Yeni Üyelik
8.
Bölüm

BÖLÜM - 8

@bayanclara

Üzerimdeki pikeyi tekmeleyerek doğruldum ve ayaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. Uyuyamıyordum.

Yatağımın önündeki terlikleri giyerek ayaklandım ve yatağımın ayak ucundaki sabahlığımı alıp giydikten sonra sabahlığın içindeki kalan saçlarımı çıkartarak sırtıma yaydım. Sabahlığın kemerini bağladıktan sonra da yavaş adımlarla ilerleyerek odamdan çıktım.

Aral, yanımdan ayrıldığından beri bu haldeydim. Ne gibi bir hata yapmış olabileceğimi düşünüyor, Aral’ı aramaya niyetleniyor ancak cesaret edemiyordum. Amcamlara onun yokluğunu açıklamak pek sorun olmamıştı, acilen Emniyet’ten çağırdıklarını söylemiştim ve amcam da bu haberi büyük bir memnuniyetle karşılamıştı.

Kısacası sorunsuz, daha doğrusu Aral’ın gidişinden sonrası sorunsuz davetin ardından amcamlar beni eve bırakmıştı ve Aral’ı bir kez daha görmek umuduyla tutuşan Tuana, hayal kırıklığına uğramıştı. Kendi canım da bir hayli sıkkın olduğundan onunla pek fazla uğraşamamıştım doğrusu.

Gecenin bir yarısı olduğundan sessiz olmaya dikkat ederek merdivenleri indikten sonra mutfağa girerek kendime bir bardak su doldurdum ve mutfağın bahçe kapısını açarak arka bahçeye çıktım. Gece serinliği sabahlığımın içine girerek saten geceliğimin açıkta bıraktığı tenime ısırıklar bırakırken ilerleyerek bahçe salıncağına bıraktım kendimi. Suyumdan birkaç yudum alarak salıncağı usulca sallarken başımı kaldırarak hala gökyüzünde durmakta olan dolunaya baktım.

O adamı görene kadar her şey ne kadar da güzeldi hâlbuki. Ona içimi açmıştım. Beni dinlemişti, beni anlamıştı. Ama sonra ne olduğunu bile anlamadan beni suçlu ilan ederek gitmişti. Neler olduğunu o kadar çok merak ediyordum ki.

Orada öylece ne kadar oturduğumu bilmiyordum. Suyum bitse de sallanarak ayı izlemeye devam etmiştim. Ondan ne kadar nefret etsem de güzeldi işte. Eski bir dost gibiydi, keşke gözüme eskisi kadar masum görünebilseydi.

Tenimin buz tuttuğuna kanaat getirdiğimde iç çekerek ayaklandım ve yavaş adımlarla mutfağa geçtim. Balkon kapısını kilitledikten sonra bardağımı tezgâhın üzerine bırakarak merdivenlere yönelip odama çıktım. Sabahlığımı çıkararak yatağıma oturduğumda saatin sabah dört olduğunu gördüm. Yatar yatmaz uyuyabilseydim bile hastaneye iki saatlik uykuyla gitmiş olacaktım ki uyuyamayacağımdan adım gibi emindim. Yine de gözlerimi kapatarak şansımı denemek istedim.

Alarmın sesiyle uyandığımda başımın içi kazan gibiydi. Tam da tahmin ettiğim gibi yatar yatmaz uyuyamamıştım ancak biraz da olsa uykuya dalabilmiştim. Belki de bir saat kadar anca uyumuştum.

Alnımı tutarak yataktan kalktıktan sonra bugün ameliyatım olmadığı için uykusuzluğu sorun etmemeye karar vererek banyoya geçtim ve işlerimi hallederek kendimi dolabımın önüne attım. İçimdeki kasvetin aksine beni biraz olsun aydınlatabilmesi için dolabımdan beyaz takımımla, yine beyaz ince askılı bir bluz çıkardım. Üzerimdeki geceliği çıkartarak seçtiğim kıyafetleri üzerime geçirdikten sonra makyaj masama geçerek saçlarımı taradım ve tepemde sıkı bir at kuyruğu yaptım. Yüzüme de solgunluğumu saklayacak bir makyaj yaptığımda hazırdım.

Odamı güzelce toparladıktan sonra hazırladığım beyaz çantamı elime alarak odamdan çıktım ve Tuana’nın kapısının önüne gelerek kapıya birkaç kez vurdum.

“Tuana? Kalktın mı ablacığım?”

“Kalkıyorum abla!”

Uykulu sesini duyduğumda hafifçe gülümsedim. Muhtemelen çoktan uyanmıştı ancak sıcak yatağından ayrılmakta zorluk çekiyordu.

“Kahvaltı hazırlamaya iniyorum aşağı, geç kalma.”

“Tamam, abla!”

Odasının önünden ayrılarak aşağı indim ve mutfağa girerek çantamı ve ceketimi sandalyelerden birinin üzerine bıraktıktan sonra ocağa çay suyu koyarak masanın üzerini kahvaltılıklarla doldurmaya başladım. İştahım yoktu ancak baş ağrım hala devam ettiği için ağrı kesici içmek zorundaydım ve bu yüzden bir şeyler atıştırmalıydım.

Tuana’nın sevdiği gibi bol sucuklu bir yumurta yapıp masaya koyduktan sonra kaynayan çaydanlığın altını kıstığım sıra Tuana tüm enerjisiyle içeri girdi.

“Günaydın, ablaların bir tanesi!”

“Günaydın, kardeşlerin biriciği!”

Tuana kıkırdayarak yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra burnuyla havayı kokladı.

“Sucuk kokusu mu alıyorum ben?”

“Bilmem, öyle mi yapıyorsun?”

Dolaptan çıkardığım bardaklara çay doldurduğum sıra Tuana “Allah be!” diyerek masaya geçmişti. “Kurt gibi açım, kurt!”

Onunla alay ettim. “Sen ne zaman toksun ki zaten?”

“Ben gelişim çağındayım sevgili ablacığım ve bu yüzden bol bol yemek yemeliyim. Bir doktor olarak bunu bilmiyor olamazsın, değil mi?”

“Biraz evvel yatağından kalkmaya üşenen birine göre fazla geveze değil misin, sence de?”

“O biraz önceydi Tamay Altuna. Geçmiş, geçmişte kaldı. Şimdi sucuklu yumurtaya, ay, pardon, geleceğe bakma zamanı.”

Güldüm. “Senin geleceğinde ne olduğu belli…”

“Evet,” diyerek o da kıkırdadı. “Sucuk dolu bir ev, tam olarak hayatımı geçirmek istediğim yer. Tabii o evde seninle yeni eniştemin de olması beni mutlu eder. Yakışıklı bir enişteyle günümü aydınlatmayacaksam, ablamın sevgili yapması ne işime yarayacak ki?”

Tuana’nın söyledikleriyle birlikte yediğim zeytinin çekirdeği boğazıma kaçtığında öksürmeye başladım. Tuana telaşla ayağa fırlayarak yanıma geldikten sonra sırtıma vurmaya başladı.

“Helal abla, helal!”

Son bir öksürükle çekirdek elime geldiğinde derin bir nefes aldım. Tuana, doldurduğu su bardağını hızla bana uzattığında bardağı alarak birkaç yudum içtim.

“İyi misin, abla?”

Endişeyle beni izleyen küçük kardeşime hafifçe gülümseyerek başımı salladım. “İyiyim ablacığım, hadi kahvaltına devam et.”

Tuana bana son bir kez daha baktıktan sonra tekrar sandalyesine oturdu. Ben de bozuntuya vermeden bir şeyler yemek için kendimi zorlamaya devam ettim. Neyse ki öksürük mevzusuyla Aral’ı unutmuştu, aksi takdirde ona nasıl ikna edici bir cevap verebilirdim, bilemiyordum.

Yemekten sonra birlikte masayı topladıktan sonra çantalarımızı alarak evden çıktık. Ön bahçedeki arabama atlayarak yola çıktığımız sıra evin köşesindeki polis arabasının yerinde olup olmadığına bakmayı ihmal etmedim. Bu artık yıllardır yaptığım bir şeymiş gibi gelmeye başlamıştı.

Tuana’nın yaklaşan son okul sınavlarıyla ilgili anlattıklarını dinlerken dalgındım. Bana söylediği şeyleri anlıyor ve kısa kısa şeyler söyleyerek onu dinlediğimi gösteriyordum ancak hala aklımın büyük bir kısmı Aral komiserdeydi. Onu aramam gerekiyordu ama duyacaklarımdan korkuyordum.

Tuana’yı okuluna bıraktıktan sonra kısa sürede hastaneye vararak arabamı park ettim çantamı alıp arabadan indim. İlk randevuma daha on beş dakika olduğu için ağır adımlarla ilerleyerek hastaneye girdikten sonra kantinden kendime sert bir kahve alarak odama çıktım.

Asuman’a selam vererek odama girdikten sonra gelene kadar yarısını içtiğim kahvemi masanın üzerine bırakıp ceketimi çıkardım ve askıya asarak beyaz önlüğümü üzerime geçirdim. Saçımı önlüğün dışına çıkardığım sıra telefonumun çaldığını işittiğimde kalbim hop etti. Arayan Aral olabilir miydi?

