Yeni Üyelik
9.
Bölüm

BÖLÜM - 9

@bayanclara

Piyano benim gücümdü, düşlerimdi, attığım çığlıklardı. Dokuzuncu yaş günümde almışlardı annemle babam, hala evimizin alt katındaki odalardan birinde bulunan beyaz piyanoyu. Büyük bir sürpriz olmuştu bana. Annem, ince parmaklarımın piyanonun tuşları üzerinde gezinirken çok güzel görüneceğini söylemişti. Çok sevinmiştim. O hafta sonu evimize gelen piyano hocasıyla da resmen öğrenmeye başlamıştım piyano çalmayı.

Notaları ve gerekli birçok şeyi öğrendikten ve belli bir düzeye erişebildikten sonra, yani yaklaşık bir sene kadar sonra yaptığım tek şey piyano çalmaktı. Sabah okula gitmeden önce, okuldan geldikten sonra, yemekten önce, yemekten sonra, ödevlerimi yaptıktan sonra, yatmadan önce… Sürekli piyano çalıyordum. Resmen bu enstrümana âşık olmuştum.

Piyano hocam birkaç sene daha geldikten sonra ders vermeyi bırakmıştı. Zaten ihtiyacım da kalmamıştı. Amacım öyle dünyaca ünlü bir piyanist olmak değildi, hobim olarak görüyordum bunu; ama beni her şeyden soyutlayacak kadar büyük bir hobi.

Bir zaman sonra piyano bestelerini duygularımla yönlendirmeye başlamıştım. Bir şeye çok mu üzülmüştüm? Piyanonun başına geçer ağır bir şeyler çalardım. Hatta bazen ağlayarak çalardım, rahatladığımı hissederdim. Çok mu mutluydum? Hareketli şeyler çalardım. Çalar ve kendimce şarkı mırıldanırdım. Kısacası en büyük ve en güzel oyuncağımdı piyanom.

Ondan ilk ayrı kalışım, annemle babamı kaybettiğimde gerçekleşmişti. Hayata küsmüş ve neden yaşadığımı sorgular hale gelmişken -üstelik sadece on iki yaşındaydım­- piyano çalmak gelmemişti içimden. Piyano bana annemi hatırlatıyordu, babamla gülüşmelerimizi hatırlatıyordu. Evimizdeki piyanonun her bir kenarında onların parmak izleri, hayalleri, gülümsemeleri saklıydı. Elim gitmiyordu çalmaya. İstemiyordum, yaşamayı da istemediğim gibi.

Kaza denilen olaydan aylar sonra, ölmeme nedenimin Tuana olduğunu kabullendikten sonra yani, yengem piyanomun boynunun bükük kaldığını söylemişti bana. Ben annemle babamı kaybetmiştim evet ama piyanom bunlara ek olarak beni de kaybetmişti. İnsanların acılarını sevdikleri şeyleri yaparak biraz olsun bastırabildiklerini anlatmıştı. Başlarda inanmamıştım, verdiğim aradan sonra parmaklarımın tekrar piyano tuşlarıyla buluşmak istemediğini düşünüyordum ancak yalnızca birkaç gün arkasında durabilmiştim bu düşüncenin. Çünkü yengemin sözleri kafamı karıştırmış, içimde bir ‘acaba?’ sorusunun oluşmasını sağlamıştı.

Tabii o zamanlar amcamlarda kalıyorduk. Yengem de istemememe rağmen bizim evden piyanomu getirtmiş ve kendi evlerindeki çatı katındaki geniş odaya koydurtmuştu. Normalde boş olan odayı benim için dizayn ettirmiş ve harika bir piyano odası haline getirtmişti. Odaya iki tane L koltuk, genişçe bir vitrin ve süs eşyaları almıştı. Vitrin benim ve Tuana’nın fotoğraflarıyla doluydu ancak çoğunluğu benim piyano çalarkenki fotoğraflarım kaplıyordu.

Eski piyano hocamla yaptığımız derslerden birini rüyamda gördüğüm bir gece kan ter içinde uyanmış ve su içmek için mutfağa inmiştim. Ancak merdivenleri tekrar tırmandığımda kendimi odamda değil, piyanomun başında bulmuştum. Aylardır elimi bile sürmediğim, annemden yadigâr olan piyanomda.

Elimdeki bardağı L koltukların ortasındaki sehpanın üzerine bıraktıktan sonra yanaklarımı ıslayan gözyaşlarımla birlikte piyanoma yaklaşmış ve buz kesen parmak uçlarımı piyanomun üzerinde gezdirmiştim usulca. Elime hiç toz bulaşmamıştı, çünkü yengem kullanmamama rağmen o odayı da piyanoyu da sürekli temizlettiriyordu.

