolu bakışlar atıp “Yardım edebileceğim bir şey var mı?” diye sordu.

“Yok, oturabilirsin. Çay koyuyorum?”

Sandalyesini çekip otururken “Evet, lütfen,” diye mırıldandı.

Çay bardaklarını da masaya bıraktıktan sonra Aral’ın karşısındaki sandalyeye geçtim. Aral’ın, tabağını ağzına kadar doldurmasını izlerken çayıma şeker atıp karıştırdım ve ardından ben de tabağıma bir şeyler almaya başladım.

“İşten ne kadar süre aldın?”

Ağzına attığı börek parçasını yuttuktan sonra “Süre belirtmedim,” diye mırıldandı. “Asaf amir bu konuda yardımcı oluyor.”

“Benim yüzümden mi işe gitmiyorsun?”

“Hem evet hem hayır,” diyerek başını salladı. “Son zamanlarda çok fazla şey yaşadık ve bunların çoğu işle ilgiliydi. Sanırım biraz uzak kalmaya ihtiyacım var. Ve tabii senin de yanında olmam gerekiyor.”

“Senden böyle bir şey beklemediğimi biliyorsun değil mi? Yani kendini illa benim yanımda olmak zorundaymışsın gibi hissetme. Nerede, nasıl iyi hissedeceksen orada ol.”

Çatalını masaya bırakırken tuhaf bir ifade belirdi yüzünde. “Sadece senin için değil zaten. Bana fiziki olarak ihtiyacın olmadığının farkındayım ve bunun için şükrediyorum, iyi olduğun için.” Sessizce iç çekti. “Senin yanında olmam gerekiyor, çünkü benim buna ihtiyacım var. Yukarıdayken söylediğim şeyler yüzünden.”

Yanımda olması gerekiyordu, çünkü buna ihtiyacı vardı. Benim yanımda olmaya. Benimle olmaya.

Birinin bana bu denli ihtiyaç duyması çok tuhaf hissettirmişti. Daha önce tatmadığım bir duygu değildi, en başında Tuana sayesinde tatmıştım bu duyguyu ama Uğur’la birlikteyken hiç bana ihtiyacı olduğunu hissetmemiştim. Hatta onun varlığına ihtiyaç duyan kişi hep ben olmuştum. Özellikle de beni bırakıp yurtdışına gittiği zamanlarda.

Bu yüzden Aral’ın bunu içtenlikle söylemesi hoşuma da gitmişti. Kendimi değerli hissetmiştim.

Gözlerimi zeytin tabağına dikerken “Az önce, dün akşam benden uzak kalmak için gelmediğini söylemiştin halbuki,” diye mırıldandım. Sesim oldukça kısıktı ama beni duymuştu. Duymuş ve şaşırmıştı, çünkü buna neden bozulduğumu anlayamıyor gibiydi. Doğrusunu söylemem gerekirse ben de anlamıyordum.

“Sanırım istemeden seni kırdım ama amacım bu değildi. İki türlü konuşuyormuşum gibi oldu ama söylemek istediğim şey farklıydı.” Gerilmişti. “Nasıl açıklayacağımı bilemedim.”

Ne demek istediğini anlıyordum aslında. Hak da veriyordum ama var olduğunu öğrendiğim kocamın benden biraz uzak kalmaya ihtiyaç duyduğunu söylemesi canımı sıkmıştı işte. Şartlar ne olursa olsun.

Ah, doğru ya. Bir de bu mesele vardı.

“Biz evliymişiz.”

Çay bardağını tutan eli havada kalırken bana şaşkınca baktı. “B-biliyor muydun?”

“Dün sen gittikten sonra Yasemin geldi. Ondan öğrendim,” diye cevap verdim. “Aslında ağzından kaçırdı. Bildiğimi sanıyormuş.”

“Benim varlığımı öğrenmek bile fazla gelmişti sana. Ters bir tepki vermenden korktum açıkçası. Bu yüzden daha sonra söylemeye karar vermiştim.”

“Anlıyorum, bunun için kızmıyorum da sana. Yanlış anlamanı istemem. Sadece… İlk duyduğumda pek inanamadım.” İstemsizce gülümsedim. “Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi çünkü.”

“Senin aklına gelmedi zaten. Babamın başının altından çıktı.”

“Babanın mı?”

“Detaylarını anlatmadı mı Yasemin?”

“Şey,” diyerek yanağımı kaşıdım. “Evlenmek için ağladığımı söyledi.”

