@bayanclara
|
İtiraf etmem gerekirse, sabahları bir adam tarafından sıkıca sarmalanmış olarak uyanmak pek de beklediğim bir şey değildi. Tabii ergenlik çağlarımda her genç kız gibi ben de aşk dolu bir evliliğin hayalini kurmuş; yakışıklı, sadık, evine ve ailesine bağlı bir adam düşlemiştim. Ama sonra, yani büyüyünce, bu adamların yalnızca hayallerde kaldığına emin olmuştum. Hele de Uğur’la yaşadıklarımdan sonra erkeklerden tamamıyla ümidi kesmiştim. Aşk acımı büyük ölçüde atlatıp yeniden tek başıma ve mutlu olduğum günlerde istediğim son şey yeni bir adam bulup aynı acıları tekrar yaşamaktı. Aşkı da âşık olmayı da severdim aslında. Hatta aşk meyvelerine bayılırdım fakat bunlardan büyük ölçüde vazgeçmiş gibiydim. Şu hayatta en çok istediğim şeylerden biri anne olmaktı aslında ama olmadan da yaşayabilirdim. Bunu kabullenmeye ve benim sevgimi hak etmeyecek kişilerden uzak durmaya adamıştım kendimi. Bu da bütün erkeklerden ümidi kesmeme neden olmuştu, çünkü dediğim gibi o mükemmel adamın gerçekte olmadığına emindim artık. Ama hayat sürprizlerle doluydu. Ve genelde vazgeçtiğiniz şey, siz onu istemekten vazgeçtiğinizde verilirdi size. Şu an üzerimde yatan ve beni sımsıkı saran adamda olduğu gibi. Aşktan, kurulacak sıcak bir yuvadan ve bebeklerden vazgeçeli uzun zaman olmuştu. O hayalimdeki adamı bulamayacağımı kabullenmiş, kendi kendime yetinmeye çalışmıştım. Gerçi bu pek de zor olmamıştı, zira Uğur yurtdışına gittiğinden beri zaten her şeyi tek başıma halletmeye alışmıştım. Bu yüzden onunla olan ayrılığımız hayatımda genel olarak bir değişikliğe neden olmamıştı. Olmayan bir yüzüğü parmağımdan çıkarıp atamazdım ya da benimle aynı evde yaşamayan birini evden kovamazdım. Aynı yerde çalışmadığım biriyle karşılaşmamak için her sabah işe giderken mide krampları geçiremezdim. Hastalandığımda ya da yardıma ihtiyacım olduğunda zaten yanıma gelmeyen birinin yokluğuyla başa çıkmaya da çalışamazdım. Yapabildiğim tek şey, birlikte olduğumuz fotoğrafları yakmak ve telefon rehberimdeki numarasını silmekti. Ha, bir de bendeki birkaç tişörtünü atmak zorunda kalmıştım ama o kadardı. Uğur’u hayatımdan silmek bu kadar kolay olmuştu işte. Lakin kalbimden silmek pek de kolay olmamıştı. Buna rağmen başarmıştım. Zordu, birçok kez pes etmek istemiştim fakat bir şekilde dayanmaya devam etmiştim. Ve sonuç olarak, yaşadığım bu sancılı süreç kalbime yeni birini alma yetimi öldürmüştü. İstesem bile -ki Yasemin’in zoruyla birkaç kişiye bu gözle bakmaya çalıştığımı itiraf etmeliyim- kimseden hoşlanamıyordum. Bu da beni bir daha âşık olamayacağıma inandırmaya başlamıştı. Lakin görünen o ki, hiç de böyle bir durum yoktu. Işık hızında bile âşık olabilirdim, önemli olan beni kendisine bu hızda aşık edebilecek bir adam bulmaktı. Ben de bulmuştum, ne zaman ve nasıl bulduğumu hatırlamasam da bulmuştum. Üstelik şu an resmen üstümde yatıyordu. Aral, öyle bir sarmıştı ki beni; onu uyandırmadan yataktan kalkabilmem imkansızdı. Vücudunun yarısı üzerimdeydi ki bu ebatlarımız göz önünde bulundurulduğunda neredeyse her yerimi kapladığı anlamına geliyordu. Yüzü, boynuma gömülmüştü. Nefesleri, bana büyük geldiği için gerdanımı açıkta bırakan tişörtü sayesinde köprücük kemiklerime vuruyordu. Tek bacağı, benim iki bacağımın üzerinde duruyordu ve tek kolu da sıkıca belime dolanmıştı. Göz ucuyla diğer kolunun, kendi yastığının -asla kullanmadığı yastık- altında durduğunu görebilmiştim. Yatak oldukça büyüktü ancak kendi tarafına koymayı tercih ettiği tek uzvu koluydu. Duruma bakılırsa büyük bir yatak alarak parasını boş yere harcamıştı, zira uyurken tek beden olmaya fazlasıyla alışık görünüyordu. Aslına bakarsanız, benim de bu duruma alışmam en fazla iki sabaha bakardı. Üstüme yüklenen ağırlığa rağmen birinin, uykusunda dahi bu kadar ihtiyaç duyduğu biri olmak harika hissettiriyordu. Uğur’la birlikteyken, özellikle de son zamanlarımızda bunu asla hissedemezdim. Aramızdaki ilişkide ihtiyaç duyan taraf yalnızca benmişim gibi gelirdi. Onu görebildiğim her fırsatta bir daha bırakmak istemezmişçesine sarılırdım ama ondan aynı tepkiyi göremezdim. Ona kavuşmuş olmanın mutluluğuyla öyle dolu olurdum ki bunu fark edemezdim bile. Zaten ben ancak ayrıldıktan sonra gerçekleri kavramayı başarabilmiştim. Aral’a dün gece de söylediğim gibi, ona âşık olmak kolaydı. Harika biriydi, o salça olayıyla da kanıtlanmıştı ki kesinlikle sadıktı, evlendiği takdirde evine ve ailesine yüzde yüz bağlı olan bir adam olurdu. Benim yanımda olabilmek için hiç düşünmeden işinden izin alması; hatta aylarca uğraştığı, uğruna neredeyse ölümden döndüğümüz o suçluları yakaladıktan sonra Arel’den bilgi almak dışında hiçbir şey yapmaması beni her şeyden üstte tuttuğunun en büyük göstergesiydi. İnsan, kariyer uğruna terk edildiğinde maalesef ki kendini işle karşılaştırmak zorunda kalıyordu ve evet, bunun ne kadar küçük düşürücü olduğunun farkındaydım. Aral’ın bana ihtiyacı olduğunu görebilmek için bana sarılmasına bile ihtiyacım yoktu. Bakışları her şeyi ortaya koyuyordu. Oradaki hüzün, keder ve özlem apaçık okunuyordu. Çünkü saklamıyordu. Bundan gocunmuyordu. Tek istediği bendim. Benim ilgim, benim sevgim, benim dokunuşum, benim öpüşüm… Aklım dün geceki öpüşmeye gittiğinde yüzümü aptal bir gülümseme kapladı. Yaşadığım en güzel öpüşme olabilirdi ve bende daha fazlasını isteme ihtiyacı doğurmuştu. Bunun için utanmalı mıydım, bilmiyorum ama fena halde doyumsuzluk yaşıyordum. Onu günün her anı öpsem bile sıkılmam gibi geliyordu. Muhtemelen sıkılmazdım da ama bunu şu an denemeye cesaretim yoktu. Belki ileride -ilişki hızımız göz önünde bulundurulduğunda birkaç gün sonra yani- bu fikrimi test ederdim. Boş boş yatmaktan sıkıldığımda omuzlarında duran elimi yavaşça yukarı çıkarıp usulca saç diplerini okşamaya başladım. Tuvalete gitme ihtiyacı duyuyordum ama onu üzerimden atıp gitmemi gerektirecek kadar zorda değildim. Ayrıca o kadar rahat görünüyordu ki uyandırmaya kıyabileceğimi sanmıyordum. Dün gece yanıma yatıp bana söylediği şeylerden sonra başta utanmış olsam da bunu aşmam sadece birkaç dakikamı almıştı. Onunla birlikte uyumak istememe öyle mutlu olmuştu ki tek düşünebildiğim şey bu olmuştu. Sevilmenin bu kadar iyi hissettirdiğini