Yeni Üyelik
56.
Bölüm

BÖLÜM - 53

@bayanclara

Dönüş yolumuz, gidişimiz gibi sessiz geçti.

Onun sessizliğinin sebebini biliyor sayılmazdım ama yüzündeki kendini beğenmiş ifadeye bakılırsa mutluydu. Makarna reyonuna gitmemiz gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrıldığı andan beri aynı ifade vardı yüzünde. Bu hali beni fazlasıyla gıcık etse de özgüven dolu bakışlarının kalbimi hoplattığı gerçeğini de maalesef ki itiraf etmek zorundaydım.

Cidden kafayı yemiştim sanırım.

Arabayı tahta kulübenin önüne park ettiğinde arabadan indim ve poşetlerden birkaçını almak üzere arabanın bagajına doğru ilerledim. Aral da arabanın diğer tarafından dolanırken “Poşetleri ben hallederim, sen Tuana’ya falan haber ver istersen dönmeyeceğimizi,” dedi. Tuana’ya haber vermek o söyleyene kadar aklımın ucuna bile gelmemişti ki bu, yanımdaki yeşil gözlü beyefendinin aklımı ne türlü karıştırdığının en büyük kanıtı niteliğindeydi.

Yeşil gözlü demişken… Bununla, yani yeşil gözlerle ilgili sevdiğim bir şarkı olduğu geldi aklıma. Hatta melodisi dilimin ucundaydı ama sözlerini hatırlayamıyordum. Buna rağmen garip bir şekilde şarkının Aral’a çok uyduğundan emindim.

“Bir sorun mu var?”

Aral’ın sesiyle daldığım düşüncelerden sıyrılıp “Ha?” deyiverdim. Çattığı kaşlarıyla bana bakıyordu. Yeşilleri bugün daha mı bir parlaktı?

“Yok, yok bir şey. Dalmışım sadece. İçeri girince ararım Tuana’yı, sorun yok yani.”

Bagajın en başına koyulmuş poşetlerden birkaçını aldığımda bana onaylamayan bir bakış atsa da onu umursamadan kulübeye doğru ilerledim. İki poşet taşıdım diye ölmezdim sonuçta. Adama iyilik yapmak da yaramıyordu yani.

Kapıya vardığımda üzerimde anahtar olmadığı için kalan poşetleri alıp peşime düşen Aral’ı bekledim ve kapıyı açtığında içeri geçtim. Sessiz bir anlaşma imzalamışız gibi senkronize bir şekilde mutfağa girip elimizdekileri mutfak masasına bıraktık.

“Ben bir üzerimi değiştireyim. Sonra akşam yemeği için bir şeyler hazırlarız.”

“Tamamdır, ben de o sırada Tuana’yla konuşayım.”

Kısa bir baş onayından sonra mutfaktan çıktığında çantamdaki telefonumu çıkarıp kız kardeşimi aradım. İkinci çalışta açtı.

“Efendim, ablaların en güzeli?”

Başka ablası olmadığını bilsem de yalakalıklarını çok seviyordum.

“Birden çok ablan olduğunu varsaydığına göre keyfin yerinde sanırım?”

Kıkırdadı. “Hımhım, gayet yerinde.”

Arkadan gelen sesleri duyduğumda “Neredesin?” diye sordum.

“Okuldan sonra kızlarla bir şeyler yemeye çıkmıştık.”

Telefonu geriye çekip saate baktıktan sonra tekrar kulağıma götürdüm.

“Afiyet olsun. Çok geç kalma olur mu? Dikkat et dönerken.”

“Olur, kalmam, merak etme. Sen evdesin, değil mi?”

“Hayır, değilim. Şey… Ben, Aral’ın yanındayım.”

Birkaç saniyelik bir sessizliğin ardından “Eniştemlesin ama evde değil misin?” diye sordu. Ses tonu bir tık yükselmişti.

Neden utandığım konusunda bir fikrim olmasa da içime kaçmış bir ses tonuyla “Evet,” diye cevap verdim. “Biz şeydeyiz… Kulübede.”

“Şile’de olanda mı?!”

Artık resmen bağırıyordu.

“Sen Şile’deki kulübeyi biliyor musun?”

“Elbette!” dedi heyecanla. “Yani sadece fotoğraflardan gördüm ama oranın sizin aşk yuvanız olduğunu çok iyi biliyorum.”

Anlaşılan buraya aşk yuvası dediğimi bilen tek kişi Aral değildi.

“Aral, buradaki ormanda yürüyüş yapmayı teklif ettiği için geldik aslında.”

“Hımm, anladığım kadarıyla ilgilendiğin tek şey orman olmadı.”

Sesindeki muzip ton gözlerimi devirmem neden olsa da haklı olduğu için lafı uzatmadım.

“Bu gece burada kalmayı düşünüyordum da. Senin için bir sorun olmaz herhalde?”

“Elbette olmaz ama sadece sen mi kalacaksın, anlayamadım.”

“Ha, yok Aral’la birlikte kalacağız.”

“Ay, harika bir haber bu!” diye cıvıldadı. “İstediğin kadar kalabilirsin orada, benim için hiç sıkıntı değil. Kendimi gayet güzel idare ederim, canım sıkılırsa da amcamlara giderim.”

“Sadece bir geceliğine-”

“Aa, olmaz. İşin gücün yok nasılsa, temiz havalı ortamda bol bol dinlenmek sana çok iyi gelir. En az bir hafta kalmalısınız.”

“Ama-”

“Kızlar bana sesleniyor, kapatmam gerek. Bir haftadan önce gelirsen eve almam ona göre! Seni seviyorum, kendine iyi bak. Eniştemi de öp benim için. Görüşürüz!”

“Tu-”

Telefonu suratıma kapattığında şaşkınlıktan açık kalan ağzımla telefonumun kararan ekranına baktım. Bu kıza hatırlamadığım süreçte neler olmuştu böyle?

Telefonu tekrar çantamın içine tıkıştırırken “Bir de eniştesini öpmemi istiyor benden,” diye homurdandım. “Adamla daha yeni yeni konuşmaya başladım, istediği şeye bak. Üçkağıtçının önde gideni olmuş, haberim yok. Ablaya saygı desen hiç yok.” Kafamı salladım iki yana. “Yok, yok. Ben bunu hiç iyi yetiştirememişim galiba ya.”

Söylenmeye devam ederek çantamı sandalye koluna astım ve market poşetlerini boşaltmaya başladım. Her şeyi boşalttıktan sonra poşetleri ayrı olarak topladım ve masanın üzerindekilerden buzdolabına koyulacak olanları seçip dolaba yerleştirdim. Geriye kalanlara dokunmadım, çünkü neyin nereye koyulması gerektiğini bilmiyordum.

“Üzerini değiştirmesi neden bu kadar uzun sürdü ki?”

Sesli dile getirdiğim sorunun ardından mutfaktan çıkıp yatak odasına doğru ilerledim. Kapı kapalı değildi. Çoktan giyinmiş olduğunu varsaydığım için kapıyı çalma gereksinimi duymadan içeri girdim. Girdiğim gibi de küçük bir ciyaklamayla elimi hızla yüzüme kapattım, zira kocam hala giyinik değildi.

Kocam…

Giyinmeyen kişinin kocam olduğunu hatırlamak, aslında utanacak bir durumda olmadığımı da hatırlatmıştı bana. Bu yüzden elimi indirmesem de parmaklarımı usulca araladım ve aralarında oluşan boşluklardan kocama baktım. Geniş bir sırıtışla beni izliyordu.

Gıcık herif.

Gıcık ve yakışıklı.

Gıcık ve çok yakışıklı.

Ha, bir de şey… Kaslı.

Sırıtışı, biraz önce hissettiğim utanç duygusunu yok ederken elimi hırçın bir tavırla yüzümden çekip “Niye sırıtıyorsun ya?” diye yükseldim.

Başını tatlı bir uysallıkla omzuna doğru eğdi.

“Beni hiç böyle görmemişsin gibi büyük bir tepkiyle yüzünü kapayıp ardından da parmaklarının arasından bana baktığın için olabilir mi?”

“Görmüşsem de hatırlamıyorum! Bu da verdiğim tepkinin gayet normal olduğunu gösteriyor yani.”

Kollarımı huysuz bir tavırla göğsümde kavuşturup ona ters ters baktım. Ama her nedense bakışlarım yüzünde kalmaya devam etmek yerine aşağılara indi. Altında basit bir eşofman vardı ama üzeri çıplaktı ve bu, kalbimin delirmesi ya da yanaklarımın ısınması için fazlasıyla yeterliydi.

“Bana yine öyle bakman içimi rahatlatıyor.”

Bakışlarımı hızla yüzüne çevirdim. İnkâr etmenin bir anlamı yoktu, bu yüzden beni yakaladığını belli eden sırıtışını görmezden gelip “Nasıl?” diye sordum.

“Beğenerek.”

“Buna niye şaşırıyorsun ki?” diye sorarken oldukça dürüsttüm. “Seni beğenmeyen kişinin aklında sorun vardır muhtemelen.”

Azıcık dürüst olayım derken kendimi frenleyememiş ve sondaki cümleyi ağzımdan kaçırmıştım. Şaşırmış mıydım? Asla.

Gözleri kısıldı. “Öyle mi?”

Onu daha fazla kendini beğenmiş hale getirdiğim için kendime kızarak “İki saattir ne yapıyorsun sen burada?” diye konuyu değiştirdim ve elimi gelişigüzel bir şekilde çıplak bedenine doğru salladım. “Üzerini değiştireceğini söylemiştin, onu bile yapamamışsın.”