“Ağladın ama evlenmek için değil. Bunun için ağlıyormuş gibi gözükse de ağlamanın sebebi hayal kırıklıklarındı.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Kuzenimin düğünü için Amasya’ya gitmem gerekiyordu. Amasyalıyım ben bu arada. Annemle babam orada yaşıyor. İkisi de emekli. Her neyse, hazır düğün için gidecekken senden benimle gelmeni istedim. Anne ve babamla tanışabilmen için yani. Sen de kabul ettin ve beraber Amasya’ya gittik.”

Anne ve babasıyla bile tanışmıştım demek… Gerçi adamla dini nikah kıymıştım. Bunun neresine şaşırıyordum ki?

“Bir hafta kadar kalacaktık. Annem bizim için iki ayrı oda hazırlamıştı. Sen benim çocukluk odamda kalacaktın, ben de Arel’inkinde. Ama bu bize biraz ağır geldi. İlişkimizin başlarıydı ve ikimiz de birbirimizden uzak kalma konusunu pek beceremiyorduk. Özellikle ben, aynı çatı altındayken senden ayrı yatma fikrine dahi katlanamıyordum. Sen yine annemlerden çekindiğin için kendini tutabilmiştin aslında ama ben irademe yenik düştüm ve ilk geceden kapını aşındırdım. Senin iraden benimkinden daha güçlü olsa da yeterince iyi değildi. Bu yüzden beni odadan kovmadın.”

Ona şaşkınca baktığımı görünce “İradeden kastım fiziki birliktelik yaşamaya karşı değil,” diye açıkladı. “Yan yana olmak. Sarılıp uyumak. Yaptığımız tek şey buydu aslında ama bizimkiler bu konuda pek taviz vermezler. Amacım sabah erken kalkıp diğer odaya geçmekti ama elbette ki bunu başaramadım ve foyamız ortaya çıktı. Bu yüzden annemden, babam kaynaklı bir ikaz aldım.”

Ona, tek başıma uyuyamayacak kadar mı âşık olmuştum yani?

Gerçi, dün izlediğim videodan sonra buna şaşırmam da komikti doğrusu.

“Ertesi gece ayrı yatmaya karar verdik,” diye devam etti anlatmaya. “Dürüstçe söyleyebilirim ki elimden geleni yaptım. Gerçekten yaptım ama dediğim gibi seninle aynı yerde kaldığımı bilirken yalnız uyumak başarabildiğim bir şey değildi. Bu yüzden bir önceki gecekinden biraz daha geç olsa da yine kapına dayandım ve sen de beni geri çevirmedin.”

“Dur tahmin edeyim,” derken gülümsediğimin farkındaydım. “Yine yakalandık?”

Gülümsememe karşılık verdiğinde kalbimde bir hareketlilik oldu. Sıcak ve hoş bir hareketlilik.

“Aynen öyle. Yine yakalandık ve bu seferki azar bizzat babamdan geldi. Onun evindeyken ayrı yatmayı beceremiyorsak nikah kıymamız gerektiğini söyledi. Yani ya nikah kıyacaktık ya da ayrı yatacaktık. Dini nikah, resmi nikah gibi uzunca hazırlık yapmayı gerektirmiyor olabilirdi ama sonuçta nikahtı. Resmi bir belgesi olmasa da evli olacaktık. Bu yüzden böyle bir şeyi aceleye getiremeyeceğimizi söyleyerek babama karşı çıktım. Üstelik ailenden uzaktaydık. Amcanlarla aranın bozulmasını istemezdim. Annem de bana destek verince babam geri çekildi ve konu kapandı. Aslında ben senin için karşı çıkmıştım, yani bana kalsa o gün resmi nikah bile kıyabilirdik ama önceliğim sendin. Doğru olanı yaptığımı sanmıştım, oysa istemeden seni kırmışım.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Öyle mi?”

Başını sallayarak “Aramızda bir bağ olma düşüncesi seni mutlu etmiş,” dedi. “Yani, başkalarının da bildiği; resmi nikah gibi kâğıt üzerinde olmasa da kanıtlanabilir bir bağ. Önceki ilişkinde uzun süre evlenmeyi hayal etmişsin ve bu hayale tutunarak bazı şeyleri alttan alabilmişsin ama sonu umduğun gibi bitmemiş. Bizim aramızdaki ilişkinin çok daha farklı bir boyutta olduğunu bilsen de dini nikah kıyma düşüncesi hoşuna gitmiş. Ben, babama şiddetle karşı çıkınca da bozulmuşsun.”