unutmuştum. Bir süre daha kafamda bin bir türlü düşünce dolaşırken usulca yattım ve Aral’ın saçlarını okşamaya devam ettim. Saçlarının yumuşaklığı çok hoşuma gitmişti. Ayrıca sıcaklığı da çok iyi hissettiriyordu, zira hala kış aylarına giriş yaptığımızı kabullenemesem de hava soğuktu ve bu kulübede doğal gaz yoktu. Aral tekken sobalı oda ona yetiyor olmalıydı ama birlikte kış aylarını burada geçireceksek ya yatak odasına da soba kurmalıydık ya da başka bir çaresine bakmalıydık. İstemsizce geleceğe dair planlar yaptığımı fark ettiğimde dudaklarımı birbirine bastırıp düşüncelerimi durdurdum. Kendimi çok hızlı kaptırıyordum ve bu hız beni korkutuyordu. Ancak bir taraftan da kaybedebileceğim bir şey yokmuş gibi geliyordu. Hafızam yerine gelmese de özellikle dün yaşananlardan sonra hayatıma Aral olmadan devam etmek pek de mümkün değilmiş gibiydi. Ona şimdiden fazlasıyla alışmıştım ve bu durumun nereye bağlanacağı az çok belliydi. Aral’ın hafifçe kıpırdandığını hissettiğimde düşüncelerimden sıyrılarak ona odaklandım. Saç diplerini okşamayı bıraktığımda uyku mahmurluğuyla çatallanmış sesiyle “Lütfen devam et,” diye mırıldanarak burnunu köprücük kemiğime sürttü. Teması içimi ısıtırken istediğini yerine getirdim ve saçlarıyla oynamaya devam ettim. “Günaydın.” “Sana da günaydın,” diyerek kokumu içine çekti. “Günler sonra gün gerçekten aydı.” Tenime küçük bir öpücük bırakmayı da ihmal etmedi. “Öyle mi?” Üzerimden kalkmayı asla düşünmüyormuş gibi bana biraz daha sokulduğunda istemsizce gülümsedim. “Bir yere gittiğim yok, merak etme.” “Senden ayrı kalmaya tahammülüm yok artık.” Belimdeki kolunu sıkılaştırdı. “Zaten çok geç buldum.” “Çok mu geç buldun?” “Evet… Otuz iki yaşındayım ben.” Saçlarının çeneme sürtündüğünü hissettim. “Ömrümün yarısı zaten sensiz geçti. Daha fazlasına katlanamam.” Başını hafifçe geriye çekip yanağını omzuma yasladı ve gözlerimin içine baktı. “Aslında katlanırım. Senin için her şeyi, her koşulda yaparım ama bunu yapmak zorunda kalmamayı tercih ederim.” Ensesindeki elimi kaydırıp alnına düşen saçlarını geriye taradım. Tamamen içten gelen şefkatle yapılmış, planlanmamış bir şeydi. Bunu anlamış olacaktı ki gözleri mutlulukla parladı. “Beni buna alıştırırsan işinin çok zor olacağını söylemem gerek.” “Neye alıştırırsam?” “Beni kendinden, hatta kendimden bile çok düşünmeye.” Hafifçe gülümsedi. “Zorlanacağım bir durum yok. Hem de hiç.” Kalbim taşıyamayacağım kadar ağırlaşmıştı sanki. Kendinden ve bana olan aşkından bir saniyeliğine olsun tereddüt duymuyordu ve bu benim için öyle değerliydi ki. Yaşadığım acıların karşılığı olarak bana gönderilmiş olma ihtimali daha inandırıcı geliyordu artık. “Bana öyle bakma.” Sözleriyle kendime gelirken şaşkınca göz kırpıştırdım. “Nasıl bakıyorum ki?” “İnanamıyormuşsun gibi.” “Konu inanmak değil, kabullenebilmek. Yani geçmişte yaşadıklarımı biliyorsundur, kariyer için terk e-” “Kendimi bildim bileli polis olmak istiyorum,” diye kesti sözümü. “Hatta bu iş için doğduğumu düşünmüşümdür hep. Kimliğimin bir parçası, beni ben yapan en büyük şeylerden biri.” Başını salladı. “Ama söz konusu sen olduğunda bir an bile düşünmem, vazgeçerim polislikten.” “Biliyorum,” dedim sakince. “Kazadan sonra operasyonla ilgilenmemen bile bunu kanıtlıyor zaten. Ama dedim ya, benim sorunum inanmakla değil. Kabullenmesi zor geliyor.” “O halde ben de bunu kabullenmen için elimden gelen her şeyi yapacağım.” Başparmağımla sol kaşının kenarını düzelttim belli belirsiz. “Bir şeyleri kanıtlamak için uğraşmanı istemiyorum. Sadece her şeyi oluruna bırakalım, olur mu?” Kaşlarını çattı. “Dün yaptığım şeyleri tekrar yapmamamı mı istiyorsun?” “Hayır, bahsettiğim şey o değildi. Aslında dünkü sürprizlerinin hepsine bayıldım ve devamı gelsin isterim.” Utançla gülümsedim. “Sadece bana sevgini kanıtlamak için hırpalanmanı istemiyorum. Ben zaten sana baktığımda her şeyi net bir şekilde görebiliyorum.” “Pekâlâ, bunu düşüneceğim,” diyerek başını öne eğdi ve bakışları bir anlığına dudaklarıma kaydı. Kalbim, korkunç bir hızla beklentiyle dolarken ne yapacağımı bilemediğim için gözlerimi kırpıştırdım. Bunu fark ettiğinde tatlı bir şekilde gülümsedi ve uzanıp dün gece arka bahçedeyken yaptığı gibi dudağımın kenarını öptü. Uzun ve üst dudağımın bir kısmını da kapsayan bir öpücüktü. Geri çekilerek bana çapkın bir bakış attı ve çevik bir hareketle doğruldu. “Kahvaltıyı dışarıda yapmaya ne dersin? Hem eve dönmemiz daha rahat olur.” Ellerimi iki yana koyup ben de doğruldum ve “Eve mi döneceğiz?” diye sordum. Sesimin hayal kırıklığıyla dolu olması onu şaşırtmıştı. “Planımız öyle değil miydi? Burada sadece dün gecelik kaldığımızı sanıyordum?” “Şey,” diye geveledim. “Tuana’yı aradığımda en az bir hafta kalmam gerektiğini söylemişti.” Yanlış duyduğunu düşünmüş olacaktı ki kaşlarını çatarak “Ne dedi ne dedi?” diye sordu. “Sadece bir geceliğine değil, en az bir hafta burada kalıp dinlenmem gerektiğini söyledi. Eve gidersem almazmış.” Bir an ne diyeceğini şaşırmış gibi öylece bana baktı, sonraysa gülerek başını salladı. “Tam Tuanalık bir hareket ama onu dinlemek zorunda olmadığını biliyorsundur herhalde.” Benden bir cevap gelmeyince kaşlarını kaldırdı. “Değil mi?” “Şey,” dedim yerimde hafifçe kıpırdanarak. “Biliyorum aslında ama benim de işime geldi öyle söylemesi.” “İşine mi geldi?” “Yani eve gitsem ne olacak ki?” diyerek omuz silktim. “Akşama kadar evin içinde dolanıp duracağım. Ya da en fazla Yasemin’in boş vaktini bulabilirsem onunla buluşurum ama o kadar işte. Ama burada kalırsam öyle olmaz.” Başını omzuna doğru eğip “Burada kalırsan ne olur?” diye sordu. Sağ elimi yataktan çekip gelişigüzel ikimizin arasında gezdirdim ve “Birlikte vakit geçiririz diye düşünmüştüm,” diye mırıldandım. Neden hala utandığımı bilmiyordum ve bu sinirlerimi bozuyordu ama yine de yüzündeki beni kıvrandırmaktan zevk aldığını gösteren ifade hoşuma gidiyordu. Delirmeye başladığımı fark edeli çok olduğu için bunu umursamamayı tercih ettim. “Sizde yaşadığımı unutmadın, değil mi? Yani eve dönsek de birlikte vakit geçirebiliriz.” “Aynı şey olmadığını biliyorsun,” diyerek gözlerimi devirdim. Ne demek istediğimi bal gibi anlamıştı ama benden duymak için anlamamış