Hafifçe güldü. Hırçın tavırlarımın bu kadar hoşuna gitmesi beni hem gıcık ediyor hem de tuhaf bir şekilde mutlu ediyordu.

“Evet, sana öyle söylemiştim ama üzerimi çıkarırken duş alma gereksinimi duyduğumu fark ettim. Ben de banyoya girdim.”

Bakışlarım tekrar göğsüne kaydığında teninin hafif nemli olduğunu fark ettim. Ancak nemin dışında fark ettiğim başka şeyler de vardı. Yaraları… Birden fazlaydılar, gövdesinin hemen hemen her yerindeydiler ve görebildiğim kadarıyla eskiydiler de. Biri hariç.

“Kolundaki yara ne zaman oldu? Yeni gibi duruyor.”

Bakışlarındaki o muziplik ve rahatlık yok oldu. Başını eğip yarasının olduğu yere baktı ve “Operasyonun olduğu gece,” diye mırıldandı. “Merdivenlerdeydik. Üzerimize silah doğrultulmuştu. Seni arkama almaya çalışıyordum ama ayağın kaydı ve düştün. O sırada silah ateşlendi, kurşun kolumu sıyırmış.”

Yüreğime büyük bir taş parçası konmuştu sanki.

“Sıyırmış? Farkında değil miydin vurulduğunun?”

Bakışlarına büyük bir keder yerleşirken “Sen merdivenlerden düşerken tüm dünyayla bağlantımı kopartmıştım,” diye açıkladı. “Kendi canımın acısı da dahil hiçbir şeyi duyamadım, ta ki Arel yardım ekibinin geldiğini söylemek için koluma dokunana kadar.”

Kalbimdeki taş, koca bir kayaya dönmüştü. Ağırdı ve acıtıyordu.

“Beni korumaya çalışırken mi oldu yani?”

Bir an duraksadıktan sonra “Sen benim yüzümden hedef olmuşken, seni korumaya çalıştığımı söylemek pek de adil gelmiyor bana,” diye mırıldandı.

“Aral…”

Ses tonumdan bunları defalarca kez konuşmuştuk dediğimi anlayarak iç çekti ve başını kısaca salladı. “Evet. Senin önüne geçmeye çalışırken oldu.”

Birden fazla şey hissediyordum. Şefkat, hüzün, vicdan azabı… Ama söyleyebilecek kelimelerim yoktu. Ne dersem diyeyim yaptığı şeyin önemini anlatmakta yetersiz kalacaktı zaten. Bu yüzden sessiz kalmayı tercih ettim ancak bacaklarımın beni ona götürmesine de engel olamadım.

Yavaş adımlarla ona doğru ilerleyip aramızda iki adımlık mesafe bırakmaya dikkat ederek duraksadım ve yarasına daha yakından baktım. Tam bir kurşun yarası gibi değildi neyse ki.

Aklımdan geçenleri duymuş gibi “Sıyırmıştı,” diye mırıldandı. “Öyle önemli bir şey değil.”

Sağ elimi uzatıp yaranın pütürlü yüzeyine belli belirsiz dokunurken “Ama olabilirdi,” dedim. Sesim fısıltıdan ibaretti.

“Ama olmadı,” diyerek iç çektiğinde bakışlarımı gözlerine çevirdim.

“Ne oldu?”

“Normalde bunun için bana kızman gerekiyordu,” diyerek belli belirsiz gülümsedi. “Aldığım yaralar seni üzmekten çok çileden çıkarıyordu. Daha doğrusu önce üzülüyor, sonra fazlasıyla sinirleniyordun kendime dikkat etmediğim için.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Benim için yaralanmış olsan bile mi?”

Hafifçe başını salladığında kaşlarımı çattım.

“Çok mu duyarsızdım yani?”

“Hayır, aksine fazla duyarlıydın. Vücudumda yara bere görmekten bıkmıştın, çünkü bunları görmek seni üzüyordu. Hepsinin yerini ve şeklini ezberlemiştin. Fazladan en ufak bir çiziğim olsa bile anında fark ederdin. Ederdin ve beni bir güzel azarlardın.” Usulca yutkundu. “Düştüğünde, aklım başımdan gitmiş olsa bile Arel’e, kolumdaki yarayı gördüğünde bana kızacağını söylemiştim. Keşke kızabilseydin.”

Doğrusunu söylemek gerekirse içimden hiç kızmak gelmiyordu. Daha çok ağlayasım var gibiydi. Beni korumak isterken yaralandığı için, bunu hatırlayamadığım için…

“Gerçekten kızıyor muydum?” diye sordum. Ses tonum, buna inanamadığımı belli ediyordu.

Bana, üzerinde uzun zaman geçtiği belli olan küçük bir yarayı gösterdi.

“Seninle yeni tanıştığımız zamanlardı, aramızda bir şey yoktu. Birlikte bir davete katılmamız gerekiyordu ama öncesinde bir kavgayı ayırmak isterken darbe almıştım. Hastaneye gitmeyi de hiç sevmem, kendi kendime pansuman yapmaya alışığım. Arel her ne kadar başımın etini yese de kendim halletmeye kararlıydım ama benden habersiz seni bizim eve çağırmıştı. Beni gördüğünde hem telaşlanmış hem de delirmiştin.”

O anları tekrar yaşadığı gözlerinin parıldamasından belliydi ve bu durum canımı sıkmıştı. Anılarımızı yalnızca onun hatırlaması çok büyük haksızlıktı.

“Sonra ne oldu?” diye sordum, kıskançlığımı belli etmemeye çalışırken.

“Bana bir güzel söylenerek pansumanımı yaptın, sonra da birlikte davete katıldık.”

“Başka?” diye sordum. Hatırlayamasam da en azından bilmek istiyordum. “Başka böyle anımız var mı?”

“Var ama bunun gibi değil. Daha… Hüzünlü.”

“Hüzünlü de olsa anılara sahip olmak, hiç olmamasından daha iyi. İnan bana.”

Yüzüme derin bir bakış atıp onay verircesine başını salladı.

“İlişkimizin kopma seviyesine geldiği zaman, hani şu seni iğrenç bir ithamla sınadığım… Kafam o kadar kötüydü ki hiçbir şeye dikkatimi veremiyordum. Sürekli dalgındım. Sadece ve sadece seni düşünüyor, düşündükçe daha fazla kahroluyordum. Bir gün kapkaççının tekiyle boğuşmak zorunda kaldım. Çocuktu aslında, tecrübesizdi ama ben ondan daha da tecrübesizmiş gibi hareket ediyordum. Dolayısıyla o bıçakla vücudumda yara açmasına engel olamadım.”

İşaret parmağıyla karnının yan tarafındaki çizgiyi işaret etti.

“Bu da önemli sayılacak bir şey sayılmazdı aslında. Ona rağmen barıştığımızda bana kızmanı istemediğim için kendi rızamla hastaneye gidip baktırmıştım bile.”

Gözlerimin dolmasını engellemeye çalışmaktan yorulmuştum. Bu adamla dokuz ayda dokuz değil, doksan yıllık olay yaşamış olduğumuzu kavramak da yorgunluğuma tuz biber olmuştu doğrusu.

“Sonra?”

“Sonra Arel halime dayanamadı ve ona ne kadar kızacağımı umursamadan sana gelip gerçekleri anlattı işte. Gerisini de biliyorsun zaten.”

Başlarda sorun değil gibiydi ancak artık, hatırlayamadığım her şey için kendime daha çok kızar olmuştum. Ve buna neden olan tek şey de Aral’dı. Onu hatırlamak istiyordum; aşkımızı, aramızdaki bağı, mutlu ve hüzünlü günlerimizi… Her bir anıma tekrar sahip olmak istiyordum.

Ancak şu an için kabullenmekten başka yapabileceğim bir şey olmadığını da biliyordum. Kaybolan anlarıma üzülmek yerine, yerlerine yeni şeyler bırakmak yapabileceğim en doğru şey olurdu. Bu yüzden ona hafif bir gülümsemeyle baktım ve “Eh, en azından bir süre için yaralanma konusunda sana kızmamdan korkman gerekmeyecek,” diye mırıldandım. “Ama muhtemelen üzülürüm.”

“Senin için yaralanırım diye mi üzülürsün?”

“Başka bir şey için canın yanarsa da üzülürüm. Benim için olursa yanına fazladan vicdan azabı yüklenir.”

“Neden üzülürsün peki?”

Bakışlarındaki beklentiyi görmemek mümkün değildi ancak ona istediği cevabı veremezdim, henüz değil. Bu yüzden “Bir kalbe sahip olduğum için,” diye kaçamak bir cevap verdim ve araya girmesine müsaade etmeden hızla ekledim. “Artık üzerini giyinsen iyi olur, üşüteceksin.”

Gözlerini kırpmadan önce hayal kırıklığını görebilmiştim ancak ifadesi hızla yumuşadı ve “Peki,” diye mırıldanıp benden uzaklaşarak yatağın üzerinde duran ince kazağı üzerine geçirdi. Kazağı giyerken gözlerimi kırpmadan onu izlemiş olmam hiç iyi olmamıştı, zira hareket eden kaslarını görmek içimde hiç de hoş olmayan istekler meydana getirmişti.

Vücut ısım hızla artışa geçerken kendimi odanın çıkışına doğru gitmeye zorladım. Yanında fazladan kaldığım her saniye, sonradan utanacağım şeyler yapma olasılığını artırıyordu çünkü. Adam farkında bile olmadan beni nakavt etme yetkisine sahipti ve ben markette yaptıklarından sonra ona kendi içimde savaş açmıştım.

Yenilmeye çok hevesliydim anlaşılan.

