Yeni Üyelik
7.
Bölüm

BÖLÜM - 7

@bayanclara

Herkese merhaba!

Bu bölüm bir hayli uzun ve hikâye için kilit taşı denebilecek bölümlerden biri. Okudukça ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız zaten. Sizden tek ricam bölüme başlamadan önce yıldız tuşuna basmanız ve bölümü okurken bol bol yorum bırakmanız. Kitabımızın büyüyebilmesi için etkileşime ihtiyacı var ve tabii ben de emeklerimin karşılığını alabildiğim takdirde daha mutlu ve istekli olurum.

Keyifli okumalar dilerim.

 

Sezen Aksu – Gidemem

(Spotify’da DOLUNAYIN VECHİ adı altında bir müzik listesi var, kitapta kullanacağım şarkıların bazılarını oraya ekledim. İlgilenenler oraya bakabilirler.)

*

Yaşadıklarımın kötü bir rüya olup olmadığından emin olamıyordum artık. Neredeyse iki haftada öyle bir hale gelmişti ki hayatım, inanmakta bir hayli zorlanıyordum. Günlerim hiç olmadığı kadar stresli, yorgun, bir o kadar da endişe dolu geçiyordu.

Emniyet’ten ayrıldıktan sonra olanları Yasemin’e anlatıp plan hazırladığımız gün dün gibiydi ancak üzerinden nerdeyse dört koca gün geçmişti. Tabii bu sürede hiç boş duramamış, Asaf amcamla plan hakkında konuşup onun onayını aldıktan sonra Aral başkomiserle konuşmayı ona bırakarak Tuncay amcamla görüşmüştüm. Ona böyle bir şeyi telefonda anlatmak istemediğim için iki gün önce Tuana’yı da yanıma alarak akşam yemeğine gitmiştik amcamlara. Tabii bu yemekten önce de Tuana’yla konuşmuş ve onun bir hayli şaşırmasına neden olmuştum. Yalan söyleme konusunda uzman olmamama rağmen ona olanları öyle bir anlatmıştım ki neredeyse kendi yalanıma kanacak hale gelmiştim. Neyse ki Tuana da anlattıklarıma inanmış ve hatta Yasemin’in de planladığı gibi son günlerdeki dalgınlığımı ve keyifsizliğimi Aral başkomisere olan hislerime duyduğum güvensizliğe bağlamıştı. Önceki ilişkimden bu yana epey zaman geçtiği ve bu zamana kadar hayatıma hiç kimseyi almadığım için zorlanmamın çok normal olduğunu söylemişti, canım kardeşim. Ah, onun o körpecik yüreğini böyle bir yalanla kandırdığım için o kadar üzülüyordum ki.

Elbette bu kandırma işi bu kadarla kalmamıştı zira fazla detaycı biri olan kız kardeşim ablasının görüşmeye başladığı adamı deli gibi merak ettiği için beni sorguya çekmişti. Her şeyden evvel başkomiserin fotoğrafını istemişti ki, bu konuda fazlasıyla hazırlıksız olduğum için bocalamıştım. Telefonumda resminin olmadığını söylesem de beni rahat bırakmamış ve sosyal medya hesabından göstermemi istemişti. Başkomiserin sosyal medya hesaplarıyla ilgili hiçbir fikrim olmadığı için zaman kazanmak adına tuvalete gitme bahanesiyle Tuana’nın yanından kaçmıştım. Telefonumun cebimde olması o an için benim için büyük bir şanstı.

Banyoya girdikten sonra hızlı olmaya çalışarak başkomiserin sosyal medya hesaplarını aramış ve gerçekten çok şaşırtıcı (!) bir neticeyle karşılaşmıştım. Elbette ki Aral başkomiser sosyal medya kullanmıyordu!

Hesabının olmadığını gördüğümde bundan haberimin olmadığını Tuana’ya izah edemeyeceğim için hızla Arel’in hesabının olup olmadığına bakınmış ve kullanıcı adını bir tuhaf yaptığı için zorlansam da nihayetinde onun Twitter hesabına ulaşmıştım. Vakit kaybetmemek adına hesabındaki hiçbir şeye bakmadan profilindeki resmi hızla indirdikten sonra banyodan çıkmış ve tekrar Tuana’nın yanına dönmüştüm.

Tuana, Aral sandığı Arel’in fotoğrafına tek kelimeyle bayılmıştı. E, adam, daha doğrusu adamlar çok yakışıklıydı ve Arel’in ballandırarak anlattığı çapkınlıklarını da göz önüne alırsam harika fotoğraflarının olacağını görmeden de tahmin edebilirdim.

Tuana, görüntüsüne bayıldığı yeni eniştesiyle tanışma hikâyemi dinledikten sonra daha da heyecanlanmıştı. Ona gerçek tanışma hikâyemizi anlatmış ancak bunun aylar önce gerçekleştiğini söylemiştim. Ona göre başkomiser olması epey havalıydı. Aslına bakarsanız bu benim için de biraz havalıydı…

Tuana’yı bu konuya istemediğim kadar çok ikna edip elinden tutarak amcamlara yemeğe götürdükten sonra amcam ve yengeme yalancı ilişkimi anlatmıştım. Daha doğrusu başkomiserden hoşlanmaya başladığımı, onun da bana karşı hisleri olduğunu bildiğimi ancak ortada adı konulmuş bir şeyin olmadığını söylemiştim.

Tahmin ettiğim üzere amcam ilk başta bunu hiç hoş karşılamamıştı çünkü Aral bir polisti ve ondan da önemlisi Asaf amcamın gözde adamıydı. Ancak yengem bu sırada yardımıma koşmuş ve kocasını sakinleştirerek onu mantıklı düşünmeye davet etmişti. Amcama aşkın ne tür bir his olduğunu hatırlatmaya çalışmış ve bunun için de kendilerini örnek göstermişti.

Sedef yengemin doğuştan gelen bir rahatsızlık yüzünden çocuğu olmuyordu ve bu, onun gözünde amcamın onunla evlenmemesini gerektiren epey haklı bir sebepti. Allah’tan ki amcam bu saçma düşünceyi aklının ucundan bile geçirmeyerek deli gibi sevdiği kadınla evlenmiş ve mutlu bir evliliğe yelken açmıştı.

Ayrıca nasıl temiz kalplilerse Allah onlara bir değil, tam iki kız evlat nasip etmişti.

Yengemin kendilerinden yola çıkarak amcamı hislerim konusunda ikna etmeye çalışması beni bir hayli üzmüştü. Olmayan aşkım için amcamı hoşgörülü olmaya davet ediyordu. Muhtemelen yalanım ortaya çıktığında onların duygularıyla oynadığım için bana çok kırılacaklardı.

Ailemizin iyiliği için bu yalana sığınmam gerektiğini kendime bir kez daha hatırlatmaya çalışarak amcama bunun yalnızca basit bir tanışma olduğunu ve onun gönlü olmadığı takdirde başkomiserle aramızdaki ilişkiyi daha ileriye taşımayacağımı söylemiştim.

Amcam bu güvencemden ve biraz da yengemin ısrarları dolayısıyla başkomiseri şirketin davetine çağırmama razı olmuştu. Buna rağmen bu zamana kadarki sessizliğim ve emrivaki yaparcasına onunla tanıştırmam gereken birinin olduğunu söylemem onu tedirgin etmişti, bunu bana olan bakışlarından anlamıştım ancak yapabileceğim bir şey yoktu. Üsteleyerek onu ikna etmeye çalıştığım takdirde şüphesi azalmak yerine artabilirdi.

“Abla… Harika görünüyorsun!”

Karşısında bulunduğum aynanın üzerinden hemen arkamdaki yatakta oturan kardeşime kaydı bakışlarım. Düzleştirip sıkı bir at kuyruğu şeklinde topladığım gece siyahı saçlarımı omuzlarımdan geriye atarak hafifçe gülümsedim. “Beğendin mi?”

“Beğenmek az kalır, bayıldım! Hatta bence sana tek bayılan kişi ben de olmayacağım ve bu gece hayatının teklifini alacaksın müstakbel eniştemden!”

Kardeşimin oldukça heyecanlı ve bir o kadar da memnun tavrı beni üzmüştü ancak bunu anlamaması için bakışlarımı ondan kaçırıp tekrar kendime çevirmiştim. Üzerimde koyu kırmızı, straplez ve yerlere kadar uzanan dar, ince hatlarımı ortaya koyan bir elbise vardı. Elbisenin göğüs kısmı kalp şeklindeydi ve buradan üstünü omuzlarımdan el bileklerime kadar kırmızı bir tül kaplıyordu. Tülün açık bıraktığı tek yer omuz tepelerimdi ki bu detay, sol bağımdaki derin yırtmaçtan sonra elbisedeki ikinci dekolteydi. Yüzüme gözlerimi açığa çıkaracak koyu bir makyaj yapmıştım ve Tuana’nın da dediği gibi bu geceki davet için fazlasıyla hazırdım.

Kendimi son kez baştan aşağı süzdükten sonra arkamı dönerek yatağımda oturan kardeşimin yanına gittim. Yüzündeki kocaman gülümsemeyle beni izliyordu. Başkomiserin varlığı, daha doğrusu sahte varlığı onu çok mutlu etmişti, çünkü hayatımda yeni birinin var olması demek geçmişi ardımda bıraktığım anlamına geliyordu. Ona fazla ümitlenmemesi için çok dil dökmüştüm ancak o kendinden çok emindi. Aral başkomiseri amcamla tanıştırmaya karar vermem başkomiseri çoktan kalbime aldığımı gösteriyordu onun için. Hâlbuki bu doğru değildi. Ayrıca bu konuda o ve diğerlerini asla ikna edememiş olsam da hayatımda yeni biri olmamasına rağmen ben geçmişi çoktan geride bırakmıştım.

Duyduğum zil sesiyle bakışlarım yatağımın başucundaki komodinin üzerindeki telefonumu buldu. Yanıp sönen ekrana bakılırsa mesaj gelmişti. Ayaklarım çıplak olduğundan yerleri süpüren elbiseme takılmamaya çalışarak telefonumun yanına gittim ve ekrandaki mesaja baktım.

Gönderen: Aral Başkomiser

Kapıdayım.

Tek kelimelik cümleye bakarken kaşlarımı çatmama engel olamamıştım. Onunla pazartesi günkü toplantıdan sonra hiç konuşmamıştık ancak Arel sayesinde düşündüğüm, daha doğrusu Yasemin’in düşündüğü plana uyacağını öğrenmiştim. Biraz sonra onunla kısmen sevgili rolü yapacağımız bir davete katılacaktık ancak mesajdan da algılayabildiğim üzere başkomiser formundaydı.

Bu ciddiyet ve umursamazlıkla bana karşı hisleri olduğuna nasıl inandıracaktı amcamları, bilemiyordum doğrusu. Gerçi inandıramaması daha iyi olurdu ki amcam onu beğenmezdi ve ben de bu oyundan hızla kurtulmuş olurdum.

Mesaja cevap vermeye gerek duymayarak telefonu Tuana’nın hemen yanında duran küçük, siyah renkteki çantama koydum ve parıldayan mavileriyle beni izleyen kız kardeşime döndüm.

“Kapıdaymış, çıkıyorum ben.”

Ayaklarını yataktan aşağı sarkıtıp hızla karşımda dikilerek “Seni geçireyim,” dedi heyecanla. “Hem eniştemin yakışıklılığına bizzat tanıklık etmiş olurum.”

Sıkıntıyla oflamamak için kendimi zor tutarken “Olmaz,” dedim hemen. Bu ani çıkışım kaşlarının çatılmasına neden olduğunda usulca yutkunarak açıklama yapmaya çalıştım. “Yani muhtemelen bahçe kapısının önünde bekliyordur, şimdi benimle dışarıya kadar gelirsen ona bakmak için geldiğini anlar. Aramızda kesin bir şey olmadığı için onu ümitlendirmek istemiyorum.”

Sözlerimin üzerine düşünceli bir tavırla gözlerini kıstı. “Peki, öyle diyorsan gelmeyeceğim ama sorduğum soruya dürüstçe cevap vereceksin. Yasemin ablanın son dakika işi çıkması yalan, değil mi? Başından beri davete gelmek gibi bir düşüncesi yoktu. Amcamı ve başkomiseri ikna etmek için söyledin bu yalanı, doğru mu?”

Bu kızı tam olarak kandırmanın bir yolu yok muydu?

Pes etmiş bir tavırla iç çekerek başımı salladığımda tekrar genişçe gülümsedi. “Sen gerçekten seviyorsun bu adamı ama kabul etmekten korkuyorsun!” diyerek ellerini çırptı.

Günler, belki de aylar sonrasında gerçekleri öğrendiğinde yaşayacağı hayal kırıklığını tahmin edebildiğim için üzüldüm. Yine de bir şey söylemeyerek haklı olduğuna inanmasına neden oldum.