numarası yapıyordu. “Eve döndüğümüzde baş başa kalamayacağız.” Kocaman gülümsedi. “Sen baş başa kalmamızı iste yeter ki, ben buraya kök bile salarım.” Kendimi tutamayıp güldüm. “O kadarına gerek yok. Hem etrafı da gezmek istiyorum, sadece burada oturmak değil.” “İstekleriniz benim için emirdir, Doktor Hanım. Buraya yakın, harika serpme kahvaltı yapan bir yer biliyorum. Başlangıcı orasıyla yapalım.” Başımı salladım. “Anlaştık.” “Hazırlanalım o halde.” Yataktan kalkıp odadaki dolabın başına geçti ve kapağını açıp içinden kot pantolonla uzun kollu bir gömlek çıkardı. Benim onu izlememi umursamadan -ya da tam tersine bunu bildiği için- üzerindeki tişörtü ensesinden tutup bir çırpıda çıkardı. Gerçekten harika bir vücudu vardı. Abartmak istemiyordum ama gözlerimin bayram ettiği gerçeğini de kendimden saklayamazdım. Aramızdaki mesafe yüzünden yaraları belli belirsiz görünüyordu. Yaralarının içimi paralayan bir tarafı olsa da ona ayrı bir hava ve çekicilik kazandırdığını itiraf etmek zorundaydım. “Manzara iyi mi, yoksa daha yakına gelmemi ister misin?” Yakalanmış olmak ilk defa utandırmamıştı beni. “Bilerek önümde soyunan biri için biraz fazla kendini beğenmiş cümleler kuruyorsun.” Dolaptan çıkardığı gömleği kollarına geçirdikten sonra düğmeleri iliklemeden bana doğru ilerlemeye başladı. Vücudum anında elektrikle dolarken gözlerimi kırpmadan gelişini izledim. Hemen yanı başımda durup tek elini yatak başlığına yaslayarak üzerime eğildi ve burnumun ucuna küçücük bir öpücük kondurdu. Gözlerim isterik bir biçimde kapanırken nefes alamadığımı hissettim. Kalbim yerinden fırlayacaktı sanki. “Kendimi beğendiğim yok aslında, tek amacım seni etkileyebilmek.” Burnunu şakağıma sürttü ve dokunuşunu yanağıma doğru indirdi. “Görünüşe göre işe de yarıyor.” Gözlerimi açmadan içime kaçmış sesimle “Kesinlikle kendini beğenmişsin,” diye mırıldandım. Önce kokladı, sonra yanağıma da küçük bir öpücük bıraktı. “Öyle bile olsa hoşuna gitmediğini söyleyemezsin.” Gözlerimi kırpıştırarak açtım ve benden sadece birkaç santim uzaklıktaki yeşillerine baktım. Sözlerinin aksine bakışları bir o kadar içten ve samimiydi. “Evet,” dedim dürüstçe. “Gidiyor.” “Güzel,” diyerek bir kez daha dudağımın kenarına öpücük kondurup doğruldu ve hiçbir şey demeden tekrar gardıroba yöneldi. Arkasından hayal kırıklığıyla bakmamın tek bir sebebi vardı; o da dudak kenarına koyulan öpücükler değil, dün geceki gibi gerçek bir öpücük istememdi. Ama bunu ona söyleyecek kadar cesur değildim henüz. Bu yüzden bekleyecektim. Dolaptan çıkardığı pantolonu omzuna attıktan sonra ellerini eşofmanının beline götürmüştü ki duraksayarak bana baktı. “Bu biraz fazla mı gelir?” Gözlerimi kırpıştırdım ve ne dediğini gayet net anlasam da salağa yatmayı tercih ettim. “Hım?” Tek kaşı beni çok iyi tanıdığını belirtircesine havalanırken başını salladı. “En iyisi banyoya gideyim. Hem sen de bu fırsattan istifade edip yataktan kalkmayı başarırsın belki.” Kaşlarımı çatarak ona kötü kötü baktığımda fazlasıyla eğlendiğini belirtircesine göz kırptı ve aheste adımlarla odadan çıktı. Açık kapıya doğru “Kendini beğenmiş züppe,” diye homurdandıktan sonra üzerimdeki yorganı ittirip ayağa kalktım. Aslında tuvalet ihtiyacımı gidermem gerekiyordu ama Aral banyoya gittiği için biraz daha beklemeliydim. Bu yüzden kapağı açık dolaba doğru ilerledim ve kahvaltıya giderken giyebileceğim bir şey var mı diye içine bakındım. Yazlık birkaç şort ve tişört dışında daha çok evde giyebileceğim eşofman ve taytlar vardı ancak bunlarla dışarı çıkmak istemiyordum. Basit bir kot bile getirmeyi akıl etmediğim için kendime hayıflanırken yakınlarda mağaza olup olmadığını düşündüm. “Umarım vardır, yoksa sürekli tayt giymekten tayta dönüşeceğim,” diye söylenerek dolabı biraz daha karıştırdım. Gözlerim beyaz bir elbiseye takıldığında merakla uzanıp dolaptan çıkarttım. Beyaz, oldukça cesur, hafiften geceliği andıran bir elbiseydi ve kesinlikle bayılmıştım. Elbiseyi üzerime tutup dolabın aynasından kendime baktıktan sonra elbiseyi denemeye karar verip hızlıca üzerimdekilerden kurtuldum ve elbiseyi giydim. Tekrar aynaya döndüğümde resmen büyülenmiştim. Elbise vücuduma tam oturarak hatlarımı öne çıkarıyordu. İnce askıları, dantel detayları ve cesur bir göğüs dekoltesi vardı. Aynı zamanda sağ göğsümün altı transparandı ve dantelle süslenmişti. Sol bacağımdaki derin yırtmacın üstündeki alan da belime kadar aynı şekildeydi. Normalde cesur giyinmeyi çok seven biriydim ama bu elbiseyi nerede giymek için aldığımı merak etmeden duramadım. Zira her yerde giyilebilecek bir parça değildi ama bu dekoltelerinden değil, hafifçe geceliği andırmasından kaynaklanıyordu. “Ben hazır-” Duyduğum pat sesiyle arkama dönüp odanın girişinde duran Aral’a baktım. Eşofmanını yere düşürmüştü ve şok içinde bana bakıyordu. “Bu-bunu mu giyeceksin?” Beklemediğim bu tepki karşısında “Ha?” dedim. “Yok, ben-” “Donarsın,” diye kesti sözümü. “Her yerin buz tutar. Hasta olursun. Kışa girdik, unuttun mu?” Nefes almadan konuşması karşısında kaşlarımı çatarak tepkisini anlamlandırmaya çalıştım. “Yakışmadığını mı ima ediyorsun?” “Ne?” Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Hayır, ne alakası var? Tam tersine, bu elbise senden başka kimseye bu kadar çok yakışamaz ama mevsimi değil.” Kollarımı göğsümde kavuşturup başımı omzuma doğru eğdim. Bu kadar şiddetle karşı çıkıyor olması beni şüphelendirmişti doğrusu. “Mevsimi mi değil, yoksa genel olarak elbiseyi giymemi mi istemiyorsun?” “Bu elbiseyi sana ben aldım zaten,” diye homurdandı. “Giymeni neden istemeyeyim?” Şaşkınlıkla “Sen mi aldın?” diye sordum. “Evet, doğum günü hediyendi.” “Piyano ve hatta tektaşımı,” diyerek parmağımdaki yüzüğü gösterdim. “Doğum günü hediyem sanıyordum.” Omuz silkti. “En önce elbiseyi almıştım. Ki aslında doğum günün için almamıştım, görünce hoşuma gitti ve sana almak istedim. Doğum günün yakındı, bahanesi oldu. Ayrıca doğum günü hediyesi bir tane olacak diye kanun var da ben mi bilmiyorum? Canım ne istiyorsa aldım işte.” Gülerek başımı salladım. “Gerçekten çok tatlı bir adamsın.” Yüzünü buruşturur gibi olup son anda kendini tuttu. “Ne?” dedim, gülerek. “Hoşlanmıyor musun bu tabirden?” “Pek değil,” dedi