Söyledikleri hem şaşırtıcı hem de tam benden beklenecek şeylerdi aslında. Uğur’la olan ilişkimin son zamanlarında o kadar çok hayal kırıklığı yaşamıştım ki bir süre sonra hayal kırıklığı yaşamaya alışmıştım. Oysa hiç kimse hayal kırıklığı yaşamaya alışmamalıydı. Bu, gerçekten berbat bir şeydi ve atlatması hiç kolay değildi.

“Bunu sana söylediğimde nikah kıymayı kabul ettin ve sonra da evlendik, öyle mi?”

“Önce amcanlardan izin almanı istedim. Onlar karşı çıkmazsa hemen yarın nikah kıyabileceğimizi söyledim. Amcan biraz sorun çıkarır gibi olsa da -beni polis olduğum için sana uygun bir damat olarak görmüyordu- yengen sayesinde hallettik ve ertesi gün nikahımız kıyıldı.”

“Amcam senden hoşlanmıyor mu?” diye sordum şaşkınca. “Hastanedeyken aranız iyi gibiydi aslında.”

Burukça gülümsedi. “Hafızanı kaybettiğin için ne kadar üzüldüğümü görünce acıdı bana sanırım. Tabii mafya işlerinden falan haberi olmadığı için beni suçlayamıyor da. O yüzden sen uyandığından beri daha iyi davranıyor bana ama normalde hoşlanmıyordu. Hatta benimle Amasya’ya gelmeden önce senden, benden ayrılmış olarak dönmeni istemiş.”

“Şaka yapıyorsun.”

Ağzına börek parçası sıkıştırırken “Çok ciddiyim,” dedi. “Nikahtan sonra İstanbul’a geri döndüğümüzde ‘ben ne söyledim, sen ne yaptın’ temalı bir azar da atmıştı sana hatta.”

Dayanamayıp kıkırdadım. “Tüm bunları sen polissin diye mi yaptı yani?”

Kıkırdamam, yüzünün gevşemesini sağlarken “Hem polis olduğum hem de Asaf amirin ekibinde çalıştığım için,” diye cevap verdi. “Asaf amirle aralarında tuhaf ve bir o kadar da çocukça bir itiş kakış var. Birbirlerinden hiç hazzetmiyorlar.”

“Ah, doğru. Onların arasında bir gençlik draması vardı. Hatta genç bile denmez, çocukmuşlar.”

“Bence babanı da aralarında paylaşamama sorunları varmış ve bu, kız meselesinin daha da büyümesine neden olmuş.”

Babamdan bahsetmesi kırgın ama mutlu bir tebessüm yerleştirdi dudaklarıma. “Muhtemelen birkaç iteklemeyle öpüşüp barışacaklar ama itekleyen yok.”

“Düğünümüz olduğunda barışmaktan başka çareleri kalmayacak,” dedikten sonra ne dediğini fark etmiş gibi suratı düz bir ifadeye büründü ve bakışlarını benden kaçırıp kısık bir sesle “Olursa tabii,” diye ekledi.

Kısık sesi, bugün defalarca kez olduğu gibi kalbimi acıtmıştı.

“Bana, hafızamı kaybetmeseydim şu an evli olacağımızı söylemiştin,” diyerek konuyu değiştirdim. Onu hüzünlendirecek şeyler konuşmak istemiyordum. Ayrıca hastaneden geldiğimizde odamda konuşmuştuk ama laf lafı açınca bu konunun detaylarını öğrenememiştim. “Nasıl olacaktı?”

Muhtemelen soğumuş olan çayını kafasına diktikten sonra “Operasyon için evden çıkacağımız zaman canım çok sıkkındı,” diye anlatmaya başladı. “Seni hiçbir şekilde oraya götürmek istemiyordum ve vazgeçtiğini söylemen için can atıyordum ama sen her geçen dakika daha da cesaretleniyordun. Üzerimdeki yükü hafifletecek, daha doğrusu bana dayanma gücü verecek bir sebebe ihtiyacım vardı. Güçlü bir sebebe. Bu yüzden sana evlenme teklifi ettim. Daha doğrusu bir kez daha evlenme teklifi ettim, operasyondan hemen sonra evlenebilmek için. Sen de kabul ettin. Kimseye haber vermeden gidip nikah kıyacaktık. Düğünü de daha rahat bir zamanda, sen nasıl istiyorsan öyle yapacaktık.”

Çay bardağını alarak ayağa kalkmasını izlerken “Herkesten habersiz nikah kıyacak kadar kafayı yemiştik yani,” diye mırıldandım.

“Aşkın tanımlarından biri kafayı yemek olabilir, benim için fazlasıyla makul.”

Gülümsedim. Onunla konuşmanın bu kadar kolay olduğunu ve doğal hissettirdiğini bilseydim bunca gün kendi kendimi yemekle uğraşmazdım doğrusu.