Dolaptan çantamla takım olan siyah topuklu ayakkabılarımı alarak odamdan çıktığımda Tuana da peşime düştü. Başkomiseri dışarıda daha fazla bekletmemek için merdivenleri atlayarak indikten sonra dış kapıya yöneldim ve ayakkabılarımı giyip bahçeye çıktım. Tam da tahmin ettiğim gibi bahçede kimse yoktu. Muhtemelen kapıda, hatta arabasının içinde bekliyordu beni.

Geriye dönerek meraklı bakışlarla bahçe kapısını gözetleyen kardeşimin ilgisini üzerime çektim.

“Ben çıktıktan sonra bu kapıyı ve mutfak kapısını kilitleyip odana çık, tamam mı tatlım? Ayrıca geç gelebilirim, beni bekleme sakın. Geç saatlere kadar ders çalışıp uykundan da çalma.”

Sesli bir şekilde “Yani müstakbel eniştemi hiçbir şekilde göremeyeceğim, öyle mi?” diyerek dudaklarını büzdüğünde, uzanıp parmaklarımın arasına aldım dudaklarını.

“Biraz daha bağır istersen küçük hanım,” diyerek kaşlarımı çattım. “Hatta benim yerime gidip sen açıl adama, yetmezse de evlenme teklifi edersin.”

Yüzünü ellerimden kurtararak geri çekildikten sonra haylaz bir tavırla sırıttı. “Önce bir canlı kanlı göreyim, yakışıklılığını teyit edeyim, ondan sonra seve seve ederim evlenme teklifini ablacığım.”

Kaşlarım hızla çatılırken sesimi yükselterek “Tuana!” demiştim ki, bahçenin küçük kapısının açılma sesini duyarak hızla arkamı döndüm. Başkomiseri fazla bekletmiş olmalıydım.

Siyah takım elbisesinin içinde, dik omuzları ve keskin bakışları eşliğinde o kadar yakışıklı görünüyordu ki, nefesimi tuttuğumu oksijensiz kalana kadar fark etmemiştim bile. Takım elbise giymek ciddiyetine ciddiyet katmıştı. Gömleği de dâhil olmak üzere baştan aşağı siyah giyinmişti. Üzerindeki tek renk kumral saçları ve akşamın karanlığında parıldayarak insanı büyüleyen yeşil gözleriydi.

“Abla… Bu adamı kaçırırsan seni ablalıktan reddederim, ona göre.”

Kız kardeşimin hayranlık barındıran sesiyle kendime gelirken hızla başımı çevirdim ve açık kalan ağzıyla başkomisere dalan kardeşimin ağzını kapattım. İnsan ilk dakikadan da bu kadar rezil olamazdı yahu!

Dişlerimin arasından “Salyalarını sil, şapşal,” diyerek tekrar başkomisere döndüğümde bende olan bakışlarıyla yanımıza doğru ilerlediğini gördüm. Yeşil hareleri yalnızca birkaç saniyeliğine kıyafetimde gezinmiş ve mimiklerini zerre değiştirmeden Tuana’ya çevirmişti bakışlarını.

Ben onu ilk gördüğümde resmen nefes almayı unutmuştum ancak o saniyeler içinde ayırmıştı bakışlarını üzerimden.

“İyi akşamlar.”

Yaklaşık bir metre karşımızda durarak kurmuştu bu cümleyi. Yüzü onu hep gördüğüm gibiydi, fazlasıyla ciddi. Tuana bunu hiç umursamadan hayranlık dolu bakışlarla başkomiseri süzmeye devam ederken “İyi akşamlar,” diye cevap verdi. Ses tonundaki heyecanı ve ilgiyi anlamamış olması imkânsızdı! Ah, Tuana…

Başkomiser, yeşil harelerini benim yüzüme çevirerek “Mesajıma cevap gelmeyince bir bakayım dedim,” dediğinde, utançla “Üzgünüm,” diye mırıldandım. “Tuana’yı tembihlemekle uğraşıyordum da.”

Cevap vermemem ya da gecikme nedenim hiç umurunda değilmiş gibi kafasını şöyle bir salladıktan sonra beklemediğim bir şey yaparak elini Tuana’ya doğru uzattı. “Aral ben, ablanın arkadaşıyım.”

Tuana büyük bir sevinçle ona uzatılan eli tutarak sıktı. Resmen gözleri ışıldıyordu. “Ben de Tuana, ablamın kardeşiyim.”

Tuana, ne dediğinden habersiz salak salak gülümsemeye devam ederken utançla inlememek için zor tuttum kendimi. Bu kızın aklı nereye kaçmıştı Allah aşkına?

Aral başkomiserin kız kardeşime dik dik bakmasından korksam da ne tepki vereceğini merak ederek yüzüne çevirdim harelerimi ve onu tanıdığım müddetçe hiç görmediğim bir şeye tanık oldum. Dudakları çok hafif bir şekilde kıvrılmıştı.

Saniyelik de olsa gülümsediğine inanamayarak ona bakakaldığımda bunu fark etmişçesine hızla eski ciddiyetine büründü.

“Davetin verildiği otel bir saatlik uzaklıkta, biraz daha oyalanırsak geç kalacağız.”

Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra hala büyük bir ilgiyle başkomiseri izleyen kız kardeşime döndüm.

“Tuana, hadi sen de içeri gir.”

Kardeşim zor da olsa mavilerini başkomiserden ayırıp bana çevirerek kafasını salladı. “Tamam, abla. Size iyi eğlenceler.”

Davet yerinin hiç de eğlenilecek bir yer olmadığını çok iyi biliyordu, zaten o yüzden amcamın tüm ısrarına rağmen yalnızca bir kere katıldığı o davetlerden birine daha katılmak yerine ders çalışmayı tercih etmişti. Onun eğlenceden kastı, başkomiseri amcamla tanıştıracak olmamdı. İyi ki başkomiser kız kardeşimin neden bahsettiğini anlamamıştı.

Evin içine girip kapıyı kapattığında hala bizi izlediğinden adım gibi emin olarak kapıdaki gözetleme deliğine diktim bakışlarımı.

“Tuana, odana çık ablacığım.”

Gözlerimdeki ifadeyi çok net görmüş olsa gerek hiç konuşmadan ayrıldı kapının önünden. Bunu tüylü terliklerinin zeminde çıkardığı seslerden anlamıştım.

Başkomiserle yalnız kaldığımızda biraz önce olanlardan hala utandığım için yüzüne bakmadan “Gidebiliriz,” diyerek bahçe kapısına doğru ilerledim. O da beni birkaç adım arkamdan takip etti.

Peş peşe bahçeden çıktıktan sonra o bahçe kapısını kapatırken ben de evin birkaç metre ilerisindeki arabaya diktim bakışlarımı. Camları siyah filmli olan orta boyutlardaki arabanın içinde göremesem de iki tane polisin olduğunu biliyordum. Zaten onlar olmasaydı Tuana’yı bir başına bırakıp hayatta bir yere gidemezdim.

Başkomiser nereye baktığımı fark ettiğinde “Endişe etmeyin,” diye mırıldandı. “Bahçeye girmeden önce onları kontrol ettim.”

Hafifçe iç çektikten sonra başımı sallayarak ona doğru döndüm. Benim onayımdan sonra “Gidelim,” diyerek büyük cipinin sürücü koltuğuna doğru ilerlediğinde ben de diğer tarafını dolandım arabanın. Aslında birkaç saate kadar davete onunla gideceğimi de bilmiyordum, davetin olduğu otelde buluşuruz diye düşünmüştüm ancak saatler evvel arayan Asaf amcam bunun dikkat çekebileceğini söyleyerek Aral başkomiserin beni evden alacağını söylemişti.

Arka kapısında BRABUS yazan siyah, görkemli cipi fazla dikkatli görünmemeye çalışarak incelemeye başladım. Arabalar konusunda pek bir bilgim yoktu ancak cipin her bir köşesinden yayılan para kokusunu alabiliyordum. Kesinlikle çok pahalı bir parçaydı. Başkomiser maaşıyla alınması imkânsız olacak kadar pahalı.

Eteğimin yırtmaç kısmına dikkat ederek başkomiserin yanındaki yerimi aldıktan sonra çantamı kucağıma bırakarak kemerimi taktım. Aral başkomiser göz ucuyla bana bakıp -sanırım kemerimi kontrol etmişti- arabayı çalıştırarak gaza bastı.

İyiden iyiye kararmaya başlayan havanın izin verdiği ölçüde geçtiğimiz yerleri incelerken arabadaki hafif çiçek kokusunun nereden geldiğini merak ederek harelerimi camdan çektim ve arabanın içini incelemeye başladım. En az dışı kadar görkemli aracın direksiyona yakın kısmındaki küçük araba kokusunu gördüm ve şaşırmama engel olamadım. Ben bile arabamı çok sevmeme rağmen içini daha güzel kokutacak şeyler almayı hiç düşünmemiştim.

İstanbul trafiği göze alındığında bir saatten de uzun süreceğini tahmin ettiğim yolculuğu rahat bir şekilde geçirebilmek için oturduğum deri koltukta biraz daha yayıldım.

“Hala bir haber yok, değil mi?”

Başkomiserin sorusunu duyduğumda camda olan bakışlarımı ona çevirdim. Yeşil gözleri yola odaklıydı.

“Hayır,” diyerek başımı salladım. Notları sorduğunu anlamıştım. “Muhtemelen de kapımdaki polisleri göndermediğim için bir süre daha not almayacağım.”

Sıkıntıyla iç çektiğini işittim. “Ben de öyle düşünüyorum.”

“Babamın son kez girip kazandığı ihaleye katılan şirketleri araştıracaktınız, bir şey çıktı mı?”

Direksiyondaki ellerinden birini kaldırıp çenesini kaşıdı. “Şu anlık hayır, ama zaten her şeyi en ince detayına kadar araştırdığımız için bu kadar kısa sürede bir şey bulmamız imkânsız. Şirketlerin hepsini araştırmamız uzun zaman alacaktır.”

Görmeyeceğini bilsem da kafamı sallayarak bakışlarımı onun gibi yola çevirdim ben de. Hastanede aldığım nottan beri hiçbir şey olmamıştı ve açıkçası bu sessizlik beni bir hayli ürkütüyordu.

Üzerimde bu akşam için yeterince yük yokmuş gibi bu konulara dalarak kendimi iyice strese sokmamak için Aral başkomisere döndüm tekrar. Asaf amcam ve Arel aracılığıyla ne yapacağımızı biliyorduk ancak hiç birebir konuşmamıştık ve yanlış bir şeyler yapmamak için planın üzerinden geçmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum.

“Asaf amcam size her şeyi anlatmıştı, değil mi?” diyerek konuya girmeye çalıştım. “Yani sizi sevgilim olarak değil, yalnızca bir arkadaşım olarak tanıttım Tuncay amcamlara.”

Yola odaklı yeşil harelerini kısa süreliğine bana çevirdikten sonra tekrar yola odaklandı. “Evet, anlattı. Benim için değişen bir şey yok nasıl olsa, yanınızda içeri girebildiğim sürece sıkıntı olmaz.”

“Anlıyorum,” diyerek sessizleştim. Bunun üzerine konuşmaya devam edecek bir şey bulamamıştım ancak Aral başkomiser bir sefer daha beni şaşırtarak aynen şöyle dedi:

“Erkek arkadaşınız olarak tanıtmak istememeniz, sizi terk eden kişi yüzünden mi?”

Sorusu, şaşkınlıkla büyüttüğüm gözlerimi ona çevirmeme neden olmuştu. Bunu ona evime ilk geldiği zaman, onu da suçlu listesine eklememiz gerektiğinde söylemiştim. Anlaşılan unutmamıştı.

İkiz kardeşlere bu kadar kısa sürede kendim hakkında birçok şey söylediğimin farkındalığıyla huzursuz olmuştum ancak görünen oydu ki, bu adamlar uzun bir süre daha hayatımda olacaklardı ve oldukları müddetçe hakkımda yeni bilgiler edinmeye de devam edeceklerdi.

Sessizce iç çekerek “Evet,” diye mırıldandım. “Seneler önce onu da böyle bir şirket yıldönümü davetinde tanıştırmıştım amcamlarla. Tabii ayrılışımız, daha doğrusu onun ayrılışı pek iyi olmayınca ve de,” diyerek cümlemi yarıda bıraktım. O adamın arkasından çektiğim acıdan ve perişanlığıma şahit olan ailemin de benimle birlikte perişan olduklarını söylemeye dilim varmamıştı. Bu yüzden başka bir şekilde bitirdim konuşmamı. “O zamandan beri hayatıma kimseyi almamış, hatta almayı düşünmemiş olduğum için bir anda karşısına sizi çıkararak sevgilim olduğunuzu söylersem güzel şeyler düşünmeyeceğinden eminim. Zaten şu anda bile çok tereddütlü, yengemin ısrarıyla sizinle görüşmeyi kabul etti.”

Kaşlarını çattı. Anlattığım şeyleri kendince birleştirmeye çalışıyor gibiydi ancak sorduğu soru, kafasındaki yapbozun parçalarını yanlış yerleştirdiğinin kanıtıydı.

“Sizi terk etmesinin nedeni yaptığınız bir hata mı?”