dürüstçe. “Ama sen beni gıcık etmek için inadına söylüyordun. Hala daha söylüyorsun.” “Demek ki gerçekten tatlısın,” diyerek üstüne gittim. Yalan söylemiyordum, muazzam derecede tatlıydı. Ayrıca tatlı olduğunu söylediğimde yüzünde oluşan ifade de çok tatlıydı. “Bu konuyu kapatabilir miyiz artık?” diyerek gözlerini devirdi. “Peki, elbise konusuna geri dönelim o halde,” deyip gözlerimi kıstım. Bakışları gözlerimden elbiseye kaydı, beni baştan aşağı süzdü. Yutkundu ve tekrar süzdü. Sonra da pes etmiş gibi iç çekti ve “Bunu ilk giydiğin zaman senden bir ricada bulunmuştum,” diye mırıldandı. “Yakışacağından emin olsam da bu kadarını beklemiyordum ve bu elbise biraz şey,” diyerek duraksadığında, “Geceliği mi andırıyor?” diye tahmin yürüttüm. Gözlerini kırpıştırdı. “Bana özel giymen gereken bir elbiseymiş gibi hissettiriyor, demek daha doğru olur. Çünkü gecelik reyonunda satılmıyordu.” Küçük bir kahkaha attım ve “Rican neydi?” diye sordum. “Sadece baş başa olduğumuzda giymeni istemiştim.” “Buradaki dolapta olduğuna göre ricanı kabul etmişim?” “Bana karşı çok anlayışlıydın,” diyerek başını salladı. Tekrar güldüm. Gerçekten felaket tatlı bir adamdı ve onu yemek istiyordum. “Sadece seni denemek için konuşuyordum, yoksa bu havada bu elbiseyle kahvaltıya gitme gibi bir isteğim yok,” diyerek içini rahatlattım. “Ayrıca kahvaltıdan önce yakınlarda bir mağaza varsa uğrayabilir miyiz? Basit bir kazakla kot alsam iyi olur, dolapta tayt ve eşofmandan başka bir şey yok da.” Omuzları, rahatladığını gösterircesine çökerken “Yakınlarda var mağaza, ne istersen alırız,” diye mırıldandı. Haline gülmeye devam edip başımı salladım. “Üzerimi değiştireyim ben o halde.” “Olur, değiştir.” Hiç kıpırdamadan bana bakmaya devam ettiğinde “Senin gibi şov yapmamı bekliyorsan eğer boşuna beklediğini söylemem gerek,” diye takıldım ona. “Şov mu?” diyerek kaşlarını çattı ama çok geçmeden ne demek istediğimi anlayarak kaşlarını kaldırdı. “Yani çokça hoşuma gideceğini belirtmekle beraber şimdilik böyle bir şey beklemiyorum.” İmalı bir şekilde gülümsedi. “Ama şimdilik.” “Senin çenen biraz fazla mı açıldı, yoksa bana mı öyle geliyor?” “Her şey seni baştan çıkarmak için,” diyerek başını omzuna doğru eğdi. “İşe yarıyor mu bari?” Sırıttım. “Sence?” Bakışlarını bir kez daha üzerimde gezdirdikten sonra usulca yutkundu. “Nedense baştan çıkan benmişim gibi geliyor.” “Sanırım bana da öyle geliyor,” diyerek ona katıldığımı belli edince dertli dertli iç çekti. “Ben en iyisi içeri gideyim, sen de üzerini değiştir.” Odadan çıktığında ben de tekrar gardıroba döndüm ve aynaya baktığımda gözüme çarpan ilk şey, dudaklarımdaki gülümsemeydi. İçten, büyük bir gülümseme. Gülümseme yüzümü kaplamaya devam ederken üzerimdeki elbiseyi çıkarıp nazikçe askısına geri astım ve dolaptan taytla tişört alıp hızlıca giyindim. Ardından hala tutmaya devam ettiğim tuvaletimi yapmak üzere banyoya geçtim ve işlerimi hallederek odaya geri döndüm. Komodinden bulduğum tarakla saçlarımı sargıya dikkat ederek taradım ve sargının görünmeyeceği şekilde topladım. Buraya gelirken giydiğim hırkayı da üzerime geçirdikten sonra hazırdım. Telefonumu alarak Aral’ı aramak üzere odadan çıktım ve onu mutfakta su içerken buldum. “Hazırım ben.” Bardağı, masadaki sürahinin yanına bırakıp “Çıkabiliriz öyleyse,” dedi ve yanıma gelerek elini bana doğru uzattı. Bir anlık şaşkınlıktan sonra elini tuttuğumda ona sanki elimi değil de dünyaları vermişim gibi gülümsedi ve beni dış kapıya yönlendirdi. İç içe geçmiş parmaklarımıza bakarken aklımda tek bir şey vardı. Hafızam geri gelmeyecek olsa bile onu bırakabileceğimi sanmıyordum. ღ Evden çıktıktan sonra ilk uğrak yerimiz Aral’ın bahsettiği mağaza olmuştu. Etrafta çok fazla dolanmadım, çünkü epey acıkmıştım. Bu yüzden mağazada en hoşuma giden kazakla pantolonu aldıktan sonra tekrar yola koyulup denize sıfır bir restorana geldik. Cam kenarındaki bir masaya yerleştiğimizde benden keyiflisi yoktu, ta ki garson yanımıza gelip siparişimizi sorana kadar. “İki kişilik serpme kahvaltı alabilir miyiz?” “Tabii,” diyerek onayladı garson. Bakışları, masamıza yaklaşmaya başladığından beri Aral’daydı ve gördüğü yakışıklı yüzün hoşuna gittiğini saklama gereğinde bulunmuyordu. “Serpme kahvaltının yanında çay servisimiz var ama başka bir şey ister miydiniz?” Aral’a baktığı için ona hak vermeden edemiyordum ama sinirlenmiştim de. Dün marketteki kadınların Aral’ı dikizlediğini fark ettiğimde hissettiğim şeyler tekrar üzerime çullanmıştı. İçimdeki huzursuzluk, huysuzluğumla birleştiğinde ikinci defa düşünmeden tektaşın olduğu elimi uzatıp Aral’ın masadaki elinin üzerine bıraktım ve kıza bakarak yapmacık bir şekilde gülümsedim. “Portakal suyu alabiliriz.” Kız önce bana sonra da neredeyse gözüne sokmaya çalıştığım elime baktı. Bakışları tektaşımı bulduğunda yüzündeki gülümseme gözle görülür bir şekilde bozuldu ve hızlı bir baş onayının ardından yanımızdan ayrıldı. Arkasından ters ters bakmayı bırakıp önüme döndüğümde sırıtan bir Aral görmek beni şaşırtmamıştı. “Ne?” diye terslenerek elimi geri çekmeye çalıştığımda izin vermeyip parmaklarımı yakaladı ve elimi kendine doğru çekip yüzüğün olduğu parmak boğumuma dudaklarını bastırdı. An itibariyle ne huysuzluğum kalmıştı ne de başka bir şey. “Hoşuma gitmediğinden değil ama beni kıskanmana hiç gerek yok, biliyorsun değil mi?” “Kıskanmadım zaten,” diye homurdandım. İkimizin de bal gibi bildiği bir gerçeği ne diye inkâr ettiğim de merak konusuydu doğrusu. “Sadece olmayacak hayallere kapılacakmış gibi görünüyordu ki ben de buna izin veremezdim.” “Hım,” diyerek gözlerini kıstı. Açıklamama inanmadığı her halinden belliydi. “Sonradan hayal kırıklığı yaşamasın diye yani?” “Aynen,” diyerek başımı salladım. “Aynen, ondan.” Güldü ve başını hafifçe iki yana sallayarak elimi serbest bıraktı. Konuyu uzatmamasını fırsat bilerek “Senin niye yüzüğün yok bu arada?” diye sordum. Parmağında başının bağlı olduğunu gösteren bir yüzük olsa bunlar başımıza gelmeyecekti çünkü. Hiç değilse bakan kadınların en az yarısı yüzüğü görünce vazgeçerdi ki iki günde üç kadın demek, fazlasıyla sinir bozucu bir oran ortaya koyuyordu. Kaşlarını çatıp bariz ortada olan bir şeyi söylercesine “Nişanlanmadık