“Ben mutfağa geçiyorum,” diyerek kaçarcasına odadan çıktım ama daha iki adım atmıştım ki “Tamay!” diyerek durdurdu beni. İstemeye istemeye arkama dönüp bana yetişmesini bekledim. Bu süreçte alnına düşen nemli saçlarını kurutmasını söyleme isteğimi de dilimi ısırarak göndermeye çalıştım.

“Hım?”

“Mutfakta yemek hazırlarken arkadan çalması için gramofona plak koyabilirim, yani eğer istersen?”

Teklifi karşısında gözlerimin parladığına emindim. “Sahi mi?”

Tepkim karşısında içten bir şekilde gülümsedi. “Tabii ki. Hatta çalacak plağı da seçebilirsin.”

Hevesle başımı salladım. Ondan kaçma isteğim işte buraya kadardı. Sanırım kaybedeceğim bir savaşa girmiştim.

Konuya iyi tarafından bakarsak neyse ki bu savaştan onun haberi yoktu…

“Çok isterim.”

“Hadi o zaman.”

Birlikte oturma odasına geçtik ve gramofonun olduğu yere ilerledik. Aral, vitrinin kapaklarını açtıktan sonra geri çekilip seçmem için bana yer açtığında eğildim ve bakışlarımı plakların üzerinde gezdirmeye başladım. Aslında bunların hepsini tek tek incelemek istiyordum ama geceyi burada geçireceğimiz kesinleştiğinde bunu yemekten sonra yapmayı planlamıştım. Bu yüzden plana sadık kaldım ve hoşuma gidecek bir parça bulmaya odaklandım.

Parmaklarım, plakların üzerinde gezinirken dokunduğum bir parçada duraksadım. Arabadaki poşetleri alırken birdenbire aklıma geliveren ama sözlerini hatırlayamadığım şarkı parmağımın ucunda duruyordu.

Sezen Aksu – Erkek Güzeli

Plağı alarak doğruldum ve Aral’a uzattım. “Bunu çalabiliriz.”

Bakışları plağa kaydığında yüz ifadesinde tarif edemeyeceğim bir değişiklik oldu. Seçimimi beğenmiş miydi yoksa hoşlanmamış mıydı, anlayamamıştım. Gerçi sevmediği bir şarkının plağını da koleksiyonunda bulundurmazdı herhalde.

“Neden bunu seçtin?”

Sorusunun ciddiliği karşısında afallayarak “Güzel bir parça olduğunu düşünüyorum,” diye mırıldandım. Gözlerimin içine baktı, sanki aradığı bir şeyler vardı.

“Bu kadar mı? Öylesine seçtiğin bir parça mı sadece?”

Sorusunun arkasında yatan başka şeyler olduğunu hissettim. Onun için önemliymiş gibiydi. Bu yüzden dürüst olmayı tercih ettim.

“Bugün arabadan poşetleri alırken göz göze geldiğimizde bir melodi gelmişti aklıma. Gözlerini hatırlatan bir melodiydi ama sözleri bir türlü hatırlayamamıştım.” Ona uzatmaya devam ettiğim plağı işaret ettim çenemle. “Buydu.”

Dudaklarını birbirine bastırdı ve plağı usulca elimden alırken yüzüme bakmadı. Bir anda durgunlaşması tuhafıma gittiği için “Ne oldu?” diye sorma ihtiyacı hissettim. “Senin için önemli bir şarkı mı?”

“Evet,” diyerek başını salladı ve hafif bir gülümsemeyle tekrar yüzüme baktı. “Bizim şarkımız.”

Kaşlarım havalanırken “Bizim şarkımız mı?” diye sordum şaşkınca.

“Sen öyle olması gerektiğini söylemiştin, ben de kabul etmiştim. Yani evet, bizim şarkımız.”

Yüzümdeki sorgulayıcı ifadenin gitmediğini görünce açıklamaya devam etti. “Sana beni hatırlattığı için sürekli dinliyormuşsun. Yani, ilişkimiz daha başlamadan evvel. Tuana’nın benim de olduğum bir yerde pot kırmasıyla öğrenmiştim. Sonra sık sık dinlemeye başladım ben de. Ardından beraber dinlemeye başladık. Öyle öyle bizim şarkımız oldu işte.”

Anlattıkları beni derinden etkilerken “Tuana, aramızdaki ilişkide büyük bir öneme sahip desene,” deyip güldüm. Her taşın altından kardeşim çıkıyordu resmen.

“Öyle,” diyerek gülümsememe eşlik etti ama sonra buruklaştı ifadesi. “Bütün bunlar, yani her şeyi unutmuş olmana rağmen yine aynı şekilde düşünüp aynı şekilde hareket etmen… Beni çok etkiliyor. Hafızan beni silmiş olsa da kalbinin beni hatırladığını düşünmeme yol açıyor.”

“Belki de öyledir,” diyerek onayladım onu. “Belki de aramızdaki ilişki o kadar saf ve doğalmıştır ki, senin yanındayken yine aynı şeyleri hissetmek benim için zor olmuyordur.” Başımı salladım. “Emin değilim. Bildiğim tek şey, rol yapmadığım. İçimden nasıl geliyorsa öyle davranıyorum.”

“Öyle davrandığın için teşekkür ederim.”

“Etme,” diye mırıldandım tüm samimiyetimle. “Sen bana dünyada başka bir kadını bırak, benden başka bir insan yokmuş gibi davranırken teşekkür etmesi gereken kişi sen değilsin.”

“Ama öylesin,” derken sesinde en ufak bir şüphe yoktu. “Benim için senden başka kimse yok.”

Böyle bir sevgi için çok büyük bir sevap işlemiş olmam gerekliydi. Bunun başka bir açıklaması olamazdı.

Aral, gözlerimin dolduğunu fark etmiş olacaktı ki nihayet elimdeki plağı alma nezaketini gösterdi ve “Çalalım o halde,” diyerek plağı kutusundan çıkardı. Yaşları defetmek için gözlerimi hızla kırpıştırırken yarım yamalak izledim hareketlerini.

Şarkının ilk notaları odayı doldurduğunda bana dönüp “İstersen burada kalıp plakları incelemeye devam edebilirsin,” dedi. “Yemeği ben yapacağım zaten.”

Düşünmeye gerek kalmadan başımı iki yana sallayıp “Sana yardım etmek istiyorum,” dedim. “Hiç değilse salata ya da yemeğin yanına her ne yapmak istiyorsan onu halledebilirim.”

“Daha fazla yorulmanı istemiyorum. Hastaneden yeni çıktın zaten.”

Ona içten bir gülümsemeyle bakarak başımı salladım.

“Basit bir salata sadece. Ayrıca yorgun falan değilim, merak etme.”

İtirazına devam edecekmiş gibi göründüğü için tekrar ağzını açmasına fırsat vermeden uzanıp işaret parmağını yakaladım ve “Hadi,” diyerek onu peşimden mutfağa sürükledim.

Sezen Aksu’nun sesi kulübenin içinde yankılanırken Aral sessizce peşimden geldi.

Seni pamuklara sarmalar sararım

Ne bedel isterim ne hesap sorarım

Ne sitemle güzel kalbini yorarım

Sakınma tatlı dillerini

Hafızamı kaybetmeden evvel onu pamuklara sarıyor muydum bilmiyordum ama tatlı dilini benden sakınmadığına emindim.

Mutfağa girdiğimizde “Her şeyi toparlamışsın ama sen,” diye mırıldandı şaşkınca.

Masada kalan üç beş şeye kısa bir bakış atıp omuz silktim. “Sadece seni beklerken vakit geçirdim.”

“O halde sana teşekkür edebilmek için harika bir sofra hazırlamalıyım.”

“Teşekküre gerek yok ama harika sofraya hayır demem.”

İçten bir gülümsemeyle başını salladı.

“Pekâlâ, işe koyulayım o zaman.”

Tezgâha doğru iki adım attığında elim de onunla birlikte gidince hala parmağını tutuyor olduğumu fark edip utanarak “Pardon,” dedim ve elimi hızla geri çektim.

Bana sevgi dolu bir bakış atıp “İnan bana hiç sorun değil,” dedi ve buzdolabına gitmek üzere arkasını döndü. Kalbimi hızlandırma konusunda hiç acıması yoktu doğrusu.

Dolaptan aldığı tavuk göğsüyle tezgâhın başına geçtiğinde yemek masasına yaslanarak “Ne yapacaksın?” diye sordum.

Tavuğun paketini açarken “İsmi tavuklu çökertme kebabı olarak geçiyor ama öyle havalı bir şey değil,” diyerek omzunun üzerinden bana bakıp göz kırptı. “Tavuklu patates kısacası.”

Yirmi dokuz, pardon, artık otuz yaşında bir kadındım ve basit bir göz kırpma hareketine düşmemem gerekirdi. Evet, yapmam gereken tam olarak buydu ama içimde var olduğunu bile bilmediğim o ergen kızın kalbi erimişti.

Aklımın başımda kalması için güç sarfederken “Yanına pilav falan yapacak mısın?” diye sordum.

“Yapmayı düşünmedim aslında ama istersen yapabilirim?”

“Yo, gerek yok. Ama yanına salata yerine yoğurtlu meze mi yapsak? Tavuk ve patatesle iyi gider.”

Tavukları kesme tahtasına koyup küp küp doğrarken “Olur, yapalım,” dedi. “Nasıl bir meze istiyorsun?”

Kollarımı sıvayarak buzdolabına doğru ilerlerken sorusuna soruyla cevap vermeyi tercih edip “Kabak almıştın değil mi?” diye sordum.