Kendisine çay koyduktan sonra benim yarısı dolu bardağımı işaret edip “Tazeleyeyim mi?” diye sordu. “Soğumuştur o.”

“Olur,” diyerek bardağımı ona uzattım ve omletimden birkaç çatal aldım. Aramızdaki muhabbeti devam ettirmek istiyordum. Aynı zamanda kafamdaki bütün soru işaretlerini çözüme kavuşturmak da istiyordum. Bu yüzden “Bu kadar çok soru sorduğum için sıkılmıyorsun, değil mi?” diye sordum.

Çay bardaklarını masaya bırakıp tekrar sandalyesine yerleşirken “Senden hiçbir koşulda sıkılmam,” dedi. Bunu o kadar kesin bir dille söylemişti ki bilmeyen anayasada yazdığını falan düşünebilirdi. “Ayrıca bana soru sorman hoşuma gidiyor, çünkü yanında kalıp seninle konuşmak için bahanem oluyor. Senden uzak kalmaya alışık değilim ve son bir haftada yanında olsam da değilmişim gibi hissettim hep. Bu da seni özlememe yol açıyor ve ben konu özlem olunca sınıfta kalıyorum.”

Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Yakın bir zaman diliminde kavga sonucu bir haftalığına ayrı kaldığımız bir dönem olmuştu ve o süreç biraz daha uzasaydı muhtemelen aklımı kaybetmiş olurdum.”

Bir süre hiçbir şey söylemeden gözlerinin içine baktım. Oradaki samimiyete inanmama gibi bir şansım yoktu. Bana olan sevgisinin gerçekliğine inanmama gibi bir ihtimal yoktu. Her şey apaçık ortadaydı. Karşımdaydı.

Bakışlarını ilk kaçıran o oldu. Tabağına biraz daha menemen almasını izlerken “Şu bahsettiğin kavga,” diye mırıldandım. “Buraya taşınmana neden olan kavga mı?”

Çay bardağına uzanan eli bir an havada asılı kaldıktan sonra bir şey olmamış gibi çayına şeker attı ve karıştırırken “Bana kalmadan da birçok şeyi öğrenmişsin zaten,” diye mırıldandı. “Evet, o kavganın ardından taşınmıştım.”

“Neden kavga etmiştik?”

Çay kaşığını masaya bırakırken “Benim yüzümden,” dedi. “Benim aptallığım yüzünden.” Başını çevirip gözlerimin içine baktı. “O zaman yaşadığım en büyük acının o olduğunu düşünmüştüm. Ne zaman böyle düşünsem başıma daha kötü bir şey geliyor, şu an olduğu gibi.” Burukça gülümsedi. “Sanırım bir daha bu hataya düşmemem gerekiyor.”

Yüzüm anlayışla yumuşarken “Ne oldu?” diye sordum. Ne yaptığını sormamıştım, çünkü belki de hata yalnızca ona ait değildi ama o yalnızca kendini suçluyordu. Şimdiye kadar konuştuklarımızdan anladığım bir şey varsa o da her konuda hatalı olan kişinin kendisi olduğunu düşünmesiydi.

“Önceki ilişkimden kalan güven problemlerim vardı,” diye mırıldandı. “Büyük güven problemleri. Bunun yanında getirdiği inançsızlık ve yaşamdan zevk alamama sorunlarım da vardı tabii. Senin inatçılığın ve bana olan sevgin bunların çoğunu aşmamda yardımcı oldu ama güven konusunda sıkıntılarım devam ediyordu. Yaşadıklarımı az buçuk bildiğin için alttan alıyordun ve bir şekilde devam ediyorduk. Tabii bu çalkantılı halin patladığı bir an oldu.”

Lafı uzattıkça daha çok geriliyordum. Bu kadar zor ne yaşamış olabilirdik?

“Senden önce hayatımda olan kadınla nişanlanacağım gün aslında beni değil, Arel’i sevdiğini öğrendim.”

Tek nefeste söylediği şeyin üzerine elimdeki çatalı masaya düşürdüm. Doğru mu duymuştum?

“E-efendim?”

“Aslında beni değil, Arel’i seviyormuş. Arel ona yüz vermeyince benimle ilgileniyormuş gibi davranmış. Böylece Arel’e yakın olabileceğini düşünmüş.”

Dilim tutulmuştu sanki. Ne diyeceğimi bilmiyordum. İnanmakta öylesine zorluk çekiyordum ki hareket bile edemiyordum.

Aral, söylediklerini hazmetmemi beklerken tabağındakileri yemeye devam etti. Eğer halihazırda şokta olmasaydım bu rahatlığı yüzünden dehşete uğrayabilirdim.

