Yeni Üyelik
55.
Bölüm

BÖLÜM - 52

@bayanclara

“Yürüyüş yapmaya gideceğimizi sanıyordum?”

Karşımdaki tahta kulübeye baktım. Küçük, tek katlı ama tatlı bir kulübeydi. İki yandan ağaçlarla çevrelenmişti. Girişindeki küçük verandada iki sandalye dışında bir şey yoktu ancak başka bir eşya koyacak yer bulunuyor gibi de durmuyordu zaten.

“Ormanlık alandayız,” diyerek arkasında kalan yeri işaret etti. “Şu tarafta yürüyüş yolu var. Daha önce de gitmiştik seninle. Hem manzarası güzel hem de sahildeki yollar kadar kalabalık olmuyor.”

“Neden burada durduk o halde?”

“Çünkü arabayı park edebileceğimiz en iyi yer burası. Aşk yuvamızın bahçesi.”

Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. “Aşk yuvamız mı?”

“Buradan öyle bahsetmeyi çok seviyordun.”

“Hiçbir şey anlamıyorum şu an,” diye isyan ettiğimde hafifçe gülümsedi ve arabanın kapısını açtı. “Hadi inelim, içeri girerken anlatırım.”

Arabadan inerek onu kulübenin verandasına kadar takip ettim. Cebinden çıkarttığı anahtarla kapıyı açarken yan yana duran sandalyelere kısa bir bakış attım. Sade ve eski modaydılar ama fazla kullanılmadıkları hallerinden belli oluyordu. Ben olsam daha büyük ve sallanan sandalyelerden tercih ederdim, diye düşünmeden edemedim ama düşüncelerimi içimde tutmayı tercih ettim.

Aral, kapıyı açtıktan sonra geri çekilip “Hanımlar önden,” dediğinde teşekkür ederek içeri girdim. Ayakkabılarımı girişteki küçük ayakkabılığa yerleştirirken holde kilim dışında hiçbir şey bulunmadığını fark ettim. Meraklı bakışlarla holün bağlı olduğu kapıları incelerken “Burayı ben kendim inşa ettim,” diye mırıldandı, Aral. Kaşlarımı kaldırarak ona döndüm.

“Sahi mi?”

“Evet.”

Bulunduğum yere daha dikkatli bir şekilde baktım bu sefer. Küçük ve basit olabilirdi ancak burayı Aral’ın yaptığı gerçeği farklı bir güzellik görmeme neden olmuştu sanki.

En yakındaki kapıya doğru ilerlediğinde sessizce peşine takıldım.

“Malum olayı yaşadıktan sonra herkesten uzaklaşıp kafa dinleyebileceğim bir yere sahip olmak istedim. O yüzden yaparken kimseye söylemedim ve hatta o yüzden kulübeyi elimden geldiği kadarıyla ben inşa ettim. Tabii ki tesisat konusunda uzmanlardan yardım almam gerekti ama onun dışında tamamen bana aitti. Her şeyiyle.”

Oturma odası olduğunu düşündüğüm yere girdiğimde ayaklarım odanın girişinde duraksadı ve büyük bir hayranlıkla etrafı inceledim. Tahta duvarların üst kısmına montelenmiş tek raflı kitaplıklar, odanın doksanlardan fırlamış gibi görünmesini sağlayan küçük bir soba, geniş bir L koltuk ve karşısında onunla aynı tonlarda üçlü bir koltuk, odanın ortasında holdekinin daha büyüğü olan bir kilim ve kilimin üzerinde de orta boylarda oldukça sağlam görünen küçük bir sehpa vardı. Pencerelerden dışarıdaki ağaçlar görünüyordu. L koltuğun arkasında uzun bir vitrin vardı ve üzerinde antika olduğunu düşündüğüm bir gramofon duruyordu.

İstemsizce gramofona doğru ilerlediğimde Aral’ın arkamdan hafifçe güldüğünü işittim. Bugün gülümseme işinde gerçekten iyi bir iş çıkarıyordu doğrusu.

“İlgini çeken ilk şeyin gramofon olmasına şaşırmamam gerekiyor muhtemelen.”

Vitrinin yanına vardığımda bakışlarım gramofonun ilerisindeki çerçevelere kaydı. Yan yana üç tane fotoğraf duruyordu ve üçünde de biz vardık. Hatta bir tanesi yatağımın başındaki komodinin üzerinde duran fotoğrafın aynısıydı.

“Onlar senin hediyen.”

Hemen arkamdan gelen sesi işittiğimde hafifçe irkilerek ona doğru döndüm. Fotoğrafları incelerken bana yaklaştığını fark etmemiştim.

“Buranın ilk misafiri sensin. Hatta ilk ve son misafiri desem daha doğru olur. Buraya misafir olarak birkaç kez geldin çünkü. Sonraki ziyaretlerinde buranın diğer sahibiydin.”

Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. “Sahibi mi?”

“Evet. Burası artık bana ait değil. Yani sadece bana ait değil. Bize ait. Yalnızca bizim, ikimizin gelebildiği bir sığınak. Senin deyiminle, aşk yuvamız.”

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Hala çok şaşkındım.

“Gerçekten benden başka kimse gelmedi mi buraya?”

“Bir kere Arel geldi ama o sayılmaz. Burayı yaparken kimseye söylememiştim. O da sürekli ortadan kaybolmamdan bir işler karıştırdığımı düşünerek bir gün gizlice beni takip etmiş. Öyle öğrenmiş oldu yani. Sonra rahatladı ve beni rahat bıraktı.”

“Beni buraya nasıl getirmeye nasıl ikna oldun peki? Yani sonuçta burası senin herkesten sakladığın sığınağınmış ve söylediğine göre buraya ilk geldiğim zaman aramızda bir şey de yokmuş.”

Hafifçe iç çekip L koltuğun arkasına yaslandı.

“Canın sıkkındı. Şu, henüz sana anlatamadığımız olaylar yüzünden. Kafanı dağıtmak istedim. Aramızda bir şey yoktu dediğin gibi ama bilmiyorum.” Omuz silkti. “Sadece sana iyi gelecek şeyler bulmak istemiştim. Yaşadıkların canımı sıkmıştı ve o zaman da seni koruyamadığım için vicdan azabı çekiyordum.” Bakışları, vitrindeki fotoğraflara kayarken kaşlarını çattı. “Tek gayem buyken her seferinde çuvallamış olmam hayatın bana bir taraflarıyla gülme şekli galiba.”