Tavuk doğrama işine kısa bir ara verip başını kaldırdı ve sorar gözlerle bakarken “Evet?” dedi.

“Tamam, gerisi bende o halde.”

“Ne istediğini söylersen ben hallede-”

Ciddi bir ses tonuyla “Aral,” diye sözünü kestiğimde hafifçe güldü ve “Peki, sen nasıl istiyorsan öyle olsun,” diyerek razı oldu.

Arkada Sezen Aksu’nun sözleri akmaya devam ederken sessiz ama tatlı bir huzur eşliğinde yan yana akşam yemeğimizi hazırladık. Bu süreçte Aral birkaç kez diğer odaya gidip gramofondaki plakları yenileriyle değiştirdi ve son olarak içinde birçok şarkının bulunduğu bir plağı çalmaya koyup yemek için masayı hazırlamaya başladı.

Dolaptan limonata çıkarıp bardaklara koyarken Aral da yemeği ve mezeyi tabaklara koyarak masaya yerleştirdi. En nihayetinde her şey hazır olunca masaya karşılıklı olarak yerleştik. Yemek hazırlama sürecinde iyice acıktığım ve Aral’ın özenerek yaptığı yemek bir hayli iştah açıcı göründüğü için daha fazla bekleyemeyerek tabağıma saldırdım.

İlk çatal, ikinci çatal ve bir sürü çatal derken mest olmuş bir halde gözlerimi kaldırıp Aral’a baktım. Yemeğinden tek çatal bile almamış halde beni izliyordu.

Ağzımdaki lokmayı hızla yuttuktan sonra “Çok iyi,” dedim. Ses tonumdan hayranlık akıyordu. “Çok, çok iyi.”

Yüzüne utangaç bir gülümseme yerleşirken “Tavuklu patates işte,” diyerek basite indirgemeye çalıştı ama başımı şiddetle iki yana salladım.

“Bu tavuklu çökertme kebabı ve tadı muhteşem. Ellerine sağlık.”

“Afiyet olsun.”

“Sen de tadına bak da beraber olsun bari,” diyerek mesajımı ilettiğimde yüzündeki gülümseme büyüdü ve sonunda elindeki çatalı süs olarak tutmaktan vazgeçerek tavuktan biraz aldı. Ağzımdaki lokmayı çiğnerken sakin bir şekilde vereceği tepkiyi izledim ve beni şaşırtmayarak düz bir ifadeyle “Fena olmamış, evet,” dedi.

“Muhteşem olmuş,” diye övdüm onu. Tavuğu marine etmesinden patatesleri hangi baharatlarla karıştırdığına kadar dikkatle izlemiştim. Aynı şeyi daha önce kırk kere yapmışçasına tecrübeliydi. Muhtemelen yapmıştı da. Onun yaptığı şeylerin aynısını yapsam dahi bu tadı bulabilir miydim, bilmiyordum o yüzden.

“Teşekkür ederim,” diyerek mezeden biraz yedi. “Meze de çok güzel olmuş.”

Basit, yoğurtlu kabaktı ama onun düştüğü hataya düşmeyip kocaman gülümseyerek “Afiyet olsun,” dedim.

Arkada, konuştuğumuz zaman birbirimizi rahatça duyabileceğimiz bir yükseklikte şarkılar çalarken oldukça keyifli bir şekilde karınlarımızı doyurduk. Her şey olabildiğine basit ama bir o kadar da değildi. Sahi, mutluluk ve huzur bunda değil miydi?

Yemekten sonra Aral’ın tüm ısrarlarını görmezden gelip masayı toplamasında ve bulaşıkları halletmesinde yardım ettim. Hiçbir çaba göstermeksizin o kadar uyumlu hareket ediyorduk ki istemeden yıllardır evli olsaydık ancak böyle bir rahatlığa kavuşmuş olabileceğimizi düşünüyordum. Oysa birlikte yaşadığımız süre, ben hatırlamıyor olsam bile oldukça kısaydı.

O halde tüm bunlar birbirimiz için yaratıldığımızı mı gösteriyordu?

Şimdiden kafamın için böyle sorularla dolduğuna göre kendimi fena halde kaptırmıştım ve doğrusunu söylemek gerekirse Aral hiç de kapılmayacak biri değildi.

Yakışıklı ve çekici olmasını bir kenara bırakırsak -ki asla kenara köşeye atılacak şeyler değildi- davranışları beni daha çok ona bağlıyordu. Kibarlığı, beni bu kadar çok düşünüyor olması, yaşananların canını ne denli yaktığını gizleme gereğinde bulunmaması, sempatikliği, bana baktığında gözlerindeki aşkı ve şefkati net olarak görebilmem…

Bunu nasıl başardığı hakkında bir fikrim olmasa da şu an daha da net bir şekilde fark ettiğim üzere ona hızla kapılıyordum. Şimdiden burada daha çok vakit geçirmeye ihtiyaç duyuyordum. Onu daha yakında tanımak, ilişkimiz hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordum.

Aral, son tabağı da kurumaya bıraktıktan sonra “Evet,” diyerek bana döndü. “Şimdi ne yapmak istersin?”

Omuz silktim. “Bilmem, sen seç.”

“Plakları incelemek ister misin?”

“Başka bir alternatif var mı?” diye sordum. Plakları incelemeyi hala istiyordum ama biraz bakındığım için ilk andaki kadar meraklı değildim. Hem onlarla yarın da ilgilenebilirdim.

Kollarını göğsünde kavuşturup “Nasıl bir alternatif?” diye sordu.

“Şile’de olduğumuzu kanıtlayacak bir alternatif, belki?”

“Hım,” diyerek kısa bir an düşündükten sonra aklına güzel bir şey geldiğini kanıtlayan parıltılı gözlerle baktı yüzüme. “Bizim için kahve yapar mısın?” Eliyle mutfak dolaplarından birini işaret etti. “Elektrikli cezve var.”

“Tabii, yaparım.”

“O halde sen kahveleri yaparken ben de senin hoşuna gidecek bir şeyler ayarlayayım,” diyerek kollarını çözdü ve dolaptan bahsettiği cezveyi ve kahve paketini çıkardı.

“Ben yanına gelene kadar buradan ayrılma, olur mu?”

İyice meraklanırken usulca başımı sallayıp “Olur,” dedim. “Ama beni fazla bekletme, dayanamayabilirim.”

Gülerek “Mesaj alındı,” dedi ve mutfağın çıkışına doğru ilerlemeye başladı. Tam kapıdan çıkmak üzereyken “Kahveni nasıl içersin?” diye sormayı akıl edebildim.

“Fark etmez, kendin nasıl istiyorsan bana da öyle yap.”

Görüş alanımdan çıktığında merakım oldukça artmış olsa da kendimi tuttum ve uslu bir kadın olarak üzerime düşen görevi, yani kahveleri hazırlamaya koyuldum.

İçeriden gelen koşuşturma sesleri merakımı artırsa da kendimi tuttum ve hatta Aral’ın her ne yapıyorsa zamana ihtiyacı olduğunu anladığımdan oyalanabildiğim kadar oyalandım. Yine de altı üstü kahve yapıyordum, cezvenin başında saatlerce duramazdım.

Pişen kahveleri dolaptan bulduğum iki büyükçe fincana doldurduktan sonra artık pek de ses duyamadığım içeriye doğru seslendim.

“Kahveler hazır!”

“Geliyorum!”

Aral’ın sesi beklediğimden daha yakın gelmişti ki kendisi de birkaç saniye sonra mutfaktan içeri girdi. Alnındaki hafif nem, koşuşturmacasını kanıtlar nitelikteydi.

“Bu kadar acele etmene ne gerek vardı, her ne yaptıysan birlikte de yapardık.”

“Ama o zaman aynı tadı vermezdi,” diyerek elimdeki tepsiyi aldı ve arkasını dönüp ilerlemeye başladı. “Beni takip et.”

Kendi kendime gülüp dediğini yaparak peşine takıldım ancak açık olan dış kapıya yöneldiğini görünce şaşkınlıkla “Nereye gidiyoruz?” diye sormadan da edemedim.

Elindeki tepsiyle biraz zor olsa da ayakkabılarını giymeyi başardığında “Arka bahçeye,” diye cevap verdi ve hiç oyalanmadan yürümeye devam etti.

Ayakkabılarımı aceleyle ayağıma geçirirken “Kapıyı kapatayım mı?” diye seslendim arkasından.

“Kapatabilirsin!”

Ön verandanın ışığı sayesinde öndeki sandalyelerden birinin yerinde olmadığını fark ederek kapıyı kapattım ve Aral’ın peşine düştüm.

Kulübenin kenarıyla, etrafı kaplayan çitlerin arasındaki dar boşluktan geçerek arka bahçeye ulaştığımda gördüğüm şeyle duraksadım. Bahçenin bir kenarı, Aral’ın bahsettiği basketbol sahasından oluşuyordu. Diğer taraf ise sadece topraktı. Arka verandanın ışığı gölgeliyor olsa da tam tepemizde büyük bir dolunay vardı ve canımı acıtacak kadar güzel görünüyordu. Lakin gördüklerim bunlarla sınırlı değildi.

Aral, öndeki sandalyeyi buradaki sallanan, büyük bahçe sandalyesinin yanına yerleştirmiş ve önlerine de içinde odunların yandığı teneke kutu koymuştu. Bakışlarımı alevlerden çekip ona baktığımda küçük bir tebessüm eşliğinde beni izliyor olduğunu görünce usulca yutkundum.

Evet, gerçekten de bu adam başıma gelen en güzel şeydi.