Böyle bir şeyi nasıl kaldırmıştı? Aynı şey benim başıma gelseydi… Tuana’nın biraz daha büyük olduğunu ve âşık olduğum adamın, beni değil de Tuana’yı sevdiğini ama Tuana ona yüz vermediği için şansını benden yana kullandığını düşündüm. Bu bile başlı başına mide bulandırıcıyken Aral, sadece kardeşiyle değil; ikiziyle sınanmıştı. Tıpa tıp ona benzeyen biriyle. Sadece kişiliklerinin farklı olduğu biriyle.

Böyle bir darbeden sağlam çıkmayı nasıl başarmıştı?

Daha doğrusu, başarabilmiş miydi?

Konuşabilecek kadar kendime geldiğimde “Arel biliyor muymuş?” diye sordum. Onu sadece birkaç kez hastane odamda görebilmiştim. Pek fazla iletişimimiz de olmamıştı. Onun hakkında çıkarımda bulunacak hiçbir bilgiye sahip değildim kısacası.

“Çok sonradan öğrenmiş ama bana söyleyememiş. Utanmış. Korkmuş. Ona yüz vermezse ilgisinin bana çevrilebileceğine inanmak istemiş.” Çayından uzun bir yudum aldı. “Yüzüklerin takılacağı gün ikisini mutfakta yakaladım. O kadın, Arel’e gerçekleri bildiği halde sustuğu için bütün bunların yaşandığını falan söylüyordu. Arel de ona kızıyordu.”

Ağzım birkaç kez açılıp kapandı. Anlattıkları mı daha korkunçtu, yoksa anlatış şekli mi gerçekten karar veremiyordum.

“Bunu anlatırken nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun?” diye sordum en sonunda. İçimde tutamamıştım.

“Dedim ya, beterin beteri var diye. Bir zamanlar hayatımda başıma gelen en korkunç şeyin bu olduğunu düşünüyordum; ta ki sen, benim yüzümden hafızanı kaybedip beni unutana kadar.” Sıkıntı dolu bir nefes çekti içine. “Ayrıca bu halim seni aldatmasın. Başıma gelen bu şeyden o kadar utanıyordum ki sana bile anlatamadım. Sadece nişanlanacağım gün, eski sevgilimin en yakın arkadaşıma âşık olduğunu öğrendiğimi söyleyebilmiştim sana.”

“İkizler, birbirlerinin en yakın arkadaşları olur,” diye mırıldandım istemsizce. Bu zamana kadar birçok ikiz doğumuna girmiştim ve o bebeklerin, anne karnında nasıllarsa dünyaya geldiklerinde de aynı şekilde davranmaya devam ettiklerine defalarca kez şahitlik etmiştim. O küçücük bedenleriyle birbirlerine sımsıkı tutunmalarını hep bir mucizeye tanık oluyormuş gibi izlerdim.

“Biz de öyleydik,” diyerek başını salladı. “Arel varken hiç kimseye ihtiyacım olmazdı. O yanımdaysa tüm dünya karşımda dursa dahi umursamazdım. Ama o olaydan sonra aramız açıldı. Sürekli yüz yüze bakmak zorunda kalan iki yabancıya döndük. Buna rağmen kimseye söylemedik. Aramızda büyük ve kötü bir sır olarak kaldı.”

“Eğer aranız hala kötüyse parçaları birleştirebilmeliydim.”

“Muhtemelen kondurabileceğin bir şey değildi. Bu yüzden de aklının ucundan bile geçmedi. Ben de bahsi geçen kişinin eski dostlarımdan biri olduğuna ve onunla uzun zamandır görüşmediğimize inanmanı düzeltmedim.”

“Bu olay bizim aramızı nasıl bozdu peki?”

Sıkıntılı bir nefes daha çekti içine.

“Arel’le aranız çok iyiydi. Hatta benden bile iyiydi. Kısa sürede kırk yıllık dostlarmış gibi davranmaya başlamıştınız birbirinize. Bizim aramızdaki ilişki belirsizken dahi ikiniz çok sıkı fıkıydınız. Bu sayede Arel, ikimizin arasında tampon görevi gördü. Aramız eskisi gibi olmasa da beni en iyi tanıyan insan olarak sana olan hislerimi fark etti. Tabii senin hislerini de. Benim kendime bile faydam yoktu. Bu yüzden senin, ne olursa olsun benden vazgeçmemeni sağladı.”

“Önceki ilişkinden kaynaklanan sorunlar yüzünden mi vazgeçmek istedim?” diye sordum.