çünkü,” diye cevap verdi. Mantıklıydı ama durumun sinir bozuculuğunu gidermiyordu. “Nişana engel olan tek şey bu operasyon muydu?” Kısa bir an duraksadıktan sonra “Aslında hayır,” dedi. “Nişanlanmamız için önce ailemizin tanışması gerekir. Biz dini nikah kıymış olabiliriz ama bu olağanüstü şartlar altında gerçekleştiği için ailelerimiz hiç yan yana gelmediler.” “Henüz tanışmamıştı onlar da değil mi?” diyerek elimi alnıma götürdüm ve ovaladım. Bu detayı unutmuştum. “Vakit olmadı.” Düşünceli bir tavırla iç çektim. “Biliyor musun? Tüm kötü şeyleri bir kenara bırakarak düşününce, yani bu benim hafıza kaybımdan ve senin vurulmandan bahsediyorum, sanırım operasyondan sonra hemen evlenemememiz iyi olmuş.” Beni yanlış anladığını düşünmüş olacaktı ki ilk tepkisi bana daha yakın olabilmek adına başını hafifçe ileri atmak oldu. Afallamış görünüyordu. “N-nasıl yani?” “Bir aksilik çıkmasaydı operasyondan hemen sonra araya birilerini sokup yıldırım nikahı kıydıracağımızı anlatmıştın ya bana, iyi ki öyle olmamış diyorum.” Yüz ifadesine çöreklenen üzüntüyü gördüğümde beni yanlış anladığını bilerek öne atıldım ve tekrar elini tutup sıktım. “İyi ki seninle evlenmemişim demiyorum. Sadece… iyi ki o şekilde evlenmemişiz.” Sıkıntılı bir nefes çektim içime. “Annemle babamı çok uzun zaman önce kaybettiğimi biliyorsundur. Amcam ve yengem mecbur olmamalarına rağmen bizi kendi çocuklarıymış gibi büyüttüler ve bu yaşıma kadar bir isteğimizi bile geri çevirdiklerini hatırlamıyorum. Bize karşı hayır kelimesini bile o kadar az kullanmışlardır ki. Hatta ben çocukken bile bunu fark etmiştim, çünkü on iki yaşıma kadar ailemle yaşamıştım ve her isteğimi kabul etmezlerdi ya da ben istemeden önce bile kabul etmeyeceklerini bilirdim.” Buruk bir şekilde gülümsedim. “Muhtemelen amcamla yengem buna, yani bize kızmaya ya da hayır demeye hakları yokmuş gibi hissediyorlardı. Eğer bizi farklı koşullarda evlat edinselerdi belki böyle olmazdı ama bize emanet gözüyle baktıkları için hep üzerimize titrediler. Ne kadar zorluk çekerlerse çeksinler bizi kırmamaya çalıştılar. Bu yolda çok hırpalandılar ama bize olan sevgilerini her anımda hissettim.” Yüzü, ne demek istediğimi anlamaya başladığını gösterircesine yumuşadığında içim rahatlasa da konuşmaya devam ettim. “İmam nikahını onlardan uzaktayken kıydığımızı söylemiştin. Muhtemelen bana hiç söylememişlerdir ya da belli bile etmemişlerdir ama bunu onlarsız yaptığım için kırılmışlardır. Bunun üstüne resmi nikahı da kimseye haber vermeden kıysaydık muhtemelen kalplerinde onarılmayacak bir hasar bırakmış olurdum. Kendi annemle babam olsa başta kızıp sonradan affedebilirlerdi ama amcamlar bana kızamazlar, kırılırlar ve bu kırgınlığın tamiri olmaz.” İç çektim. “Ne demek istediğimi anlatabiliyorum, değil mi?” Tuttuğum elini ters çevirip parmaklarımızın iç içe geçmesini sağladı. “Anladım ve hak veriyorum. Bizimki üzerinde çok düşünülmemiş bir karardı zaten. Sadece rahat hareket edememekten çok bunalmıştık ve bir an evvel birbirimize kavuşmak istiyorduk.” “Anlıyorum,” diyerek başımı salladım. “Yargılamıyorum zaten. Muhtemelen aşktan başımız dönüyordu ve kendimizden başka kimseyi düşünemiyorduk ama düşünmemiz lazımdı. Amcamlar her şeyin usulüne göre yaşanmasını hak ediyorlar. Nişan, kına, düğün… Üstelik yengem bu çeyiz olaylarına bayılır, dolabında Tuana ve benim için hazırladığı iki büyük bohça var. Onlara ev sahipliği yapabilecekleri bir düğün vermemi hak ediyorlar.” Başparmağıyla elimin üstünü okşadı. “Haklısın. Hem düşününce muhtemelen benimki de beni terlikle bir güzel döverdi.” Güldüm. “Bu görmek isteyeceğim bir görüntü olurdu doğrusu.” Gözlerini kısarak bana kötü kötü baktı. “Acımazsın.” Masumca omuz silktim. “Sadece eğlenmeyi seviyorum.” Siparişimizi alan garson, yanında başka bir garsonla yanımıza geldiğinde ellerimiz ayrıldı ve sessizce masayı donatmalarını izledik. Ara ara çaktırmadan Aral’ı süzen kıza bakıyordum ama bu sefer usluydu ve dikkatini sadece yemeklere vermişti. Dersini almasına sevinmiştim doğrusu. Yeniden baş başa kaldığımızda Aral çaylarımızı koyarken ben de tabağımı doldurmaya başladım. Sohbete dalınca açlığımı bir anlığına unutmuştum ancak yemekleri görmek başka bir şey düşünemez hale gelmeme neden olmuştu. Ağzıma tıktığım patates kızartmasını afiyetle çiğnerken aklıma geleni direkt dile vurdum ve “Tarih belirlemeliyiz,” diye mırıldandım. Çay bardaklarından birini bana doğru ittirip “Ne tarihi?” diye sordu. “Sizinkilerle bizimkileri tanıştırmak için işte. Bu tanışma aslında formalite gibi bir şey olacağı için aynı gün söz yüzüğü de takarız. Zaten daha fazla uzatmaya gerek de yok, ikisini birden aradan çıkarmak en mantıklısı. Sonrasını da sonra düşünürüz.” Duyduğum gürültüyle başımı ona çevirdiğimde eli havada bir şekilde donduğunu gördüm. Şu an tabağında olan kaşığı düşürmüş olmalıydı. Tıkınmakla meşgul olduğum için ne olduğunu görememiştim ama şu an resmen hareket etmiyordu ve bana öylece bakakalmıştı. Ağzımdaki lokmayı hızlıca yuttuktan sonra endişeyle “Aral?” dedim. “İyi misin?” Cevap vermeden öylece bana bakmaya devam edince elimi gayriihtiyari ona doğru uzattım. “Endişelenmeye başlıyorum ama. Ne oldu?” “Biraz önce ne dediğinin farkında değil misin?” diye sorarken sesi içine kaçmış gibiydi. Kaşlarımı çatıp en son ne dediğimi hatırlamaya çalıştım. “Sonrasını sonraya bırakalım dememi mi kastediyorsun?” Ansızın “Hayır,” diye yükseldikten sonra etrafa tedirgin bir bakış atıp hızlıca bana doğru eğildi ve kısık bir sesle bağırarak “Resmen nişanlanmamız gerektiğini söylüyorsun!” dedi. “Evet,” diyerek başımı salladım. “Her şeyin usulüne göre olması gerektiğinden bahsettim ya.” “Konu o değil,” diyerek iç çekti. “Sen tam şu anda benimle evlenmeyi kabul ettin.” Kısa bir duraksamanın ardından parmağımdaki yüzüğü gösterip “Aslında bunu aldığım zaman etmiştim,” diye mırıldandım. “Ne demek istediğimi çok iyi bildiğin halde yokuşa sürüyorsun,” diye homurdandı. Sinirlenmişe benziyordu. Söylemeden önce biraz düşünsem daha iyi olurdu sanırım. “Evlenme teklifini hafızan kaybolmadan önce kabul etmiştin. Yine hafızan kaybolmadan önce nikah kıymıştık ama şu an farklı. Geçmişimizi hatırlamıyorsun, bana o zaman neden evet