Elindeki tepsiyi ön verandadan getirdiği sandalyenin üzerine bıraktıktan sonra “Daha bitmedi,” dedi ve açık olan pencereye yaklaşıp içeri doğru eğildi. Bulunduğum yerden ne yaptığını göremesem de saniyeler sonra çalmaya başlayan şarkı, neyle uğraştığını göstermişti. Gramofonu, şarkıyı daha iyi duyalım diye pencerenin dibine yerleştirmiş olmalıydı.

Mest olmuş bir halde ona doğru ilerlerken “Sana inanamıyorum,” dedim. “Nereden aklına geldi bunları yapmak?”

“Sen benden alternatif istediğinde pencereden dolunay olduğunu gördüm, sonra bunun tadını çıkartmak isteyeceğini düşündüm ve gerisi de öyle gelişti işte.” Sandalyedeki tepsiyi geri eline alıp “Hadi gel, kahveler soğuyacak,” diyerek sallanan sandalyeyi işaret etti. Gösterdiği yere doğru ilerlerken sandalyelerin başlarına astığı ince örtüleri fark ettim. Bunu bile düşünmüştü.

Büyük sandalyeye oturup uzattığı kahveyi teşekkür ederek aldıktan sonra onun da kendi kahvesini alıp tepsiyi yere bırakmasını izledim sakince. Arka fonda Barış Akarsu’nun eski bir şarkısı çalıyordu bu sefer.

Kahvemden ilk yudumumu aldım. Soğumaya başlamak üzereydi ama tadı hala güzeldi. Sadece hepsini tadını çıkararak bitirebilmem için hızlıca içmem gerekiyordu.

Tahta zemine yasladığım ayağımla kendimi hafifçe ileri geri oynatırken “Bu sandalyeden bir tane daha almaya vakit bulamamış mıydın?” diye sordum.

Bakışlarını önce bana, sonra da sandalyeye çevirdi. “Yo, hayır. Yenisini almayı hiç düşünmedim.”

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. “Neden? Bu sandalyeyi sevmiyor musun?”

“Seviyorum.”

“Niye evdeki diğer eşyaları çiftlerken buna da bir eş almadın o halde?”

Şaşırma sırası ona geçmişti. “Gerek duymamıştım çünkü. Diğer aldığım her şeye ihtiyacımız vardı ama bunun ikincisine yoktu.”

“Niye ki?” diye sordum kafa karışıklığıyla. “Burayı pek kullanmıyor muyduk birlikte?”

“Kullanıyorduk ama sen,” dedikten sonra kendini frenledi ve gözlerini kırpıştırdı. Ona dikkatle baktığımı görünce “Ah, şey,” diye geveledi. “Bu sandalyeye genelde birlikte otururduk.”

“Birlikte mi?”

“Kucağıma oturuyordun yani,” diye açıklarken hafif utanmış görünüyordu. “Öyle olması ikimizin de daha hoşuna gidiyordu, bu yüzden yenisini almak hiç aklıma gelmedi.”

Ona boş boş baktığımı görünce aceleyle ekledi.

“Ama yanlış anlama. Sadece bu sandalye özelinde değil, sen genelde kucağıma oturmayı severdin. Kanepe ya da sandalye fark etmezdi, baş başaysak ve yemek yemiyorsak çoğu zaman, şey, kucağımda olurdun.”

“Ah.”

Ağzımdan dökülebilen tek şey buydu, zira oldukça şaşkındım. Doğum günü videosunda bu detay dikkatimi çekmişti aslında, boş koltukta Aral’ın yanına oturmak yerine büyük bir memnuniyet ve alışkanlık olduğu belli bir rahatlıkla kucağına tünemiştim. Yine de bunu her koşulda yaptığımı düşünmemiştim.

“Bana öyle bakmayı bırakabilir misin lütfen? Kendimi sapık gibi hissediyorum.”

Aral’ın mahcubiyet dolu sesi beni kendime getirirken “Ha? Ne?” dedim şaşkınca. “Özür dilerim. Ben sadece biraz afalladım ama hiç öyle bir şey düşünmedim. Zaten bu koşullarda biri sapık olacaksa o kişi ben olurum.”

Bakışlarını benden kaçırıp “Benim bir şikâyetim yoktu,” diye mırıldandıktan sonra kahve fincanını kafasına dikti.

Gerçekten komik bir adamdı.

Komik ve dürüst.

Lafı uzatmak istemediğimden ki ne diyeceğimi de bilmiyordum zaten, önüme dönüp kahvemden yudumlar aldım.

“Türk kahvesi için yeterli ama daha farklı şeyler içmek istersek diye kahve makinesi almak daha iyi olur sanki.”

Ansızın ağzımdan dökülen cümle ikimizde de aynı şok etkisine neden oldu. Söylerken detaylı düşünmemiştim ama geleceğe yönelik bir tavsiyede bulunmuştum. İkimizin de olduğu bir gelecek. Ve bunu söylerken sesimde en ufak bir tereddüt yoktu.

Aral, sevinçle parlayan yeşilleriyle bana baktı ve yavaşça kafasını salladı.

“Olur, alırız.”

Sessizce boğazımı temizleyip önüme döndüm. Söylediğim şeyden ya da ima ettiğim durum için pişmanlık duymuyordum ama ileride pişman olmamak için yavaştan almam gerekiyordu. Sonuçta hafızam geri gelmeyebilirdi ve öyle bir durumda yaşanabilecek aksiliklerle onu da kendimi de üzmek istemiyordum.

Şarkı değişti ve yerini tekrar Sezen Aksu’ya bıraktı. En çok dinlediği şarkıcılardan biri olduğunu anlamak zor olmamıştı.

Aç kalbini ben geldim

Sıkı sıkı tut bırakma

Zar zor yıktım duvarlarımı

Kıymetini bil uzatma

Kahvemin sonunu içtikten sonra şarkının melodisiyle hafifçe salınmaya başladım oturduğum yerde. Sevdiğim bir parçaydı.

Aral, sandalyesinden kalkıp elimdeki boş fincanı istedi ve kendisininkiyle birlikte camın kenarına bıraktı. Ardından verandanın ışığını kapatıp bizi yalnızca ay ve ateşin ışığında bıraktıktan sonra usul adımlarla karşıma dikilip elini uzattı.

“Benimle dans eder misin?”

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırıp “Dans mı?” diye sordum. Bu teklifi hiç beklemiyordum.

“Hımhım, eğer istersen?”

“Şey, olur tabii.”

Elini tuttum ve beni kaldırmasına izin verdim. Birlikte verandadan aşağı inip ateşe yakın bir yerde durduk. Hareketlerim çekingendi, bunun farkında olacaktı ki tuttuğu elimi benim yerime omzuna bırakıp ellerini belime yerleştirdi ve beni biraz daha kendisine çekti.

Bakışlarının yoğunluğu altında kalbim titrerken boştaki elimi de diğer omzuna koymayı zar zor akıl edebildim. Olduğumuz yerde usulca salınmaya başladığımızda gözlerimi omzuna indirip belimdeki ellerinin yaydığı sıcaklığın keyfini çıkarmaya çalıştım. Tabii bakışlarının yüzümde gezindiğini bilirken bunu yapmak çok da mümkün değildi ama en azından denedim.

Ben anlamam toptan tüfekten

Ben anlamam taştan yürekten

Anlamam akıntıya kürekten

Bunları boş ver, ne haber aşktan?

Tepemizde dolunay, sadece birkaç adım uzağımızda çıtırdayan ateş varken ona bu kadar yakın olmak hislerimi harekete geçirmişti. Kokusunu net bir şekilde içime çekebiliyordum ve bundan kesinlikle çok hoşlanmıştım. Belimi sıkıca kavrayan ellerinden, benim ellerimin altındaki güçlü omuzlarından da öyle.

Ona bu kadar hızlı adapte olmuş olmam tek kelimeyle korkunçtu. Kalbim onun için deli oluyordu, muhtemelen eskiden de olduğu gibi. Sanki sadece anılarımdaki varlığı kaybolmuştu. Bedenim onu tanıyordu, istemsizce ona daha da sokulmamın başka mantıklı bir açıklaması yoktu çünkü.

Şarkı bitene kadar hiç konuşmadık. Yani, birbirimizle. Yoksa kafamın içinde kendimle büyük bir münakaşa halindeydim. Bir yanım, oldukça küçük bir yanım, hislerime rağmen biraz daha ağırdan almamı söylüyordu. Ama büyük olan yanım kendimi kısıtlamamın bir anlamı olmadığını ve kendimi koşulsuz şartsız ona bırakmam gerektiğini düşünüyordu.

Ve ben büyük yanıma uymak üzereydim.

Belki de çoktan uymuştum.

Şarkı bittiğinde duraksayarak bakışlarımı, dans boyunca yüzümden bir an olsun ayrılmayan yeşillere çevirdim. Yeni bir parçanın ilk notaları çalmaya başlamıştı ve daha hareketli bir şarkıydı. Ama ben dans etmeyi bırakmak, daha doğrusu Aral’ın kollarının arasından çıkmak istemiyordum.

Bunu ifademden anlamış olacaktı ki küçük bir gülümseme eşliğinde “Sanırım tempomuzu artırmamız gerekecek,” diyerek bir adım geriledi. Ardından belimdeki ellerini çekip omzunda duran ellerimi kavradı ve beni kendi etrafımda döndürdü.

Beklemediğim bu hamle karşısında dudaklarımdan küçük bir kıkırtı kaçtığında yüzünde tatmin olduğunu gösteren bir gülümseme oluştu.