Çantamı hızla açarak içindeki telefonu çıkardığımda ekranda gördüğüm isimle kaşlarım çatıldı. Asaf amcam arıyordu. Bir şey mi olmuştu?

Telefonu açarak kulağıma götürdüğümde Asaf amca bir şey dememi beklemeden konuşmaya başladı.

“Tamay, hastanede misin kızım?”

Sesi hiç iyi gelmiyordu. Endişelenmeye başlamıştım.

“E-evet amca, bir sorun mu var?”

Telefonun diğer ucundaki sıkıntılı iç çekişini çok net işitebilmiştim.

“Evet, büyük bir sorunumuz var ama telefonda halledebileceğimiz bir şey değil. Emniyet’e gelmen gerekiyor, olabildiğince erken.”

“Öğle yemeği vaktinde gelebilirim en erken,” diye mırıldandım.

“Tamam, öyle olsun. Geldiğinde görüşürüz.”

“Görüşürüz amca.”

Telefonu kapattıktan sonra göğsüme yaslayarak gözlerimi kapattım ve sakinleşmeye çalıştım. Benimle ne hakkında konuşacağını bile öğrenememiştim. Notlarla ilgili bir gelişme mi vardı? Yoksa dün kırdığım potla mı ilgiliydi?

“Öğlene kadar nasıl bekleyeceğim ben ya?”

Kendimi sandalyeme bırakarak soğumaya yüz tutan kahvemi tek dikişte bitirdikten sonra oflarken kapım çaldı. Muhtemelen ilk hastam gelmişti. Elimdeki boş bardağı masanın yanındaki çöp kutusuna attıktan sonra derin bir nefes aldım ve yüz ifademi sabit tutmaya çalışarak kapıya döndüm.

“Girin.”

Arabamı Emniyet’in otoparkına park ettikten sonra yan koltuktaki çantamı kaptığım gibi arabadan indikten sonra aceleci adımlarla büyük binanın girişine doğru ilerledim.

Öğleden önceki yoğun tempoda aklım biraz olsun dağılmıştı ancak son hastam odadan çıkar çıkmaz hemen ayağa fırlamıştım. Aslında öğle yemeklerini hep Yasemin’le birlikte yediğimiz için ona haber verecektim ama ameliyatta olduğunu öğrenince hiç vakit kaybetmeden hastaneden çıkıp arabama atmıştım kendimi.

Girişteki rutin kontrolden geçtikten sonra binanın merdivenlerini koşarcasına çıkıp soluğu Asaf amcamın odasının önünde aldım. Bir yanım endişeden deliriyordu, diğer yanımsa ne olup bittiğini öğrenmek için can atıyordu.

Nefesimi tutarak elimi kaldırdım ve önümdeki kapıyı iki kez çaldım. İçeriden gelen komutla tuttuğum nefesi geri verdim ve kapıyı açarak içeri girdim. Bakışlarım adresinden şaşmayarak Asaf amca yerine, Aral’ın yeşillerine tutuğunda birkaç saniye hareket edememiştim. Onun Aral olduğunu hemen anlamıştım, çünkü gözlerini kaçırmadan bana bakıyordu. Bakışları ciddiydi, kötü bir şeylerin habercisiydi. Arel olsa gülümserdi, hiç olmazsa selam verirdi ama o Arel değildi ve bakışları beni korkutmuştu. Çünkü hala bana kızgındı. Bu bariz ortadaydı.

“İçeri gir, kızım.”

Asaf amcamın sesiyle kendime gelirken usulca kafamı sallayarak odanın kapısını kapattım ve endişeyle titreyen bacaklarımı zorlayarak ilerleyip Aral’ın tam karşısındaki tekli koltuğa oturdum.

“Bir sorun mu var, amca?”

“Evet,” diyerek başını salladı. “Bu sefer gerçekten çok büyük bir sorunumuz var hem de. Yani onca şeyin üstüne bir de bununla nasıl başa çıkacağız, bilemiyorum ama…”

Asaf amca dirseklerini masaya dayayarak elleriyle yüzünü ovuşturduğunda bakışlarımı korkarak Aral’a çevirdim. Hala beni izliyordu. O her zaman ciddiydi ancak bu haldeyken fazlasıyla korkutucu görünüyordu.

Artık emindim, konu dün söylediğim yalanla ilgiliydi.

Gözlerimi tekrar Asaf amcaya çevirdim ve korkunun ecele faydası olmadığını bildiğimden lafı hiç dolandırmadım.

“Dün geceki davette Sadullah denen adama söylediğim şey yüzünden buradayım, öyle değil mi?”

“Ne yazık ki,” diyerek beni onayladı.

“Ben… Ben gerçekten çok üzgünüm. O adamın kim olduğunu bilmiyorum, ne kadar büyük bir hataya yol açmış olabileceğimi de bilmiyorum ama çok özür dilerim. Gerçekten. Adama öyle söylememin tek sebebi o an yanımızdan davetteki kadınlardan birinin geçiyor olmasıydı. Eğer o adama aramızda bir şey olmadığını söyleseydik, davetteki herkese yalan söylediğimizi anlayarak bizi rezil edecekti. Ben yalnızca bunun olmasını engellemek istemiştim.”

“Bilerek yapmadığını biliyorum, Tamay. Özür dilemenin de bir faydası yok bu saatten sonra ki aldığım karardan dolayı özür dilemesi gereken tek kişi ben oldum ama buna mecburum.”

Kaşlarımı çattım. “Neye mecbursun amca?”

Asaf amcam, Aral’a kısa bir bakış attıktan sonra uzun süredir uyumadığını belli eden yorgun gözlerini bana çevirdi. “Bak, Tamay. Bunları sana anlatmak zorunda kalmak bile benim için anlatamayacağım kadar can sıkıcı ama…” diyerek başını salladı. Nasıl anlatacağını bilemiyormuş gibiydi. “Dün yaptığın şeyle bizi buna sen mecbur bıraktın kızım.”

Korkum had safhaya ulaşmıştı. “Ne-neye?”

“Dün karşılaştığınız adam, yani Sadullah Koroğlu, büyük bir mafya babası ve her geçen gün hanesine ayrı bir suç yazdırıyor ancak bunu bilsek de ispatlayamıyoruz, çünkü bir şekilde suçlarının üzerini kapatıyor. Kapatamasa da suçu üstlenecek birini veriyor elimize. Yani adamı bir türlü yakalayamıyoruz.”

Duyduklarımla tam anlamıyla şoka girmiştim. O adam bir mafya babası mıydı? Hem de suç dosyası kabarık bir mafya babası? Ve ben ona Aral’la sevgili olduğumu söylemiştim.

Asaf amca rengi attığına emin olduğum yüzüme bakarak iç geçirdikten sonra benim için asıl yıkıcı olan o şeyi söyledi.

“Ve Aral tam 2 aydır bu adamın yanında, yani gizli görevde.”

Gözlerim irileşti.

“Ne-nasıl yani?”

“Yıllardır adamın suçlarını kanıtlayacak en ufak bir ipucuya dahi rastlayamadığımız için ekibimden birini o adamın yanına sokmaya karar verdik. Tam dört aylık bir uğraşın sonunda Aral’ı, Sadullah’ın güvendiği biri haline getirebildik. Sadullah, parası sayesinde Emniyet’ten birini kendi safına çektiğini, yani Aral’ın onun tarafına geçtiğini düşünüyor. Aral, o zamandan beri, yani tam iki aydır Sadullah’ın Emniyet’teki eli kolu. Daha açıklayıcı konuşmam gerekirse, suçlarını örtbas ettirdiği adamı.”

“Şu,” diye mırıldandım, ne diyeceğimi bilemeyecek kadar şaşkın olduğumdan. “Televizyondaki dizilerde olduğu gibi mi yani? Ya da haberlerde duyduklarımız gibi?”

Amcam başını salladı. Aral asla konuşmasa da dik dik bana bakmaya devam ediyordu.

“Aynen öyle.”

“Peki ama neden?”

“Sadullah, Aral sayesinde suçlarının üzerinin örtüldüğünü sanıyor, oysaki biz bunları delil olarak saklıyoruz. Dediğim gibi Aral’ı Sadullah’ın gözüne sokabilmek için tam dört ay uğraştık. İki aydır da onun gözündeki yerini yükselterek işlediği en büyük suçları öğrenmeye çalışıyoruz. Sonuçta adam Aral’a ne derece güvenirse o kadar çok şeyini anlatır.”

Duyduğum şeyleri hazmedebilmek için biraz beklemem gerekti. Anlattıklarını anlamıştım ancak hala bu anlatılanlardaki yerimi kavrayamamıştım.

“Peki,” diyerek başımı salladım. “Benim buradaki yerim ne? Yani ne gibi bir hataya yol açtım? O adam bana Aral’ın nişanlısı olup olmadığımı sordu. Bu başka birinin yerini sahiplendim mi demek oluyor?”

“Olmayan birinin yerine geçtin demek oluyor.”

Geldiğimden beri ilk kez konuşmuştu, sesi sandığımın aksine yumuşaktı ve bu beni bir hayli şaşırtmıştı. Çünkü beni öldürmek istermiş gibi bakıyordu. Kırpıştırdığım gözlerimi ona diktim.

“Ne demek oluyor bu?”