“O olayı bana ne zaman anlatacaksın?” diye sordum. Dediklerinin bir kısmı havada kaldığı için tam olarak ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Yine de içimden bir ses ilk durumun da ikincisiyle aynı olduğunu, ne yaşanmış olursa olsun elinden geleni yapmış olmasına rağmen kendisini suçladığını söylüyordu.

“Kendin hatırlamanı tercih ederim açıkçası,” diyerek iç çekti. “Unuttuğun şeyler, anlatılması kolay şeyler değil. Bunu sana başıma gelen şeyleri anlattığım halde diyorum, çünkü bu sefer öğreneceğin şeyler ikimizle alakalı değil. Bu yüzden biraz daha zamanın geçmesi gerekiyor. En azından senin bu hafıza kaybı olayını tamamen kabullenmiş olman gerekli.” Yeşillerini yüzümde gezdirdi. “Bana öyle bakma, çocukluğundan beri gittiğin psikolog böyle olması gerektiğini söyledi. Ben sadece ona uyuyorum.”

Yanaklarımı şişirerek “Pekâlâ,” dedim. Ne kadar merak etsem de canımı sıkacak şeyler öğrenmek istediğim falan yoktu zaten. Sadece kötü bir şeyler olduğunu bilmek ama bunu görmezden gelmeye çalışmak çok can sıkıcıydı. “Beni buraya canım sıkıldığı için getirdiğinden bahsediyordun en son. Yürüyüş yapmaya mı gelmiştik o zaman da?”

“Hayır,” diyerek başını salladı. “Arka bahçedeki küçük sahada basketbol oynadık.”

Kaşlarım havalanırken yanlış duyduğumu düşündüğüm için “Ne yaptık ne yaptık?” diye sordum.

“Basketbol oynadık.”

Durdum ve ona düz düz baktım. “Herhalde sadece sen oynadın ve ben de seni izledim. Kastettiğin şey bu, değil mi?”

Yüzüne halinden memnun olduğunu belirten bir ifade hâkim olurken “Hayır,” dedi. “İkimiz de oynadık.”

“İmkânsız,” diyerek başımı salladım. “Ben liseden beri elime basketbol topu almadım. Oynamayı beceremem bile.”

Rahat bir tavırla omuz silkti.

İster inan ister inanma ama hileye başvurup topu benden kaparak basket attığın bile oldu.”

“İyi de ben basketbol topundan korkuyordum, buna nasıl ikna ettin beni?”

“Benimle yarım saat kadar oynarsan sana koleksiyonumu göstereceğimi söyledim ve sen de merakına yenik düştün.” Yüzündeki küçük tebessüm genişledi. Gülümseyince yakışıklılığı göz alıcı hale geliyordu ve kalbime anlayamadığım şeyler oluyordu. “Hatta oynamayı, daha doğrusu hileli bir şekilde oynamayı, o kadar çok sevdin ki yarım saatten daha fazla oynadık.”

İnanmamakta ısrar edebilirdim lakin dünden beri inanmakta zorluk çekeceğim o kadar çok şey öğrenmiştim ki içten içe bunu da yapabileceğimin farkındaydım. Sahi, gizli görevde olan bir polisin işine burnumu soktuğum için mafya operasyonuna katılmak zorunda kaldığıma inanmıştım da onca yıl sonra basketbol oynadığıma mı inanmayacaktım?

Omuzlarımı düşürdüm ve “Koleksiyonun neydi peki?” diye sordum. Pes edişim, dudaklarındaki gülümsemeyi olduğu yere sabitlerken doğrulup vitrinin kapaklarını açtı. Sıra sıra dizilmiş plakları gördüğümde gözlerim kocaman açıldı ve “Bunların hepsi senin mi?” diye sorma gafletinde bulundum.

“Evet ve bunlar sadece bir kısmı,” diyerek başını salladı. “Sığmayanlar yatak odasındaki dolapta. Biraz da Arel’le birlikte yaşadığımız evde var. Hatta annemlerin evindeki çocukluk odamda bile var.”

“Vay canına,” derken sesimden şaşkınlıkla karışık hayranlık akıyordu. “Basit bir koleksiyon değil yani bu.”

“Değil,” diyerek onayladı beni.

Antika gramofona alıcı gözüyle baktım bu sefer. Üzerindeki işlemeler, yılların vermiş olduğu aşınma ve solmaya başlamış rengi daha bir anlamlı gelmişti. Anlamlı ve hoş.

“Diğer evlerde de gramofon var mı, yoksa sadece plak mı biriktiriyorsun?”

“Gramofon olmayınca ayrı evlerde plak biriktirmenin ne anlamı var ki?” diyerek başını omzuna doğru eğdi. “İkisinde de var ama onlar antika değil. Yani benim için en değerli olan bu. Ayrıca ilk maaşımla aldığım gramofon bu. O yüzden önemi daha büyük benim için.”

Başımı salladım. Etkilenmiştim. Hem de çok etkilenmiştim.

“Yürüyüşten geldikten sonra bir şeyler dinleyebilir miyiz?”

“Elbette. İstersen şimdi de dinleyebiliriz.”

“Plaklara dalarsam uzun bir süre gramofonun başından ayrılamam. O yüzden şimdi evi gezmeye devam etmek istiyorum. Sonra da yürüyüşe çıkarız. Döndüğümüzde koleksiyonuna gerekli ilgiyi gösterebilirim böylece.”

Sözlerimin hoşuna gittiği yüzünden belli olurken başını salladı. “Nasıl istersen.”

Vitrinin kapaklarını kapayıp odadan çıktık ve bana sırayla banyoyla mutfağı gösterdi. Banyo, aynı kulübe gibi küçük ama düzenliydi. Mutfak da aynı şekildeydi ve orta boy bir buzdolabıyla iki kişilik yemek masası haricinde bir şey yoktu. Bulaşık makinesi bile yoktu ki makinenin yarısını dolduracak kadar bile eşya olmadığı için bu çok normaldi. Hatta Aral’ın söylediğine göre benden önce mutfakta doğru düzgün mutfak malzemesi bile yoktu. Sanırım varlığım bu kulübeye çeşitlilik katmıştı (!)

Son olarak yatak odasına girdiğimizde gözlerimin takıldığı ilk şey piyano oldu. Küçük bir şokun ardından heyecanla piyanoya doğru ilerlerken “Piyano çalabildiğini bilmiyordum,” diye mırıldandım.

“Çalamıyorum zaten.”

Tuş kapağını kaldırırken şaşkın bakışlarımı ona çevirdim. “Çalamıyorsan niye piyanon var?”