İlk önce onun kadar ciddi ve umursamaz birinin bana böyle bir soru sorabilmesine hayret ederek oturduğum yerde kalakalsam da, suçun bende olduğuna kanaat getirmesi şaşkınlığımın sinire dönmesine neden olmuştu. Güler gibi bir ses çıkardım ancak sinirle soluduğumu fark etmemiş olamazdı.

“Eğer onu aldatıp aldatmadığımı soruyorsanız, elbette böyle bir ahlaksızlığı yapmadım,” diye sertçe konuştum. Yüzüme bile doğru düzgün bakmayan biriyken ne hakla bana böyle bir şey sormaya cesaret edebilirdi? Üstelik sorusunu sorarken bana attığı küçümseyici bakışı da fark etmemiş değildim. Kızgınlığımı belli eden bir ses tonuyla konuşmaya devam ettim.

“Ayrıca bilin diye söylüyorum, insan yalnızca hatalar yaptığı için terk edilmez. Bazen çok sevdiği için de terk edilir.

Özellikle son söylediğim şeyin üzerine yüzü öyle bir hale büründü ki, onu ilk kez duvarlarından arınmış bir halde gördüğümden afalladım. Yeşil harelerindeki şaşkınlığın arasındaki hüznü tanımıştım. Çünkü bir zamanlar kendi gözlerimde sıkça gördüğüm bir duyguydu.

“Affedersiniz,” diyerek başını salladı. Yüz ifadesini eskisinden de sert bir hale bürümüştü ancak sesi nazikti. Onu ilk kez gerçekten anladığımı hissettim. “Amcanızın o kişiden hazmetmemesinden yola çıkarak anlamam gerekirdi.”

Doğru, anlaması gerekirdi. Anlamasa bile ilk yargıladığı kişi ben olmamalıydım ancak konuyu deşmek istemedim. Zaten özrünü de dilemişti, uzatmaya gerek yoktu. Ayrıca onun ne düşündüğünü umursamamam gerekiyordu. Sonuçta bana hala yabancı sayılırdı.

“Bu arada,” diyerek konuyu dağıtmaya çalıştım. “Amcam Yasemin’i de bu davete çağırdığımı ama Gökhan’ın, yani Yasemin’in kocasının acilen hastaneden çağrılmasıyla Sare’ye, yani kızlarına bakmak için evde kaldığını sanıyor.”

“Anladım,” diyerek başını salladı. “Bu benim özel olarak davet edilmediğimi gösteren bir şey.”

“Aynen, öyle.”

Beş-on dakika kadar sonra trafik yüzünden durmak zorunda kaldığımızda sıkıldığımı fark ederek aklıma gelen ilk şeyi sordum ona. “Davete birilerini sokabildiniz mi bari? Garson olarak falan yani?”

“Evet,” diyerek bir kez daha salladı başını. Bakışları görebildiğim kadarıyla öndeki beyaz arabanın arka lambalarına odaklıydı. “Ekipten iki kişi davette garson olarak hizmet edecek. Tabii ne kadar yardımcı olurlar, orasından emin değilim.”

Sözleri, kaşlarımın çatılmasına neden olmuştu. “Ne demek istiyorsunuz?”

Karanlıkta bir ayrı parlayan yeşil gözlerini bir kez daha kısa süreliğine bana çevirdikten sonra sesli bir şekilde iç çekti. “Ben, Asaf amirin aksine notları gönderen kişinin amcanızın çevresinden biri olduğunu düşünmüyorum.”

İşte bu itiraf beni gerçekten şaşırtmıştı. “Daha birkaç hafta önce böyle durumlarda herkesten şüphe edebileceğimi söylemiştiniz hâlbuki.”

“Orası öyle tabii ama her zaman bazı ihtimallerin gerçekleşme olasılığı daha fazladır. Amcanızın etrafındaki bir kişinin derdi yüksek ihtimalle para olur ki bu durumda da sizinle uğraşmaz, direkt amcanıza ulaşırdı. Asaf amirim, Tuncay amcanızın olayın ciddiyetine varabilmesi için sizin gözünüzü korkutmaya çalıştıklarını düşünüyor ki olabilir de, hiçbir şeye imkânsız diyemem, ancak ben bu olayın arkasından çok daha farklı bir şeylerin çıkacağını düşünüyorum.”

“Yani,” dedim, düşündüğümü belli etmek istercesine kelimenin son harfini uzatarak. “Sizin için bu oyunun bir anlamı yok, doğru mu anlamışım?”

“Elbette öyle bir şey demiyorum. Bizim adamlarımız nasıl garson olarak o davete katıldılarsa, size ulaşan kişi ya da kişiler -amcanızla bir ilgileri olmasa dahi- de bir şekilde bu davete girebilir. Benim bizzat sizinle katılacak olmam ailenizin güvenliğini sağlamak için daha çok. Bir de sürekli bizimle görüşmenizin dikkat çekmemesini sağlamak tabii.”

Sıkıntıyla iç geçirerek kafamı geriye yasladım. “Sizin de bir dediğiniz bir dediğinizi tutmuyor. Bir gün diyorsunuz herkes şüpheli, diğer gün diyorsunuz içinde bulunduğumuz durum tahmin edemeyeceğimiz kadar karmaşık.”

İsyan edercesine konuşmam üzerine aynı Tuana’nın kırdığı potta yaptığı gibi dudağının bir kenarını usulca kıvırdı. Ancak bu varla yok arası gülümsemenin yok olması, diğerinden daha uzun sürmüştü.

“Geçen günlerin hiçbiri birbirini tutmuyor ki, sözlerimiz tutsun.”

Verdiği cevap karşısında açık kalan ağzımı elimle çeneme yaptığım baskı ile kapattım. “Bu,” diyerek gülümsememi bastırmaya çalıştım. “Fazla genel bir cevap oldu sanırım.”

“Bazen hatayı, olayları özele indirmekle yaparız,” derken kafasından bambaşka şeyler geçtiğine kalıbımı basabilirdim. “Hâlbuki yaptığımız ufak tefek hataları çoğu zaman kapatan şey genelde kalmaktır.”

Ne demek istediğini, daha doğrusu neyden bahsettiğini asla anlamasam da bunu belli etmeyerek başımı salladım. “Anlıyorum.”

Yavaş yavaş açılan trafik sayesinde yavaşça gaza yüklenirken tek kaşını kaldırarak aynen şöyle söyledi.

“Anlamadığınıza eminim.”

Bu kadar açık sözlü olması karşısında yapabildiğim tek şey hayretle suratına bakmak olmuştu. Sadece sözleri değil, adamın tavırları da bir birine uymuyordu. Gözlerimi kısarak yüzüne daha dikkatli bakarken “Sanırım şimdi daha iyi anlıyorum,” diye mırıldandım. Bu sefer kafası karışan oydu.

“Neyi?”

“İkizinizi, yani Arel’i gördüğümden beri görüntülerinizin aksine hiçbir ortak yönünüzün olmadığını düşünüyordum.” Bir anlığına bana dönerek kaşlarını havaya dikti. Dudaklarımı büzdüm. “Hâlbuki alaycılığınız benziyormuş, yalnızca siz Arel’den daha güç çözülüyormuşsunuz.”

Sözlerimin üzerine az önce havada olan kaşları hızla çatılırken düşüncelerimi daha fazla içimde tutmak istemediğim için tepkisini umursamadan konuşmaya devam ettim. “Bir de o laf sokacaksa bile bunu alay ederek, yani gülerek yapıyor ama siz bunda bile asla ciddiyetinizi bozmuyorsunuz.”

Gerçek bir şaşkınlıkla mırıldandı. “Bana biraz bilenmiş olabilir misiniz?”

Bundan sonra daha sık görüşeceğimizi bildiğimden inceldiği yerden kopsun diyerek oturduğum yerde kemerin bana izin verdiği şekilde ona doğru döndüm ve yan profilini izleyerek -yarımken bile çok yakışıklıydı gerçekten- konuşmaya devam ettim.

“Yani aksini söyleyemem. Sizi ilk gördüğüm gün ayakta duracak haliniz olmamasına rağmen size yardım etmek isteyince beni terslemenizden beri size biraz gıcık oluyorum.” Yeşil gözlerinden ne kadar etkilendiğimi bilmesine hiç gerek yoktu. “Üstelik neden kaşlarınız hep çatık ve etrafta her an birini dövecekmişsiniz gibi geziniyorsunuz? Ayrıca… Neden biz hala sizli bizli konuşuyoruz? Kardeşiniz bile ilk konuşmamızda resmi konuşmayı bırakmak istedi, sizle iki haftadır tanışıyor olmamıza ve sürekli yan yana gelmek zorunda kalmamıza rağmen böyle konuşmaya devam ediyoruz. Hem sizden her bahsedeceğim zaman Aral başkomiser demek çok yorucu. O yüzden artık size sen diye hitap edeceğim. Zaten bundan sonra da böyle konuşmamız icap eder, zira amcamın yanında da sizli bizli konuşursak planımız ilk dakikadan suya düşmüş olur.”

Nefes bile almadan sıraladığım şeylerin ardında ikimizin de suratında aynı ifade vardı: şaşkınlık. O, benden böyle bir performans beklemiyor olacak ki onun hakkındaki düşüncelerimi hayretle dinlemişti. Ben de ona karşı bir anda neden eteğimdeki taşların hepsini döktüğümü anlamadığım için şaşkındım. Adama gıcık olduğumu söylemiştim yahu!

Ona bunca şeyi ben söylememişim gibi son kez yüzüme bakıp yola dönerken “Siz gerçekten bana baya bir bilenmişsiniz,” diyerek başını salladı. Arel olsa şu an kahkahalarla gülüyor olurdu ancak saygıdeğer başkomiser şaşırmaktan başka bir şey yapmamıştı. Sorduğum soruları bile cevaplamamıştı. Ayrıca bana hala siz diye hitap ediyordu!

Başımı inatçı bir tavırla dikleştirerek oturuşumu düzelttim ve inatçı kişiliğim yüzünden onunla resmi bir şekilde konuşmayı bıraktım. Bu yılın sonuna doğru otuz yaşına basacak olabilirdim ama bir yanım hala çocuk gibi davranabiliyordu. “O kadar şey söyledim ama şaşırmaktan başka yaptığın bir şey yok. İnsan hiç olmazsa sorulara cevap verir, ne değişik birisin.”

Kollarımı göğsümde kavuşturup arkama yaslandığımda burnundan sert bir nefes çektiğini işittim. “İkizim gibi samimi biri olmadığım için üzgün olduğumu söylemeyeceğim,” dedikten, pardon, homurdandıktan sonra dilini alt dudağının üzerinde gezdirdi. Hala yola bakıyordu. “Ancak beni acile taşıdığınız, yani taşıdığın için teşekkür ederim.” Bir kez daha iç çekti, hayatında ilk defa bu kadar çok konuşuyormuş gibi acı çekiyordu resmen. “Kötü bir gün geçirmiştim ve bunun üzerine uzun süre kovaladığım kapkaççının beni bıçaklayarak elimden kaçması sinirden deliye dönmeme neden olmuştu. Bu yüzden size, yani sana patlar gibi oldum. Affedersin.”

Adamı nihayet delirtmiş olacaktım ki açıklama yapmasını sağlamıştım. Ayrıca resmi konuşmayı bırakmaya çalışarak her siz dedikten sonra kendini sinirle sen diye düzeltirken çok komik görünüyordu. Yine de onu kızdırmayı göze alamadığım için gülmemek için kendimi tuttum ve özrüne hitaben “Sorun değil,” diyerek çözdüğüm kollarımı kucağıma indirdim. Bir anda keyiflenmiş miydim ne?

Bunu fark etmiş gibi bana kısa bir bakış attıktan sonra gözlerimdeki eğlenen parıltıları görmüş olacak ki ciddiyetini bozmadan bir kez daha salladı başını.

“Bana diyorsun ama asıl değişik olan sensin. Stres altında olunca daha farklı bir tavra bürünüyorsun, yani bürünüyormuşsun. Görmüş oldum.”

Haklıydı, özellikle birkaç saat içinde herkese yalan söyleyeceğim için bir hayli stresliydim ve stresliyken arada böyle şeyler yapabiliyordum. Ama… Kim yapmıyordu ki sanki? Alaylı bir tavırla dudaklarımı büzdüm. “Bu aslında herkes için geçerli, yani senin dışında herkes için… İçinde bulunulan durumlar ve duygular insanların davranışlarını şekillendirir. Bazen hiç olmadıkları kişilere bile dönebilirler.”

“Sen her konuşmanda bana laf mı sokacaksın böyle?”

Sorusu üzerine kendimi tutamayarak sesli bir şekilde güldüm. Hala Arel’in aksine fazlasıyla ciddiydi ve gerçekten güldüğünü henüz görememiştim ancak sesindeki bezmiş ifade kendini çok belli ediyordu.

Lafımı esirgemedim. “İki haftadır içimde tutuyorum, bırak biraz acısını çıkarayım Başkomiser.”

İç çektiğini işittim. “Arel’le neden iyi anlaştığınızı şimdi daha iyi anlıyorum. Gerçekten… Yanında davete katılması gereken kişi o olmalıydı.”