“Mafya babası da olsa herkes gibi bir insan olduğundan Sadullah’ın da kendince birtakım takıntıları var,” diyerek açıklamaya girişti, Asaf amca. Tekrar ona döndüm. “Beş sene evvel kanserden karısını kaybetmiş. Gözünü kırpmadan birini öldürebilen ya da öldürtebilen biri ancak ailesine de çok düşkün. İki çocuğu var ve özellikle karısı öldüğünden beri onların üzerine titriyor.”

Ne diyeceğimi bilemediğimden sessizce dinlemeye devam ettim.

“Aral’ın polis olduğunu biliyor ancak bunu bilen yalnızca o ve sağ kolu olan Haluk. Diğer bütün adamları ve babalarının ne haltlar karıştırdığını bilen çocukları, Aral’ın esas kimliğinden habersizler. Sadece Sadullah’ın güvendiği bir adamı olduğunu biliyorlar, o kadar.”

“Ben,” diye mırıldandım kısık bir tonda. “Buradaki hatamı tam olarak anlayamadım.”

“Şimdi oraya geliyordum,” diyerek başını salladı amcam. Bir kez daha iç çekti, bunları konuşmaktan ne kadar rahatsız olduğu hırıltılı nefesinden anlaşılıyordu. “Aral, sürekli onların yanında olduğu için Sadullah’ın adamlarıyla ve çocuklarıyla da vakit geçiriyor. Yani dikkat çekmemek için sadece Sadullah’ın değil, Sadullah’ın etrafındaki herkese kendini sevdirmek zorunda. Bu yüzden de onlardan biriymiş gibi yanlarına takılıp eğlencelere gidebiliyor.”

Bir kez daha sıkıntıyla nefeslendi.

“Tabii onlar Aral’ın polis olduğunu bilmedikleri için Aral onlara kendisiyle ilgili gerçek olmayan şeyler söyledi. Bu gerçek olmayan şeylerin başını da nişanlısı olduğu yalanı çekiyor.”

“İyi ama neden?” diye sordum, buna bir anlam veremediğimden. Gizli görevle bunun ne alakası vardı ki?

“Dediğim gibi Aral onların arasına yalnızca Sadullah’ın adamı olarak girmedi. Sadullah sadece kendi çocuklarına değil adamlarına da bağlı. Onları kendi ailesinden birileriymiş gibi görüyor, bu yüzden de adamları ona son derece sadık. Neticeye gelirsek, arada orada burada içip eğlenmeye giderken Aral’ı da yanlarına almak istiyorlar. Tabii onların tek derdi içmek değil, karı kız peşinde koşmak. Aral da onların arasına katılmamak için bu bahaneye başvurdu. Bu yalana sığınarak onlar gibi kafayı dağıtmıyor, kısa sürede yanlarından ayrılıyor ve kendi işine bakıyor.”

Sanırım şimdi anlamıştım. Mantıklıydı. Yani… Sanırım.

“O zaman ben çok da kötü bir şey yapmadım? Yani adam beni görünce yalanınız daha inandırıcı oldu.”

Asaf amca bana üzgünce bakınca omuzlarım çöktü. “Olmadı mı?”

“Olmadı, çünkü Sadullah uzun zamandır Aral’ın nişanlısıyla tanışmak istiyordu. Dediğim gibi adam Aral’a kendi ailesine katacak kadar çok güveniyor, bu yüzden de onu ve sevdiklerini tanımaya çalışıyor. Aral, nişanlısını bu işlere sokmak istemediğini söyleyerek bu tanışmayı ertelemeye çalışıyordu ancak senin bilmeden söylediğin şey üzerine tanışmış oldu.”

Şimdi anlıyordum. Gerçekten. Sadullah denen adam dün Aral’a hayatındaki kadının her anında onun yanında olması gerektiğini söylemişti. Hatta ‘doğrunda da yanlışında da’ derken ayrı bir vurgu yapmıştı sözlerine.

Yani demek istemişti ki; Bu kadın senin nişanlınsa hata da yapsan doğru yolda da olsan seninle birlikte olmak zorunda. Aral polisti ve kendini para için mafyaya satmıştı. Daha doğrusu Sadullah böyle olduğunu sanıyordu. Bu durum normal birine göre hataydı, bu yüzden de Aral nişanlısını bu işlere sokmak istemediğini söylemişti. Sadullah denen adam ise nişanlısının her koşulda yanında olması gerektiğini savunmuştu.

“Bu yüzden de bana pazar günü görüşeceğimizi söyledi,” diye mırıldandım düşünceli bir tavırla.

“Aynen öyle.”

“Peki, şimdi ne olacak?” diye sordum, kendimi suçlu hissederken. Bilmeden ne büyük bir hata yapmıştım böyle? “Yani bu işten nasıl kurtulacağız?”

“Dünden beri bunu düşünüyoruz ama bir çıkış kapısı bulamadık,” diyerek başını salladı Asaf amca. “Bu yüzden de müdürüme durumu anlatmak zorunda kaldım.”

İçimdeki korku büyümeye başlamıştı. “Müdürün ne dedi peki?”

“Bu normalde asla yapabileceğimiz bir şey değil ama yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişken böyle bir hata yüzünden bu işten vazgeçemeyiz.”

“Ya-yani?”

“Senin de bu operasyona girmen gerekiyor.”

Nefesim içime kaçtı ve birkaç kez öksürdüm. “Ne?”

“Senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum, seni tehlikeye attığımın da farkındayım ama başka çaremiz yok kızım. Buna mecburuz. Aral, elinden geldiğince seni onlardan uzak tutmaya çalışacak, bundan emin olabilirsin ama artık sen de bu oyunun bir parçasısın. Aral’ın yanında olup onun nişanlısı olarak rol yapacaksın. Belki bu sayede Sadullah’ın gözünde daha hızlı yükselirsiniz ve Aral istediğimiz şeyleri daha kısa sürede bulur.”

“Amca ben yapamam,” diyerek kafamı salladım hızla. “Nasıl yapayım amca? Mafya diyorsun, kötü adamlar diyorsun. Ben zaten yalan söyleyemeyen biriyim, bu işin altından nasıl kalkarım?”

“Dün gayet de iyiydin hâlbuki yalan konusunda.”

Aral’ın sesini duyduğumda ağlamaklı bir ifadeyle ona baktım. Biraz önce yumuşak ses tonu aldatmaydı, işlerini batırdığım için bana deli gibi sinirliydi. Bunda haklıydı da.

Özür dilerim,” diyerek başımı salladım. “Böyle olacağını bilsem yapar mıydım sanıyorsun? Ben sadece yalanımızın amcamların kulağına gidip her şeyin mahvolmasını önlemeye çalışıyordum. O adamın böyle biri olduğunu nereden bilebilirdim?”

“Sakin ol, kızım. Senin hatan değildi elbette, dediğin gibi bilemezdin,” diyerek Aral’a sert bir bakış attı amcam. Sonra tekrar bana döndü. Ne kadar korktuğumu görebiliyordu. “Sadece bu durum elimizi kolumuzu bağladı ve kurtulabilecek gibi görünmüyoruz. Bu yüzden Emniyet Müdürü’nün de bilgisi dâhilinde seni Aral’ın nişanlısı olarak Sadullah Koroğlu ve adamlarının arasına sokacağız.”

Arkama bile bakmadan kaçıp gitmek istiyordum. Evet, tek istediğim şey buydu. Notlardan ve notları gönderen kişiden kaçacak yer ararken çok daha büyük bir derde sokmuştum başımı. Bunların hepsiyle nasıl başa çıkacaktım?

“Ama ya notları gönderen kişi ne olacak? O benim peşime takılıyor bazen, bu sorun olmayacak mı?”

“Evet, bu da büyük bir sorun ama Aral, takip konusunda görebileceğin en uzman kişidir. Aral olmadan hiçbir yere gidemeyeceğin için o konuda için rahat olsun.”

Onun da içi rahat değildi, görebiliyordum. Ancak beni rahatlatmaya çalışıyordu, işe yaramayacağını bile bile.

“Amca, yapamam… Ben… Ben polis değilim ki, nasıl soğukkanlı olurum? O adamların yanında korkarım hem, pot kırarım. Her şey daha kötü olur. Başka bir yol bul, ne olursun!”

Asaf amca sıkıntıyla çenesini ovuşturdu. “Yapmak zorundasın kızım, başka çaremiz yok. Aradım, çok aradım ama başka yol yok işte. O adam pazar günü seni görmediği takdirde Aral’a yüklenecek, seninle ilgili söyleyebileceğimiz hiçbir bahaneye inanmayacak. Bu da Aral’ın bir işler karıştırdığını anlaması demek olur. Hem korkmanın bir zararı yok, aksine bu tavrın adama inandırıcı gelir. Yalnızca pot kırmamaya çalış ve mümkün olduğunca adamın gözüne girmeye bak. Sadullah’a kendini sevdirebilirsen senin için her şey daha da kolaylaşır.”

“Bunu nasıl yapabilirim ki?”

“Kendin gibi olarak, Tamay. Yalnızca doğal ol ve içinden gelmese bile diğer insanlara yaptığın gibi onlara karşı da sevgi dolu olmaya çalış. Gerisi gelecektir, inan bana.”