Omzunu kapı kirişine yaslayıp “Çünkü sen çalabiliyorsun,” dedi. Bunu söylerken yüzünde ‘sebebi gayet ortada değil mi?’ anlamına gelen bir ifade vardı.

“Benim için mi aldın yani?” diye sorarken sesim duygusallaştığım için çatlamıştı. Bu adam beni hayatına almakla kalmamış, hayatındaki her şeyi bana göre şekillendirmişti. Bu herkesin yapacağı bir şey değildi.

“Doğum günü hediyen aslında ama bizim için aldım sayılır. Seni piyano çalarken izlemeyi ve çaldığın şarkıya eşlik etmeyi o kadar seviyorum ki, duruma tek taraflı bakarak aldığımı söylemek yalan olur.”

Nasıl bir cevap verebileceğimi bilmediğim için parmaklarımı tuşların üzerinde gezdirerek kendime zaman kazandırdım.

“Doğum günüm de olsa buraya piyano almak biraz büyük bir jest değil mi?”

Başını omzuna doğru eğerek yüzüme düşünceli bir bakış attı. “Eskiden olsaydı, yani sen hayatıma girmeden önce, bu soruya evet derdim. Çünkü burası sadece kendim için yaptığım bir yerdi. Yemek masasındaki ikinci sandalyeye bile tahammül edemediğim, varlığından kimseye bahsetmediğim, ne zaman kafamı dağıtmaya ihtiyaç duysam kendimi attığım bir yer.” Hafifçe iç çekti. “Ta ki sen hayatıma girene kadar. Ta ki buranın bize yetmediğini düşünmeye başlayana kadar.”

Kirişe yaslanmayı bırakıp doğruldu ve benim sessizliğimi kendi düşünceleriyle örtmeye devam etti.

“Seninle basketbol oynadığımız günden sonra buraya ilk gelişimde ne hissettim, biliyor musun? Evin çok boş olduğunu. Yetersiz olduğunu. Bahçedeki potaya her baktığımda aklıma gelen tek şey sendin artık. O gün mutfakta birlikte yemek yiyebilmemiz için içeriden getirdiğim o sandalyeyi geri götüremedim mesela. Arel’in beni delirtmek için aldığı ve attığımı sandığım bir plak vardı, sırf seninle dinledik ve sen onu dinlemekten hoşlandın diye atmaktan vazgeçtim.” Başını salladı. “Bunları aramızda hiçbir şey yokken yapmıştım bir de. Daha doğrusu içimde var olduğunu bilmediğim hisler dışında bir şey yokken.”

Parmaklarım piyanonun üzerinde kalmıştı. Hareket edemiyordum. Ağzımı açıp iki kelime bile edemiyordum. Sözleri kalbimi ağrıtıyordu. Anlattıkları, tüm bunları unuttuğum için kendime kızmama neden olmaya başlamıştı ve bunun saçma olduğunun bilincinde olmama rağmen kendime engel olamıyordum.

Ağır adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı. Gözlerini gözlerimden bir an bile ayırmıyordu. Buna ben de cesaret edemiyordum.

“Sen hayatıma tam anlamıyla girdikten sonra buraya tek başıma gelmek hoşuma gitmek bir yana, canımı sıkan bir şeye dönüştü. Eksik olan sandalye, mutfak gereçleri, banyodaki tekli diş fırçası kutusu… Hepsi sinirimi bozmaya başladı. Ben de değiştirdim. Sadece senin için yapmadım yani bunları. Kendim için de yaptım. İyi hissedebilmek için yaptım. Verandaya yeni bir sandalye daha koydum, mutfağa yeni şeyler aldım, yatağımı çift kişilik yatakla değiştirdim. Onlara bakınca varlığını düşünüp mutlu olabileyim diye yaptım tüm bunları.”

Piyanonun diğer ucunda duraksayıp hafifçe gülümsedi.

“Piyanoyu da doğum günün için aldım, buradayken de çalıp mutlu olabilesin diye. Ama içten içe piyanoyu her gördüğümde aklıma senin gelmeni, buradaki mutlu anılarımızın zihnime düşmesini umdum. Yani buraya piyano almak büyük bir jest değil. En azından benim için değil.”

Gözlerimin dolduğunu biliyordum. Kaşlarının arasında oluşan çizgiden bunun farkında olduğunu ama hoşuna gitmediğini de anlayabiliyordum. Bugün kahvaltı yaparken anlattığı şeyler, hastane odasında gözlerimi açtığımdan beri içimde var olan o büyük sıkıntının ilk düğümünü açmıştı. Önümde ağlamak üzere oluşu ile kendini zorla tutmaya çalışması ise en büyük ve en zorlu düğümü açmıştı. O andan beri yaptığı ve söylediği her şey geriye kalan düğümleri birer birer açıyordu.

Ve az önce en sonuncu düğüm de açılmıştı.

Kendimi daha fazla tutamadım ve içimden ikinci kez gelen isteğe bu sefer boyun eğdim. Sadece iki adım atarak aramızdaki mesafeyi sıfırladım ve kollarımı boynuna dolayarak ona sarıldım.

Ani hamlem üzerine vücudu gerildiğinde ona sormadan sarıldığım için pişman olur gibi oldum ancak gerginliği geldiği hızla yok olunca gerginliğinin şaşkınlıktan kaynaklandığını anlayarak rahatladım.

Vücudu gevşese de herhangi bir harekette bulunmayınca yüzümü omzuna yaslayıp sarılmaya devam ettim. Bir şey söyleme niyetinde değildim, zaten diyebilecek kelimelere de sahip değildim.

Aradan geçen saniyelere rağmen kolları iki yanda salınmaya devam ediyordu. Göz ucuyla aşağı baktığımda elinin yumruk olduğunu gördüm ve benden izin beklediğini fark ederek usulca mırıldandım.

“İstersen sen de bana sarılabilirsin.”

“Sahi mi?”

O kadar sessiz sormuştu ki zar zor duyabilmiştim. Ve buna rağmen ses tonundaki heyecanı yakalayabilmiştim.

“Evet.”

Önce derin bir nefes verdiğini duydum. Öyle uzun ve yüksek sesliydi ki saçlarımı uçuşturmuştu. Ardından kolları usulca belime dolandı. Başta nazikti ama ben boynuna sardığım kollarımı biraz daha yukarı çıkarınca beklediği işaret buymuş gibi kollarını daha sıkı sardı bedenime. Yüzü saçlarımın arasında gömüldü ve duymamı umursamadan kokumu içine çekti. Burnu, saç diplerimde gezinirken kolları daha da sıktı.