“Evet. Tekrar bir ilişkiye başlayacağımı hiç düşünmüyordum. Tekrar birini sevmek imkânsız geliyordu ve bu yüzden gözümün önünde koca bir perde vardı. Arel, ben o perdeyi kaldırana kadar benden ümidini kesmemeni sağladı. Ne var ki ben her zamanki gibi işi batırdım. Bir gün ikinizi fazla yakın görüp yanlış duygulara kapıldım ve iğrenç imalarda bulundum. Arel, bunu neden yaptığımı bildiği için alttan aldı. Hatta muhtemelen kendisini suçlu buldu ama sen, hiçbir şeyden haberin olmadığı için çok kırıldın bana. Bir süre beni görmek istemediğini söyledin. O güne kadar seni zaten fazlasıyla yormuştum ve o tavrım son nokta olmuştu.”

Midem düğüm düğüm olmuştu. Dokuz ayda karşımdaki adama nasıl âşık olduğumu sorgulayıp duruyordum. Oysa dokuz aya, dokuz yıllık olay sıkıştırmıştım ben. Sadece haberim yoktu.

“Sonra gelip anlattın mı gerçekleri?”

Acı dolu bir tebessüm belirdi dudaklarında.

“Hayır, yapamadım. Beni bırakacağın korkusuyla ölmek üzereydim ama yaşadığım şeyden o kadar utanıyordum ki konuşamadım seninle.”

“Sen niye utanıyordun ki böyle bir şey için? O kadın utanmalı en çok.”

“Aptallığımdan utanıyordum. Gözümün önünde olan şeyleri göremediğim için utanıyordum. Koskoca adam olmama ve bu saçmalıkların üzerinden yıllar geçmesine rağmen kendime gelemememden utanıyordum. Sana yaptığım haksızlıktan utanıyordum. Kendimden utanıyordum kısacası. Sana gelmeye yüzüm yoktu. Eğer… Eğer benden ayrılmaya karar verseydin, yani tamamen bittiğini söyleseydin o zaman anlatmaya çalışacaktım. Çünkü seni kaybetmek demek nefesimin kesilmesi demekti benim için. Nefes alamazken kendimden utanmamın da bir anlamı yoktu.”

Ona sarılmak istiyordum.

Onu unutarak, böylesine bir acıyı bile küçük görmesine neden olacak kadar canını acıttığım için özür dilemek istiyordum.

“Sonra ne oldu peki?”

“Halimize daha fazla dayanamayan Arel, ona kızacağımı bile bile gelip sana her şeyi anlattı. Sen de her zamanki gibi büyüklük gösterdin, beni affettin. Yine de bana olan kırgınlığın geçmiş değildi. Benim, seni kaybetme konusunda duyduğum korku da öyle. Bu yüzden yanına taşınmaya karar verdim. Aslında nikahtan sonra sık sık sizde kalıyordum zaten ama yine de Arel’i tamamen tek başına bırakma fikri hoşuma gitmiyordu. Amcandan da çekiniyordum tabii. Ama bu olanlardan sonra senden bir an bile ayrı kalırsam fikrini değiştireceğinden korktum. Bu yüzden bütün eşyalarımı buraya taşıdım ve kendi evime gitmez oldum. Aynı zamanda senin bulduğun bir psikologla da görüşmeye başladım. Dün de onunla randevum vardı.” Garip bir gülümsemeyle ekledi. “Muhtemelen en sevdiği danışanı ben değilim.”

“Niye öyle söyledin?”

“Dün bana, benim yüzümden onun da terapiste gitmek zorunda kalacağını söyledi. Bu hafıza kaybı ona bile fazla gelmiş.”

Kendimi tutamayıp hafifçe güldüm. Ağlanacak halimize güldüğümü biliyordum ama gülüyordum işte.

“Kısa sürede o kadar çok şey yaşamışız ki aklım almıyor. İnanması çok zor geliyor.”

“İnanıyor musun peki?”

Başımı salladım. “İnanıyorum. Çünkü dün gece, tüm bunlara inanmamı sağlayacak bir şey izledim.”

Bahsettiğim şeyi anlamadığını belirtircesine kaşlarını çatarken “Bir şey mi izledin?” diye sordu.

“Telefonumda bir video var. Doğum günümde çekilmiş bir video.”

“Ah,” diyerek başını salladı yavaşça. Sonra belli belirsiz güldü. “O video tamamen aklımdan çıkmıştı.”

“Bana da Yasemin söyledi. Kazadan beri telefonuma pek bakmamıştım. Dün bize geldiğinde, ihtiyaç duyduğum kanıtların galerimde olduğundan bahsetti.”