Kış ortasıydı, üzerimde incecik bir pijama takımı vardı ancak evin içi sıcacıktı. Buna rağmen üşüdüğümü hissediyordum. Eski bir dostla buluşmuş olmak beni hem korkutmuş hem de üşütmüştü, çünkü kendimi ona karşı suçlu hissediyordum. Hem de çok.

Bir süre öylece ayakta dikildikten sonra oradan eli boş dönersem sabaha kadar gözlerimi kırpamayacağımı bildiğimden kendimi cesaretlendirmiş ve piyanonun önündeki küçük oturağa bırakmıştım kendimi. Piyanonun kapağını kaldırmak için uzanan parmaklarım titriyordu. Yine de başarmıştım. Kapağı açmış ve görene kadar hasretinden bu kadar canımın yandığını fark edemediğim tuşlarla göz göze gelmiştim.

Ağlamıştım. Hem de deli gibi. Ve işin garibi, tuşların da ağladığını hissetmiştim. Benim için. Acımız için. Kaybımız için. Tekrar buluşmamız uzun zaman aldığı için.

Parmaklarımı uzun uzun tuşların üzerinde gezdirdikten sonra farkında bile olmadan o parçayı çalmaya başlamıştım; Ay Işığı Sonatı’nı. Çünkü bu annemin en sevdiği besteydi, çünkü o da benim gibi parça hakkında anlatılan efsaneye bayılırdı. Çünkü ben de sırf annem bayıldığı için çok seviyordum o besteyi.

O gece ağlayarak saatlerce aynı parçayı tekrar edip durmuştum. Piyano sesini duyup odaya gelen amcamla yengemi umursamadan, onlarla göz teması bile kurmadan sessizce akıttığım gözyaşlarımla birlikte çalmıştım parçayı. Bir daha, bir daha ve bir daha… O günden sonra bir daha hiç ayrılmamıştım piyanomdan.

Zaman geçtikçe yengemin haklı olduğunu anlamıştım. Piyanom sayesinde ayakta durabilmiştim, onun sayesinde biraz olsun normal hayata dönebilmiştim. Amcam sürekli uğraşacak bir şeylerle meşgul olmam için derslerimi aksatmayacak şekilde bir sürü kursa göndermişti beni. Dans etmeyi öğrenmiştim; keman çalmayı, basketbol oynamayı… Büyüdükçe ve sıkıldıkça değişmişti kurslarım ancak piyanoya olan aşkım hep aynı kalmıştı. Önceliğim hep o olmuştu. Diğer her şeyi bıraktığımda bile yalnızca onunla kalmıştım.

Oturduğum yerde elimdeki kokteyl bardağını izlerken kafamın içinde bu düşünceler vardı. Kulaklarım ben piyano çalmayı bitirdikten ve Sudallah’ın yaptığı konuşmanın ardından davete katılan piyanistin düşük tonda çaldığı besteyi dinliyordu. Kaç saattir burada olduğumuzu bilmiyordum, ne zaman gideceğimizi de. Piyano çaldıktan sonra Aral’ın yönlendirdiği koltukta oturuyorduk hala daha. Canım fena halde sıkılmaya başlamıştı ama ağzımı açıp da bir şey diyemiyordum, çünkü diyecek yüzüm yoktu. Kendi hatam sonucu buradaysam sonuçlarına da katlanmak zorundaydım. Aral’sa oturduğumuzdan beri dikkat çekmemeye çalışarak etrafı seyrediyordu. Sanırım davetliler şüphelenmesin diye de ara ara kısa şeyler soruyordu. İçecek bir şey ister miydim, bahçeye çıkmak ister miydim, canım çok sıkılıyor muydu, vs. Doğruyu söylemiyor ve idare ettiğimi belirtiyordum elbette. Adamı görevinden alıkoyma gibi bir lüksüm yoktu sonuçta.

Aral, elindeki su bardağında kalan suyu tek dikişte bitirdikten sonra oturduğumuz koltuğun yanındaki sehpaya bıraktı ve boşalan elini çenesini yaslayarak bakışlarını etrafta gezdirmeye devam etti. Geldiğimizden beri etrafta gezinen çalışanlardan veyahut geniş salonun bir köşesindeki yiyecek-içecek masasından hiçbir şey almamıştı. Davetliler kadeh kadeh içki yuvarlarlarken onun yalnızca su içmesi tuhafıma gitse de bir şey dememiştim yine. Kendime içecek bir şeyler almak için ayaklandığımda da benden su istemişti yalnızca. Belki de şu klasik görev başında içilmez kuralına uyuyordu.