Hiç düşünmeden “Hayır,” diye cevap verdim. “Benim aksime amcam senin gibi ciddi kişilerden hoşlanır. Arel resmi yerlerde nasıl davranıyor bilemem tabii ama amcamın yanında da bana davrandığı gibi davranırsa bu iş başlamadan biterdi.”

“Sana davrandığı gibi?”

“Alaycı, ciddiyetsiz ve flörtöz.”

Öndeki arabanın durmasıyla acı bir fren yaparak cipi durdururken şok olmuş bir şekilde bana döndü. “Flörtöz mü?”

Önemli değilmişçesine omuz silktim. “Kardeşinin nasıl biri olduğunu en iyi sen biliyorsundur.”

Sinirli bir tavırla yüzünü sıvazladı. “Bu çocuk asla büyümeyecek!”

Gerçekten kızgın olduğunu fark ettiğimde Arel’i koruma içgüdüsüyle “Önemli bir şey değil,” diye mırıldandım. “Hem şakasına yapıyor ve beni eğlendiriyor. Ayrıca kendi kuralları varmış zaten, kesin biliyorsundur. Emniyet’teki kimseye o niyetle bakmazmış.”

Kaşlarını çattı. “Şakasını bile yapmaması gerekiyor.”

“Sizin aksinize renkli bir kişiliğe sahip diye ona kızamazsınız. Hem ben şakalardan hoşlanırım, yani haddini aşmadığı müddetçe yapabilir.”

Bana ters bir bakış atıp tekrar yola odaklandığında onu fazlasıyla kızdırdığımı fark ederek dudaklarımı birbirine bastırdım. Gerçekten çenem düşmüştü ama söylediğim hiçbir şeyin pişmanlığını çekmiyordum. O sürekli çatık kaşlarla geziniyor ve kimseyle muhatap olmuyor diye Arel’den de aynı şeyi bekleyemezdi ya!

Aral başkomiser, pardon, Aral, eski ciddiyetine bürünerek tüm dikkatini yola verirken bir süre sessizce etrafı izledim ama sonra sıkıldım. Amcamın ayarladığı otel İstanbul’un biraz dışında kalıyordu, bu yüzden yolumuz uzundu ancak yarısını çoktan gitmiştik bile. Yine de bir bu kadar daha zaman geçmesi gerekiyordu ve Aral’la sohbet etmeye cesaretim kalmamıştı.

Sessizce oflayıp puflarken bakışlarım arabanın radyosuna kaydı. Kafa dağıtacak bir ses fena olmazdı hani. Sesimi oldukça kibar çıkarmak için boğazımı usulca temizledikten sonra dudaklarımı araladım.

“Radyoyu açabilir miyiz?”

Kısa bir sessizlik oldu. Bakışlarım mimiksiz yüzüne odaklıyken tam bana tavır alarak konuşmayacağını düşünmeye başlayacaktım ki kısık bir ses tonuyla konuştu. “Radyo kullanmıyorum.”

Kısaca evet ya da hayır demesini beklerken aldığım cevap kaşlarımın şaşkınlıkla kalkmasına neden olmuştu.

“Anlamadım?”

“Yani şey, genelde dinlediğim tarz şarkılar çalmadığı için radyo dinlemiyorum. Kendi hazırladığım birkaç şarkı listesi var, onlara ayarlı radyo.”

“Ha,” diye bir mırıltı çıkararak anladığımı belirtirken dudak büzdüm. Listesindeki şarkıları merak etmiştim. “Benim için fark etmez, yani seni rahatsız etmeyecekse listenden de bir şeyler dinleyebiliriz. Ben arabada ses olsun diye şey etmiştim zaten.”

Usulca yutkunduktan sonra bana dönmeden kafasını salladı ve direksiyondaki elini radyonun üzerine getirip açma düğmesine bastı. Ardından birkaç ayarlama yaparak elini tekrar direksiyonun üzerine yerleştirirken “İstediğini açabilirsin,” diye mırıldandı.

Bakışlarım hızla küçük ekranda görünen listeye kayarken, fazla dikkat çekmemeye çalışarak kimleri dinlediğine baktım. Sezen Aksu, Barış Manço, Cem Karaca, Belkıs Özener, Barış Akarsu, Erkin Koray ve daha birçok eski isim vardı listede. Sezen Aksu’nun isminin daha sık olduğu gözümden kaçmazken daha fazla oyalanmamak adına Minik Serçe’nin parçalarından birini seçerek tekrar koltuğuma yaslandım.

Hafif bir keman sesi arabanın içinde yankılandığında Aral kısa bir bakış attı radyoya. Sanırım neyi seçtiğimi merak etmişti.

Bazen fazladır her şey

Bir eşikten atlar insan

Yüzüne bakmak istemez yaşamın

O kadar azalmıştır anlam

Ben de çok severdim Sezen Aksu’yu, hele de şarkılarını. O kadar yaşanmışlık vardı ki satırlarında, mutlaka birinden biri tanıdık geliyordu insana. Yakıyordu canını en derinden.

O zaman hemen git radyoyu aç

Bir şarkı tut

Ya da bir kitap oku mutlaka

İyi geliyor

Ya da balkona çık, bağır bağırabildiğin kadar

Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor

Şarkının üzerime çöktürdüğü hüzün, geriye atıp biraz olsun unutmaya çalıştığım acılarımı tekrar gün yüzüne çıkardığında omuzlarımı düşürerek başımı cama yasladım ve uzanıp giden yolu izlemeye devam ettim.

Ama fazla da üzülme, hayat bitiyor bir gün

Ayrılıktan kaçılmıyor

Hem çok zor hem de çok kısa bir mecra ömür

Ömür imtihanla geçiyor

Dolmaya meraklı gözlerime izin vermezken koyu kırmızıya boyadığım dudaklarımı hafifçe hareketlendirdim ve sessizce nakarata eşlik ettim.

Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem

Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir

Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem

Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir

Arabasının anahtarını valeye teslim eden Aral’ı beklerken büyük otelin girişindeydi bakışlarım. Yolda gelirken birkaç Sezen şarkısı daha dinleyip ağlayacağımı fark ettiğimde kapattırmıştım radyoyu. Zaten ondan sonra da çok geçmeden varmıştık geleceğimiz yere. Asıl oyun şimdi başlıyordu.

Terleyen avuç içlerimi çaktırmadan elbisemin kumaşına sürterken Aral’ın yanıma geldiğini fark ettim.

“Gidelim.”

Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra omuzlarımı dikleştirdim ve derin bir nefes aldım. Altı üstü küçük bir yalandı. Ailemi korumak için söylemem gerekiyordu. Kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacaktım, kimseyi üzmeyecektim. Ben sadece sevdiklerimi korumaya çalışıyordum.

Ben yalnızca annemle babamın katilini bulmak istiyordum.

Yavaş adımlarla otelin merdivenlerini çıktıktan sonra birlikte döner kapıdan geçtik ve birine danışma ihtiyacı duymadan asansörlerin olduğu tarafa ilerledik. Buraya birçok kez geldiğim için amcamın ayarladığı salonu bulmak benim için hiç zor değildi ancak adımlarım bunun farkında değilmiş gibi geri geri gidiyordu.

Boş asansörlerden birine bindiğimizde dokuzuncu katın düğmesine basarak duvara yaslandım.

“Gerildiğini bu kadar belli etmemelisin.”

Aral’ın sesini duymamla bakışlarımı asansör kapısından ayırarak ona döndüm. Kısık gözleriyle bana bakıyordu. “Titriyorsun.”

O söyleyene kadar çantayı tutan elimin titrediğini fark etmemiştim.

Gözlerimi sıkıca yumarak derince nefeslendim. “Konuşmaya başladığım an yalanımı fark edip yüzüme vuracaklarmış gibi hissediyorum.”

“Böyle bir şey olmayacak.”

Tereddütte yer vermeyen sesini duyduğumda göz kapaklarımı araladım ve ona döndüm. “Olacakmış gibi hissediyorum ama.”

“Yalan söylemeye alışık olmadığın içindir. Biliyorum, kolay değil ama umursamamaya çalış lütfen. Amcanları şüphelendirmek istemezsin. Zaten gerilecek bir şey yok, ben senin yalnızca arkadaşınım.”

“Sözde arkadaşım olacaksın ama aramızda bir şeyler var sanacaklar ve buna göre davranacaklar.” Duraksayarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Şimdi başa dönmenin hiçbir manası yoktu, bunu bilerek gelmiştim buraya. Ayrıca yalnızca görevini yapmaya çalışan Aral’ı da zor bir durumda bırakamazdım. Dediği gibi tedirgin olduğum anlaşılırsa amcam şüphelenebilirdi.

Muhtemelen beni sakinleştirmek için bir şeyler diyeceği sırada elimi kaldırarak durdurdum onu. “Tamam, tamam, iyiyim ben. Yani olmaya çalışacağım. Planı batırmak istemiyorum.”

Anlayışlı bir tavırla kafasını salladıktan sonra dokuzuncu katta duraksayan asansörün açılan kapısına döndü ve önden ilerlemem için bana müsaade etti. Derin bir nefes alarak at kuyruğu yaptığım saçlarımı çekiştirerek düzelttim ve dikleştirdiğim omuzlarımla birlikte asansörden indim.

Yüzüme yerleştirdiğim sahte gülümsememle peşimden inen Aral’a döndüm ve “Bu taraftan,” diyerek yolu gösterdim. İsminin yanındaki yıldızların hakkını veren otelin yaldızlı koridorunda ilerledikten sonra geniş kapısında takım elbiseli iki görevlinin olduğu salonun önünde duraksadık. Kırklarının başında gibi görünen ve elinde liste tutan adam bize dönerek adımızı sorduğunda sesimin gür çıkmasına özen göstererek “Tamay Altuna,” dedim. Adımı duyan adam listeye bakmaya gerek duymadan geriye çekilerek “Buyurun lütfen,” diye mırıldandı. Bakışlarının benden ayrılarak hemen yanımda duran Aral’a takıldığını gördüğümde elimi kaldırarak Aral’ın koluna dokundum ve onun bakışları hızla bana dönerken ben de gözlerimi görevli adama diktim. “Benim misafirim.”

Adam bakışlarını hızla bana çevirdi. “Bilgimiz var, Tamay Hanım.”

Demek ki amcam onlara yanımda bir adamla geleceğimi söylemişti.

Gülümsemeye çalışarak başımı salladıktan sonra dikkat çekmemek için elimi Aral’ın kolundan ayırmazken Aral da benimle aynı fikirde olacak ki kolunu hafifçe bükerek daha normal bir görüntüye kavuşmamızı sağladı. Buna rağmen bedenlerimizin arasında bir karışlık mesafe vardı.

Görevlilerin yanından ayrılarak içeri girdiğimizde ilk önce hafif bir keman sesi karşıladı bizi. Bu bir Tuncay Altuna daveti klasiğiydi çünkü amcam kemana bayılırdı. Beyaz renkli duvarlara gri-altın sarısı tonlarındaki süsler eşlik ederken, misafirlerin en fazla 5 kişiyle yan yana durabileceği rengârenk masalar doldurmuştu geniş salonu. Görüntü ne sade ne de şatafatlıydı, tam orta düzeyde harika bir ahenk oluşturabilecek şekilde ayarlanmıştı. Kısacası salona Sedef yengemin elinin değdiği belli oluyordu.

Aral’la birlikte amcamın olduğu yeri bulabilmek adına yavaş adımlarla ilerlerken yakınımızda bulunan masalardaki başlar bize dönüyor ve uzun süre de ayrılmıyordu üzerimizden. Davete gelenlerin yüzde sekseni benim kim olduğumu bilirdi, bu yüzden böyle davetlerde genelde ön planda olmaya alışıktım ancak bu seferki dikkatli bakışların benden ziyade Aral’da olduğunu da bilmiyor değildim. Zira yanımda bir adamla davetlere katılmayalı çok olmuştu.

Bazılarının verdiği kısa baş selamlarına aynı şekilde karşılık verirken, Aral’ın kolundaki elime odaklanmış olan insanların akıllarından geçen şeyleri düşünmemeye çalışarak amcamı bulmak amacıyla etrafa bakınmaya devam ederken birkaç metre ötemden birinin adımı seslendiğini işittiğimde durmak zorunda kaldım.

“Tamay?”

Aral’la aynı anda sesin geldiği tarafa döndüğümüzde yüzündeki yapmacık gülümsemeyle bizi mercek altına alan Arzu Hanım’ı gördüm ve yüzümdeki sahte gülümsemenin solmaması için çaba sarf ettim. Bu kadına yalandan gülümsemek konusunda bile zorlanıyordum!

Amcam için epey önemli olan bu günde kimseye saygısızlık etmek istemediğimden Aral’a işaret vermek adına ceketinin üzerindeki parmaklarımı biraz daha sıktım ve Arzu Hanım’la eşinin olduğunu masaya doğru ilerledim, tabii Aral’la beraber.

Yanlarına vardığımda dudaklarımı kıvırma zahmetine girerek gülümsedim. “Arzu Hanım? Hikmet Bey? Hoş geldiniz.”