Sarılışındaki çaresizlik çok tanıdıktı. Uzun zamandır kavuşmak istediği kişiye sonunda ulaşmış olmanın verdiği mutlulukla, tekrar kaybetmekten duyduğu korkunun birleşerek meydana getirdiği çaresizlik…

Bir zamanlar bu çaresizliği tadan kişi bendim ve sonucu hiç de umduğum gibi olmamıştı. Ama içimden bir ses Aral’ın çaresizliğinin son bulacağını söylüyordu.

İçimden gelen ses, kalbimin sesi olduğundandı belki de.

“Gözlerimin önünde yaralandığın andan beri bunu yapabilmeyi bekliyordum,” diye fısıldadı saçlarıma doğru. Sesindeki çatlaklar, gözlerimin dolmasına neden oluyordu. “Umduğumdan çok daha uzun sürdü ama sonunda yapabiliyor olmak…” Bir kez daha çekti kokumu içine. “Kokunu duyabiliyor olmak…” Sustu ve kısa bir süre bekledi. “Yapamayacağımı sanmıştım.”

Kolları bedenimi biraz daha sıktı. Hareket edemeyecek haldeydim ama bunu bilerek yaptığını hiç sanmıyordum. Bu yüzden bekledim. İhtiyacı olanı almasını, rahatlamasını ve burada olduğumu bilmesini istedim.

Dakikalar sonra bedenimdeki kolları usulca gevşedi ve beni bırakmadan önce saçlarıma belli belirsiz bir öpücük kondurdu. Gerçi öpücük bile denmezdi, dudaklarını dokundurmuştu sadece.

Geri çekilerek gözlerimin içine baktığında ona minik bir gülümseme gönderdim. Aynı gülümseme onun dudaklarında da peydah olurken “Teşekkür ederim,” diye mırıldandı. “Buna sandığımdan da çok ihtiyacım varmış.”

“Ben de senden özür dilerim,” dedim tüm içtenliğimle. “İstemeden de olsa bunu senden aldığım için.”

Eli yüzüme doğru uzanır gibi oldu ancak hızla geri indirip kırık bir gülümsemeyle baktı yüzüme.

“Benden özür dilemeni hak ettiğimi sanmıyorum ama bunun için bana tekrar kızmanı istemediğim için teşekkür ederim.”

Ağzımdan küçük bir kıkırtı kaçtığında gözlerinin içinin parladığına yemin edebilirdim. Sadece yüzünü izleyerek bana olan sevgisini hissedebiliyordum ve bu gerçek, kalbime dokunuyordu.

“Eh,” diye mırıldandım, yüzüne dalıp gitmek üzere olduğumu fark ettiğimde. “Gidelim mi artık?”

Gözlerini kırpıştırıp samimi bir kafa karışıklığıyla “Nereye?” diye sorduğunda kendimi tutamayıp kahkahamı serbest bıraktım.

“Yürüyüş yapmaya gelmiştik ya hani buraya?”

“Ah,” dedi utanarak. “Evet, doğru.”

Ağzımda kahkahanın eseri olan koca bir sırıtış varken “Utanınca gerçekten de çok tatlı oluyormuşsun,” diye mırıldandım. Aklıma videoda söylediklerim gelmişti.

Sözlerim onu biraz daha utandırınca bakışlarını benden kaçırıp hafifçe yan döndü.

“Şey, tamam. Hadi gidelim.”

Tatlılığının dişlerimi kamaştırması hiç normal değildi.

Eliyle odanın çıkışını işaret ettiğinde dudaklarımda asılı kalan gülümsemeyle yürüdüm. Yüzüme bakamayacak kadar utanmaya devam etse de centilmenliği elden bırakmaması hoşuma gitmişti.

Aral’dan önce kulübeden çıkıp temiz havayı içime çektim. Hava hafif serindi ama evden çıkmadan evvel ona göre giyindiğim için sıkıntı çekmiyordum.

Aral, kapıyı kilitledikten sonra yanıma gelip elini bana doğru uzattı ve “Gel hadi,” dedi. Önce eline sonra da ona şaşkın bir bakış attığımda ne yaptığını yeni fark etmiş gibi hızlıca geri çekti elini.

“Pardon, alışkanlık işte.”

Gözlerim beni yanıltmıyorsa şu an utançtan kızarıyordu ve ben, bir erkeğin önümde utançla renk değiştirmesine hiç alışık değildim. Ancak buna çabucak alışabilirdim ve bunu da memnuniyetle yapardım.

Kendi iç dünyamdaki düşüncelere kapılıp ona bir şey söylemeyi unuttuğumda utancı artmış olacaktı ki ağzının içinde “Şuradan gideceğiz,” diye mırıldanarak sağdaki yola doğru ilerlemeye başladı. Bu sefer beni bekleyemeyecek kadar utanmış olmalıydı.

Birkaç saniye boyunca arkasından baktım. O benim elimi tutamıyordu, çünkü bana eskisi gibi davranamayacağını biliyordu. Ben de tutamıyordum, çünkü onu tanımıyordum. Daha doğrusu tanımadığımı düşünüyordum ama artık bir şeyler değişmişti ve onu hala tam anlamıyla tanıdığımı düşünmesem de içimden onu mutlu etmek geliyordu.

Tabii bunu yaparken kendim de mutlu hissetmek istiyordum. Mutlu ve rahat.

Onunla olan anılarımızı silmiş olsam da nihayetinde kocamdı ve parmağımda onun verdiği yüzüğü taşıyordum. Onunla konuşmaktan zevk almaya başlamıştım ve bana olan bağlılığı hoşuma gidiyordu. Başta böyle bir şeyin nasıl olmuş olabileceğine aklım ermese de artık tek istediğim onunla daha fazla vakit geçirmekti. Şu an aramızda olan şey tam anlamıyla bir flörtleşme sayılmasa da ona yakındı ve heyecan vericiydi. En azından benim için öyleydi ve devam etmesini istiyordum.

İkinci bir defa düşünmeden hızlı adımlarla ona yetiştim ve yürürken kollarımızın birbirine hafif de olsa sürtünebileceği kadar yakınında yürümeye başladım. Ani hamlem karşısında afallayarak aramızdaki mesafeyi açmak ister gibi etrafa bakınsa da herhangi bir hamlede bulunmadı ve benden de başka bir hamle gelmeyince ağaçlarla çevrili toprak yolda sessizce ilerledik.