Bu işten kurtulamayacağımdan emin olduğum an deli gibi ağlamak istesem de kendimi tuttum. Buna hakkım yoktu. Asaf amcam tam tersini söylese de Aral’ın her şeyin benim suçum olduğunu düşündüğünü biliyordum. İşin kötü yanı bence de durum böyleydi. Bilemeden yapsam da olayları bu hale getiren bendim, o yüzden düzeltmesi de bana düşüyordu. Hem de canımı tehlikeye atarak, zira her şeyi anladıkları an Aral’ı da beni de göz kırpmadan öldüreceklerinden emindim.

“Ama yarın pazar… Keşke durumu benimseyebilmem için biraz zamanım olsaydı.”

“Keşke… Ama yok.”

Önce ofladım, sonraysa gözlerimi kapatarak sakinleşmeye çalıştım ama hiçbiri işe yaramadı. Kabullenmekten başka çarem yoktu, farkındaydım.

“Peki,” diye mırıldandım, açtığım gözlerimi karşımdaki adamın yeşil gözlerine dikerek. “Madem bir hataya neden oldum, düzeltmeye çalışacağım.”

Asaf amcam biraz olsun rahatlayarak başını salladı. “Tek bir saç teline dahi zarar gelmesine izin vermeyeceğim, vermeyeceğiz. Bundan emin ol ve korkma, kızım. Anlaştık mı?”

Başımı salladım. Başarılı korkmamak konusunda başarılı olabileceğimi sanmıyordum ama en azından deneyecektim.

“Ayrıca bu durumdan kimsenin asla haberi olmaması gerekiyor. Not mevzusunda olduğu gibi Yasemin’e söylemeye kalkma sakın, bu onun da başının derde girmesinden başka bir şeyi sağlamaz. Zaten gizli görev olduğundan Emniyet’tekiler bile bilmiyor. Ben, Emniyet Müdürü, Aral ve kardeş olduklarından dolayı bir de Arel biliyor bunu.”

İçim mümkünmüş gibi biraz daha kasvetle dolarken “Tamam, amca. Kimseye söylemem,” diye mırıldandım ve daha fazla burada durmaya dayanamayacağımı anlayınca kucağımdaki çantayı koluma takarak ayaklandım. “Artık gidebilir miyim? Biraz temiz havaya ihtiyacım var.”

“Tabii,” diyerek izin verdi Asaf amca. Bu hale düştüğüm için ne kadar rahatsız olduğunu görebiliyordum ama şu an yalnızca kendimi ve dolayısıyla ailemi düşünüyordum. Başımı belaya sokarak yalnız kendimi değil onları da tehlikeye atmış oluyordum.

“Yarın akşam yedi gibi hazır ol, Aral seni almaya gelecek.”

“Peki.”

Arkamı dönerek kapıya yöneleceğim sıra bir kez daha konuştu Aral.

“Dün akşamki gibi özenli giyinmen gerekiyor.”

Halime acıdığından mıdır nedir, bakışları biraz yumuşamıştı. Bir kez daha başımı salladım.

“Olur.”

Beni taşıyamayacak kadar halsizleşmiş bacaklarımı zorlayarak önce odadan, sonra da Emniyet’ten ayrıldım. Arabaya biner binmez yanaklarıma düşmeye başlayan gözyaşlarımı silmeye çalışmadan arabayı çalıştırdım ve hastaneye doğru yol aldım.

Başıma daha ne gelebilir, dedikçe daha kötüsüyle karşılaşmaktan yorulmuştum. Gizli not olaylarına bile alışamamıştım daha, bunu nasıl kabullenecektim? Kabullenmekten de öte bu kadar şeyi nasıl kaldıracaktım?

Dün Aral’ın her şeyin benim suçum olduğunu söylemesiyle sol yanımda oluşan sızı, Asaf amcamın anlattıklarıyla büyük bir ağrıya dönüşmüştü ve benim bunu çektiğim yetmiyormuş gibi herkesten saklamam gerekiyordu. Buna ne kadar dayanabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu ve ben şimdiden kendimi fazlasıyla bitik hissediyordum.

“Abla… Çok güzel oldun. Eniştem sana ba-yı-la-cak!”

Tuana’nın heyecanlı sesinin üzerine asılan suratımı ona göstermemek için başımı öne doğru eğdim.

“Bana bakmaya karar verirse belki…”

“Ne dedin? Duyamadım.”

Derin bir nefes alarak yüzüme sahte bir gülümseme kondurduktan sonra başımı geri kaldırdım ve “Saati sordum,” diye mırıldandım. “Yine geç kalıp bekletmeyeyim onu.”

Kolundaki saate baktıktan sonra “Daha on dakikan var, sakin ol,” diye cevap verdiğinde başımı salladım. “Yine de aşağı inmekte fayda var.”

Aynadan son kez üzerimi süzdüm. Yine bordo renk bir elbise giymiştim. Aslında gardırobum kırmızı ve bordo elbiselerle doluydu, çünkü esmer tenime en çok bu rengi yakıştırıyordum. Elbise ince askılıydı ve önünde V şeklinde derin bir dekolte vardı. Sırtımın da dörtte üçlük bir kısmı açıktaydı ancak uçlarını dalgalandırdığım uzun saçlarım sırtımı baya kapatıyordu. Elbise göğüs altından itibaren dar bir şekilde aşağı inerek ince fiziğimi ortaya seriyordu. Kısacası Aral’ın da istediği gibi gayet özenli ve güzel görünüyordum.

Yüzümdeki koyu makyajın da iyi göründüğüne kanaat getirdikten sonra aynamın önünden ayrılarak yatağımın üzerindeki küçük, siyah çantayı alarak Tuana’ya hitaben konuştum.

“Hadi aşağı inelim.”

Tuana’yla birlikte odamdan çıkarak merdivenlere yöneldik ve aşağı kata indik. Kalan dakikaları geçirmek için oturma odasına yöneleceğim sıra telefonumdan gelen sesle duraksayarak çantamın içindeki telefonumu aldım ve ekrandaki mesajı okum.

Gönderen: Başkomiser

Kapıdayım.

Onunla resmi konuşmayı bıraktığımız için rehberimdeki ismini düzenlemiş ve onu Aral diye kaydetmiştim ancak dün bana olan tavırlarından sonra tekrar değiştirmiştim. Zaten görebileceği bir şey olmadığının farkındaydım ancak neden çocuk gibi bununla uğraştığım konusunda bir fikrim yoktu.

Telefonumu tekrar çantamın içine attıktan sonra “Gelmiş,” diyerek dış kapıya doğru ilerledim ve ayakkabı dolabının içinden ince topuklu, siyah ayakkabılarımı alarak giydim. Beni arabasının içinde beklediğinden emin bir şekilde Tuana’ya geç yatmaması ve beni beklememesiyle ilgili bir şeyler söyleyerek kapıyı açtığım anda onunla burun buruna gelince olduğum yerde kalakaldım.

Aral, kaşlarını kaldırarak bir adım gerilediğinde irileşmiş gözlerimle ona bakmaya devam ediyordum.

“Şey, pardon, ben burada olduğunu bilmiyordum.”

Aral, mırıltı gibi bir sesle “Kapıda olduğumu söylemiştim aslında,” dediğinde tam açıklama yapacaktım ki Tuana benden hızlı davranarak “Merhaba enişte,” deyip kocaman gülümsedi. “Görüşmeyeli nasılsın?” Sorusunun ardından duraksayarak siyah takım elbisesinin içindeki Aral’ı inceledi. “Gerçi gayet iyi görünüyorsun.”

Elimle Tuana’nın ağzını kapatıp kapatmamak konusunda ikileme düştüğüm sıra Aral dudaklarını kıvırdı ancak kendini zorladığını görebiliyordum. Buraya ilk gelişindekiyle asla aynı değildi, çünkü hala bana kızgındı.

“İyiyim ve teşekkür ederim. Sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim ama sana biraz dargınım.”

Kaşlarımı çatarak patavatsız kardeşime dönerken “Tuana!” diye homurdandım dişlerimin arasından ancak beni asla takmadı.

“Neden dargınsın?”

“Varlığından yalnızca bir haftadır haberim var ve bu kısa süre içinde ablamı iki kez dışarı çıkardığın halde bana vakit ayırmayı unutuyorsun. Hâlbuki burada eniştesini yakından tanımak isteyen küçük bir baldız var.”

Saçımı başımı yolacaktım şimdi. Niye susmuyordu bu kız?

Aral, bana kısa bir bakış attıktan sonra “Affedersin,” diyerek Tuana’ya döndü. “Son günlerde işten başımı kaldıramıyorum. Daha sonra bir yemekle telafi ederiz, olur mu?”

“Olur, tabii. Çok güzel olur hem de.”

Aral, başını sallayarak onu onaylarken kibar bir şekilde boğazımı temizleyerek dikkati üzerime çektikten sonra Tuana’ya döndüm. “Söylediklerimi unutma ve yatmadan önce bütün kapıları kilitle.”

“Tamam, abla. Ben bakarım başımın çaresine, merak etmene gerek yok. Size iyi eğlenceler.”

“Bir şey olursa ara mutlaka.”

Tuana bıkkın bir havayla iç çektikten sonra beni yavaşça belimden ittirerek Aral’a yakınlaşmama neden oldu. “Anladım, ablacığım. Sorun yok. Haydi görüşürüz.”