“Evet, işte böyle. Kendini kasmanı gerektiren bir durum yok. Rahatla ve anın tadını çıkar. Her şey bunun için.” İçten bir tavırla ekledi. “Senin için.”

“Bizim için,” diye düzelttim onu. Gülümsemesi genişledi.

“Tamam, bizim için.”

Kıraç’ın sesi yükselirken Aral’ın hareketleri hızlandı. Elleri, benimkileri kavramaya devam ettiği için bana da ona uymaktan başka bir seçenek kalmamıştı.

Kan ve gül, gülle diken, aşkım ve sen

Birbirine dönük sırt, sen ve ben

Bilmem, anlatabiliyor muyum?

Beni tekrar etrafımda döndürdüğünde dudaklarımda kocaman bir gülümseme vardı artık. Uzun bir süre de dudaklarımda kalmaya devam edecek gibiydi.

Gerginliğim ve hissettiğim çekinti benden iyice uzaklaştığında dansımıza kendi figürlerimi de eklemeye başladım. Rahat, belki biraz saçma ama kesinlikle eğlenceli figürlerdi.

Sarılıp öpen, ağlayıp gülen, sonra kaçıp giden

Fırtınayla bir gece, bir bilmece

Bilmem, anlatabiliyor muyum?

Bir yerden sonra hafif bir tonda o da şarkıyı mırıldanmaya başladı. Gözlerini benimkilerden ayırmaması, sözleri bana söylüyormuş gibi hissetmeme neden oluyordu.

Seviyorum, seviyor musun?

Ağlıyorum, ağlıyor musun?

Özlüyorum, özlüyor musun?

Sevdikçe itiyor musun?

Peki, öyle olsun.

Beni kendinden uzağa itip ardından koluna sarılarak geriye yaslanmamı sağladığında bir an öylece kaldık. Yüzü benimkine çok yakındı. Göğsüm hızla kalkıp inerken soluk seslerim aramızda yankılanıyordu. O, benim gibi dansın etkisiyle nefes nefese kalmamıştı ancak gözle görülür bir şekilde heyecanlıydı.

İstemsizce yutkunduğumda bakışları gözlerimden aşağı, dudaklarıma kaydı ve birkaç saniye orada oyalandı. Vücudum beklentiyle dolarken nefeslerim daha da hızlandı. Beni öpmesini gerçekten istiyor muydum, bilmiyordum ancak öptüğü takdirde onu itmeyeceğimden emindim.

Ama beklediğim şey olmadı. Gözlerini kısa bir anlığına yumduktan sonra geri açtı ve hiçbir şey olmamış gibi beni doğrulttu. Dansa geri dönmeye niyetli gibi dursa da sanırım bakışlarımdaki bir şey onu durdurdu ve beni kollarının arasında tutmaya devam ederken “Niye öyle bakıyorsun?” diye sordu.

“Nasıl bakıyormuşum?”

Bakışlarını yüzümün her bir noktasında gezdirdikten sonra “Hayal kırıklığına uğramış gibi,” diye mırıldandı. “Sanki…” Bir anlığına duraksadı. “Sanki seni öpmemi istiyormuşsun gibi.”

Kendime bilmediğimi söylüyordum ama içten içe istediğim şey buydu. Kendimin bile anlam veremediği şekilde bozulmuş olmamın tek nedeni de buydu.

Bu yüzden cevap verirken sesimde en ufak bir tereddüt yoktu.

“İstiyorumdur belki?”

Cevabımın üzerine gözleri büyüdü. Duyduklarına inanamıyormuş gibiydi.

“İstiyor- İstiyor musun?”

“Evet.”

Hala oldukça tereddütlü görünüyordu.

“Ama-”

“Ne?” diyerek kestim sözümü. Daha ne kadar açık olabilirdim? Üstelik laf ebeliği yapana kadar beni çoktan öpmüş olması gerekmez miydi? Hiç de böyle bir niyeti yokmuş gibiydi. “Daha önce hiç öpüşmedik mi?”

“Ha?” Gözlerini kırpıştırdı. “Öpüştük elbette. Seviştik bile hatta ama-”

Gözlerim kocaman olduğunda ne dediğini fark ederek sustu ve o da benim gibi gözlerini kocaman açtı. Seviştiğimizi başka şartlar altında söyleseydi muhtemelen utanıp sıkılırdım ancak bunu beklenmedik bir anda ağzından kaçırması ve sonucunda dehşete düşmüş gibi görünmesi yüzüne doğru koca bir kahkaha patlatmama neden oldu.

İşin kötüsü, kahkaham da onu irkiltmişti ve şimdi daha kötü görünüyordu ve bu beni daha da çok güldürdü.

Zar zor “Pardon,” desem de kendimi durduramıyordum, bu yüzden alnımı göğsüne yaslayıp gülmeye devam ettim.

“Öyle demek istememiştim. Ben… Ah, özür dilerim.”

Başımın üstünde utanç dolu bir sesle söylenirken başımı kaldırdım ve gözlerimden akan yaşları silerken “Niye özür diliyorsun ki?” diye sordum. Dudaklarımda durduramadığım muzip bir gülümseme vardı. “Sevişmedik mi daha önce?”

Ne cevap vereceğini şaşırmış gibi ağzını birkaç kez açıp kapadıktan sonra “Seviştik tabii. Ama yani… Böyle konuşmak, bilmiyorum,” diyerek başını salladı iki yana. “Konuştukça batırıyorum.”

“Hiçbir şeyi batırdığın yok,” dedim tüm içtenliğimle. “Aksine o kadar tatlısın ki, seni öpme isteğimi artırıyorsun.”

Gözlerini kırpıştırdı. “Sahi mi?”

“Sahi ya.”

“Ama erken değil mi?” diye sordu tereddütle. “Yani sen daha yeni yeni tanımaya başlıyorsun beni. Hızlı davranıp hata yapmak ve seni kendimden uzaklaştırmak istemiyorum. Hele de beni kabullenmeye başlayalı bu kadar az süre geçmişken.”

Bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Başka biri olsaydı her şeyi bu kadar ince düşünür müydü diye düşünmeden edemiyordum ve içimden bir ses bunun cevabının olumsuz olacağını söylüyordu.

Elimi kaldırıp yanağına yasladım ve başparmağımla hafifçe yanağını okşadım.

“Biliyor musun? Gerçekten çok güzel bir adamsın.”

Başını hafifçe eğerek avucuma yasladı.

“Normalde kendimden hiç hoşlanmam, hatta son yıllarımı hep kendimden nefret ederek geçirdim ama bazen sırf sen sevdiğin için kendimi sevdiğim oluyordu.”

“Aral,” diye mırıldandım gözlerim dolarken. “Kendine karşı neden bu kadar acımasızsın?”

“Öyle olması gerekiyordu.”

Diğer elimi de kaldırıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım.

“Hayır, böyle olması gerekmiyor. Başkaları sana iğrenç şeyler yaşatmış olabilir ama bu senin hatan değil. Böyle bir durumda kendinden nefret etmen değil, kendini daha çok sevmen gerekiyor. Çünkü ne kadar zor olsa da bununla başa çıkabilmişsin. İyi ya da kötü fark etmez, bir şekilde hayatına devam edebilmişsin ve bu gerçekten büyük bir başarı.”

“Ben buna hayata devam etmek demezdim.”

“Ama ben öyle diyorum,” diyerek kaşlarımı çattım. “Kendini bu kadar hor görmen çok sinirimi bozuyor, haberin olsun.”

“Tamam,” diyerek iç çekti. “Kendimle ilgili konuşmayacağım daha fazla.”

“İstediğim şey bu değil. Kaçmak yerine kendine hak ettiğin değeri ve sevgiyi vermeye başlamalısın artık.”

“Bunu yapmak, söylemek kadar kolay değil.”

“Biliyorum. Farkındayım. Ama kendinle sürekli dalga geçersen bir yere varamazsın, değil mi?”

“İsteyerek olmuyor, savunma mekanizması gibi bir şey.” Omuzlarını düşürerek derin bir nefes verdi. “Kendime daha iyi davranmaya çalışıyorum ama kısa zamanda olabilecek gibi durmuyor. Dediğim gibi bazen kendime senin gözünle bakmaya çalışıyorum ve o zamanlar biraz olsun yumuşuyorum ama kalıcı olmuyor. Gittiğim terapist kendime zaman vermem gerektiğini söyledi.”

Küçük bir tebessümle anladığımı belirtircesine başımı salladım. “Kimin zamana ihtiyacı yok ki?”

Gözlerini kıstı. “Şu an… Beraber beklemeyi mi teklif ediyorsun?”

Ellerimi yüzünden çekerek omuz silktim. “Birbirimizi öpemediğimize göre birlikte beklemek en mantıklı seçenek.”

Güldü. “Bana laf sokmalarını özlemişim.”

“Hım, demek laf yemekten hoşlanıyorsun. Bunu bir yere yazdım.”

Ansızın kolunu belime dolayarak beni kendine çekti ve boştaki eliyle yüzüme düşen saç tutamını geriye doğru ittirdi.

“Laf yemekten değil, senden hoşlanıyorum. Bu da bana karşı takındığın her şeyden hoşlanmama neden oluyor. Bana kızmanı da seviyorum, laf sokmanı da.”

Yakınlığı kanımı kaynatırken “Bunu bildiğim de iyi oldu,” diye mırıldandım.

Bakışları usulca yüzümde gezindikten sonra alnını alnıma yaslayarak iç çekti. “Bana öyle bir bakıyorsun ki, beni aslında hatırlamıyor olduğunu unutuyorum.” Burnunu benimkine sürttüğünde nefesim tekledi. “Beni hala seviyormuşsun gibi geliyor.” Başını geri çekip büyülenmiş gibi onu izlediğim gözlerime baktı. “Hiçbir şey değişmemiş gibi.”