dediğini de hatırlamıyorsun. Buna rağmen nişanlanmak istediğini mi söylüyorsun? Bu çocuk oyuncağı değil.” “Haklısın, hatırlamıyorum,” diyerek başımı salladım. “Ve tekrar hatırlayacağımın da bir garantisi yok. Ne yani, bu şekilde yıllarca beklesek senin için sorun olmayacak mı?” “Sonradan pişman olacağını görmektense yıllarca beklemeyi tercih ederim.” “Pişman olacağımı sanmıyorum,” diyerek kendimi işaret ettim. “Halimi görmüyor musun? Kaç gündür ne kadar çabalarsam çabalayayım hiçbir kararımı aklımla alamıyorum. Bütün hareketlerimi kalbim belirliyor. Biraz önce tek suçu sana gülümsemek olan bir garsona gösteriş yaptım ve bu sinir bozucu.” Gözlerini kıstı. “Yani kıskandığını itiraf mı ediyorsun?” Kendimi tutamayıp güldüm. “O kadar şey söyledim, bir tek bunu mu anladın gerçekten?” “Yani kıskandın?” “Aral!” “Tamam, tamam,” diyerek ellerini yüzüne götürdü ve alnını ovaladı. “Sadece çok ani oldu ve hiç beklemiyordum böyle bir şeyi.” “Biliyorum ama bekleyince değişen ne olacak ki?” diyerek omuz silktim ve ağzıma börek tıkıştırdım. Beni dikkatle izlerken “Biraz fazla rahat değil misin?” diye sordu. “Sadece açım. Üstelik hemen yarın gelsinler demedim ya. Bir hafta buradayız, unuttun mu? Sonrası için müsait oldukları bir zaman söylesinler yeterli şu an için.” “Bunların hepsini yüzük takabilmem için mi istiyorsun gerçekten? Eğer derdin sadece yüzükse bir tane alıp takabilirim.” Kaşlarımı çattım. “Derdim sadece yüzük değil, yüzüğün altında yatan şeyler. Ben o yüzüğün öylesine alındığını bilirken takmanın hiçbir anlamı olmaz ki.” “Yani gerçekten nişanlanmak istiyorsun?” “Evet.” “Benimle?” “Yok garson kızla,” diyerek gözlerimi devirdim. “Hemen yarın evlenelim demiyorum ki, ailelerimizin tanışması için gün belirleyelim diyorum. Buna inanmak neden bu kadar zor?” Mahcup bir yüz ifadesiyle “Sadece emin olmaya çalışıyorum,” dedi. “Şu an vazgeçmenle yüzük taktıktan sonra vazgeçmen benim için çok ayrı tahribatlara neden olur.” “Yüzük taktıktan sonra seni istemediğimi söylersem benden vazgeçer misin?” diye sordum ciddiyetle. “Yani kalbimi kazanmaya çalışmayı bırakır mısın?” Bunu gerçekten hayal ediyormuşçasına omuzlarını düşürüp “Sanmıyorum,” diye geveledi. “Şu an söylesem vazgeçer misin?” Dikkatle gözlerimin içine bakarken “Senden hiçbir koşulda vazgeçebileceğimi sanmıyorum,” diye itiraf etti. “O zaman niye düşünüp kendini boş yere üzüyorsun ki?” Usulca başını salladı. “Haklısın.” Biraz duraksadıktan sonra inanmakta zorluk çektiğini fazlasıyla belli ederek “Yani gerçekten ailelerimizin tanışmasını istiyorsun?” diye sordu bir kez daha. “Hımhım. Ama sadece onların değil, bizim de tanışmamız gerek.” “Teknik olarak sen annemlerle tanıştın zaten.” “Ah,” diyerek gözlerimi büyüttüm. Elbette bu detayı da unutmuştum. “Endişelenmene gerek yok, annem de babam da sana bayılıyor. Hatta ikizim de. Geçen gün, dondurma yiyerek beni çekiştirdiğiniz günleri çok özlediğini söyledi bana. Ben de onu bir güzel dövdüm.” “NE YAPTIN?” “Şaka,” diyerek yapmacık bir şekilde sırıttı. “Dövmeyi düşündüm ama dövmedim. Bu da bir gelişme sayılır ama, öyle değil mi?” Ona hala şok içinde baktığımı görünce “Gerçekten şakaydı,” dedi. “Beni üzgün gördüğü için kızdırarak tepki vermemi sağlamaya çalışıyordu sadece.” “Ve sen de istediği tepkiyi verip onu dövmedin, çünkü?” “Çünkü dövemeyecek kadar üzgündüm,” diye itiraf etti. Seslice iç çektim. “Bu kahvaltıda sadece güzel şeylerden konuşup karnımızı doyurmamız gerekiyordu ama sen hem üzgünsün hem de geldiğimizden beri tek lokma bir şey yemedin. Bu yüzden tüm bu konuları kulübeye saklayıp güzelce yemeğimizi yiyelim, olur mu?” Anlayışla başını salladı. “Olur.” “Hadi.” Kahvaltının kalanı benim açlıktan çıkmış gibi masadaki her şeye saldırmam -niye bu kadar aç olduğumu ben de bilmiyordum- ve Aral’ın bana gülmesiyle geçti. Ara ara gerçekten onunla nişanlanmak isteyip istemediğimi sormayı da ihmal etmedi. Bu kadar şaşkın ve hevesli olması beni hem hüzünlendiriyor hem de onu yeme isteği oluşturuyordu. Benim için oldukça zor şartlardı doğrusu. Kahvaltıdan sonra Aral dönüş yolunu uzatarak beni başka bir mağazaya götürdü ve bir hafta burada kalmaya kararlıysam bana birkaç şey daha almamız gerektiğini söyledi. Başta gerek olmadığını söylesem de ikna olmam uzun sürmedi ve mağazadan çıktığımızda Aral’ın iki kolu da poşet doluydu. Bu mağazayı diğerinden daha çok sevdiğimi rahatça söyleyebilirdim yani. Arabaya doğru ilerlerken önünden geçtiğimiz büfeden birkaç tane dergi almak istedim, çünkü kulübedeyken vakit geçirecek bir şeylere ihtiyacım vardı. Ben dergi seçerken Aral da kendine üç beş tane gazete aldı. Normalde kulübede yapmayı en sevdiği şeylerden birinin bulmaca çözmek olduğunu ama uzun zamandır kulübeye tek gitmediği için bu hobisini arka plana attığını söyledi. Aynı evin içinde ayrı ayrı ama ortak bir huzurlu sessizlik eşliğinde bir şeyler yapacak olmak garip hissettirmişti. Sanki sadece evlilerin yaptığı bir şeymiş gibiydi. Belki de öyleydi ve biz de bir bakıma evliydik zaten. Sadece kimsenin haberi yoktu. Tekrar arabaya binip kulübeye döndüğümüzde ben kıyafetlerimi yerleştirmek üzere yatak odasına geçtim. Dolapta kendi eşyalarımın olduğu kısımda bir boşluk oluşturup fazla askı olmadığı için aldıklarımı başka kıyafetlerin üzerine astım. Çok fazla bir şey almamıştım ve evden buraya getirmem gereken kıyafetler aklımın arka planında şekillenmeye başlamıştı bile. Onları getirirken birkaç tane de askı almayı unutmasam iyi olacaktı. İşim bittiğinde Aral’ı bulmak üzere odadan çıktım. Aslında oturma odasına gidiyordum ama mutfağın önünden geçerken masada oturduğunu görünce adımlarımı oraya yönlendirdim. “Ne yapıyorsun bakalım?” “Hım?” Başını kaldırdığında önündeki gazeteyi görünce güldüm. “Bulmaca çözmeyi bu kadar özlediğini tahmin etmemiştim.” “Aslında sadece aldıklarımı dolaba yerleştirecektim ama bir tanesini karıştırırken gözüm ilk soruya takıldı. Amacım sadece onun cevabını yazıp bırakmaktı ve işte buradayız.” Sırıttığında yüzü o kadar tatlı görünüyordu ki uzanıp onu öpmemek için yanağımı dişlemek zorunda kaldım. Sayfaya kısa bir göz atıp “Neredeyse bitirmek üzeresin gibi duruyor,” diye mırıldandım. Sırıtışı büyüdü. “Daha çok gazete almam