Üzerime kapanan kapıya şaşkın bir bakış attıktan sonra küçük hanıma bu hallerinin hesabını daha sonra sormaya karar vererek iç çektim ve Aral’dan tarafa döndüm. Bana bakıyordu; daha doğrusu, elbiseme.

Çatık kaşlarına bakarak “Bir sorun mu var?” diye sorduğumda, yeşilleri bana döndü.

“Üzerine alabileceğin şal gibi bir şeyin var mı?”

Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. “Şal mı? İyi ama hava soğuk değil ki.”

“Gideceğimiz yer, amcanların verdiği davet salonuna benzemez. Daha doğrusu oradaki adamlar, sizin cemiyetteki adamlara benzemez. Tedbir için yani.”

Genelde iddialı giymeyi seven biri olduğumdan böyle şeyleri takmazdım ancak daha önce mafya babalarıyla dolu bir yere gitmediğim için Aral’ın sözünü dinlemek zorundaydım.

“Alayım o zaman.”

Bir kez daha arkama dönerek zile uzandığım sıra kapı birden açıldı ve tüm tatlılığıyla gülümseyen Tuana tam karşımda belirdi. “Buyur ablacığım.”

Elindeki siyah şalı gördüğümde kapıyı kapattığından beri bizi dinlediğini anlayarak kızgınlıkla kaşlarımı çattım. “Tuana!”

Telaşla şalı elime tutuşturduktan sonra “Vallahi kötü bir niyetim yoktu, o kadar yakışıyorsunuz ki gözlerimi sizden alamıyorum. Gerçekten!” dedi ve içeri girerek kapıyı bir kez daha yüzüme kapattı. Başımı iki yana sallayarak “Bu kız beni deli edecek,” diye söylenirken önüme döndüm ve fazlasıyla rezil olduğum Aral’ın yüzüne bakmadan bahçe kapısına doğru ilerlemeye başladım. “Hadi gidelim.”

Arka arkaya bahçeden çıktığımızda Aral’ın cipini görmeyi beklerken bakış açıma giren siyah spor arabaya büyük bir şaşkınlıkla baktım. “Bu da ne?”

“Araba.”

Verdiği cevap üzerine gözlerimi devirerek ona döndüm. “Onu sormadım. Yani senin arabana ne oldu? Yoksa bu da mı senin?”

“Benim değil, bu görev için özel olarak ayarladıkları bir araba. Sadullah dışındaki herkes beni kendileri gibi biri sanıyor.”

“Kendileri gibi derken?”

“Vergi kaçakçılığıyla elde ettiği paraların içinde boğulan bir mafya bozuntusu.”

“Ha…”

Şaşkın mırıltıma bir tepki vermeyerek arkasına döndü ve köşe başındaki sivil polis arabasına bakarak eliyle selam verdi. Ardından tekrar bana bakıp başıyla arabayı işaret etti. “Hadi.”

Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra önümdeki spor arabanın arkasından dolanarak ön koltuğa yerleştim. Aral da sürücü koltuğuna geçtikten sonra arabayı çalıştırdı ve yola koyulduk.

Tam olarak nereye gittiğimizi hala bilmiyordum, orada kimlerle karşılaşacağımızı ya da nasıl davranmam gerektiğini de öyle. Tek bildiğim şey oraya Aral’ın sahte nişanlısı olarak katıldığım ve oradaki insanların hepsinin suçlu olduğuydu.

Asaf amcam bugün beni iki kez arayıp kararımdan vazgeçip geçmediğimi kontrol etmiş ve sakin kalabilmem için tavsiyelerde bulunmuştu. Ona söyleyememiştim ama beni en çok geren şey şu an yanımda oturan adamdı. Bana hala tavırlıydı ve bu kadarını hak etmediğimi düşünüyordum. Tamam, bir halt yiyerek dertlerimizin üzerine dert eklemiştim ama bunu durum yalnızca onu etkilemiyordu sonuçta. Asıl kendini belaya sokan kişi bendim ancak bunu pek hesaba katmıyor gibi görünüyordu.

Arabadaki sesiz gerginlikte boğulacağımı hissederken daha fazla dayanamadım ve nihayetinde patladım. “Hep böyle mi olacak gerçekten? Yani tamam, normalde de yüzüme pek fazla bakan biri değildin ama şimdikinden iyiydi hiç değilse. Bir hata yapmış olabilirim ki bak hata diyorum, yani bilemeyerek, istemeden yaptığım bir şey, ama bunun bedelini ödemek için burada bulunuyorum. Yani kaçmıyorum.”

Kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra bakışlarını yoldan ayırmadan mırıldandı. “Bunun farkındayım.”

“Hah,” dedim alayla. “Öyle mi? Hiç belli etmiyorsun oysaki. Aksine beni daha çok germeye çalışıyormuşsun gibi geliyor.”

“Öyle bir şey yaptığım yok.”

Kendini sıktığı o kadar belli oluyordu ki. Direksiyonu kırmak istermiş gibi tutan parmaklarına bakarak “O halde ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sordum. Ses tonum yüksekti, bilerek üzerine gitmeye çalışıyordum. Aksi takdirde ruh hali kendine zarar verecekti. “Bana neden hiçbir şey söylemiyorsun? Böyle durmandansa bağırıp çağırmanı yeğlerim!”

Nihayetinde damarına basmış olacağım ki arabayı hızla kenara çekerek bana döndü. Kızgındı, hem de çok kızgın.

“Deli misin sen? Kontrolümü kaybetmemi mi istiyorsun? Durumun farkına varamadın mı hala? Şu an seni almış bataklığın dibine götürüyorum. Bir polisle gidebileceğin en kötü yere, boğazına kadar belaya batmaya gidiyorsun. Normalde o ortamdaki tüm belalı adamları kontrol etmem gerekmiyormuş gibi bugünden sonra bir de seni korumakla yükümlü olacağım. Ne bekliyorsun, mutluluktan havalara uçmamı falan mı?”

“Madem bu kadar kötü gittiğimiz yer, sen neden gittin bunca zaman?”

“Çünkü ben bir polisim ve görevimi yapıyorum!”

Başımı iki yana salladım. “Bu yeterli bir sebep değil. Asaf amcamdan öğrendim ben, böyle görevler öyle herkese verilmezmiş. Sen özellikle istemişsin. Neden yaptın böyle bir şeyi?”

“Çünkü ben önemli değilim! Bir aksilik çıktığı durumda en fazla canımdan olurum ama artık senin canından da ben sorumluyum ve bu yüzden hiçbir risk alamam. Yani sen elimi kolumu bağladın!”

Afalladım.

“Ne? Ne demek bu? Önemli değilim de ne demek? Öyle şey mi olur?”

Başını arabanın tavanına doğru kaldırarak derince soluklandıktan sonra tekrar bana döndü. “Daha fazla gerilmeden sakinleşsek iyi olur.”

“Hayır,” diyerek şiddetle başımı salladım. “Biraz önce söylediklerinin ne demek olduğunu söyle.”

“Tamay-”

“Söyle dedim, Aral!”

Dişlerini birbirine bastırarak “Ne duyduysan o işte,” diye hırladı. “Ben önemli değilim, demek, beni bekleyen yok, demek. Başıma bir şey gelse de sorun olmaz, demek. O yüzden ekipten birini tehlikeye atmak yerine bu iş için kendimi ortaya koydum.”

Gözlerim şaşkınlıkla irileşirken “Ne saçmalıyorsun sen?” diye solum hayretle. “Senin için ‘bekleyen kişi’ yalnızca bir eş veyahut sevgili falan mı? Öyle şey mi olur? Annen, baban ne olacak? Ya Arel? Onlar seni beklemiyor mu?”

Başını salladı. “Anlamıyorsun.”

“Neyi?”

Burnundan sert bir soluk aldıktan sonra bana aldırmadan elini kontaktaki anahtara götürdüğünde kendimden beklemediğim bir cesaretle uzanıp elini tutarak onu durdurdum. “Neyi diye sordum, Aral.”

Bakışları elini kavrayan parmaklarıma kaydı ve orada birkaç saniye oyalandıktan sonra yüzüme çıktı.

“Önemli bir şey değil. Unutalım gitsin, tamam mı? Ayrıca bu hale geldiğimiz için seni suçlamıyorum, yani en azından bilerek yapmadığının farkındayım. Olan oldu ve zamanı geri alma gibi gücümüz olmadığına göre üzerimize düşen görevi layığıyla yerine getirelim.”

Bana bir şey söylemeyeceğini anladığımda kırılmış olduğumu hissetsem de bunu ona belli etmedim ve yüzüne dik dik baktıktan sonra “Peki,” diyerek elimi geri çektim. “Sen öyle istiyorsan…”

Kollarımı göğsümde kavuşturarak başımı sağımdaki cama doğru çevirdiğimde iç çekerek arabayı çalıştırdığını işittim. Ben içimi dökecek kadar onu kendime yakın bulmuş olabilirdim ancak görünen oydu ki o benimle aynı hisleri ya da düşünceleri paylaşmıyordu. Peki, öyle olsundu.