Yürümeye başlayalı yaklaşık on dakika olmasına rağmen ikimizden de çıt çıkmıyordu. Yanımızdan geçen insanlar ve ağaç tepelerindeki kuşlar ses ihtiyacını fazlasıyla karşılasa da aramızdaki sessizlikten hiç hoşlanmamıştım. Hem de konuşmaya daha yeni başlamamıza rağmen.

Bu yüzden içimden gelen sesi dinledim ve başımı hareket ettirmeden bakışlarımı aşağı indirerek elinin nerede durduğunu görmeye çalıştım. Benimkinin birkaç santim sağındaydı ve elimi çok azıcık hareket ettirmek ona dokunmam için fazlasıyla yeterliydi. Yerini iyice saptadıktan sonra bakışlarımı önüme çevirdim ve içimden üçe kadar saydıktan sonra elimi onunkine yaklaştırıp işaret parmağımla serçe parmağını yakaladım.

Aniden adım atmayı kestiğinde otomatikman ben de duraksadım ama yol kenarındaki ağaçlara bakmaya devam ettim. Başının bana doğru döndüğünü ve meraklı yeşillerinin çehremde dolandığını bilsem de ağacın dökülen yaprakları daha çok dikkatimi çekiyormuş gibi yapmaya devam ettim.

Planımı uygulamaya sokarken herhangi bir sorunum yoktu ancak gözleriyle yüzümü didiklemeye başladığında aniden gerilmiş ve yaptığım şeyden utanmıştım. Çaktırmadan yola devam etseydi olmaz mıydı sanki?

Aslında kısa ama bana saatler sürmüş gibi gelen sessizliğin ardından “Genelde utandırılan kişi olarak senin de utandığını görmek değişik hissettirdi,” diye mırıldandığında bakışlarımı ağaçtan alarak ona çevirdim. Yüzündeki rahatlamayla karışık mutluluk iyi hissettirmişti.

Mutlu ve rahat.

Aslında bu kadar basitti her şey.

“Ben de utanabilirim,” dedim. Sesim daha çok kendi kendime söyleniyor gibi çıksa da beni duymuştu.

“Evet ama benim yanımda pek değil,” diyerek hafifçe gülümsedi. Bakışlarım bir anlığına dudaklarına takıldığında gülümsemesi genişledi. Ardından serçe parmağına tutunduğum elini havaya kaldırıp diğer eliyle benim elimi tuttu ve dudaklarına götürdü. Yeşillerini afallamış bakışlarımdan bir an olsun ayırmadan onu tuttuğum işaret parmağımın boğumuna minicik bir öpücük kondurdu. Hipnoz olmuşçasına onu izliyordum ve dizlerimin beni hala nasıl taşıdığı hakkında bir fikrim yoktu.

Elimi tekrar aşağı indirip boştaki eliyle tuttu ve parmaklarını benimkilerin arasından geçirdi.

“Evet, artık yürüyüşe kaldığımız yerden devam edebiliriz.”

Önüne dönüp yürümeye başladığında el ele tutuştuğumuz için ben de ona eşlik etmek zorunda kalmıştım ama şu an pek de iyi olduğumu sanmıyordum. Hatta taşikardi geçirdiğime emindim.

Benden izin almadıkça ya da bir hamle gelmedikçe kendisi asla bir şey yapmıyordu. Bana dokunmuyordu bile. Ancak yeşil ışık yaktığımı gördüğünde de aklımı başımdan almak için hiç vakit kaybetmiyordu. En son ne zaman bu kadar heyecanlandığımı bilmiyordum bile.

Kalp ritmim yavaş yavaş düzelirken derin nefesler alıp tuttuğum elinin yaydığı güveni hissetmeye çalıştım. Normalde yeni biriyle tanıştığınızda ve aranızda büyük bir aşk filizlenmeye başladığında büyük bir mutluluk balonuna hapsolurdunuz ancak bir yandan da endişe duymaya devam ederdiniz. Çünkü işin sonunun nereye varacağını bilemezdiniz ve tüm kalbinizle iyi bitmesini isterdiniz.

Bizim aramızda böyle bir şey söz konusu değildi, çünkü zaten sona varmış bir ilişkinin tekrarını yaşıyorduk. Sadece ben hatırlamadığım için ilk kez yaşıyormuşum gibi hissediyordum.

Ona yeniden âşık olabilirdim ve bunun için korkmama ya da en ufak bir şüpheye düşmeme gerek yoktu. Çünkü o zaten bana aşıktı ve parmağımda bu aşkın kanıtını taşıyordum.

Yapmam gereken tek şey kendimi ona bırakmaktı aslında. Ve ben de öyle yapıyordum. Yani artık kesinlikle öyle yapacaktım.

İkimiz de kendi iç dünyalarımızda gezinirken sessizce yürümeye devam ettik. Elimi sıkıca tutmaktan bir an bile vazgeçmedi. Hatta arada bir başparmağını kaydırıp bileğimin içini okşamayı da ihmal etmedi ki bunun ne kadar hoşuma gittiğini anlatabileceğimi sanmıyordum.

“Biraz daha ileri gidersek geri dönüşümüz uzun sürebilir,” diye mırıldanarak aramızdaki uzun ama tatlı sessizliği bozduğunda başımı çevirip ona baktım. Ona odaklanmaktan bulunduğumuz yerin güzelliğinin farkına tam anlamıyla varamamıştım ama umurumda olduğunu da söyleyemezdim.

Tamam, geri dönelim öyleyse, demek yerine “Ne kadar uzun?” diye sorarken buldum kendimi. Dediğim gibi yol pek de umurumda değildi ama onunla biraz daha yürümek istiyordum.

“Eve gece yarısından önce dönemeyeceğimiz kadar uzun.”

Konuşurken ilerlemeye devam ediyorduk. Bu da kulübeden daha da uzaklaştığımız anlamına geliyordu. Yani gitmekten söz etse de aslında bunu istemiyordu. Ben de istemiyordum.

“Bu gece dönmesek ne olur?”

Ani sorum üzerine adımları tökezlediğinde endişeyle kolunu tuttum. Neyse ki bana ihtiyaç duymadan hızlıca toparladı kendini.

Şaşkın bakışlarını bana çevirip “Nasıl dönmesek?” diye sordu. Omuz silktim.

“Zaten işe gitmiyoruz ikimiz de. Tuana da bana ihtiyaç duymadan kendini idare edebiliyor. Yani eve dönmemi gerektiren bir şey yok. Ve daha plaklarını dinlemedim. Piyanoyu çalmadan gitmek de istemiyorum.”

“Geceyi kulübede geçirmek istiyorsun yani?”

“Senin için de bir sakıncası yoksa tabii.”