Hikmet Bey, karısının aksine samimi diyebileceğim bir şekilde gülümseyerek beni selamladı. “Sen de hoş geldin kızım.”

Arzu Hanım, kocasının samimi tavrına dik dik baktıktan sonra bana döndü. “Eh, davetlilerden evvel burada bulunman daha hoş olurdu ama hazırlanman uzun sürdü galiba.” Hiç çekinmeden beni baştan aşağı süzdükten sonra Aral’a kısa bir bakış atarak tekrar bana döndü. Yanaklarımın kıvrık durması için sarf ettiğim çabayı biraz daha arttırdım.

“Yok, hayır. Trafiğe takıldığımız için biraz geciktik ama bunun pek de sorun olacağını sanmıyorum.”

Hikmet Bey, sesimdeki hoşnutsuzluğun farkında olarak karısına uyarıcı bakışlar attı ancak Arzu Hanım’ın bunu umursadığını söylemek pek doğru olmazdı. Ki zaten daha fazla dayanamamış olacak ki ağzındaki baklayı çıkarttı.

“Bu yakışıklı genç adam kim?”

Bu vakte kadar her zamanki ciddiyetiyle Arzu Hanım’ı ve eşini süzen Aral, hafifçe boğazını temizleyerek konuştu.

“Aral ben, Tamay’ın arkadaşıyım.”

Arzu Hanım’ın delici bakışları hızla ona kayarken “Arkadaşı mı?” diye mırıldandı. Ah, ben onun derdini çok iyi anlıyordum da…

“Evet, Arzu Hanım,” diyerek araya girdim. “Çok yakın bir arkadaşım.”

İnce kaşları havalandı kadının. “Sadece normal bir arkadaş yani?”

Konuyu daha fazla uzatmak istemediğim için “Siz bence neyden bahsettiğimi çok iyi anladınız,” diyerek başımı salladım. Aral’la oynadığımız oyunun işime yarayabileceğini hiç düşünmemiştim.

“Arzu, daha fazla sıkıştırma istersen gençleri.”

Hikmet Bey’in uyarıcı tondaki konuşmasıyla yüzü gerilen kadın, gülümsemeye çalıştı. “Altı üstü basit bir soru sordum canım, ne sıkıştırması…”

Hiç sıkıştırır mıydı zaten canım (!)

“Neyse, daha amcamları görmedik. Şimdi onların yanına gidelim, sohbetimize daha sonra devam ederiz.”

Hikmet Bey, kafasını sallayarak “Tabii, kızım,” dediğinde ona kibarca gülümsedim ve Aral’ı da alarak yanlarından ayrıldım. Bu, büyük bir rahatlamayla derin bir nefes vermeme neden olmuştu.

“Bu kadının derdi neydi?”

Aral’ın hala bir mermer ciddiyetindeki yüzüne bakarak istemsizce güldüm. Sesini duymasam dudaklarının hareket ettiğine inanmazdım. Gerçi şu anki rahatlığıma da inanamıyordum ya, neyse.

“Senelerdir beni oğluna almaya çalışıyor ama başaramıyor.”

Bakışları bana kaydı. “Ne?”

Şaşkın yüzüne bakmak gülme isteğimi artırsa da kendimi tuttum, etraftakilerin bakışları hala bizim üzerimizdeyken daha fazla dikkat çekmek istemiyordum.

“Bunda şaşıracak bir şey yok. Ülkemizdeki çoğu anne, oğluna ailesine layık olabilecek bir gelin arar.”

“İyi ama kadının hiç de senden hoşlanır gibi bir hali yoktu.”

Dudaklarımı birbirine bastırarak başımı salladım. “Evet, bana bayılmıyor. Aslına bakarsan oğlunun da bayıldığını hiç sanmıyorum.”

“E, o zaman?”

“Paraya bayılıyor, dolayısıyla da amcama. Aile şirketlerinin güvende kalabilmesi için oğlunu zengin bir ailenin kızıyla evermeye çalışıyor. Maalesef bu hikâyedeki şanssız kız da ben oluyorum.”

Yüzünde belli bir ifade oluşmasa da bakışlarındaki iğrenmişliği fark etmiştim.

“O yüzden bana öyle baktı demek ki.” Sesinde hoşnutsuzluk yoktu. “Böyle şeyler zenginleri konu alan saçma dizilerde oluyor sanıyordum.”

“Gerçekte yaşanmasa dizilerde de olmazdı,” diyerek başımı salladım ve devasa salonun içinde yürümeye devam ederken bakışlarımı etrafta gezdirdim. Hala amcamları görememiştim. “Neyse, bu zoraki oyunumuzun benim için ufak da olsa bir işe yaradığını bilmek güzel. Hayatımda birinin olduğunu düşünürse oğlunu bana ayarlamaya çalışmaktan vazgeç- ah, amcamlar…”

Bakışlarımın takıldığı yaşını almış olmasına rağmen yakışıklılığından bir şey kaybetmeyen çehre yüzünden sesim kısılırken, Aral’ın da bakışlarımı takip ederek amcamla yengemin konuklardan biriyle sohbet ettiği masaya baktığını fark ettim. Bulunduğumuz yerden amcamın yan profilini görebilsek de yengemin tam karşısında kalıyorduk.

Amcamları görmek kısa süreli mutluluğumun hızla benden uzaklaşmasına neden olmuştu. Başkalarına yalan söylemek çok daha kolay geliyordu ama amcamın karşısında bu kadar rahat olabileceğimi sanmıyordum. Üstelik o kadına Aral’ı yakınım olarak tanıştırmak benim lehimeydi ama konu amcamlar olunca tam tersiydi.

Sakin olmaya çalışarak derin bir nefes aldığımda Aral, gerginliğimi fark etmiş olacak ki bana döndü.

“Biraz önce provasını yaptık aslında,” diye mırıldandı yavaşça. Beni cesaretlendirmeye çalışıyordu. “Yanlış bir şey yok, ben yalnızca senin arkadaşınım. Hatta sanıyorum arabayla buraya gelirken bu yalanı doğru hale getirdik.”

Resmen gerçekten arkadaş olduğumuzu ima ediyordu.

E, adama o kadar çıkıştıktan sonra bunu demesine şaşırmam da pek hoştu yani (!)

“Doğru,” diyerek kısaca başımı salladıktan sonra henüz fark edilmemiş olduğumuz için kolundaki elimi yavaşça geri çektim. Amcamın karşısına böyle geçmek istememiştim. Bu hareketim üzerine bakışları elime kaysa da garipsemeyerek kolunu yanına indirdi ve “Hadi,” diye mırıldandı.

Aramızda birkaç karış mesafe bırakmaya çalışarak derince nefeslendim ve amcamlara doğru ilerlemeye başladım. Benimle birlikte Aral da hemen yanımda yürümeye başladığında fark edileceğimiz anı bekleyerek bakışlarımı amcamla yengemin arasında gezdirmeye devam ettim. Aral’a özellikle bakmıyordum ancak amcamlara dikkat çekmeyecek bakışlar atarken bir yandan da salonu süzdüğünü biliyordum. Geldiğimizden beri bunu yapıyordu, çünkü buraya bunun için gelmişti.

Nihayetinde bizi ilk fark eden kişi yengem olduğunda gerilen vücudumu zapt etmeye çalıştım. Yengem bana güven vermek istercesine genişçe gülümsedikten sonra bakışlarını Aral’a çevirdi ve onu her zamanki zarifliğiyle dikkat çekmeyecek şekilde baştan aşağı süzdü. Dudak kıvrımlarının çoğalması Aral’ı beğendiğini gösteriyordu. Adam beğenilmeyecek gibi değildi ki zaten.

Yengemin bakışlarını fark eden amcam başını usulca bizden tarafa çevirdiğinde ve göz göze geldiğimizde heyecanımın da gerginliğimin de tavan yaptığını hissettim. Gözlerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu, dudaklarındaysa iş çevresinde takındığı resmi gülümsemesi vardı.

Beni zor taşıyan ayaklarımla yanlarına vardığımızda amcamların yanındaki adam bizi fark ederek yer açmak adına biraz daha geri çekilmişti. Yüzüne aşinalığım vardı ancak ismini bilmiyordum. Gerginlikten terleyen avuç içimi kimseye çaktırmamaya çalışarak elbisemin kumaşına silerken hemen yanımda duran adamın sesini işittim.

“Tamay? Seni her gördüğümde daha da güzelleşmiş oluyorsun.”

Annemle babamın ölümünün ardından şirket çevresindeki insanlar bizi amcamın çocukları olarak gördükleri için tanıyorlardı. Adını asla anımsayamadığım amcam yaşlarındaki adama hafifçe gülümsedim.

“Teşekkür ederim.”

Adam bana samimi bir gülümsemeyle karşılık verdikten sonra bakışlarını kısaca Aral’a çevirdikten sonra tekrar amcama döndü. Arzu Hanım’ın aksine gördükleriyle yetinmiş ve bizi yalnız bırakması gerektiğini fark etmişti.

“Ben diğerlerinin yanına geçeyim, sonra tekrar görüşürüz.”

Amcam, kibar bir gülümseme eşliğinde onu onayladığında masada dördümüz kalana kadar kimseden çıt çıkmadı. Bana kalsa bu stresle uzun bir süre daha konuşmazdım ancak düşünceli yengem halimi fark etmiş gibi gülümseyerek “Rahat gelebildiniz mi?” diye sordu. “Trafik çok muydu?”

Usulca yutkunduktan sonra gür çıkarmaya çalıştığım ama pek başaralı olamadığım bir ses tonuyla “Her zamanki gibiydi,” diye mırıldandım. Masamızdan ayrılan adamın arkasından bakışlarını bir an olsun Aral’dan ayırmayan amcam konuştu bu sefer.

“Bu genç adamla daha önce karşılaşmamıştık değil mi? Yeni mi tanıştınız?”

Ah, amca…

Aral’a çok da önemli biri olmadığını ima etmeye çalışan amcam gülümsemesini hiç bozmadan bana döndüğünde usulca yutkundum. “Evet, amcacığım. Daha önce tanıştırmamıştım sizinle. Tanışalı da birkaç ay oluyor zaten.”

Amcam, ona Aral’dan ilk bahsettiğim zaman bunları zaten konuşmamışız gibi kaşlarını kaldırarak “Öyle mi?” diye sordu ve tekrar Aral’a dönerek elini uzattı. “Tanışalım öyleyse. Ben, Tuncay. Tamay’ın öz amcasıyım.”

Öz amca lafı da Asaf amcaya gitmişti tabi…

Aral, Arel’le ikisine daha önce amcalarımın arasındaki saçma savaşı anlattığımdan amcamın imasını çok net bir şekilde anlamış olmalıydı ancak çaktırmadı ve her zamanki ciddiyetiyle amcamın elini sıktı.

“Memnun oldum efendim. Ben de Aral.”

Amcamın arkasından yengem araya girerek amcamın az önce bıraktığı eli tutup samimi bir tavırla sıktı ve aynı samimilikle gülümsedi. Bu kadının herkese karşı sevgi pıtırcığı olmasına alışkındım.

“Ben de Sedef, Tuncay’ın eşiyim.”

“Memnun oldum, efendim.”

Amcamın bakışları ikimiz arasında gelip giderken aklına bir şey gelmiş gibi bende duraksadı ve “Yasemin nerede?” diye sordu. “Onun da geleceğini söylemiştin.”

Evet, yalanlara başlayalım bakalım.

“Gelecekti aslında ama son anda Gökhan’ı hastaneden çağırdıklarından Sare’ye bakmak için evde kalması gerekti. Size de selam söyledi.”

Amcam söylediklerimden memnun olmadığını belirten bir tavırla “Aleyküm selam,” dedikten sonra masadaki su bardağını tutarak avucunun içinde hareket ettirdi. “Davetlere hep kalabalık gruplarla gelirdin ya, bu seferkine tek arkadaşını getirmen biraz şaşırtıcı oldu.”

Sanırım sandığımın aksine bu geceki yalan kotasını dolduran ben değil, amcam olacaktı. Davetlerine getirdiğim tek arkadaşımın Yasemin olduğunu çok iyi biliyordu. Aral’ın kendini basit biri olarak görmesini sağlamaya çalışıyordu; Aral’ın hakkında, daha doğrusu hakkımızda bildiklerinin farkında olmayarak.

Aral, amcamın sözlerini dinlerken asla tavrını bozmuyor, gözleriyle bile gülmüyordu. Oysaki içinden amcamın yersiz çabasıyla dalga geçtiğine emindim.

“Bu seferlik öyle oldu,” diyerek başımı salladım.

“E, Aral, ne işe meşgulsün?”

Amcam kendince Aral’ı sorguya aldığında yengemle bakışlarımız kesişti. Bana sorun yok dercesine göz kırpsa da onun da diken üstünde olduğunu anlayabiliyordum.

“Asayiş şubede başkomiserim.”

Amcam elini kaldırıp usulca çenesini kaşıdıktan sonra “Demek başkomisersin, diye mırıldandı. Sanki bilmiyormuş gibi. “Zor olmuyor mu? Yani polislik? Asayişte çok koşturuyor olmalısın.”