Yaklaşık on dakikalık sessizliğin ardından ne olduysa “Radyoyu açayım mı?” diye sordu. Sesi kısık ve temkinliydi. Ona kırgındım. Gerçekten. Bu yüzden bakışlarımı yanlarından geçtiğimiz arabalardan ayırmadan başımı salladım. Kafamın içinde o kadar çok ses vardı ki, radyoya ihtiyacım yoktu aslında ama yine de bana yaptığını ona yapmadım, yani onu terslemedim.

“Fark etmez.”

Direksiyondaki elini radyonun üzerine getirip birkaç ayarlama yaptıktan sonra “İstediğin şarkıyı açabilirsin,” diyerek geri çekildi. Göz ucuyla radyo ekranına baktığımda yine kendi hazırladığı listelerden birini açtığını fark ettim. Ancak listeyi incelemeden rastgele bir şarkının üzerine bastıktan sonra ne açtığıma bile bakmadan tekrar cam tarafına döndüm. Radyoya karşı nasıl bir takıntısı varsa bu arabada bile kendine özel liste yapmıştı adam.

Başımı cama yaslayarak yolu izlemeye devam ederken kulaklarıma dolan şarkıyı bilip bilmediğimi anlamaya çalıştım.

Alma dudaklarına sakın benim adımı

Kader nasıl yazarsa yazsın alın yazımı

Sildim seni kalbimden, maziye karıştırdım

Kendimi yokluğuna çok kolay alıştırdım

Duyduğum naif ses tonu, inadımı kırarak bakışlarımın radyo ekranına kaymasına neden olmuştu. Neşe Karaböcek çalıyordu. Denk gelip gelmediğini bilmiyordum ancak bir önceki Sezen Aksu şarkısını da göz önünde bulundurursam listesindeki şarkıların içinde bolca acı ve yaşanmışlık barındıran şarkılar olduğunu söyleyebilirdim.

Eller çeksin nazını, beni halime bırak

Senin gönül kapında ne huzur var ne rahat

Benim kalbim taş değil, sözlerine dayansın

Senden gelen sevginin kapıları kapansın

Günlerdir yaşadığım şeylerin ve biraz önceki kırılmışlığın üzerine bir de geçmişin acılarını kaldıramayacağımı fark ettiğimde uzandım ve hiçbir şey söylemeden radyoyu kapattım.

“Beğenmedin mi?”

Sırtımı koltuğa yasladığım sıra bana attığı kısa bakışı fark etsem de gözlerimi önümüzde uzanan yoldan ayırmadım.

“Hayır, çok güzel şarkı.”

“Niye kapattın o zaman?”

Ona cevap vermeyip başımı çevirebilirdim ancak bunu yapmak istemedi canım. Ona ne kadar kızgın olursam olayım yine dürüst olmayı tercih ettim.

“Biraz daha dinleseydim ağlamaya başlayacaktım çünkü.”

Bakışları bir kez daha bana kaysa da ona dönmeme konusunda ısrarcıydım.

“Benim listede öyle pek eğlenceli şarkı yok ama esas radyoyu açabilirim istiyorsan? Belki istediğin türde bir şey denk gelir.”

Özellikle böyle şeyler dinlemesinin bir nedeni olabilir miydi?

Olsa bile asla öğrenemeyeceğimi bildiğimden sessizce iç çekerek “İstemem,” diye cevap verdim.

“Bana trip mi atıyorsun acaba şu an?”

Söylediği şeye inanamıyormuş gibi çıkan sesini duyduğumda dilimi üst dişlerimin üzerinde gezdirdikten sonra “Yo,” dedim. “Ne münasebet? Ben kimim ki sana trip atacağım?”

“Şu an yaptığın ne peki?”

“Gayet normal bir şekilde konuşuyorum ben. Senin nasıl algıladığınla ilgilenmiyorum.”

“Tamay, bak,” dedikten sonra bir anlığına ne diyeceğini bilememiş gibi duraksasa da çok geçmeden konuşmaya devam etti. “Sanırım seni kırdım. Üzgünüm, bilerek yaptığım bir şey değildi ama ben, senin gibi biri olamam. Beni, içini açabilecek kadar yakın gördün kendine, anlıyorum. Belki de yabancı birine iç dökmek daha kolayına geldi, bunu da anlıyorum ama ben böyle biri değilim. İçimde yaşarım, kendime dert ortağı aramam. Acılarımı, ya da acıyı geç, duygu ve düşüncelerimi bile birileriyle paylaşmaktan hoşlanmam. Bahsettiğin soğuk yapımın nedeni de bu, kimseye yakın olmak istemiyorum. Şu hayatta tek bir derdim var; o da işimi layığıyla yapabilmek. Bunu bil ve benden çok bir şey bekleme.”

Hâlbuki daha dün yakın arkadaş olabileceğimizi düşünmüştüm. Nasıl da yanılmışım…

“Peki.”

Başka hiçbir şey söylemeyerek başımı cama yasladım ve yolu izlemeye devam ettim. Altı üstü normal konuşabileceğimiz bir ilişkimiz olsun istemiştim ancak arkadaş olabilmek için yanlış kişiyi seçmiştim.

Sanırım ilk defa yanımda onun değil de Arel’in olmasını istiyordum.

Yolun geri kalan kısmında arabada çıt çıkmamıştı. Gideceğimiz yerle ilgili birçok soruya sahip olsam da ağzımı açasım gelmemişti. Hem zaten önemli bir şey olsaydı o bana söylerdi. Konuşmadığına göre bilmem gereken bir şey yok demekti.

Araba yüksek duvarlarla çevrelendiği için ardını göstermeyen devasa bir villanın köşesinde durduğunda bir şey demesini beklemeden kucağımdaki çantamı ve şalımı elime alarak arabadan indim. Duvarlar yüzünden evle ilgili bir yorum yapamadığım için bakışlarımı evin önüne dizilmiş lüks araçlara çevirdim. Sayamadığım kadar çoklardı.

Arabalara incelediğim sıra birkaç adım ötemde duran Aral, “Şalını omuzlarına ört istersen,” diye mırıldandığında ses tonundaki ikazı anlayabildiğim için bir şey demeyerek dediğini yaptım.

“Hadi, gidelim.”

Topuklularımın kaldırımda bıraktığı sesleri dinlerken gözlerimi evin giriş kapısına çevirdim. Duvarın boyunda siyah, demir bir kapıydı. Evin bu kadar gizemli olması insanı hem meraklandırıyor hem de ürkütüyordu.

Kapının önüne geldiğimizde Aral elini kaldırdı ve kapıya üç kez uzun aralıklarla vurdu. Bu yaptığı bir çeşit şifre gibi gelmişti bana. Nitekim aniden aralanan kapı ve görüş alanımıza giren takım elbiseli üç devasa adam, düşüncelerimde haklı olduğumu gösteriyordu.

Adamların heybetlerinden mi yoksa yüzlerindeki keskin ifadeden mi daha çok korktuğumu bilmiyordum. Emin olduğum tek şey, korkarak gerilen vücudumu Aral’ın koluna yasladığımdı. Ona kızgın, küskün, dargın ve tripli olabilirdim ancak muhtemelen içinde bu adamlardan sürüsüyle olduğunu bildiğim bir eve girerken beyaz bayrak sallamayı kendime borç bilirdim.

Aral, halimi anlamış olacak ki beklemediğim bir şey yaparak kolunu ikimizin arasından çekti ve oldukça gevşek bir şekilde belime sardı. Hissettiğim tek şey belimin bir ucuna çok hafif baskı yapan parmaklardı ancak bu bile onun için oldukça büyük bir gelişme sayılmalıydı bence.

Aral, karşımızdaki adamların en irisinin verdiği baş selamını aynı şekilde aldıktan sonra ilerlemeye başladığında bacaklarımı zorlayarak ona eşlik ettim. Bu haldeyken arkada kalmak pek akıl karı bir davranış olmazdı zira.

Adamların yanından ayrıldığımızda bakışlarım etrafta gezinmeye devam ediyordu. Geldiğimiz yer devasa büyüklükte bir malikâneydi. Evet, burayı açıklamak için kullanmam gereken kelime buydu sanırım.

Özel olarak yapılmış taşlı yoldan ilerlerken dikkat çekmemeye çalışarak etraftaki onlarca adamı izliyordum. Grup grup ayrılarak bahçenin belli köşelerine dikilmişlerdi. Bizi fark edenler bakışlarını kısa bir süre bizde gezdirdikten sonra -ne hikmetse gözler bende biraz daha fazla oyalanıyordu- önlerine dönerlerken onların davetli değil de davete gelenlerin korumaları olduklarını fark etmiştim. Muhtemelen buranın kalabalığının aksine içerisi daha tenhaydı.

Aral, yanından geçtiğimiz birkaç kişiye baş selamı verirken tepkisizce ilerlemeye devam ediyordum. Nihayetinde büyük bir havuzun etrafından dolanarak evin, pardon, malikânenin kapısına vardığımızda Aral dönüp bana baktı. Zaten varlığı yokluğu belli olmayan elini belimden çekerken “İyi misin?” diye sorduğunda başımı sallayarak onayladım onu.

“İdare ediyorum, merak etme.”

“İçerideyken pek konuşmamaya çalış, pot kırmamak için yani. Sana soru sorarlarsa da kısa cevaplar vererek geçiştirmeyi dene, olmazsa da topu bana at, tamam mı?”