“Yok, elbette yok,” dedi hızlıca. Bunu teklif etmem onu çok mutlu etmiş gibiydi. “İstediğin yerde kalabiliriz.” Kısa bir an duraksadı. “Kulübede tek başına kalmayı kastetmiyorsun, değil mi?”

Kendimi tutamayıp güldüm. “Hayır, tabii ki. Tek başıma canım sıkılır benim zaten.”

Rahatlayarak “Ha, tamam o halde,” dedi. “Kalalım ama dolapta pek bir şey yoktu. Malum bir süredir buraya gelmiyorduk. Akşam yemeği ve yarınki kahvaltı için alışveriş yapmamız gerek.”

“Buralarda market var mı?”

“Var ama geri dönüp arabayı almamız gerek.”

“Dönelim o halde.”

Gülümsedi. “Dönelim.”

Yolu aynı tatlı sessizliğimizde geri yürüdük. Giderken ruh halim sağ olsun ne kadar yürüdüğümüzün farkına varamamıştım ama kulübeye dönüşümüz epey sürmüştü ve bacaklarım, son günlerimi yatarak geçirmemin bedelini şimdiden ağrımaya başlayarak ödetmeye başlamıştı. Buna rağmen çıtımı çıkarmadım ve Aral’ın sıkıca tutmaya devam ettiği elime kaçamak bakışlar atıp kendi kendime gülümseyip durdum.

Kulübeye vardığımızda “Sen beni arabanın yanında bekle, ben de anahtarları alıp geleyim,” dedi. “Bir de dolaba bakmam lazım neler var diye.”

“Tamam,” diyerek başımı salladım ve kulübeye gitmek için elimi bırakması canımı sıkmamış gibi davrandım. Bana arkasını dönüp kulübeye doğru ilerlerken kendimi onu izlemekten alıkoyamadım ki bu davranışım bana zarar olarak geri döndü. Artık Aral’ın sırtının ne kadar geniş olduğunu biliyordum ve şu an fark ettiğime göre benim geniş sırtlara zaafım vardı.

Şu yaşıma kadar bu zaafımın farkına varmamı sağlayamayanlar utansındı, başka ne diyebilirdim ki?

Aral kısa sürede geri dönüp arabanın kilidini açtığında ondan herhangi bir teklif beklemeden yolcu kapısını açtım ve koltuğa kuruldum. Saniyeler sonra o da yanımdaki koltuğa yerleşti ve markete doğru yola çıktık.

Tek tük birkaç kelime haricinde sessiz geçen yolculuğun ardından arabayı, yaklaşık beş dakika uzaklıktaki marketin otoparkına bıraktıktan sonra içeri girdik ve Aral girişteki market arabalarından birini alırken sessizce onu izledim. Aramızda herhangi bir anlaşma geçmemişti ama biz kırk yıldır beraber alışverişe çıkıyormuşuz gibi uyumluyduk. Hafızamı kaybettiğimi bilmeseydim bu şaşırtıcı bir şey olabilirdi. Muhtemelen hatırlamadığım zamanlarda birçok kez birlikte alışverişe çıkmıştık.

“Ben yemekler için eksik olan şeyleri alacağım, sen de canın ne çekiyorsa arabaya at gitsin.”

Gülerek bu cazip teklifinin hoşuma gittiğini belli ettim ve ekledim. “Ne yemek yapacağını belirledin mi ki eksikleri alacaksın?”

“Arabayla buraya gelirken birkaç şey düşünmüş olabilirim.”

Pratikliği karşısında büyük bir hayranlık duyarken “Ben de benden sıkılmaya başladığın için yol boyunca sessiz kaldığını düşünmüştüm,” diye takıldım ona.

“Senden sıkılmam için benim de hafızamı kaybetmem gerekir,” diyerek göz kırptı. O kadar tatlı ve karizmatikti ki kalbim birkaç saniyeliğine durmuş olabilirdi.

Kalbimin bugün deliresi var gibiydi zaten.

Ellerimi hırkamın cebine yerleştirirken “Hafızanı kaybedersen benden sıkılırsın yani?” diye sordum. Birazcık bozulmuştum sanırım. Hakkım olmadığını bilsem de.

“Bir hafta önce sana benden sıkılıp sıkılmayacağını sorsam dalga geçer, cevap bile vermezdin muhtemelen,” derken tüm samimiyetiyle gözlerimin içine bakıyordu. “Ama hastanede uyandığın andan beri varlığım seni sıkıyor. Bu yüzden hiçbir şeye asla dememeyi öğrendim. Söz konusu kişi sen olsan bile.”

Suçluluk duygusuyla yutkunurken “Artık değil,” diye mırıldandım. “Artık sıkmıyor. Hatta hoşuma bile gidiyor.”

“Öyle mi?”

Yeşillerini süsleyen umut öyle can yakıcıydı ki daha fazla bakmaya dayanamadım ve bakışlarımı omuzlarına indirip başımı salladım hafifçe.

Beni daha fazla utandırmaya kıyamamış olacaktı ki “Buna sevindim,” diyerek konuyu kapattı ve arabayı ileri doğru sürdü. “Önce sebze alalım.”

“Olur.”

Bir süre Aral’ın peşinde kuyruk gibi oradan oraya sürüklendim. Yanımdaki başka biri olsa farklı olur muydu bilmiyordum ama taze sebzeden anlaması, hiçbir nota ihtiyaç duymadan veya duraksamadan yemek malzemeleri alması onu daha da çekici bulmama neden olmuştu. Hatta bir ara benim tarafımda olduğu için raftan nohut almamı rica etmişti. Raftaki iki markayı da bilmediğim için rastgele birini seçip Aral’a gösterdiğimde onun iyi pişmediğini söyleyip bir yanındakini almamı istemişti.

Bu markete yüzlerce kez geldiği için bunu normal bulmaya çalıştım ama değildi. Bana böyle cümleler kurabilen tek kişi vardı, o da yengemdi. Ben bile yengemden gördüğüm kadarıyla bilirdim markaları. Başka şeyler denemeye üşenirdim ki vaktim de olmazdı zaten.

“Sen buradaki çerezlerden bir şeyler seç, ben de ileriden salça alacağım.”

Arabayı benimle bırakıp reyonun sonuna doğru ilerlemeye başladığında arkasından küçük bir iç çekip raftaki çerezlere odaklanmaya çalıştım. Salça alacağını söylemesi bile tüylerimi diken diken ettiğine göre gerçekten kafayı yemiş olmalıydım.