Hiç içesim olmadığı halde sırf can sıkıntısından alkolsüz kokteylimden birkaç yudum aldığım sırada Aral’la birlikte oturduğumuz üçlü koltuğa, yani hemen sol yanıma benim yaşlarımda bir kadın oturdu. Aral, kadına göz ucuyla baktıktan sonra pek de umursamayarak önüne döndüğünde sırtımı oturduğumuz koltuğun arkasına yaslayarak çaktırmadan kadını izlemeye başladım. normalde insanları dikizlemek huyum olmasa da burada can sıkıntısından milletin ne giydiğini, saçını başını nasıl yaptığını gözetler olmuştum…

Koyu kahve rengindeki saçlarını ensesinde küçük bir topuz halinde toplamış olan kadın; beyaz, kalın askıları olan bir elbise giymişti ve doğrusunu söylemek gerekirse hoş görüntüsüne rağmen şu an salonda olan kadınların çoğundan oldukça sadeydi. Gerçi sorun onda ya da üzerimdeki kıyafete rağmen diğer kadınlardan daha gösterişsiz duran bende değildi. Diğer kadınlar dediğim kesim cidden aşırı gösterişliydi.

Bakışlarımı kadında ne kadar uzun tuttuysam artık, dikkatini çekmiştim. Başını çevirip ela renkteki gözlerini yüzüme diktiğinde her ne kadar hiçbir şey olmamış gibi önüme dönmek istesem de ayıp olacağını bildiğimden hafifçe gülümsemeye çalıştım. “Merhaba.”

Kadın kabalığımı oldukça normal karşılayarak benden daha samimi bir şekilde gülümsedi. “Merhaba.” Oturduğu yerde biraz bana doğru döndü. “Siz de sıkıldınız sanırım?”

Konuşacak birini bulmuş olmanın mutluluğuyla kendimden beklemediğim bir hızla atıldım. “Ah, evet. Böyle bir davete ilk kez geliyorum ve tanıdığım kimsenin olmaması tuhaf hissettirdi, biraz da yalnız tabii.”

Kadının gülümsemesi anlayışlı bir tebessüme dönüştü. “Ben de ilk geldiğimde sizin gibi hissetmiştim, gerçi ben eşim kadar katılamıyorum böyle yerlere ama ilk geliş daha farklı oluyor tabii.” Bakışları kısa süreliğine omzumun üzerinden Aral’a kaydıktan sonra tekrar bana döndü. “Eşinizi birkaç defa görmüştüm ama.”

Duyduğum kelimesi beni oldukça tuhaf hissettirse de çaktırmamaya çalıştım. “Eşim değil, nişanlım ve evet, bana rağmen o çok sık katılır.” Yani umarım katılıyordur…

“Alyansınızın olmamasından şüphelenmiştim aslında,” diyerek hafifçe kıkırdadı. Ellerimizi ne ara incelediğini anlamamıştım bile. Herkesi kendim gibi acemi görmeyi bıraksam iyi ederdim sanırım.

Gülüşüne zorlama bir gülümsemeyle karşılık verdiğimde kucağındaki elini kaldırıp bana uzattı.

“Bu arada ben Gözde.”

Elimdeki kokteyl bardağını sol elime geçirerek sağ elimi ona uzattım. “Ben de Tamay.”

“Tanıştığıma memnun oldum.”

“Ben de.”

Elini geri çekerken biraz daha dönmüştü benden tarafa. Sanırım onun da birileriyle muhabbet etmeye ihtiyacı vardı.

“Ne iş yapıyorsun Tamay?”

“Doktorum,” diyerek gülümsedim. Mesleğime âşık biri olarak adı geçtiği anda bile gülümserdim. “Kadın doğum uzmanıyım.”

Gözde’nin gözleri irice açıldı. “Sahi mi? Ben de!” Duraksayarak başını salladı. “Yani ben de doktorum ama çocuk doktoruyum.”

Bir meslektaşımı bulmanın verdiği heyecanla “Ah, süper,” diye mırıldandım. “Hangi hastanede çalışıyorsun?”

“Burada çalışmıyorum ben,” diyerek başını omzuna doğru eğdi. “Yani aslında Yalova’da oturuyorum, orada da özel bir hastanede çalışıyorum. Zaten o yüzden böyle davetlere pek katılamıyorum, hastaneden çıkıp buraya gelmek pek mümkün olmuyor.”