“Hı-hı.”

Aral, son bir kez daha yüzüme baktıktan sonra önüne döndü ve uzanıp zili çaldı. Çok geçmeden yirmilerinin başında gibi görünen bir kız kapıyı açarak “Hoş geldiniz,” dediğinde bakışlarımı kızın üzerinde gezdirdim. Dizlerinin hemen üstünde biten siyah bir etek ve beyaz gömlek giymişti. Hizmetli olmalıydı.

Aral cevap vermek yerine başını kısaca salladığında kıza dönüp hafifçe gülümsedim. “Hoş bulduk.”

Gelen konuklar ona nasıl muamele gösteriyorlarsa artık, cevap vermeme şaşırmış ve utançla gülümsemişti. Aral bizle ilgilenmeyerek kısaca bulunduğumuz yeri inceledikten sonra bana döndü ve kolunu uzattı. Nişanlısı olduğumu düşünecekleri için daha yakın temasta olmamız gerektiğini bildiğimden sorgulamadan elimi uzattım ve gevşek bir şekilde koluna girdim.

Geniş holde yürümeye başladığımızda konuşma ve kadeh sesleri duymaya başlamıştık. Aral, kendinden emin bir şekilde yürümeye devam ederken ben de evi inceleyerek ona eşlik ediyordum. Her taraf antika eşyalarla ve tablolarla doluydu. E, bir de şey; aile fotoğraflarıyla.

Nihayetinde misafirlerin bulunduğu anlatamayacağım büyüklükteki salona giriş yaptığımızda dikkatler üzerimize çekilince ürkerek istemsizce biraz daha sokuldum Aral’a. Yüzümden korktuğum belli olmuyordu, çünkü ifadesiz olabilmek için kendimi oldukça kasıyordum ancak Aral vücudumdaki gerginliği fark etmişti.

“Sakin ol.”

Dudaklarını neredeyse hiç kıpırdatmadan kurduğu bu cümlenin ardından derin bir nefes çektim içime. Haklıydı, sakin olmalıydım zira bu gece dikkat çekeceğimizi biliyordum. Bunca zamandır aralarında olan bir adamın nişanlısını merak ediyor olmalıydılar ve muhtemelen bu yüzden de benimle iletişime geçmeye çalışacaklardı. Onları doğal bir şekilde karşılamalıydım, stresten yaprak gibi titreyerek değil.

“Sadullah baba söylemişti ancak ben yine bir oyun edip nişanlını getirmezsin diye düşünüyordum, şaşırdım dostum.”

Ne ara yaklaştıklarını asla anlamadığım bir çift hemen yanımızda durduklarında yüzümü yumuşak bir ifadeye bürümeye çalışarak bakışlarımı onlara çevirdim. Bu sözleri Aral’a hitaben sarf eden Aral boylarında, kumral bir adamdı ve yüzünde samimi diyebileceğim bir gülümseme vardı. Hatta yanındaki sarışın kadının da öyleydi.

Aral, dudağının kenarını kıvırdı. “Emir büyük yerden gelince oyun oynamaya cesaret edemedim.”

Ah, resmen yakın bir arkadaşıyla konuşuyormuş gibi konuşuyordu. Arel’e bile böyle davrandığını görmemiştim.

Aral’ın söyledikleri sarışın kadını kıkırdattı. “E, sen kızı alıp babamın gözüne sokarsan kalmaz tabii kaçacak yerin.”

Bu kadın, Sadullah denen adamın kızı mıydı?

“Babanın bir şahini aratmayan gözlerinden haberin yokmuş gibi konuşuyorsun. Benim gözüne sokmama gerek bile kalmadan fark etmiş bizi.”

Aral’ın alaylı tavrı karşımızda duran ikilinin gülümsemelerini büyütmüştü. Kadın, Aral’dan ayırdığı bakışlarını bana çevirdikten sonra elini uzattı.

“Muhtemelen nişanlın bahsetmiştir ama yine de resmi olarak tanışmakta fayda var. Ben, Sadullah Koroğlu’nun kızı, Demet ve bu da eşim, Ekin.”

Kadının samimi tavrıyla ister istemez rahatlarken uzattığı eli sıktım ve gülümsemeye çalıştım. “Ben de Tamay, memnun oldum.”

Ekin, sanırım ona böyle hitap etmemde bir sorun olmazdı, başını sallayarak “Biz de,” dedikten sonra tekrar Aral’a döndü. “Babama da bir görünseniz iyi olur. Daha sonra bol bol muhabbet ederiz.”

“Olur.”

Aral, Ekin’i onayladıktan sonra bakışlarını kısa süreliğine salona çevirdi ve çok geçmeden aradığı kişiyi bulmuş olacak ki “Hadi, gidelim,” diyerek beni salonun bahçeye çıktığını tahmin ettiğim kapısına doğru ilerletti. Sessiz bir şekilde onu takip ederken yeşillerinin odaklandığı kişiyi görebilmiştim, Sadullah denen adama bakıyordu.

Sadullah’ın, adam babam yaşındaydı ancak içimden böyle seslenmemde bir sorun olmazdı sanırım, yanında iki tane daha adam dikiliyordu ancak onlar otuzlarının sonlarındaymışlar gibi görünüyorlardı.

Onun bakış açısında ilerlediğimiz için yanlarına varmamıza gerek kalmadan fark etmişti bizi Sadullah. Hatta bizi görünce az önceki gergin yüz ifadesi dağılmış ve yerini memnuniyet dolu bir gülümsemeye bırakmıştı. Onun bir anda değişen hali karşısındaki iki adama tuhaf gelmiş olacak ki arkalarını dönerek bize bakındılar. Bize takılan bakışların Aral’dan çok bende dolanması hiç hoşuma gitmemişti.

Yanlarına vardığımızda iki adam gerileyerek bize yer açtılar.

“Ah, nihayet gelebilmişsiniz.”

Sadullah’ın imalı ses tonu, Aral’ın belli belirsiz gülümsemesine neden oldu ancak mimiklerinin sahte olduğunu biliyordum. Anlayabilecek kadar iyi tanımıyordum ama biliyordum işte.

Koyu renk bakışları bana döndüğünde yüzündeki gülümseme genişledi. “Yine harika görünüyorsun, Tamay.”

Gülümsemeye çalıştım ve konuşurken sesimin titrememesi için çaba sarf ettim. “Teşekkürler.”

Sadullah bu sefer de diğer iki adama döndü. Yüzünde hala memnuniyet parıltıları vardı.

“Beyler, Aral’ın müstakbel nişanlısıyla tanışın lütfen.”

Rahatsızlığımı belli etmeyerek adamlara döndüğümde biraz daha genç olanın bakışlarından hiç hoşlanmamıştım.

“Ne yalan söyleyeyim, Aral nişanlısı olduğunu söyleyerek gecelerden uzak durmaya çalıştıkça arkasında başka bir niyet aramıştım ama haklıymış.” Konuşan adam gülerek Sadullah’a döndü. “Ama hak vermek gerek, böylesine güzel bir kadına sahipken bizim yanımızda ne yapsın, değil mi?”

Sadullah, konuşan adamın söylediklerine gülerken diğer adamın hala üzerimde olan bakışlarından duyduğum rahatsızlık artarken omuzlarımı geriye yatırdım ve bu hareketim, yürürken biraz aşağı kayan şalın elbisemin ince askısını da peşinden sürükleyerek koluma doğru inmesine neden oldu. Adamın yüzümdeki bakışları hızla açılan omzuma kaydığında tam şalı yukarı çekmek için uzanmıştım ki Aral benden hızlı davrandı ve çevik bir hareketle şalı omzuma örttükten sonra kolunu omzuma sararak beni kendine yasladı. Sanırım beni korumaya çalışıyordu.

Aral’ın omzuma dolanan eli, adamın bakışlarının Aral’ın yüzüne çevrilmesine neden oldu ve artık orada ne gördüyse yüzü hızla asıldı. Gerilmiş, hatta biraz da tırmış gibi bir hali vardı. Nitekim çok geçmeden elindeki içeceği tazeleyeceğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı.

Onun ardından kısa bir süre sonra diğeri de başka dostlarını görme bahanesiyle yanımızdan ayrıldığında Sadullah’la yalnız kalmıştık.

“Lavuğun yaptığını gördün, değil mi?”

Aral’ın oldukça kızgın çıkan sesi afallayarak ona dönmeme neden olsa da onun bakışları bende değil, Sadullah’taydı.

“Bizi hiç umursamadan benim kadınıma baktı, bunu yapabildi ve ben yalnızca izledim.” Duraksayarak başını iki yana salladı. “İşte bu yüzden Tamay’ı buraya getirmek istemedim. Onun, pis işlerimi görerek benden vazgeçmesinden korktuğumdan değil, yanında ben dikiliyor olmama rağmen şerefsiz oğlu şerefsizlerin ona göz koymalarını istemediğim için.”

Aral’ın gerginliği Sadullah’a da bulaşmıştı. Neden böyle şeyler söylediğini bilmiyordum ama haklı olduğu için sessiz kalarak dinlemekten başka bir şey yapmadım. Gerçi haksız olsa da bir bildiği vardır, diyerek susardım ama neyse.