Birkaç tane sevdiğim, birkaç tane de paketini güzel bulduğum çerezi arabaya attıktan sonra elinde tuttuğu salçaları pürdikkat inceleyen Aral’a doğru sürdüm arabayı. Biraz önce sırf dış görünüşünden etkilenerek çerez seçmiştim ama o salçaların etiketlerini bile okuyordu. Evet, fıkra bu kadardı.

Arabayı hemen arkasında durdurdum ve salçalarla arasına girmek istemediğim için etrafa bakınmaya başladım. Birkaç metre ileride çikolata rafı olduğunu fark edince Aral’a bir şey söylemeden o tarafa doğru ilerledim. Bu kafa karışıklığına biraz dopamin yüklemesi iyi gelebilirdi doğrusu.

Sevdiğim birkaç paket çikolatayı kucağıma doldurup arkamı döndüğümde dikkatimi bir şey çekti. Dikkatimi çeken şey, Aral’ın bu sefer de başka iki kavanoz incelemesi değildi. Az ilerideki kampanyalı deterjanların sergilendiği bölümün arkasında durmuş, fısıldaşarak Aral’ı kesen kadınlardı.

Ayaklarım yere çivilenirken gözlerimi kısıp doğru görüp görmediğimi anlamaya çalıştım ama hayır, kesinlikle benim uydurduğum bir şey değildi. Benim yaşlarımda görünen iki kadın deterjanların arkasında durmuş Aral’ı kesiyor, bir yandan da kendi kendilerine kıkırdayıp duruyorlardı.

Tanıdık bir his vücudumda gezinmeye başladığında omuzlarımı dikleştirdim ve asık suratımla Aral’a doğru ilerlemeye başladım. Saftirik şey, yakınlaştıkça biber salçası olduğunu fark ettiğim kavanozlara öyle odaklanmıştı ki dünyadan haberi yoktu. Neyse ki ben vardım ve iki günlük kocamı başkalarının dikizlemesine razı olacak kadar gönlü geniş biri değildim.

Hızlı adımlarla aradaki mesafeyi tamamlayıp elimdekileri arabanın içine fırlattıktan sonra arabayı Aral’ın diğer tarafına doğru ilerletip kızların onu görebilmesini büyük ölçüde engelledim ancak bunu yapmak içimi soğutmamıştı. Bir an evvel buradan gitmek istiyordum, zira kocamın salça takıntısını bir tek ben çekici bulmalıydım.

Aral, kendi kendine bir şeyler mırıldanarak sağ elindeki biber salçasını rafa koyup onun yanındakini aldığında kendimi tutamayıp ofladım ve salçalara uzandım. “Bu kadar kararsız kaldıysan ikisini de alalım, kulübede deneyip hangisinin daha iyi olduğuna karar verirsin.”

Amacım iki salçayı da elinden çekip sepete atmaktı ancak salçaları o kadar sıkı tutuyordu ki ellerim sadece salçaları kavrayıp çekmeye çalışmakla yetinebilmişti. Beklemediğim bu direnç karşısında gözlerimi şaşkınca kırpıştırıp “Niye vermiyorsun?” diye sordum.

Yüzüne tuhaf ama bir o kadar da çekici bir gülümseme yerleşirken başını bana doğru eğip “İkisini de alırsak biri çok yüksek ihtimalle israf olacak,” diye mırıldandı. “Gerek yok.”

Gözlerinin bir hayli yakınımda olması başımı döndürdüğünde bir an konuşabilme yetimi kaybettiğimi sandım. Öyle ki birkaç saniye boyunca yüzüne bakakalmaktan başka bir şey yapamamıştım.

Geç de olsa aklımı başıma toplayabildiğimde “Saatlerdir birini seçmeye çalışıyorsun ama bir türlü başaramadın,” deyip ellerimi salçalardan ayırdım ve iki yanıma indirdim. Salçalardan birini arkasına bakma gereği duymadan raftaki doğru yerine yerleştirip diğerini de yanımızdaki market arabasına bırakırken gözleri bir an bile ayrılmamıştı yüzümden. Hala oldukça yakınımda duruyordu hatta.

“Buraya geleli yarım saat bile olmadığını düşünürsek bu biraz abartılı bir ifade olmadı mı?”

Bana nefes alacak mesafe bırakmadığı için aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Mübalağa yaptım sadece.”

Bir şey demeyip sessizce gözlerimin içine bakmaya devam edince kendimi konuşmaya devam etmek zorunda hissederek “Hem sen de biraz abarttın,” diye homurdandım. “Altı üstü bir salça seçeceksin.”

“Salçanın yemeklerin mihenk taşı olduğunu sen de çok iyi biliyorsun.”

“Evet, öyle olabilir ama yarışmaya katılmadığımıza göre yemeklerin mükemmel olması gerekmiyor. Yenecek kıvamda olsalar yeter, değil mi?”

Ellerinden birini uzattı ve atkuyruğundan fırlayarak yanağıma düşen saçlarımı usulca kulağımın arkasına ittirdi. Dokunuşunun tenimde bıraktığı his, nefes alışverişimi bir anlığına sekteye uğratmıştı.

“Derdimin yemekler olduğunu ne zaman söyledim ki?”

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. “Ne?”

Başını geriye çekip doğrulurken gözlerini benimkilerden ayırmadı.

“Salçaları incelediğim falan yoktu, sadece fark etmeni bekliyordum. Nasıl bir tepki vereceğini merak etmiştim çünkü.”

“Neyi fark etmemi?” diye sorduğum an aklıma o iki kadın geldi ve onları unutmuş olduğumu fark ederek afalladım. Ancak Aral’ın söylediklerini idrak etmek, şaşkınlıktan hızlıca kurtulmamı sağlamıştı.

“Biliyor muydun yani?” diye sordum kaşlarımı çatarak.

“Bana baktıklarını mı?” Omuz silkti. “Evet.”

“Ve buna rağmen bir şey yapmadın?”

“Ne yapabilirdim ki? Onlara dönüp bana bakmamalarını, çünkü evli olduğumu ve karımın kıskanabileceğini mi söylemem gerekiyordu?”

Sorunun sadece yarısını algılayabilmişken hızlıca cevap verdim. “Evet!”

Alayla havalanan kaşları, sorusunun kalanını algıladığım an kendime kızmama neden oldu. Rezil olmuştum!

“Yani, hayır!”

Sanırım rezil olmaya devam ediyordum…

“Evet mi, hayır mı?” diye sorarken gözleri parlıyordu. “Anlayamadım.”