“Dediğin gibi olsaydı,” diye mırıldandım kısık bir sesle. “Yani hiçbir şey değişmeseydi, tam şu an ne yapardın?”

Yüzümü uzun uzun izledikten sonra “Bunu yapardım,” diyerek uzandı ve göz kenarıma küçük bir öpücük kondurdu. “Ve bunu.” Dudaklarını yanağıma bastırdı. “Bir de bunu.” Dudağımın köşesini öptü. “Ve de bunu.” Alt dudağı, üst dudağımın sol kenarına değecek şekilde bir öpücük daha kondurdu dudak kenarıma. Bu sefer geri çekilmedi de. Öylece durdu. Burnunu tenime sürterek kokumu içine çekti.

“Aslında bunu bana yapmaya bayılırdın,” diye mırıldandığında, alt dudağı hala benimkine temas eder vaziyetteydi. “Yüzümün her bir noktasını öperdin. Hatta birlikte uyuduğumuz gecelerin sabahında beni bu şekilde uyandırırdın. Görev haline getirmiştin.”

Aynı yere bir öpücük daha bırakıp hafifçe geri çekti yüzünü. Tekrar gözlerimin içine baktı. Bakışları ruhuma öyle iyi geliyordu ki.

Anı bozmaktan korkarak “Başka?” diye sordum fısıltıyla. “Başka ne yapardın?”

Yeşilleri bir anlığına dudaklarıma inip tekrar gözlerime çıktı. Ona saf bir beklentiyle baktığımı fark ettiğinde usulca yutkundu ve benim gibi fısıldayarak “Bunu,” dedikten sonra dudaklarını benimkilere bastırdı.

Hissettiğim şeyler öyle yoğundu ve öylesine aklımı başımdan almıştı ki, başta beni öpmesine izin vermekten başka hiçbir şey yapamadım. Sadece dudaklarının varlığına ve bana hissettirdiklerine odaklandım. Ardından çekingen bir tavırla dudaklarımı hareket ettirdim. Öpücüğüne zayıf da olsa karşılık vermeye başlamam, belime sarılı olan kollarını sıkmasına ve beni kendisine daha çok çekmesine neden oldu.

Kollarım, bunu onlarca defa yapmış gibi -ki kesinlikle yapmıştı- usulca yükselip boynuna dolandı. Parmak uçlarım saç diplerinde gezinmeye başladığında hafifçe inledi ve bundan cesaret almış gibi beni daha sert öpmeye başladı.

Çekingen hareketlerim öpüşme derinleştikçe azaldı, hatta kısa bir süre sonra tamamen yok oldu.

Nefes alabilmek için dudaklarımızı ayırdığında göğsüm hararetle inip kalkıyordu. Öpüşürken kendiliğinden kapanan gözlerimi açıp ona baktığımda alev almış gözlerle bana baktığını gördüm. Beni içine çekmek ister gibi duruyordu.

Belimdeki ellerinden birini yukarı çıkarıp ensemi kavradı ve baş parmağıyla çenemi okşadı.

“Dayanabilirim sanıyordum ama,” diye mırıldandı. O da benim gibi hızlı soluyordu. “Seni biraz daha öpmeseymişim ölebilirmişim.” Dudaklarıma küçük bir öpücük daha kondurdu. Sonra bir tane daha ve bir tane daha. “Çok özlemişim. Delirecek kadar çok.”

Sözleri, bakışları, sıcaklığı ve yüzüme vuran hızlı nefesleri tarafından kuşatılmıştım. Kaçışım yoktu. Kaçma isteğim de öyle. Beni şu an kucağına alıp yatağına götürmeye kalksa onu durdurmazdım bile ve bu korkunçtu. Çok korkunç.

Ama bir o kadar da harika. Daha önce hiç tatmadığım -ya da hatırlamadığım- kadar harika.

Düşüncelerimi durdurabilirmişim gibi bu sefer ben uzandım ve onu öptüm. Hiç vakit kaybetmeden bana karşılık verdiğinde kendimi tamamıyla ona yaslayıp öpücüğü derinleştirdim. Kendimi durduramıyordum, vücudum benden bağımsız hareket ediyordu. Beni kavrayışı yabancı olması gerekirken hiç de öyle hissetmiyordum. Aklım haricindeki her bir zerrem onu çok iyi tanıyormuş gibiydi.

Tekrar nefes nefese bir halde birbirimizden ayrıldığımızda şakağıma güçlü bir öpücük kondurup bana sıkıca sarıldı. Kollarım zaten boynuna sarılı olduğu için karşılık vermek zor olmadı. Dolunay ışığının altında, gramofondan kaçıncı kez değiştiğini bilmediğim bir parça yükselirken nefesimiz düzelene kadar öyle durduk.

Hava, saat geçtikçe daha da serinliyordu ve öpücüğün harareti üzerimden kalkınca bunu daha çok fark ederek istemsizce Aral’ın sıcaklığına daha çok sokuldum. Bunu hissetmiş olacaktı ki elleriyle sırtımı sıvazladı.

“İçeri geçelim mi artık? Üşümeye başladın.”

Aslında hiç ondan ayrılasım yoktu ama üşüyüp hasta olmak da istemiyordum. Zira burada keşfetmem gereken çok şey vardı. Ve tabii Aral’ı da daha yakından tanımak istiyordum. Çok daha yakından.

Başımı salladım yavaşça. “Olur.”

Sırtımı son kez sıvazladıktan sonra “Hadi gel,” diyerek beni verandaya yöneltti. Sandalyelerden birindeki örtüyü alarak etrafıma sardıktan sonra “Sen geç, ben de ateşi söndüreyim,” dedi.

“Tamam,” diyerek kahve tepsisini aldım ve eve geçtim. Önce mutfağa girip kahve fincanlarını yıkadım ve ardından tuvalet ihtiyacı duyduğum için banyoya gittim. İşlerimi hallettikten sonra lavaboda ellerimi yıkarken bakışlarım aynadaki aksime takıldı. Yorgun ama mutlu görünüyordum. Ve huzurlu. Gözlerimdeki sakinliği ancak böyle açıklayabilirdim. Günlerdir ilk kez bu kadar iyi hissediyordum kendimi hatta.

Bakışlarım dudaklarıma takıldığında şiştiklerini fark edip istemsizce gülümsedim. Kesinlikle yaşadığım -hatırladığım- en güzel öpücüktü ve hiç de ilk öpücük gibi değildi.

“En az bin kere öpmüşsündür o dudakları,” diye mırıldandım aynadaki aksime. “Her sabaha özel öpücük seansı bile veriyormuşsun. Buldun tabii taş gibi adamı, değerlendirdin her fırsatı değil mi?”

“Tamay, bir şeye mi ihtiyacın var?”

Aral’ın banyonun dışından gelen sesini duyduğumda gözlerim fal taşı gibi açıldı ve aceleyle bağırdım. “Hayır! Hayır, iyiyim. Şimdi çıkıyorum zaten!”

Suyun soğuk tarafını açarak utanç basan suratıma su çarptıktan sonra el yordamıyla dağılan saçlarımı düzelttim ve derin bir nefes alıp dışarı çıktım. Neyse ki Aral, kapının dışında beni beklemiyordu. Aksi takdirde utançla saçmalamaya devam edebilirdim.

Kulübede artık plak sesinin yankılanmadığını fark ettiğimde oturma odasına doğru yönelmiştim ki yatak odasından çıkan Aral’ı gördüğümde duraksadım. Elinde yastıkla battaniye tutuyordu.

Şaşkınca ona baktığımı fark ettiğinde “Geç oldu,” diye mırıldandı. “Bugün epey hareketli geçti. Hastaneden daha yeni çıktın, uykuna dikkat etmelisin.”

Yorulduğum ve dinlenmeye ihtiyacım olduğu doğruydu ama hala bir şeyi anlamış değildim. “Elindekileri nereye götürüyorsun?”

Battaniyeyle yastığa kısa bir bakış atıp “İçerdeki koltukta yatacağım,” diye mırıldandı. “Senin için yataktaki çarşafı değiştirdim, merak etme.”

Merak ettiğim şey bu değildi. Gerçi şu ana kadar bunu hiç düşünmemiştim bile ama o öpücükten sonra birlikte uyumamız gerekmez miydi? Yani sonuçta…

Ah, derhal saçmalamayı kesmeliydim. Duruma bu kadar hızlı adapte olmam bir felaket doğurabilirdi. Gerçi her geçen saniye bu düşüncenin boş bir düşünce olduğuna daha çok katılıyordum.

Yine de kendimi durduramadım ve son bir umutla “Rahat edebilecek misin koltukta?” diye sordum.

“Burada tek kalırken yataktan çok o koltukta uyuyordum, merak etme,” diye mırıldandı küçük bir gülümsemeyle. Keyfi yerinde gibiydi ve bu sinirimi bozmuştu. Neden birlikte uyumayı teklif etmiyordu? Bunu sorun etmiyor muydu?

“Peki o zaman,” dedim. Sesim engelleyemediğim bir şekilde gönülsüz çıktığında kaşları hafifçe çatıldı.

“Uyumak istemiyor musun? Yorgun görünüyorsun diye ben-”

“Yo, hayır, istiyorum tabii,” diye kestim sözünü. Bu kadar düşünceli biri, benim saçma triplerimi hak etmiyordu. Bu yüzden lafı çevirdim. “Sadece bir an yanımda bir şey getirmediğimi hatırladım.”