“Demek bana karşı bu kadar yumuşamanın sebebi o video,” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı. Yüzüne her gün şüpheyle bakan kadının bir anda tavır değiştirmesi elbette ki gözünden kaçmamıştı.

“Bunu onaylarsam kendini kötü hisseder misin?” diye sorarken aslında gerçeği yumuşatarak söylemeyi tercih etmiştim.

“Hayır. Kötü değil ama pişman hissediyorum. Bilseydim videoyu kapattırmaya çalışmazdım.” İnanamıyormuş gibi tekrar başını salladı. “O gün, anılarımızı unutursak izleyeceğimiz videoların olmasını istediğinden bahsetmiştin. Resmen olacakları hissetmişsin.”

“Sen unutursan ben hatırlatırım, ben unutursam da sen hatırlatırsın.”

Onun videoda söylediklerini tekrarladığımda usulca yutkundu ama bir şey söylemedi.

“Ben unuttuğuma göre hatırlatma sırası sende.”

Bakışlarını benden kaçırıp dirseğini masaya yasladığı eliyle ağzını kapattı. Amacım kesinlikle bu değildi ama sanırım onu ağlatmak üzereydim. Bu yüzden hızlıca konuyu değiştirmeye çalıştım.

“Normalde neler yapardık? Beraber nerelere giderdik mesela? Ya da evde nasıl vakit geçirirdik? Bence eskiden yaptığımız şeyleri yapmak kayıp hafızama iyi gelebilir.” Kısa bir an duraksadım. “Tabii bana da iyi gelebilir. Kaç gündür yatmaktan öyle bunaldım ki.”

Bir süre cevap vermedi. Hatta gözlerini kırpıştırmak dışında hareket de etmedi. Onu bu hale getiren kişi bendim. Hayır, bana duyduğu aşktı.

Gürültülü bir boğaz temizliğinden sonra elini ağzından çekip bana bakmamaya çalışarak tabağında kalan yiyeceklere odaklandı. Pek de bir şey kalmamıştı zaten. Ağzına hızlıca bir zeytin attıktan sonra “Dışarıda pek fazla vakit geçirmedik aslında,” diye cevap verdi. Hala bana bakmıyordu. “İkimiz de iş yüzünden yoğun oluyorduk. İlk birkaç ay sadece operasyon yüzünden bir araya geliyorduk zaten. Onlarda da yemeklere ya da toplantılara katılıyorduk ama sanırım sorduğun şey bu değil.”

“Tekrar bir mafya yemeğine katılmak istediğimi pek sanmıyorum, evet,” diyerek aramızdaki ağır havayı dağıtmaya çalıştım. Bakışlarının usulca bana dönmesine bakılırsa başarılı da olmuştum.

“Beni bir keresinde pasta yemeye götürmüştün. Arkadaşlarınla üniversiteden beri sık sık gittiğiniz bir yermiş. Onun dışında dışarıda pek yemek yemedik.”

“Sahi mi?” diye sordum şaşkınca. “Eve tıkılıp kalıyor muyduk yani?”

“Tıkılıp kalmıyorduk. Güzel vakit geçiriyorduk.”

“Ne yapıyorduk mesela?”

“Beraber yemek hazırlıyorduk. Sen, beni delirtecek diziler buluyordun ve birlikte izliyorduk. Piyano çalıyordun ve bende yanında sessizce seni dinliyordum. Bazen dans ediyorduk. Öyle geçiyordu işte zaman.”

“Dans mı ediyorduk? Evin içinde mi?”

“Evet. Tango yapmaya bayılıyordun.”

“Sen tango yapmayı biliyor musun ki?”

“Bilemez miyim?” diye sordu kaşlarını çatıp.

“Bilmem,” diyerek omuz silktim. “Sadece… Bilmiyorum, şaşırdım işte. Gerçi neyi sevip sevmediğin konusunda da pek bilgim yok. Niye şaşırıyorsam?”

Yüzünde küçük bir tebessüm oluştu.

“Görev yüzünden öğrenmiştim zaten. Bir tango hocasını yakalamamız gerekiyordu ama bunu iş üzerindeyken yapmalıydık. Bu yüzden ekipten biriyle birlikte o adamın kursuna yazılmıştık.” Kısa bir an duraksadı. “Bunu sana ilk kez söylüyorum bu arada. Daha önce hiç sormamıştın.”

“Muhtemelen eski sevgilinle birlikte öğrendiğini varsaydığımdan ve bunu duymak istemediğimden sormamışımdır. Erkekler genelde bu dansı tek başlarına öğrenmezler. En azından benim ders aldığım kursa tek başına katılan erkek sayısı çok azdı.”