gerekiyormuş.” Ona içim giderek baktığımda gülüşü çapkınlaştı ve “Kendini tutmana gerek yok,” diye mırıldandı. Ne demek istediğini anlamadığım için kaşlarımı çattım. “Nasıl yani?” “Beni öpmek istermişsin gibi bakıyorsun da. Kendini tutmana hiç gerek yok.” Gerçek böyle olmasına rağmen onun yüzüme karşı söylemesi beni utandırmıştı. Bu yüzden geriye doğru birkaç adım atıp “Ne alakası var?” diye homurdandım. “Ne yaptığına bakıyordum sadece, herhangi bir isteğim yok.” Yüz ifadesi bana asla inanmadığını belli ederken “Tamam, tamam,” diyerek konuyu toplamaya çalıştı. “Ben de seni çağıracaktım zaten. Sendrom ismi soruyor ama benim bir fikrim yok.” İlgimi çekmeyi başardığı için “Bakayım,” diyerek tekrar ona yaklaştım ve başımı gazeteye doğru eğdim. “Hangisi?” Elini işaret etmek üzere kaldırıp “Şurada,” dedikten hemen sonra yön değiştirdi ve ansızın kolumdan çekerek kucağına düşmeme neden oldu. Beklemediğim bu hamle karşısında çığlık attım ve dengemi sağlamak adına omuzlarına tutundum. Yaptığı işten oldukça gurur duyuyormuş gibi görünen suratına bakarak “Ne yapıyorsun ya-” demiştim ki, çenemi kavradı ve öperek susturdu beni. Afalladığım için başta tepkisiz kalsam da ellerimi yüzüne çıkarıp öpücüğüne karşılık vermem çok zaman almadı. Öpüşmemizde nazik hiçbir şey yoktu. İkimiz de sert ve bir o kadar da talepkârdık. Daha rahat bir pozisyon almak üzere kucağında hareketlendiğimde ağzıma doğru inledi ve dudaklarını çeneme indirdi. Boynuma doğru çizdiği rotaya peş peşe öpücükler ve ısırıklar bırakırken “Gerçekten de öpmek istemiyormuşsun,” diye alay etti benimle. Alınmadım, utanmadım da. Şu an düşünebildiğim tek şey daha fazlasıydı. Sabah uyandığımız andan beri bunu bekliyordum çünkü. Saç diplerini çekiştirerek “Sus,” dediğimde, içimi titreten bir şekilde gülüp başını kaldırdı ve dudaklarını tekrar dudaklarıma bastırdı. Dakikalarca, nefesimiz tükenene kadar birbirimizi öptük. Bunun bu kadar harika hissettirmesi başımı döndürüyor, unuttuğum zamanlar için daha da çok hayıflanmama neden oluyordu. Onu hatırlamak istiyordum. Her anımızı, her öpüşmemizi, hatta her sevişmemizi hatırlamak; o anları zihnimde tekrar tekrar yaşamak istiyordum. Beni son kez öpüp alnını alnıma yasladığında hızlı soluklarımız birbirimizin yüzüne çarpıyordu. Ateşim çıkmış gibi hissediyordum ve kesinlikle dudaklarının bağımlısı olmuştum. Sakinleşmeye çalışırken hiç hareket etmeden öylece durmaya devam ettik. Saniyeler sonra burnunu burnuma sürttüğünde gözlerimi açmadan kıkırdadım. “Vay canına.” Güldü. Gülüşü bu dünyada en sevdiğim şey olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. “Bence de vay canına.” Biraz daha kıkırdadım. Dudaklarım, hırpalanmanın etkisiyle hafifçe acıyordu ama bu bana garip bir haz veriyordu. “Yaptığın hareket çok klişeydi,” diye mırıldandım. Başını geri çekerek bana çapkın bir bakış attı. İki gündür bu bakışları çok fazla kullanıyordu ve bundan hiç şikâyetim yoktu. “İşe yaradı ya, sen ona bak.” Güldüm. Yaramıştı gerçekten. “Sendrom soran bir soru yoktu ama seninle ilgili başka bir şey vardı gerçekten.” “Ya,” dedim. “Neymiş?” “Tıp dilinde aşk. Beş harfli.” Dudağımı bükerek düşünmeye başladım. “Hım, Latincesini mi soruyor acaba?” “Latince olduğunu sanmıyorum.” “Ya? Sen biliyor musun cevabı?” “Evet, yazdım bile.” Kaşlarım havalandı. “Neymiş cevap?” Başını omzuna doğru eğdi ve masumca “Tamay,” dedi. İlk birkaç saniye bana seslendiğini sandım, sonra yaptığı kelime oyununu anladım ve “Of, Aral ya,” diyerek yüzümü buruşturdum. Buna rağmen dudaklarımdaki sırıtışı engelleyemiyordum. “Bu gerçekten çok fenaydı.” Başını kaldırıp güldü. “İşe yaradığını itiraf et.” “Asla,” diyerek başımı iki yana salladım ama gülümsememi bastıramıyordum. “Bu kesinlikle çok korkunçtu.” Bana bilmiş bir bakış attı. “Kesinlikle bayıldın.” “Hiç de bile.” Ne kadar inkâr edersem edeyim bayıldığımı ikimiz de çok iyi biliyorduk. Uzun denebilecek bir süre, birbirimize yüzümüzdeki aptal sırıtışlarla bakmaya devam ettik. Ama sonra onun gülümsemesi buruklaştı ve hüzünlü bir hal aldı. “Ne oldu?” diye sordum merakla. “Sadece,” diyerek iç çekti. “Böyle anları bir daha yaşamayacağımı sandığım zaman geldi aklıma. Ödüm patlamıştı.” Ani duygu değişimlerimize giderek alıştığımı fark ederken “Aral,” diyebildim. Sesim kısık çıkmıştı. “Amacım seni üzmek değil, kendimi hırpalamak da. Ama o günü unutabileceğimi sanmıyorum. Sürekli, olur olmadık her an aklıma gelecek gibi duruyor.” Yutkunurken zorlandığını hissettim. “Başıma gelen onca şeyden sonra beni, bana rağmen seven; bana sevilmenin nasıl bir şey olduğunu öğreten birini bulabilmiştim. Hatta beni bulan sendin ve bu resmen bir mucizeydi.” “Hayatta böyle mucizeler olur,” diyerek gülümsemeye çalıştım. “Biliyorum ama o mucizeler genelde benim başıma gelmezdi. Bu yüzden benim bu mucizeye, yani sana dört kolla sarılmam gerekiyordu ama başaramadım. Bana kim olduğumu sorduğun o an seni kaybettiğimi sandım. Tamamen. Ölene kadar.” Elimden gelen tek şey, burada olduğumu unutmasını engellemesini umarak ona sıkıca sarılmak oldu. Konuşmanın ona zor geldiğinin farkındaydım ama içini dökmeye ihtiyacı olduğunu da görebiliyordum. Bu yüzden sessizce anlatmaya devam etmesini bekledim. Belimdeki kolunu sıkılaştırarak beni iyice göğsüne çekerken “O gün hastaneyken ve tam anlamıyla mahvolduğumu hissederken beni ayakta tutan şey Arel oldu”, dedi. “Doktor geçici bir şey olabileceğini söylese de kalıcı olma ihtimalinden başka bir şey düşünemiyordum. Mahvolmuş bir halde beni hatırlamadığın takdirde nasıl yaşayacağımı düşünürken Arel yanıma geldi ve bunun benim için bir fırsat olduğunu söyledi.” Bakışlarımı yeşillerine çevirdiğimde buruk bir gülümseme yolladı bana. “Bu zamana kadar savaşan kişinin hep sen olduğunu ve artık sıranın bana geçtiğini söyledi. Geçmişi tamamen silmiş olabilirdin. Bir daha hatırlamaya da bilirdin. Hala hatırlayamayabilirsin. Ama gelecekte ne halde olacağımız benim elimde.” Elini uzatıp parmaklarının tersiyle yanağımı okşadı. “Bazen ergence kelime oyunları yapıyorum ama bunların hepsi uzun zamandır birini etkilemeye çalışmadığım için oluyor. Yine de formumu yakalamama az kaldı, hissedebiliyorum.” Kıkırdadım. “Bu formsuz halinse Allah yardımcım