Gözlerimi kısıp ona sinirli sinirli baktım. “Bilerek yapıyorsun ve bu çok sinir bozucu.”

“Üzgünüm,” diye mırıldandıktan sonra kafasını salladı. “Ah, hayır. Hiç de üzgün değilim ve bunun için özür dilerim. Ayrıca mümkünse sorumun cevabını da alabilir miyim? Net bir cevap olmasını tercih ederim.”

Ona tip tip bakmaya devam ettim. “Bunu nasıl yapabileceğimi bilmemekle birlikte şu an seni dövmek istiyorum.”

“Evet, bunu bakışlarında görebiliyorum ama ben hala sorumun cevabını istiyorum.”

Hırçın bir tavırla “Kıskanmadım,” diye homurdandım. “Sadece kızdım.”

Dudaklarını büktü. İnanmadığını öyle güzel belli ediyordu ki ellerim o güzel yüzüne vurmak için karıncalanmaya başlamıştı. Ondan etkilendiğime karar vermeden evvel biraz daha düşünmem gerektiği apaçık ortadaydı.

“Sadece kızdın demek?”

“Evet,” dedim, dişlerimin arasından.

“Neden kızdın peki?”

“Çünkü…”

Ne diyecektim ki? Kızmamın sebebi de kıskanmam değil miydi?

“Çünkü ne?”

“Kızdım işte, sebebi yok. Şu an bana böyle saçma şeyler sorduğun için de kızıyorum hatta.”

“Kendi ağzınla ele veriyorsun,” diyerek hafifçe güldü ve başını salladı. “Benim tanıdığım Tamay, benden hiçbir şey saklamazdı ve aklından ne geçiyorsa direkt söylerdi.”

“Senin tanıdığın Tamay, sana yumruk atmak da ister miydi?”

“Evet, isterdi. Hatta ara ara atardı da.”

“Ya,” dedim, şaşırdığımı belli etmemeye çalışırken. “Morartıyor muydu bari bir yerlerini?”

Başını omzuna eğip düşünceli bir ifadeyle “Morarttığı olmuştu,” diye mırıldandı. “Ama sebebi yumruk atması değildi.”

İmalı bakışları, sebebin ne olduğunu açıkça söylemesine gerek bırakmamıştı. Yanaklarıma kan hücum ettiğini hissederken gözlerimi kocaman açıp “Aa,” dedim. “Sapık mısın, nesin?”

Sahte bir şaşkınlıkla göz kırpıştırdı. Şu an bu kadar şaşkın ve utanmış olmasaydım kırk yıllık oyunculara taş çıkartırcasına rollenmesini takdir edebilirdim belki.

“Sadece soruna cevap veriyordum.”

“Verme,” diyerek hızla başımı salladım. “Daha fazla konuşma hatta. Salçalarınla olan kavgan bittiyse gidelim artık.”

Bir şey söylemesine izin vermeden ona arkamı döndüğümde deterjan kısmının boş olduğunu gördüm. Kadınlar gitmişti. Kim bilir ne zaman gitmişlerdi de renkten renge girmekle meşgul olduğum için fark edememiştim…

Sessizce iç çektiğim sırada hemen yanımdan gelen bir ses “Saçını kulağının arkasına yerleştirdiğimi gördüklerinde gittiler,” diye mırıldandı. Ne ara dudakları tenime değecek kadar yaklaşmıştı? Ve daha da önemlisi, aklımdan geçenleri okuyabilme gücüne ne zaman erişmişti?

Nefes almayı bırakarak benden uzaklaşmasını beklerken “Ayrıca aklını okuduğum falan yok,” diye ekledi. Nasıl okumuyordu be? “Sadece seni çok iyi tanıyorum ve her bir mimiğinin ne anlama geldiğini biliyorum.”

O kadar yakınımdaydı ki, dudakları konuşurken tenime değiyordu. Kalbim yakınlığı yüzünden dörtnala koşarken hareketsizce beklemeye ve bu savaştan alabildiğim en az hasarla ayrılmaya çalıştım.

“Sana bunu defalarca kez söylemiştim aslında ama hatırlamadığın için tekrar edeyim. Kimin bana baktığı umurumda değil, hatta senin için algılarımı bu kadar açmış olmasam muhtemelen fark etmezdim bile onları. Gözlerinin üzerimde olmasını istediğim tek kadın sensin.” Dudaklarını belli belirsiz bir temasla elmacık kemiğime sürttüğünde gözlerim kendiliğinden kapandı. Az önce sinirden deliye dönen ben değilmişim gibi kendimi fütursuzca kollarına bırakmak istiyordum şimdi.

“Hatta tek kişi sensin,” diye devam etti konuşmaya. “Sevdiğim, önemsediğim, ilgisini istediğim tek kişi sensin.”

Gözlerimi açmaya ve bu anı bozmaya korkuyordum. O kadar etkilenmiştim ki dilim tutulmuştu. Hele de arkamdan çekilmeden önce biraz önce dudaklarını sürttüğü o noktaya küçük bir öpücük kondurması aklımı başımdan almıştı.

“Şu ileride makarnalar vardı, bir de oraya bakalım.”

Hiçbir şey olmamış gibi yanımdan geçip gittiğinde gözlerimi usulca aralayıp ona baktım. Kalbim öyle delirmişti ki bir süre sakinleşemeyeceğinden emindim. Sakinleştirmeye çalışacağım da pek söylenemezdi zaten. Zira şu an aklımdan geçen iki şey vardı ve ikisi de onu daha da delirtecek şeylerdi.

Birincisi onu boğazlamaktı. Bunu gerçekten istiyordum, çünkü hak etmişti. Ama boğazlamaktan daha çok istediğim bir şey vardı; onu öpmek. Öpmek ve beni delirttiği kadar delirtmek istiyordum onu.

Yine de az da olsa benimle kalan akıllı tarafım ikisinin de yeri olmadığının farkındaydı. Bu yüzden derin nefesler alıp şu an olabileceğim en sakin halime geçiş yaptım ve podyumda yürürmüşçesine makarna reyonuna salınan kocamın peşine düştüm.

Savaş istiyorsa ki kesinlikle istiyordu, savaşırdım.

Ve ben girdiğim savaşları kolay kolay kaybetmezdim.

Aşkta ve savaşta her şey mübahmış, Tamaycığım. Biz arkandayız :p

Umarım beğenmişsinizdir, düşünceleriniz benim için çok kıymetli.

Yeni bölümde görüşmek üzere, tekrardan iyi bayramlar!

İnstagram: rabiaclr / dolunayinvechi

Loading...
0%