“Anlıyorum,” diyerek başımı salladım. Belki de böylesi daha iyiydi zira ben her zamanki rahatlığımla hiç düşünmeden lafa atlamıştım. Oysa nerede çalışıp çalışmadığımı buradan birine söyleme iznim olup olmadığını bilmiyordum. Her ne kadar şu an hemen yanımda oturan Aral’ın bir kulağının bizde olduğundan emin olsam da açık verdiğim an toplamasının hiç kolay olmayacağını tahmin edebiliyordum.

Neyse ki Gözde bocalamamı fark etmeyerek hastanede yaşadığı birkaç olayı anlatmaya başladığında can kulağıyla ve tabii bir de ağzımdan yanlış bir şey kaçırmamaya dikkat ederek onu dinledim. Milletin ne giydiğine dikkat etmektense doktor anıları dinlemeyi tercih ederdim.

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Gözde’yle öyle bir kaptırmıştık ki, kendimizi davetten tamamen soyutlayarak birbirimizin anlattığı komik hasta anılarına gülüp duruyorduk, ta ki ansızın belime dolanan el beni geriye çekip kendine yaslayana dek.

Sırtım, Aral’ın geniş göğsüne yaslandığında -eli de beni geriye çekebilmek için sıkı bir şekilde dolanmıştı belime- neye uğradığımı şaşırarak gözlerimi büyüttüm ve başımı çevirip yalnızca birkaç santim uzağımda duran yeşillere baktım. Sanırım gözlerine ilk defa bu kadar yakından bakıyordum.

Çok güzeldi. Gözleri gerçekten çok ama çok güzeldi.

Gif

Aral, oldukça düz bir ifadeyle şaşkın yüzüme baktıktan sonra kaşlarını kaldırarak arkamda kalan tarafı işaret ettiğinde şaşkınlıktan arınamamış olsam da başımı tekrar önüme çevirdim ve Gözde’nin bir adamla konuştuğunu gördüm. Sıcak tavrından anladığım kadarıyla kocasıydı ve benim geri çekilmem ile açılan boşluğu dolduran Gözde sayesinde koltuğun diğer ucuna sığabilmişti.

Gözde eşiyle bir şeyler konuştuktan sonra gülümseyerek bana dönüp beni eşiyle tanıştırırken tüm dikkatim karnımın üzerinde duran büyük eldeydi. Dokunuşundan öylesine etkilenmiştim ki ne kadar istesem de Gözde’nin sözlerine odaklayamıyordum kendimi.

Aral muhtemelen her ne kadar geniş olsa da üç kişilik olan koltuğa dört kişi oturduğumuzdan sıkışık bir halde olduğumuz için çekmiyordu elini. Çekemiyor desek daha doğru olurdu sanırım, zira çekse bile koltuğun arkasına yaslamaktan bir şey yapamazdı çünkü elini koyması gereken yerde koca sırtım ve ben vardık. Böyle bir ortamda gevşek gevşek oturamayacağı için de mecburen beni kendine yaslamıştı.

foto

Zar zor da olsa adının Cenk olduğunu öğrendiğim adamla kısa bir tanışma faslı geçirdikten sonra -Aral, Gözde’nin kocasıyla tanışıyor olsa gerek kısa bir baş hareketiyle adamı selamlamıştı- Cenk, Gözde’yi de alarak yanımızdan ayrıldı.

Onların arkalarını dönerek ilerlediklerini gördüğüm an sanki Aral’ı rahatsız etmişim gibi hızla koltuğun boş tarafına kaydım. Aral beni kendine çektiğinden beri tüylerimin diken dikendi. Yalnızca saniyeler önce belime sıkı sıkıya sarılarak beni kendi bastıran kolun belimde ve karnımda bırakmış olduğu yangını da fena halde hissediyordum hala.

Dokunuşundan ne denli etkilendiğimi görebilecekmiş gibi utanarak yüzümü Aral’dan tarafa dönmesem de bakışlarının benim üzerimde olduğunu hissedebiliyordum ve bu beni mümkünmüş gibi daha da geriyordu. Niye böyle oluyordu? Alt tarafı küçük bir dokunuştu, başkası yapsa umursamazdım bile belki de. Neden Aral yapınca farklı hissediyordum?