“Böyle düşünebileceğini bilseydim gerçeği söyleyip içini rahatlatırdım,” diyerek başını salladı. “Seninle ilk dans ettiğimizde çoğunlukla unuttuğumu fark edip bir dahaki sefere hazırlıklı olabilmek için eski bilgilerimi tazelemiştim.”

“Kesin fark etmişimdir.”

Gülümsedi. “Etmiştin.”

“Ee, peki başka? Dans, yemek, piyano? Bu kadar mı?”

“Kaoslarla başa çıkmaya çalışırken birbirimize odaklanmaya pek vaktimiz olmuyordu dediğim gibi. Özellikle bir şey yapmaya ihtiyaç bile duymuyorduk. Genelde ikimiz de öyle yorgun oluyorduk ki sarılıp sessizce yatmak veya uyumak yetiyordu bize.”

“Pekâlâ… Madem ikimiz de izindeyiz ve önümüzde kaossuz uzun günler var, o halde yapacak bir şeyler bulmalıyız.”

“Hastalık izninde olduğun detayını unutmuyorsundur umarım,” diyerek endişeyle kaşlarını çattığında kalbimde bir ılıklık hissettim. Ona neden âşık olduğumu anlamak o kadar da zor değildi artık.

“Bungee jumping yapalım demiyorum zaten,” diyerek güldüm. “Ama akşama kadar oturup televizyon da izlemeyelim.”

“Ne yapmak istiyorsun o zaman?”

“Bilmem. Şu an kalabalık ortamları kafam götürmez. Hem kahvaltımızı da yaptık, o yüzden bir şeyler yemeye gidemeyiz.”

“Ee,” derken gülmemek için zor durduğu belliydi ve çok tatlıydı. Koskoca adamın bana bu kadar tatlı gelmesi normal miydi?

“Öyle havalı bir şey bulmamı bekleme,” diyerek yerimde huzursuzca kıpırdandım. Bana beklentiyle bakması stres seviyemi artırıyordu. “Kafamın çalışma hızı henüz eski seviyesine ulaşamadı.”

“Öyle bir şey beklediğimi söylemedim ki zaten.”

Gülümserken açığa çıkan dişlerini görebiliyordum. Her ne kadar saklamak için parmaklarını çenesinde gezdirse de.

“Yürüyüşe çıkalım bari,” diyerek omuzlarımı düşürdüm. “Şu an bulabildiğim en mantıklı şey bu. Temiz hava almak istiyorum biraz.”

“Olur,” diyerek başını salladı. “Çıkalım.”

“Dün hava almak için hangi sahile gitmiştin? Yürüyüş yeri güzelse oraya gidelim.”

“Sanırım benim daha iyi bir fikrim var. Sahil yerine daha sakin bir yerde yürüyüşünü yapabilirsin.”

“Öyle mi?” diye sordum hevesle. “Nereye gideceğiz?”

“Sürpriz olsun. Bakalım orada olmayı yine sevecek misin?”

Demek daha önce gittiğimiz bir yerdi. Merakım çoğalsa da “Peki,” diye razı oldum. Gidince görmenin heyecanını yaşamak istiyordum. “Ortalığı toparlayıp çıkalım o zaman.”

Başını sallayarak ayaklandı ve “Öyle yapalım,” diyerek masayı toplamaya başladı. Tabağımda kalan son birkaç parça şeyi hızlıca ağzıma atarken kırk yıldır bu mutfağı topluyormuş gibi etrafta rahatça hareket edişini izledim.

Yakışıklı, çalışkan ve bir o kadar da anlayışlıydı. Hafızamın sadece bir haftalık belleğinde yer alıyordu ve buna rağmen yanında kendimi çok rahat hissediyordum. Onu anlamaya çalışmak için biraz geç kalmıştım ama buna bile minnettar olacak kadar seviyordu beni.

Şu an hatırlamıyor olabilirdim ama talih bir gün bana da gülmüştü anlaşılan.

Hem de çok güzel gülmüştü.

Biz iki aşık, kafaları karışık…

Bölümden de anlayacağınız üzere Tamay yavaştan yumuşamaya başladı. Gerçi Aral’a karşı bu kadar soğuk kalması da mucizeydi zaten.

Umarım sevmişsinizdir, düşünceleriniz benim için çok kıymetli.

Bakalım ilerleyen zamanlarda bizi neler bekliyor?

Yeni bölümde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın!

İnstagram: dolunayinvechi / rabiaclr

Twitter: rbayanclara

 

 

Loading...
0%