“Dolapta kıyafetlerin var. Daha önce burada defalarca kez kaldığını söylemiştim, unuttun sanırım.”

Abartılı bir şekilde “Ah,” dedim. “Doğru, şimdi hatırladım.”

Tavrımda bir gariplik olduğunu sezdiyse de ki bence sezmişti, bunu belli etmeden başını salladı. “Bir şeye ihtiyacın olursa bana seslenmekten çekinme.”

“Olur, teşekkür ederim.” İç çektim ve samimiyetle ekledim. “Her şey için. Gerçekten harika bir gün geçirdim.”

Gözleri parlarken “Benim için de harika bir gündü,” dedi. “Ve umarım diğer harika günlerimizin başlangıcı olur.”

Hafifçe gülümseyip başımı salladım. Nedense bundan hiç şüphem yoktu. Ama bir yerde bir şekilde beraber uyumaya başlamamız da gerekiyordu. Zira bugün defalarca kez keşfettiğim üzere göğsü benim için yaratılmış gibiydi ve ben o göğüsten alabileceğim en büyük verimi almak istiyordum.

“O zaman iyi geceler,” diyerek bana doğru ilerledi ve kucağında tuttukları yüzünden bana dokunamasa da uzanıp alnıma uzun bir öpücük kondurdu. Bu bile içimi titretmeye ve daha fazlasını istememe yeterli gelmişti.

“İyi geceler.”

İstemeye istemeye yanından geçip yatak odasına doğru ilerledim ve kapıdan girmeden evvel son kez omzumun üzerinden baktım ona. Olduğu yerde beni izliyordu. Yüzünde ya da bakışlarında bir şey aradım, ona teklifte bulunmamı gerektirecek bir şey ama yoktu. Bu yüzden ona son kez gülümseyip içeri girdim.

Dolaba doğru ilerleyecekken gözlerim piyanoya takıldığında adımlarımı ona yönelttim ve önündeki oturağa yerleşip piyanonun kapağını kaldırdım. Parmaklarım büyük bir sevgiyle tuşlarla gezinirken birkaç notaya bastım ve çıkan sesleri içime çektim. Piyano çalmayalı asırlar geçmiş gibi hissediyor, saatlerce çalmak için amansız bir istek duyuyordum ancak şu an buna aklımı veremeyecek kadar yorgun ve düşünceliydim. Bu yüzden birkaç kez daha rastgele tuşlara basıp kapağı kapattım ve ayağa kalkıp tekrar dolaba yöneldim.

Kapakları açtığımda gördüğüm şey, kendi yatak odamdaki dolabımda gördüklerimle benzerdi. Sabit bir düzen ve ikiye ayrılmış kıyafetler. Bir kısmı benim, kalan kısımsa Aral’ın. Sadece buradaki şeyler daha basit ve gündelikti.

Birkaç sene önce aldığım pijama takımlarımdan birini görünce uzanıp altını aldım ama üstü gömlek şeklinde olduğu için giymek istemedim. Onun yerine daha basit bir tişört ararken Aral’ın rafında gayet rahat görünen beyaz bir tişörte uzandım. Madem benimle uyumuyordu -ki buna bozulmuş olmam ciddi anlamda sorun teşkil ediyordu- ben de onun tişörtünü gasp ederdim.

Üzerimi değiştirdim ve saçlarımı, yarama dikkat edecek şekilde tepemde dağınık bir topuz yaparak yatağa geçtim. Gerçekten de çarşafı ve yastık kılıfını değiştirmişti. Temiz deterjan kokusunu normalde severdim aslında ama şu an sinirlerimi daha da bozmak dışında bir şey yapmamışlardı.

Düz yatıp bakışlarımı tavana diktim ve uyumak yerine neden huysuzlanmaya devam ettiğimi çözmeye çalıştım. İstediğim şey neydi? Aral’ın yanında olmak. Birkaç güne kadar görmeyi bile istemediğim adamın yanında yatmak beni rahatsız etmeyecek miydi? İçimden bir ses, tam tersine buna bayılacağımı söylüyordu. Ama ben o sese güvenebilir miydim? Ya onun yanında yattığım an gerilirsem ve bunu ona söyleyerek üzülmesine neden olursam?

Oflayarak sağ tarafıma döndüm ve gözlerimi yumdum. Ben bu adama kendi kendime savaş açmaya karar vereli on iki saat bile olmamıştı ve şimdiden koynunda yatmak istiyordum. Yani bu savaşı kaybettiğim anlamına bile gelmiyordu. Bu bir felaketti ama umurumda bile değildi.

Üzerimdeki yorganı tekmeleyerek doğruldum ve aceleyle ayağa kalktım. Bu böyle olmayacaktı. Gidip ona uyuyamadığımı, çünkü yerimi yadırgadığımı ve beni rahatlatması gerektiğini söyleyecektim. Evet, en makulü buydu. Şimdiden onsuz yatamadığımı söylersem deli olduğumu düşünebilirdi çünkü.

Ki muhtemelen delirmiştim de. Ama bunu bilmese de olurdu.

Ayaklarımı sürüyerek odadan çıktım ve Aral’ın kaldığı odaya doğru ilerledim. Bensiz yatamadığı için babasından azar yediğini ve hatta bu yüzden nikah kıyma yoluna girdiğimizi anlatan oydu. O halde o da benim az önce yaptığım gibi boş boş tavanı izliyor olmalıydı.

Lakin odaya girdiğimde gördüğüm manzara hiç de düşündüğüm gibi olmadığını gösteriyordu. Aral, L koltuğun bir tarafına yatmış, battaniyesini de üzerine çekmiş mışıl mışıl uyuyordu. Hatta oldukça rahat görünüyordu. Ve bu sinirlerimin daha da bozulmasına neden oldu.

“Resmen yalan söylemiş,” diye homurdandım kendi kendime. “Bensiz de gayet rahat uyuyabiliyormuş.”

Ona mı yoksa kendi acizliğime mi daha çok bozulmuştum bilmiyordum doğrusu. Hatta uyurken çok yakışıklı göründüğünü fark etmek daha da sinirlerimi bozmuştu.

Kendimi tutamayarak “Pislik,” diye homurdandım ve arkamı dönüp hızlı adımlarla odadan çıktım. Gerisin geri yatak odasına dönüp yatağa yattıktan sonra yorganı başıma kadar çekip sakinleşmek için gözlerimi yumdum. Bu kadar sinirlenmiş olmamın hiçbir mantığı yoktu ve kendimden korkmaya başlamıştım.

Derin nefesler alarak sinirimi ve ondan daha da büyük olan hayal kırıklığımı yatıştırmaya çalışırken yatağın diğer tarafının çöktüğünü hissederek irkildim. Kendime o kadar çok dalmıştım ki odaya birinin girdiğini fark edememiştim.

Yorganın diğer tarafı havalandığında ben daha ne olduğunu anlayamadan belime bir kol sarıldı ve saniyeler içinde sırtım, akşamdan beri beni deli eden o sıcak göğse yaslandı. Vücudum kaskatı kesilirken Aral’ın dudaklarını ensemde hissettim.

“Bana kendi içinde sinirleneceğine beraber uyumak istediğini söyleseydin her şey daha kolay olurdu sanki.”

Sesindeki muziplik sinirime dokunsa da büyük bir kısmım rahatlamış ve memnun olmuştu. Yine de kuyruğu dik tutmaya çalıştım.

“Sen uyumamış mıydın?”

Enseme bir sıcak öpücük daha bıraktı. “Sadece ne yapacağını merak etmiştim. Yatmaya giderken tuhaf davrandığını fark ettim ama nedenini anlayamadım. Birlikte uyumak için erken olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden sormaya çekindim. Yoksa sensiz uyuyamadığım kısmı doğru, yalan söylemedim.”

Suçluluk duygusuyla omuzlarımı düşürdüm ve elimi, belime dolanmış kolunun üzerine yasladım. “Niye böyle davrandığımı bilmiyorum,” diye mırıldandım dürüstçe. “Kendim bile anlam veremiyorum. Sadece… Tek istediğim… Yanında olmak. Hız konusunda haklı olduğunu da biliyorum ama kalbim benimle aynı fikirde değilmiş gibi davranıyor.”

Burnunu saç diplerime sürttü. “Benim kalbim de öyle. Beynim, son iki gündür yaşadıklarımızın yeterli, hatta fazla bile olduğunun farkında ama kalbim hep daha fazlasını istiyor. Buna rağmen senin için beynimi dinlemeye çalışıyorum.”

Bir süre hiçbir şey söylemedim ve söylediklerini hazmetmeye çalıştım. Sonra bunu hak ettiğini bilerek usulca fısıldadım.

“Sana âşık olmak öyle kolay ki.”

Bir şey söylemedi, bunun yerine bana daha sıkı sarıldı ve boynuma bir öpücük daha bıraktı. “İyi geceler, Doktor.”

Sıcaklığına sokulmuş olmanın huzuruyla gözlerimi kaparken “İyi geceler,” diye mırıldandım. Kokusu tarafından kuşatılmak, biraz önce bana uğramak gibi bir derdi olmayan uykunun kollarına atmıştı beni.

Uykuya dalmadan hemen önce düşündüğüm son şey mağlup olduğumdu. Sadece benim bildiğim o savaşta kesinlikle mağlup olmuştum ve ben, hayatımda hiç mağlup olduğum için bu kadar mutlu hissetmemiştim.

Umarım sevmişsinizdir, düşünceleriniz benim için çok kıymetli. <3

Yeni bölümde görüşene dek kendinize çok iyi bakın!

İnstagram: rabiaclr / dolunayinvechi

 

 

 

 

Loading...
0%