“Haklı olabilirsin ama nişanlın bu kadar güzel olduktan sonra elbet ki bakanı çok olacaktır.”

“Ne yani, bununla gurur duymamı mı istiyorsun?”

“Hayır, gözlerin nişanlına kaymasının normal bir şey olduğunu söylüyorum sadece. Ha, aşırıya kaçıldığı zaman olursa da sessizce icabına bakarsın, bu konularda ne kadar katı olduğumu en iyi sen bilirsin.”

Sanırım Aral, bu mevzuyu bahane ederek beni bir daha böyle ortamlara sokmamaya çalışıyordu, yani tüm bunlardan çıkarabildiğim tek şey buydu ancak Sadullah bu işe yaklaşacak gibi görünmüyordu.

“İyi,” diyerek başını salladı Aral. Kolu hala omzuma sarılıydı ancak adamlar gittikten sonra baya bir gevşetmişti. “Adamlarından birinin katili olursam şayet, bu konuşmamızı hatırlatırım.”

İrileşmesine engel olamadığım kahvelerim Aral’a döndü ancak o beni hiç umursamadan dik bakışlarıyla Sadullah’a bakıyordu. Böyle bir şey yapmayacağını biliyordum elbette ama böylesine kesin konuşunca da bir tuhaf olmuştum doğrusu.

Sadullah’tan, sert bir tepki beklemiştim ancak alaylı bir ifadeyle gülmekle yetinmişti. Bunun, onun dilinde ne demek olduğunu bilmiyordum ama Aral, anlamış gibiydi.

Aramızda oluşan kısa süreliği gerginliği bozan, Sadullah’ın korumalarından biri olmuştu. Lakin adamın yüzündeki ifadeye bakılırsa Sadullah’ın gerginliğini biraz daha artacak gibi duruyordu.

“Baba, bir sorunumuz var.”

Dikkat etmiştim de buradaki herkes ona baba diye hitap ediyordu, aynı televizyondaki mafya dizilerinde olduğu gibi.

“Ne oldu yine? Hem şu piyanist nerede kaldı? Konuklar huysuzlanıyor, görmüyor musunuz?”

Korumanın yüzü biraz daha kasıldı. Alnındaki teri görebiliyordum, birazdan işiteceği fırçadan korkuyor olmalıydı. Belki de korktuğu şey, basit bir fırçadan daha farklıydı…

“Ben de onu diyecektim, piyanist trafiğe takılmış. Yarım saatten evvel gelemeyeceğini söyledi.”

Sadullah’ın gür kaşları çatılırken ne olduğunu anlamaya çalışmakla meşguldüm.

“Ne demek, yarım saat daha geç kalacak? Konuşmayı şimdiye kadar yapmış olmam gerekiyordu!”

“Baba, adam bir aydır yurt dışındaydı biliyorsun, hatta bugün döndü İstanbul’a ama uçağı rötar yapınca geç kalmış.”

“Hay ben böyle işin!”

Sadullah’ın fazlasıyla sinirlendiğini gördüğümde geriye doğru sinerek Aral’a baktım ve sessizce konuştum. “Piyanistle ne işi var ki?”

Aral, Sadullah’a kısa bir bakış atarak bana döndü ve başıyla, o ana kadar fark etmediğim piyanoyu gösterdi. Salonun bir diğer ucunda olduğundan fark etmemiştim sanırım ama görseydim, bakışlarımın onda takılı kalacağından emindim.

“Sadullah babanın vazgeçilmezlerinden biridir. Davetlilerine piyano zevki yaşatmaya bayılır, bu yüzden de her daveti farklı bir besteyle açtırıp konuşmasının ardından davetlilerin hoşuna gidecek şeyler çaldırır.”

Muhtemelen sesimizi duyabilecekleri için ondan baba diye bahsetmişti ancak benim takıldığım şey bu değildi, Sadullah’ın piyanoya düşkünlüğü şaşırtmıştı beni.

Her piyano gördüğümde olduğu gibi uçları karıncalanan parmaklarımı birbirine geçirerek Sadullah’a döndüm. “İsterseniz piyanist gelene kadar durumu idare edebilirim.”

Aral da dâhil olmak üzere hepsi şaşkınca bana döndüğünde, kendini en hızlı toplayan Aral olmuştu. Zira nişanlım olarak piyano çaldığımı bilmemesi tuhaf kaçardı.

“Piyano çalmayı biliyor musun?”

Hafifçe gülümsedim. Bu, buraya geldiğimden beri takındığım ilk samimi gülümsemeydi ve bunun sebebi de onlar değil piyanoydu, yani hatıralarım.

“Dokuz yaşımdan beri,” diyerek gülümsemeye devam ettim.

“Bunu yaparsan piyanistin hayatını kurtarmış olursun ve tabii benim de konuklarıma daha fazla rezil olmamı engellersin.”

“Peki, o halde,” diyerek Aral’a döndüm. “Bana eşlik eder misin?”

Aral başını sallayarak “Tabii,” dediğinde bakışlarından hala şaşkın olduğunu anlayabilmiştim. Kolunu omuzlarımdan indirerek önüme uzattığında koluna girerek Sadullah’a baktım.

“Çalmamı istediğiniz özel bir şey var mı, yoksa kendim mi seçeyim?”

Sorumun üzerine büyük bir memnuniyetle gülümsedi. “Güzel bir seçim yapacağından eminim.”

Başımı sallayarak onu onayladığımda Aral’ın yönlendirmesiyle piyanoya doğru ilerlemeye başladım.

“Piyano çaldığını söylememiştin.”

Aral’ın tuhaf tınılı sesini duyduğumda başımı kaldırarak ona baktım ama onun yeşilleri etrafta geziniyordu.

“Neden söyleyecektim ki? Konusu açılmamıştı sonuçta.”

Haklı olduğuma kanaat getirmiş olsa gerek bir şey demeyip sustuğunda ben de kendi kabuğuma çekilerek ne çalmam gerektiğini düşündüm. Lakin karar vermem hiç zor olmamıştı.

Piyanonun yanına geldiğimizde Aral, piyanonun önündeki koltuğa oturmama yardımcı olduktan sonra piyanonun etrafından dolanarak büyük cam duvarın önüne geçti. Bunu muhtemelen konukların beni daha rahat görebilmeleri, ayrıca da kendisinin etrafı daha net bir şekilde gözlemleyebilmek için yaptığını düşünmüştüm.

Omzumdaki şalı indirerek yanıma koyduktan sonra elimi uzatarak piyanonun kapağını kaldırdım. Biz buraya ilerlerken dikkatler üzerimize çekilmişti ve piyanonun başına geçtiğimden beri salonu derin bir sessizlik kaplamıştı. İnsanların beni dinlemek için sessizleştiklerini biliyordum, buna alışık sayılırdım.

Ellerimi beyaz tuşların üzerinde zarifçe gezdirdikten sonra başımı kaldırarak Aral’a baktım, beni izlediği için göz göze gelmiştik.

“Çalacağım parçanın ismi, Moonlight Sonata; yani Ay Işığı Sonatı,” diye mırıldandım onun duyabileceği bir ses tonuyla. “Parçayı çaldıktan sonra sana hakkındaki efsaneyi anlatacağım.”

Başını sallayarak beni onayladığında tekrar önüme döndüm ve yıllar yılı ezberimde olan parçayı çalabilmek için gözlerimi kapayıp parmaklarımı tuşların üzerine bıraktım.

Üç kısımdan oluşan uzun bir parçaydı. Başı oldukça ağırdı, ortada biraz daha hızlanıyordu ve esas çıkışını da en sonunda yapıyordu ancak buna rağmen en sevilen yeri ilk kısmıydı. Benimse en sevdiğim şey gerçek olmadığını bilmeme rağmen hakkında anlatılan efsaneydi.

Yaklaşık on beş dakikalık bir yolculuğun ardından parmaklarımın tuşlarla olan dansına son verdiğimde büyük bir alkış koptu. Alkışlardan çok piyano çalmanın vermiş olduğu rahatlamayla gülümseyerek ayaklandım ve konuklara dönerek hafif bir baş selamı verdim. Bakışlarım onlarca kişinin arasında Sadullah’ın gözlerine takıldığında yüzündeki gururlu ifadeyi seçebilmiştim.

Sanırım isteyerek olmasa da gözüne girmiştim.

Vee bölüm sonu :’)

Baya olaylı ve kör düğümlü, neticesinde de birçok şeyin açığa çıktığı bir bölümdü. Umarım sevmişsinizdir.

Sadullah Koroğlu’nun, Aral’ın hayatındaki yerini öğrendiniz. Bundan sonra Tamay’ın hayatında da önemli bir yere sahip olacak gibi, siz ne düşünüyorsunuz?

Tamay’ın yeni bir yeteneğini daha keşfettik bu bölüm. Piyanonun Tamay’ın hayatında çok büyük bir rolü var ve zaman geçtikçe sizler de onun bu tutkusuna daha iyi tanık olacaksınız.

Aral’ın ketumluğu hakkında neler düşünüyorsunuz? Ya da Tamay’a söyledikleri hakkında?

Oy ve yorumlarınızla bölümü parlatırsanız çok sevinirim.

Yeni bölümde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın.

 

 

Loading...
0%