olsun.” “Neden? Bana tekrar âşık olmaktan korkuyor musun yoksa?” Düşünceli bir tavırla yüzünün hatlarını inceledim. Daha neyi uzatıyordum ki? Her şey ortadaydı. Sadece fark edilmeyi bekliyordu. “Korkmuyorum,” diye başımı salladım. “Yani en azından artık korkmuyorum. Çünkü çoktan âşık oldum.” Öylece kalakaldı. Ona hazmetmesi için zaman tanımak adına konuşmaya devam ettim. “Şaşırmakta haklısın. Bence de inanılmaz bir şey. Yani bu kadar kısa sürede beni kendine bağlanman ama… İşte buradayız. Ve ne var biliyor musun? Bir değil bin kere de hafızamı kaybetsem, dönüp dolaşıp yine sana âşık olurdum. Bundan o kadar eminim ki.” Dertli dertli iç çektim. “İlk seferde beni kendine nasıl bağladın bilmiyorum ama beynim ne kadar uğraşırsa uğraşsın kalbimden asla silinemezsin. Bunu şimdiden anlayabiliyorum.” Gözleri öyle hızlı doldu ki, buna şahit olmak beni de duygulandırdı. “E-emin misin?” diye sordu, sesini zar zor bulduğunda. “Çünkü son günlerdeki duygu geçişlerin çok hızlı olmak zorunda kaldı ve yanılıyor olabilirsin.” Elimi kaldırdım ve her cümlede bir parmağımı aşağı indirecek şekilde konuşmaya başladım. “Sadece iki kez öpüşmüş olmamıza rağmen dudakların olmadan yaşayamazmışım gibi hissediyorum. Seni olur olmadık herkesten kıskanıyorum. Unuttuysan hatırlatayım, birkaç saat önce nişanlanmamız gerektiğini söyledim. Gözlerini gördüğüm andan beri en sevdiğim renk yeşil ve sabah uyandığımda düşündüğüm ilk şeylerden biri hava iyice soğumadan yatak odasına soba kurmamız gerektiği oldu.” Yumruk olmuş elime kısa bir bakış attıktan sonra tekrar ona döndüm ve bilmiş bir şekilde gülümsedim. “Daha sayayım mı?” Gözünden bir damla yaş düştüğünde gülümsemem bozuldu ve gözyaşını silerken “Lütfen ağlama,” dedim. “Sen ağlayınca benim de ağlayasım geliyor ve bence şu an kutlama falan yapmamız gerek. Hem de öpüşerek!” Gözünden bir damla yaş daha düştü ama şimdi burukça gülümsüyordu. Uzanıp dudaklarıma peş peşe iki küçük öpücük kondurduğunda, “Bahsettiğim şey bu değildi,” diye homurdanıp tekrar ona uzandım ve nihayet bir öpücüğümüzü başlatan kişi ben oldum. Bu öpücüğün, dakikalar öncekiyle alakası yoktu gerçi. Beni o kadar nazik ve yavaş öpüyordu ki, bana ne kadar değer verdiğini söylemesine gerek yoktu. Dudaklarıma tuzlu gözyaşları bulaştığında ağlamaya devam ettiğini fark edip usulca geri çekildim ve gözlerinin içine baktım. Minnet, huzur, aşk, rahatlama… Hissettiği her şeyi görebiliyordum. Bana ne kadar ihtiyacı olduğunu da görebiliyordum. Bu yüzden kollarımı boynuna dolayıp onu göğsüme çektim ve çenemi alnına yasladım. “Benim bahsettiğim kutlama böyle değildi. En iyisi sen rahatlayana kadar ağla. Sonra beni, benim istediğim şekilde öpersin.” Bana o kadar sıkı sarıldı ki, kendimi tutma çabalarım sonunda sekteye uğradı ve gözlerim doldu. Yaşların akmasını engellemek için gözlerimi kırpıştırıp durdum ama başaramadım. Böyle bir adama sarılırken ağlamamak pek de mümkün değildi. Yüzünü göğsüme bastırırken boğuk çıkan sesiyle “Seni seviyorum,” diye mırıldandı. “Seni öyle çok seviyorum ki Tamay. Öyle çok çıldırıyorum ki senin için. Belki hastalıklı belki değil, bilmiyorum. Tek bildiğim, beni senden başka kimsenin bu kadar mutlu edemeyeceği. Teşekkür ederim. Her şeye rağmen bana tekrar âşık olduğun için teşekkür ederim.” Ona daha sıkı sarılmam mümkün değildi ama mümkün olsun istedim. Onu içime sokabileyim, kalbimi ne hale getirdiğini gösterebileyim istedim. Bunları yapamadığım için başımı çevirip saçlarının üzerine derin bir öpücük kondurdum. “Bana başka bir seçenek bırakmadın ki,” diye mırıldandım. “Sadece bir videoyla kalbime kazındın. Sonra bir de baktım ki kucağındayım.” Son cümleyi havamız değişsin diye söylemiştim, ki göğsünün hareket edişine bakılırsa işe de yaramıştı. Boynuma dudaklarını bastırıp “Hala beni güldürmeye çalışıyorsun,” dedi. “Çünkü hala seninle deliler gibi öpüşmek istiyorum ama sen, beni öpmek yerine ağlıyorsun.” Gülüşü, onu duyabileceğim kadar derinleşti ve başını geriye çekerek gözlerimin içine baktı. Onu ağlarken görmekten nefret etmiştim ama ağlayınca yeşillerinin daha da büyüleyici hale geldiğini inkâr edemezdim. “Ne olursa olsun bu ilişkinin mimarı hep sen olacaksın,” dedi. “Hiçbir zaman senin kadar cesur olamayacağım.” Gülümsedim. “Olmana gerek de yok, bir eve tek deli yeterli. Ayrıca yuvayı dişi kuş yapar diye boşa demiyorlar.” “Doğru. Biraz önce sabah uyandığında düşündüğün ilk şeyin, yatak odasına soba kurmamız gerektiği mi oldu demiştin?” Kıkırdadım. “Evet. Bu gecelik yatak yerine benim üzerimde yatmayı tercih ederek üşümeme engel olmuş olabilirsin ama hava daha da soğuyunca o odada kalamayız.” “Haklısın,” diyerek başını salladı. “Ben tek yaşarken o odayı pek fazla kullanmazdım zaten, genelde içerdeki koltukta uyuyakalırdım. Bu yüzden kışları sıkıntı çekmemiştim.” “Tahmin ettim ama artık hayatında ben olduğuma ve buraya kesinlikle bayıldığıma göre yenilik şart.” “Benden istediğinde yerine getiremeyeceğim şey yok.” Alnımı hafifçe onunkine vurdum. “Evet, bunu fark ettim.” “Sana çok aşığım.” Bir kez daha vurdum ama bu sefer sırıtıyordum. “Evet, bunu da fark ettim.” “Senin de bana âşık olduğunu fark ettin mi peki?” Gözlerimi kısarak düşünüyormuş gibi yaptım. “Bunun cevabını dakikalar önce vermiştim sanki?” Kaşlarını çattı ve bana kötü kötü bakmaya çalışıp ama asla başaramayarak “Bir daha söylemeni istiyorum demek ki,” diye söylendi. Gülerek gözlerimi devirdim ve “Evet,” dedim. “Büyü mü yaptın, ne yaptın bilmiyorum ama göz açıp kapayıncaya kadar beni kendine aşık ettin. Artık öpüşebilir miyiz lütfen?!” “Büyü yapmayı bilmiyorum. Öğrenmek de istemem,” diyerek sırıttı ve bakışlarını dudaklarıma indirerek beklentiyle dolmama neden oldu. “Ama evet, kesinlikle artık öpüşebiliriz.” Fazlasıyla istekli bir şekilde dudaklarıma yapıştığında mutlulukla iç çektim ve hiç vakit kaybetmeden ona karşılık verdim. Hayat Aral’la öpüşürken daha güzeldi. Kesinlikle öyleydi! ღ Bölüme başlarken böyle bir şekilde bitirmeyi planlamamıştım, son anda şekillendi ve olması gereken buymuş gibi hissettirdi bana. Umarım bu konuda yalnız değilimdir. <3 Yeni bölüme kadar kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere! İnstagram: rabiaclr / dolunayinvechi
|
0% |