“Yani,” diyerek başını hafifçe eğdi Aral. “Çok hareketli bir meslek hayatım olduğu doğru ancak şu an hangi meslek zor değil ki?”

Yengem gülümseyerek “Değil mi, değil mi?” diye mırıldandığında amcamın attığı bakışın ardından önündeki içinde meyve kokteyli olduğunu düşündüğüm bardaktan birkaç yudum aldı. İlk uyarısını almıştı.

“Kaç yaşındasın peki?”

Amcam sorularına devam ederken benim de cevabını bilmediğim bu soru karşısında kahverengi gözlerimi Aral’a diktim.

“Otuz iki yaşındayım.”

Aramızda yalnızca üç yaş vardı demek. Bunu neden önemsediysem…

“Anladım,” diyerek başını hafifçe salladı amcam. “Yanlış anlama, yalnızca merak ettiğim için soruyorum; polis olman konusunda ailen nasıl tepki verdi? Yani eminim ki zorlu görevlere gidiyorsundur, hayatını tehlikeye attığın. Anne-babalar buna pek gönüllü olmazlar.”

Aral, “Yani,” diyerek gülümser gibi olduğunda -bu gece üçüncü kez yapmıştı bunu, tarihe geçmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştım- merakla havalandı kaşlarım. “Babam emekli Emniyet Müdür’ü olduğu için hiç karşı çıkmadı. Annem başta biraz mırın kırın ettiyse de babamda olduğu gibi oğullarının polis olmasını da bir şekilde kabullendi.”

Yeni öğrendiğim bilgiler dâhilinde şaşırmadan edememiştim. Demek babasının izinden gidiyordu.

Amcam hafifçe çattı kaşlarını. “Oğullar, derken?”

“Ha, şey, ikizimden bahsediyordum. O da benim ekibimde komiser.”

Yengem konu ilk defa ilgisini çekmiş gibi “İkizin mi var?” diye sorduğunda istemsizce gülümsedim. Hem de nasıl bir ikizi vardı…

“Evet, tek yumurta ikizim var.”

Yengem iyice genişleyen gülümsemesiyle bana döndü. “Sen tanıyor musun ikizini?”

Başımı sallayarak onayladım onu. “Evet, yenge.”

“E, ayırt edebiliyor musun bari?”

Biri yedi/yirmi dört sırıtarak geziyor, diğeriyse mermer gibi. Nasıl ayırt etmeyeyim yenge?

İçimden geçenleri dile getiremeyeceğim için “Eh, işte,” diye mırıldandım. “İdare ediyorum.”

Amcam aramızdaki konuşmadan hoşlanmadığını belli eden bir yüz ifadesiyle tekrar Aral’a döndü.

“Baban da İstanbul’da mı?”

Evet, amca, evet… Onu sorguya çektiğini asla belli etmiyorsun.

“Hayır, Amasya’dalar annemle ikisi. Zaten hiç buraya gelmedi onlar, biz ikizimle okumak için İstanbul’a geldik. Sonra da geri dönmedik.”

Öğrendiğim bilgilerle ne yapacağımı düşündüğüm sıra amcam bir şeyler söylemek için tekrar dudaklarını aralamıştı ki yengemin ikazıyla duraksadı.

“Hayatım salon doldu sayılır, konuşma vaktini geçirme istersen.”

Amcam yengemin söylediklerinin üzerine kısaca etrafa bakıp onun haklı olduğunu fark ederek yerinde dikleşti ve kravatını düzeltti. “Haklısın, fazla geç kalmamak gerek,” diyerek Aral’a döndü.

“Geldiğimde sohbetimize devam ederiz.”

Aral, resmi bir şekilde başını salladı. “Tabii.”

Amcam, her zamanki gibi karısının yanağından küçük bir şans öpücüğü aldıktan sonra salonda konuşması için ayrılan yere doğru ilerlemeye başladığında yengem de mahcup bir ifadeyle Aral’a baktı.

“Kusura bakma lütfen. Tuncay biraz meraklıdır, aklına ne gelirse düşünmeden sorar.”

Aral, dudaklarını birbirine bastırarak kafasını salladı. “Estağfurullah, ne kusuru? Yeğeninin arkadaşını merak etmesi kadar doğal bir şey olamaz.”

Kibarlıktan kırılacak olan adama şaşkınca bakmamak için kendimi dizginlemek zorunda kalmıştım. Ciddiyetini hala bozmamıştı ancak tavrı sert değil, aksine oldukça yumuşaktı. Sanırım onu korumaya çalışan yengeme ısınmıştı.

Amcam onun için kurulan sahneye geçerek mikrofonun önünde duraksadığında salonda derin bir sessizlik oluştu ve herkes ona döndü. Amcam her zamanki özgüveniyle dimdik dururken usulca gülümseyerek mikrofona doğru eğildi.

“Herkese iyi akşamlar, bugün burada olup bu önemli günümüze değer katan herkese en içten teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum konuşmama.”

Yengemle birlikte amcamı dinlerken Aral’ın etrafta gezinen bakışları çekti dikkatimi. Birkaç masa ötemizdeki garsonlardan biriyle kısa bir bakışma gerçekleştirmesi, garsonun ekibindeki polislerden biri olduğunu anlamam için yeterli olmuştu. Garson, önünde durduğu masadaki boşları toplarken dikkat çekmeyecek şekilde kaşlarını yukarı kaldırıp indirdi. Aral’a bir mesaj verdiğinden emindim ancak elbette ki ne demek istediğini anlayamamıştım.

“Bugün burada Altuna Yazılım’ın 22. senesini kutlamak için toplandık. Bildiğiniz üzere rahmetli abimin açtığı bu şirketi, onu kaybettikten sonra büyütmek için çok çaba sarf ettim. Çok şükür ki çabalarım güzel bir şekilde sonuçlandı ve başlarda hayal bile edemediğim bir konumda duruyorum şu anda.”

Bir yandan amcamın konuşmasını dinliyor, diğer yandansa Aral’ın hareketlerini takip etmeye çalışıyordum. Amcamı dinliyor gibi davranıyordu -belki de dinliyordu, emin olmak zordu- ancak bakışlarının sık sık çevrede gezindiğine ve hatta bir başka garsonla daha kısa bir bakışma gerçekleştirdiğine şahitlik etmiştim.

Onun görevini yapıyor olduğunun bilinciyle amcama odaklanarak ortalarını kaçırdığım konuşmasının sonunu dinlemeye koyuldum.

“Böyle bir günde bizi yalnız bırakmadığınız için kendim ve ailem adına tekrar teşekkür ederim. Lütfen bolca eğlenin.”

Herkesin alkışlamaya başlamasıyla amcam kısa bir baş selamı vererek sahneden indi ve yerini canlı bir müzik grubuna bıraktı. Amcam davetlilerden gelen tebrikleri ala ala yanımıza doğru ilerlerken, Aral da toparlanarak bakışlarını bizim üzerimize çevirdi. Ben etrafta farklı bir şey göremiyordum ancak onun için de aynı şeyi söylemiyordum. Zira polis olan oydu, ben değildim.

Amcam yanımıza geldikten sonra şaşırtıcı bir şekilde Aral’la uğraşmayarak misafirleriyle ilgilenmesi gerektiğini söyledi ve yengemi de alarak yanımızdan ayrıldılar. Masada yalnız ikimiz kaldığımızda ona dönerek “Dikkatini çeken bir şey oldu mu?” diye sordum. Bana kısa bir bakış attıktan sonra yeşillerini tekrar salonun içine çevirdi başını hafifçe iki yana salladı. “Pek sayılmaz ama garsonlarla konuşmam gerekiyor.”

“İçecek almak için garsonların yanına gidebilirsin,” diye mırıldandım düşünceli bir şekilde.

“Onlar etrafta dolanırken yanlarına gitmem dikkat çeker,” diyerek başını iki yana salladı. “Ayrıca yanımıza geldiklerinde de doğru düzgün konuşamam onlarla, oysaki Rıza’nın bir şeyler anlatmak ister gibi bir hali vardı.”

Kaşlarımı havaya diktim. “Rıza?”

“Garson kılığına giren ekibimdeki komiserlerden biri.”

“Pekâlâ,” diyerek dudaklarımı birbirine bastırdım ve amcamlar yanımıza gelmeden evvel bir şeyler düşünmeye çalıştım ki bu konuda çok uğraşmam gerekmemişti.

“Rıza’ya mesaj at ve erkekler tuvaletine gitmesini söyle,” diyerek başımı salladım. “Ama bir üst kattaki koridorun sonundaki küçük lavaboya gitsin. Buradaki insanlar üst kata çıkmazlar ki çıksalar bile koridorun sonundaki küçük bir lavabo, davetliler onun yerine koridorun başındakini kullanıyorlar genelde. Sizde rahatça konuşursunuz.”

“Burayı baya tanıyorsun demek,” derken fikrim hoşuna gitmiş olacak ki cebinden telefonunu çıkarıp kaşla göz arasında bahsettiği komisere mesaj atarak tekrar cebine koydu.

“Amcamın favori yeri olduğunu söylemiştim,” diyerek masaya koyduğum çantamı elime aldım. “Ben de seninle geleyim, burada tek başıma kalırsam göze batarım.”

Duraksayarak bana tuhaf bir bakış attığında “Ne?” diyerek omuz silktim. “Polis olmayabilirim ama böyle yerlerde dikkat çekmemek için neler yapılması gerektiğini iyi bilirim. Toplu sorulardan ve oğluna eş arayan kadınlardan az kaçmadım.”

“Kaçmak da bazen işe yarıyormuş demek ki,” diyerek başını salladıktan sonra kolunu kıvırıp bana uzattı. “Acele etsek iyi olur, Rıza’nın çok vakti olmayabilir.”

Bakışlarımı koluna çevirerek usulca yutkundum ve başımı sallayarak onu onayladıktan sonra parmaklarımı ceketinin üzerine bıraktım. Gerçekten, bu duruma nasıl geldiğimizi hala anlayabilmiş değilim.

Konukların arasından sakin adımlarla geçerek salonun çıkışına ilerlediğimiz sıra bakışlarım eteğime takıldı. Yırtmaç sayesinde ileri attığım sol bacağım açığa çıkıyor ve çekici bir görüntü oluşturuyordu. Normalde de iddialı giyinmeyi seven biri olduğum için bundan rahatsız olmadım. Zaten etraftaki çoğu kadın da en az benim kadar iddialıydı.

Girerken olduğu gibi çıkışa doğru ilerlerken de konukların bakışlarını üzerimde hissediyor ancak bunu umursamıyormuş gibi davranıyordum. Amcama öyle tanıştırmasam da insanların Aral’ı erkek arkadaşım sandıklarından emindim ve bundan rahatsız olduğumu söyleyemezdim. Zira sırf bir şirket varisiyim diye insanların beni bir malmışım gibi süzmelerinden nefret ediyordum.

Doktor olduğum ve şirkette çalışmadığım için onların arasından birisiyle evlendiğim takdirde, evlendiğim kişiye büyük bir şirket hediye etmiş gibi bir şey olacaktım ki bunu asla yapmazdım. Zaten amcamdan sonra bu şirketin başına geçecek biri varsa o da ben ya da evleneceğim kişi değil, bilgisayar mühendisi olabilmek için aylardır delicesine üniversite sınavına çalışan kız kardeşimdi.

Salon kapısına yaklaştığımız sırada masalardan birinde konuklarla ilgilenen yengemin dikkatini çektik. Amcamın sırtı bize dönük olduğu için salondan çıkmak üzere olduğumuzu görmemişti. Bunun üzerine yengem bir sorun olduğunu düşünmesin diye dudaklarımı oynatarak “Lavaboya gidiyoruz,” dediğimde usulca başını salladı. Muhtemelen tam şu an tuvalete giderken bile beni yalnız bırakmayan Aral’ın bana ne kadar uygun biri olduğunu düşünüyordu. Hâlbuki Aral’ı yalnız bırakmayan bendim.

Salondan çıktıktan sonra hiç konuşmadan asansör yerine merdivenlere yönelerek bir üst kata çıktık ve dikkat çekmemeye çalışarak koridorun sonuna doğru ilerledik.

Aral’a bahsettiğim lavaboya yaklaştığımız sıra duraksadığımda Aral da adımlarını durdurdu. Neden beklediğimi merak edercesine bana döndüğünde “Senle birlikte erkekler tuvaletine girmemi beklemiyorsun, değil mi?” diye sordum. Artık kafası ne kadar doluysa yüzünün aldığı şekilden bunu düşünmediğini anlamam zor olmamıştı. Hafifçe gülümsedim ve arkasında kalan geniş kapıyı gösterdim.

“Burası teras, seni burada bekliyor olacağım.”

Önce kapıya ardından da bana baktıktan sonra kafasını sallayarak onayladı beni. “Geç kalmamaya çalışacağım.”

Sanki kırk senedir orada duruyormuşçasına bulunduğu yerden oldukça memnun olan elimi kolundan çektikten sonra birkaç adım geriledim ve onu arkamda bırakarak teras kapısını açıp içeri girdim.

Nisan ayına girecek olmamıza rağmen muhtemelen geç vakitlere girdiğimiz için serin olan hava elbisemin ince tülünden sızarak tüylerimi diken diken etmişti. Yine de aşağıdaki davet salonunun boğukluğundan ve stresinden uzak olmak iyi gelmişti.

Boş olan terasta yavaş adımlarla ilerleyerek korkulukların olduğu kısma vardım ve boş olan elimi uzatarak alüminyum korkuluğa tutundum. Onuncu katta bulunduğum için müthiş bir manzarayla göz göze gelmiş ve derince iç çekmiştim. Annem gibi manzara izlemeye bayılıyordum.

Elimde ağırlık yapan çantamı eğilerek ayakucuma bıraktıktan sonra tekrar doğrularak üşümeye başlayan kollarımı göğsümde kavuşturdum ve eteğimin yırtmacından içeri giren soğuğu hissetmemeye çalışarak başımı geriye yatırıp parıl parıl parlayan dolunaya diktim bakışlarımı. Yolda gelirken fark etmiştim aslında bu gecenin dolunaylı bir gece olduğunu ancak görmemiş gibi yapmıştım. Oysa o benim tüm çabalarımı sonuçsuz bırakmış ve nereye gitsem peşimden gelmişti. Ne kadar güzeldi… Ne kadar acıydı…

Orada ne kadar durdum, bilmiyordum. Görkemli ayın güzelliğine öyle bir dalmıştım ki saatler sonraymış gibi gelen bir sürenin ardından onun sesini duyduğumda olduğum yere geri dönmüştüm, yani ruhen.

“Dolunayı çok seviyorsun galiba?”

Sesinin ardından varlığını hemen yanımda hissettiğimde iç çektim ve dudaklarımın buruk bir gülümsemeye ev sahipliği yapmasına izin verdim.

“Hayır, aksine dolunaydan nefret ediyorum.”

Bakışlarının yüzüme kaydığını fark etsem de dönüp bakmadım ona, kilometrelerce uzağımda duran ayı izlemeye devam ettim.

“Tamay, dolunay demek değil mi?” diye sordu kafası karışmış gibi.

“Evet,” diyerek başımı salladım. “Ama ismimi ben koymadım.” Onunla dalga geçtiğimi düşünmesini istemediğimden konuşmaya devam ettim. “Annem,” diye mırıldandıktan sonra kelimenin dilimi yakmasını umursamamaya çalıştım. “Gökyüzünü izlemeye bayılırdı. Güneş, bulutlar, yıldızlar, yağmur sonrası çıkan gökkuşağı ve ay…” Son kelimeyi söylerken sesim içime kaçmış gibi çıkmıştı ancak duyduğunu biliyordum. “Tüm bunlar çok ilgisini çekerdi. Özellikle geceleri kahvesini alıp bahçeye çıktığı ve saatlerce gökyüzünü izlediği günler saymakla bitmezdi. Aya olan ilgisiyse bambaşka bir boyuttaydı. Hatta ne var biliyor musun, onun için üzülürdü.” Sesimin titremesiyle dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırarak gözlerimi yumdum. Hayır, ağlamanın sırası değildi.

Aral, hiç ses çıkarmadan yanımda beklerken konuşmak için güç toplamaya çalıştığımın farkında olmalıydı. Başkasına karşı bu kadar açık olmazdım ancak onda gerçekten farklı bir şey vardı. Arel’in yanındayken de çenem düşüyordu fakat fark etmiştim de acılarımdan bahsettiğim kişi genelde Arel değil, Aral oluyordu.

“Sevilmek istediği için ona ait olmayan bir ışığı yansıtarak insanlara yaranmaya çalıştığını söylerdi,” diye devam ettim. “İnsanların tüm ihtişamına rağmen aslında onun bir hiç olduğunu düşündüğünü ve esas gücün güneşten kaynaklandığını söylemelerinin ayı üzdüğünü söylerdi.” Dudaklarım kıvrıldı. “İlk başta kulağa saçma geliyor, biliyorum ama düşündükçe ne kadar haklı olduğunu fark ediyorsun. Hatta şeye benziyor bu, baba parası yiyen birinin küçük dağları kendi yaratmış gibi ortada gezinmesine. Hâlbuki babası, yani paranın asıl kaynağı ona karşı eli açık olmayı bıraksa bir hiç olarak ortada kalacak. Ay da öyle, güneş olmadığı takdirde onun hiçbir hükmü kalmayacak.”

Sessiz bir şekilde söylediklerimi dinliyor olması ister istemez cesaretlendirmişti beni. Bu yüzden konuşmaya devam ettim. “Çocukken ay için üzülür ve annem ne zaman onu izlemek için bahçeye ya da balkona çıksa ben de hemen yanındaki yerimi alırdım. Ay bizi görsün de sevildiğini hissederek mutlu olsun isterdim. Ben, güneş olmasa ve hatta ayı bir daha ayı göremeyecek olsak bile severdim onu. Sırf sevilmeye ihtiyacı olduğunu düşündüğümden severdim.”

Saçmaladığımı düşünüp düşünmediğini merak ediyordum ancak yüzüne bakarak sorumun cevabını öğrenmekten de korkuyordum. Eğer yüzünde saçmaladığımı düşündüğünü belli eden bir şeyler görürsem üzüleceğimi biliyordum çünkü. Bu yüzden bakışlarımı aydan ayırmadan konuşmaya devam ettim.

“Annem aslında ayın her haline bayılırdı ama tam hali, yani dolunaya olan sevgisi bir başkaydı. Bu yüzden de benim adımı Tamay koymuş.” İç çektim. “Dediğim gibi ilk başlarda sırf annem seviyor diye ilgileniyordum ayla. Sonra… Özellikle annemin anlattıklarından sonra ona çocuksu bir merhamet beslediğimi fark ettim ve bir zaman sonra annem yanımda olmasa bile ayı izlerken buldum kendimi.”

Sessizleştiğimde ellerini benim gibi korkuluğa yaslayıp başını gökyüzüne doğru kaldırdı. “Peki, şimdi neden nefret ediyorsun?”

Kahvelerimi dolunaydan ayırarak ona çevirdim. Hala gökyüzünü izliyordu. “Çünkü o geceye dair hatırladığım en net şey dolunay.”

Cümlem, başının hızla bana çevrilmesine neden olmuştu. Ay ışığında parıldayan yeşillerinin ne kadar güzel göründüğünden haberi var mıydı?

“Dolunay mı?”

“Evet,” diyerek başımı salladım yavaşça. “Babamın iş yemeği için ayarladığı restorana gitmek için evden çıktığımda fark etmiştim ilk. Sonra da heyecanla anneme göstermiştim. Şansıma gökyüzünde hiç yıldız yoktu ve bu yüzden dolunay daha çok dikkat çekiyordu. Annem, eve geldiğimizde saat geç olmazsa birlikte izleyebileceğimizi söylemişti ve çok sevinmiştim. Arabayla restorana gidene kadar da arabanın camından bizi takip eden ayı izlemiştim. Restorana vardığımızda babamın yeni ortaklarıyla yemek yerken bile aklım hala aydaydı. Bir an önce yiyip eve gidebilmek için herkesten önce bitirmiştim tabağımdakileri. Tabii umduğum gibi olmamış ve yemeğim bitse bile babamların uzun konuşmalarını dinlemek zorunda kalmıştım. Bunun için sonradan çok pişman oldum, biliyor musun? Keşke o an dışarıdaki ayı düşünmek yerine o geceden sonra bir daha sesini duyamayacağım annemle babamın ses tonlarını hafızama kazımakla uğraşsaydım. Bunu yapsaydım eğer onların seslerini daha fazla zihnimde saklayabilirdim belki.”

Ne kadar çabalasam da yanaklarımın gözyaşlarımla buluşmasını engelleyememiştim. Elimin tersiyle yanaklarımı kurularken onun bana olan bakışlarına aldırmamaya çalışarak tam tepemizde duran görkemli aya çevirdim başımı.

“Restorandan çıktığımızda bakışlarım hızla ayla buluşmuştu. Planım eve gidene kadar gelirken yaptığım gibi araba camından ayı izlemek ve eve vardığımızda izleme işine odamın balkonunda annemle birlikte devam edebilmekti. Arabaya bindiğim ve kemerimi taktığım andan sonrasını hatırlamıyorum ama kaza dedikleri şey olana kadar dolunayı izlediğimden adım gibi eminim.”

Ses çıkarmamaya çalışarak burnumu çektikten sonra “Ayı suçladım,” diye mırıldandım. “Herkesin kaza diye kabullendiği olayı gören kimse yoktu, orayı çeken hiçbir kamera yoktu. Bizi gören tek şey vardı, o dolunaydı. Ne olduğunu görmüştü. Annemle babamı benden, bizden alan olayın kaza olup olmadığını o biliyordu ama söylemiyordu. Hiçbir şey olmamış gibi parıldamaya devam ediyordu ama ben biliyordum. Bize göstermediği yanında şahit olduğu bütün kötülerin saklı olduğunu ancak parıltısına leke sürülmesinden korktuğu için hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davrandığını biliyordum.”

Gözyaşlarımın durduğuna inanarak dakikalardır sessizce beni izleyen adama döndüm. “Bunu ilk düşündüğümde on bir yaşındaydım. İşin komik tarafı ne, biliyor musun? Şimdi yirmi dokuz yaşındayım ama hala aynı şeyi düşünüyorum. Görgü tanığı o, her şeyi bilen o ama susan, hiçbir şey söylemeyen de o. Söylesene Başkomiser, bencilliği yüzünden bana doğruları söyleyemeyen dolunayı neden sevmeye devam edeyim ki? Annemin ona olan bağlılığını bilmesine rağmen onu benden aldı. Beni annemsiz bıraktı. Yetmedi, babamı da aldı.” Usulca yutkundum ve son sözlerimi daha net anlayabilmesi için açıklamaya çalıştım. “Annem o gün olay yerinde teslim etmiş ruhunu, ambulansın gelmesini bile bekleyememiş. Babamsa ameliyat sırasında terk etmiş bizi.” Derin bir nefes çektim içime. “İşte o günden beri ayın bencil ve sevilmemesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. O günden beri ondan nefret ediyorum.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve bekledim. Benimle dalga geçmesini, anlattıklarımın saçmalıktan ibaret olduğunu söylemesini bekledim ama tek yaptığı şey çatık kaşlarla ayı izlemek oldu. Hatta bunu o kadar uzun süre yaptı ki kendimi konuşmak zorundaymış gibi hissettim.

“Saçmaladığımı düşünmüyor musun?”

Nefesimi tutmuş bir şekilde vereceği cevabı beklediğim sırada cık diye bir ses çıkararak başını yavaşça bana çevirdi. “Düşündüğüm tek şey kaybının çok büyük olduğu. Yaşadıkların on bir yaşındaki bir çocuğa göre çok ağır ve sen zor da olsa bu kaybı kabullenmişsin. Acıya dayanabilmek için kendine suçlayabilecek bir şey aramış ve ayı bulmuşsun, o kadar. Bunun için seni küçümseyemem, tam tersine takdir etmem gerek.”

Söylediklerinde samimi olup olmadığını anlayabilmek için uzun uzun baktım gözlerinin içine. Ciddiydi ve bir o kadar da içten. İlk defa aydan nefret ettiğimi söylediğim biri bana kendimi savunmuştu ve çok tuhaf hissetmiştim. Gerçekten.

Anlam yüklü bakışlarının yüzümde gezinmesine ve zaten anlam veremediğim bir şekilde ona çekilmeye yer arayan içime engel olabilmek için nazikçe boğazımı temizledim. “Salona inelim mi? Yokluğumuzla dikkat çekmiş olmalıyız.”

Ellerini pantolonun cebine koyarak başını salladı. “Gidelim, zaten Rıza’dan da bir şey çıkmadı.”

Detay istemedim, zira bulunduğum ruh haliyle düşünebilecek bir durumda değildim.

Yerdeki çantamı aldıktan sonra Aral’ın peşine takıldım ve birlikte terastan ayrıldık. Lüks otelin koridoruna girdiğimizde daha net fark etmiştim terastayken ne kadar üşüdüğümü ancak bunu belli edecek bir harekette bulunmadım.

Birlikte merdivenleri inerek davet salonun olduğu yere doğru ilerlediğimiz sıra arkamızda kalan birinin Aral’a seslendiğini işittiğimde onunla birlikte duraksadım.

“Aral Ertem?”

Aral’ın durmakla yetinmeyip kaskatı kesildiğini fark ettiğimde ne olduğunu anlamayarak kaşlarımı çattım. Aral, gözlerini sımsıkı kapayarak derince soluklandığında onu bu hale getiren kişiyi merak ettiğimden daha fazla dayanamayarak Aral’dan evvel arkama döndüm ve birkaç metre uzağımızdaki adamla göz göze geldim. Altmışlı yaşlarının sonlarındaymış gibi görünen, uzun boylu ve kalıplı biriydi. Gür, beyaz saçları ve koyu renk gözleri vardı. Üzerimdeki delici bakışlarının içimi ürperttiğini hissettim. Ve tabii bir de şey, sol kaşının birkaç santim üzerindeki yara izi de ürpertimin bir diğer nedeni olabilirdi.

Adamın dikkatli bakışları, Aral’ın da arkasına dönmesiyle ona çevrilmişti. Başkomiserin hala gergin olduğunu fark edebiliyordum ancak yüzü eski ciddiyetiyle çevrelenmişti.

“Sadullah Bey?”

Boğuk çıkan sesi dolayısıyla boğazını temizlediği sıra karşımızda duran adam, arkasındaki adamlara -korumalarıydı sanırım- kısa bir el hareketi yaptıktan sonra bize doğru yaklaştı ve bir metre kadar karşımızda duraksadı. Nedenini asla anlayamadığım bir şekilde dikkatlice beni incelediği sıra Aral’ın gerginliğinin bana bulaştığını hissettim. Kimdi bu adam?

“Ne hoş bir tesadüf, değil mi?” diyerek Aral’a gülümsedi. Bakışlarındaki imalı tavrı görebiliyordum.

“Ya,” dedi Aral gergince. “Çok hoş gerçekten.”

Adamın bakışları bir kez daha bana kaydı ve “Beni bu güzel hanımefendiyle tanıştırmayacak mısın?” diye sordu. Yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı ve nedenini anlamadığım bir şekilde karşılaşmamızdan memnun kalmış gibi görünüyordu.

Adamın kim olduğunu bilmiyordum, Aral’ın beni neyi olarak tanıştıracağını da bilmiyordum ancak tam o sırada konuştuklarımızı duyacak kadar yakınımızdan geçen Arzu Hanım’ı ve kulağına tuttuğu telefona rağmen tüm dikkatinin bizde olduğunu görünce Aral’ın konuşmasına izin vermeden lafa atladım.

“Kız arkadaşıyım.”

Adamın tuhaf gülümsemesi yüzüne iyice yayılırken Aral’ın sözlerimin ardından taş kesildiğini fark ettiğimde büyük bir hata yaptığımı anlamıştım. Oysaki tek niyetim Aral’ın beni adama bir tanıdığı olarak tanıştırması halinde Arzu Hanım’ın içeride ona söylediklerimin yalan olduğunu anlamasını engellemeye çalışmaktı. Eğer onlardan kurtulmak için yalan söylediğimi anlarsa cemiyet içinde beni, dolayısıyla da amcamları rezil etmekten asla kaçınmazdı. İstediğim tek şey yalanıma inanmasıydı ki başarmıştım da. Arzu Hanım, söylediklerimin ardından arkasına bile bakmadan uzaklaşmıştı yanımızdan. Keşke o an Arzu Hanım’ın başıma açabileceklerinden daha kötü bir bataklığa girdiğimi fark edebilseydim.

“Ben nişanlısınız diye biliyordum aslında,” diye mırıldanan adama saf bir şaşkınlıkla baktım. Nişanlı olduğumuzu mu sanıyordu? NE?

Aral, girdiğim şoku fark etmiş olacaktı ki hiç beklemediğim bir şey yaparak hızla elimi tuttu ve sıktı. Sanırım bu daha fazla konuşma demek oluyordu ki zaten ben de konuşacak halde değildim. Çünkü elimi tutmuştu!

“Size daha önce söylemiştim aslında. Nişanı kendi aramızda yaptığımız için ailelerimizin haberi yok, o yüzden birinin kulağına gider diye pek kimseye haber vermedik.”

Gözlerim şaşkınlıkla irileşti. Resmen hayretle dinliyordum ağzından çıkanları. Ne saçmalıyordu bu başkomiser?

“Ah, anlıyorum. Sizde haklısınız tabii.”

Adam durumdan epey memnun olmuş bir şekilde bir kez daha bana döndü ve elini uzattı.

“Muhtemelen kim olduğumu biliyorsundur ama yine de resmi olarak tanışalım. Ben, Sadullah Koroğlu.”

Kim olduğunu biliyor muyumdur?

Aral, sanıyorum bozuntuya vermemem için elimi bir kez daha sıktığında güler gibi bir ses çıkardım ancak şaşkınlık mırıltısını andırmıştı.

“Tabii,” diyerek başımı salladım. “Tanıyorum elbette, ben de Tamay.”

Adamın uzattığı elini sıkabilmek için elimi uzattığımda çantamı tuttuğumu fark ederek utançla gülümsedim. Aral, halimi görerek tuttuğu elimi bıraktığında çantamı o elime geçirdim ve biraz gecikmeli de olsa adamın elini sıktım. Bu şaşkın tavrım onu eğlendirmişti.

“Aral’ın seni saklamak konusundaki ısrarını göze alarak güzel olduğunu düşünmüştüm ama ne yalan söyleyeyim, bu kadarını tahmin etmemiştim.”

Adamın her söylediği şeye daha da fazla şaşırıyor ancak bunu belli etmemek için kendimi sıkıyordum. Doktorluğu bırakarak oyuncu mu olsaydım ne?

Gülümsemeye çalışarak teşekkür ettikten sonra elimi geri çektim. Adamın bakışları bir an ellerimde gezindikten sonra “Yüzüğünüzün olmamasını nişanınızı saklamanıza vermem gerekiyor sanıyorum,” diyerek Aral’a döndü. Aral, hiç bozuntuya vermeden onu onaylarken adam bir kez daha bana baktı ve boynumdaki kolye çekti dikkatini. Muhtemelen üzerindeki harfleri seçebilmek için gözlerini kıstıktan sonra bir şeyi fark etmişçesine “Ah,” diyerek başını salladı. “Sanırım yüzük yerine kolyeyle gösteriyorsunuz ilişkinizi.”

Aral, adamın neden bahsettiğini anlamak için bakışlarını boynuma çevirdiğinde ben de Sadullah denen adamın ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Boynumda ucunda sonsuzluk işareti bulunan gümüş bir kolye vardı ve işaretin iki kenarında da birer harf bulunuyordu. A ve T.

Ah, tabii ya! Adam bu harflerin Tamay ve Aral’ı temsil ettiğini düşünmüştü. Hâlbuki bu kolye annemin kolyesiydi ve adamın düşündüklerinin aksine annemle babamın baş harflerini barındırıyordu. Tamer ve Ahu…

Aral bir an şaşkınlıkla kolyeye baktıktan sonra yüzünü hızla eski ifadesine bürüyerek başını salladı.

“Evet, şimdilik böyle.”

Adam, anlıyormuş gibi başını salladıktan sonra bir anlığına kolundaki saate baktı ve tekrar Aral’a döndü. “Biriyle toplantım vardı, şimdilik gitmem gerekiyor ama böyle ayaküstü tanışmayı pek sevmedim. Bu yüzden ne yapıyorsun? Pazar günkü davete nişanlınla birlikte geliyorsun.”

Aral, kaşlarını hızla çatarak “Ama-” demişti ki adam elini kaldırarak durdurdu onu. Deminden beri gülümseyen o değilmiş gibi yüzü bir anda sert bir ifadeye bürünmüştü.

“Bir şeyi iki kere söylemekten ve reddedilmekten hoşlanmadığımı çok iyi bilirsin. Bu zamana kadar beklemekle bile fazla müsamaha gösterdim sana, beni daha fazla oyalamaya kalkışmasan iyi edersin. Ayrıca hayatındaki kadının, hayatının her anında senin yanında olması gerekiyor; doğrunda da, yanlışında da.”

Hiçbir şey anlamıyordum. Gerçekten.

Aral, pes etmişçesine hafif bir baş hareketiyle adamı onaylarken, koyu renk gözler beni aldı odağına.

“Tanışmak için biraz geç kaldık ama telafi edeceğimizden hiç kuşkum yok, pazar günü görüşmek üzere.”

Ne diyeceğimi bilemediğimden gülümsemeye çalışarak başımı salladığımda adam elini Aral’ın omzuna koydu ve hafifçe sıktı.

“Ne kadar uğraşırsan uğraş, kaderden kaçamazsın Aral. Bunu sakın unutma.”

Adam son sözlerinin ardından yanımızdan ayrıldığında Aral, adam görüş alanımızdan çıkana kadar peşinden baktı. Yüzünde onda daha önce hiç tanık olmadığım bir ifade vardı; çaresizlik.

Duyacağım şeylerden korkuyor olsam da daha fazla dayanamadım ve “Az önce olanlar da neydi?” diye sordum. “O adam da kimdi? Hem senin nişanlın mı var?”

Aral, sorduğum şeyleri umursamadan adamın gözden kaybolduğu noktaya bakmaya devam ederken dudaklarını yavaşça araladı.

“Bittik biz.”

İçimdeki korkunun büyüdüğünün farkındalığıyla kekelememe engel olamayarak “N-ne?” deyiverdim. Başını hızla bana çevirdi. Kızgındı. Hem de çok kızgındı.

“Mahvolduk. Senin yüzünden mahvolduk.”

Hala olanlardan bir şey anlamasam da adama onun kız arkadaşı olduğumu söyleyerek büyük bir hata yaptığımın farkındaydım.

“Ben… Anlayamıyorum…”

Sinirle yüzünü ovuşturduktan sonra sanırım sakinleşmek adına derince nefeslendi ve “Benim gitmem gerekiyor,” dedi. Sesi hiç olmadığı kadar sert çıkmıştı. Kaşlarım havalandı.

“Ne? Nereye? Ama daha davet bitme-”

“Başımız belada diyorum, hala davet diyorsun!”

Bir anda bana bağırmasıyla gözlerim irileşti ve dilim tutuldu. Korkum ve içimdeki suçluluk hissi had safhaya ulaşmıştı.

“Be-ben özür dilerim,” diye mırıldandım zar zor. Halimi umursamadı ve cebinden çıkardığı telefonuyla bir şeyler yapıp telefonu kulağına götürdükten sonra bana göz ucuyla bakarak “İçeri git ve amcanların yanından ayrılma,” dedi. Emir verircesine konuşuyordu. “Beni sorarlarsa Emniyet’ten aradıklarını ve gitmek zorunda kaldığımı söylersin. Ayrıca sakın eve yalnız gitme.”

Konuşmama izin vermeden emirlerini sıralayarak koşarcasına yanımdan ayrıldığında tek yaptığım şey arkasından bakakalmak olmuştu. Neye neden olduğumu anlamasam da o adam yüzünden başımın, daha doğrusu başımızın belada olduğunu bilmek başımdan aşağı kaynar sular dökülüyormuş gibi hissettirmişti.

Aral’ın bana sinirle çıkışmasını ve benim yüzümden mahvolduğumuzu söylemesini kısa süreliğine de olsa unutabilmeyi umarak gülümsemeye çalıştım. Terasta yaşadığım duygu bocalamasının ardından göz pınarlarıma doluşmuş yaşlar akmaya yer arıyordu ancak şu an buna izin veremezdim.

Yüzümdeki yok olmaya meyilli gülümsemeyle davet salonunun kapısına doğru ilerlerken aklım beni azarlayıp giden başkomiserdeydi.

Allah’ım, ben ne yapmıştım?

 

Vee bölüm sonu :’)

Başta da dediğim gibi şimdiye kadar yazdığım en uzun Dolunay bölümü oldu. Hatta genelde yazdığımdan da uzun bir bölümdü. Umarım beğenmiş ve severek okumuşsunuzdur.

Bu bölüm baya bir şey öğrendik aslında. En başta da Aral’ın da gülebildiğini ve istediğinde güzel bir iletişime geçebildiğini ;) Sizce Aral’ın bu bölüm Tamay’a biraz daha yakın olmasının sebebi neydi? Ve sizce bundan sonra aralarındaki ilişki nasıl olacak?

Sadullah Koroğlu hakkında neler düşünüyorsunuz? Önceki bölümün notunda bahsettiğim konuya Sadullah Bey’le Tamay’ın tanışması sonucu girmiş bulunuyoruz aslında. Şimdilik söyleyebileceğim tek şey, Sadullah Koroğlu’nun bu hikâye içinde mühim bir yere sahip olduğu. ^^

Tabii benim için bu bölümdeki en önemli yer, hikâyenin adının nereden geldiğini anlattığım kısımdı. Anlamamış olan varsa diye kısa bir özet geçmek istiyorum. Tamay, Aral’ın da dediği gibi dolunay demek aslında ve Ahu Hanım da, yani Tamay’ın annesi dolunayı çok sevdiği için kızına Tamay ismini verdi.

Vecih, kelimesi sözlükte yüz, çehre, yol ve tarz anlamlarına geliyor. Dolunay’ın Vechi derken de anlatmaya çalıştığım şey, Dolunay’ın Gizli Yüzü demekti. Yani Tamay’ın da dediği gibi o gece olanların tek bir şahidi vardı, o da Dolunay’dı ve biz bu hikâyede Dolunay’ın bizden gizlediklerini, yani insanlara göstermediği yüzündeki gerçekleri öğreneceğiz.

Bölümle ve kitapla ilgili duygu/düşüncelerinizi benimle paylaşmaktan çekinmeyin lütfen. Yeni bölüme kadar kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%