Bu şekilde davranarak daha fazla dikkatini çekeceğimi bildiğimden fark ettirmemeye çalışarak derince nefeslenip kahvelerimi onun yüzüne taşıdım ve göz göze gelmemize neden oldum. Çatık kaşlarının altında kalan ve içinde şüphe tohumları barındırdığına emin olduğum yeşillerine bakarak “Ne zaman gideceğiz?” diye sordum. Sesimin rahat bir tonda çıktığına emindim ancak Aral gerginliğimi anlamış gibi bakıyordu yüzüme.

Sorumun üzerine hala çatık olan kaşlarıyla birkaç saniye boyunca yüzümü inceledikten sonra “Henüz değil,” diye mırıldandı. “Biraz daha kalmamız gerekiyor.”

“O halde,” diye mırıldandım kaçacak bir yer ararken. “Lavaboya gidebilir miyim?”

Kaşları biraz daha çatıldı. “Tabii ama bir sorun mu var?”

Görünüşe göre senin umurunda bile olmayan ancak benim tüylerimi diken diken eden bir sorunum var, Başkomiser.

“Yo, hayır,” diyerek başımı salladım. İnandırıcı olmaya çalışıyordum ancak ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı tabii. “Sadece biraz daraldım. Elimi yüzümü yıkamak istiyorum.”

“Seninle gelmemi ister misin?”

“Yok, yok, yani gerek yok.” Duraksayarak bakışlarımı kısa süreliğine etrafımda gezdirip kimsenin umurunda olmadığımıza emin olarak tekrar Aral’a döndüm ve ses tonumu kısarak konuşmaya devam ettim. “Hem seni işinden alıkoymak da istemem.”

“Sorun olma-”

“Olsun,” diyerek kestim sözünü. Zaten oldukça suçlu hissediyordum kendimi, onu daha fazla engellemek istemiyordum. Hem zaten yüzüme soğuk su çarpmayı onun yüzünden istiyordum, ne diye peşimden gelmeye kalkıyordu ki? “Sen bana yerini tarif et, hemen gider gelirim ben.”

Aral kısa bir süre emin olamamış gibi yüzüme baksa da sonunda razı olarak “Üst katta,” diye mırıldandı. “Koridorun sonunda, soldaki kapı.”

“Tamam,” diyerek başımı salladım ve hala omuzlarıma sarılı olan şalı düzeltip koltuktan kalktım. Ona arkamı döndüğüm an rahatlayarak derin bir nefes vermemi anlamlandıramamıştım bile.

Misafirlerin yüzlerine bakmadan aralarından sıyrılarak salondan çıktım ve merdivenlere yöneldim. Vakit geçirmek için yavaş adımlarla merdivenleri tırmanarak ve tabii geçtiğim yerleri dikkatle inceleyerek üst kata vardığımda Aral’ın tarifi üzerine koridorun sonuna doğru ilerledim. Sandığımın aksine üst katta kimseyle karşılaşmamıştım.

Lavabonun önüne varacağım an kapısı açıldı ve davete ilk katıldığımız anlarda tanıştığım Demet dışarı çıktı. Sadullah’ın kızı olduğunu bilmek beni hafifçe gerse de bunu ona belli etmemeye çalıştım.

Başını çevirerek göz göze gelmemize neden olduğu an önce hafifçe şaşırdı, sonraysa beni şaşırtacak kadar geniş bir gülümseme belirdi yüzünde.

“Ah, Tamay? İstesem bu kadar denk getiremezdim. Ee, ne demişler? İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş.”

Kadının bu sıcak tavrı karşısında o kadar şaşırdım ki bir an ne diyeceğimi bilemedim. Ayrıca ne olduğunu anlamasam da bir şeyler ima ettiğinin farkına varmıştım.

“Şey,” diye mırıldandım, ne diyeceğimi bilemediğimden. “Bir sorun yok ya?”

Gülümsemesi iyiden iyiye genişledi. “Yok, sorun değil. Çok güzel bir şey aksine... Biraz da şanslıyım galiba, aramıza katılmana denk geldi.”

Yüzümdeki sahte gülümsemeyi sindirmemeye gayret ederek “Bir şey anlamadığımı söylesem kabalık etmiş olur muyum?” diye sordum ve bu sorum onun neşeyle kıkırdamasına neden oldu.

“Ah, hayır tabii ki,” diyerek uzandı ve oldukça dostane bir tavırla kolumu okşadı. Nasıl bu kadar sıcakkanlı olabildiğini anlayamamıştım doğrusu. “Benim hatam aslında, bilmece gibi konuşuyorum ama bana da hak vermelisin. İlk defa başıma geliyor ve daha Ekin’e bile söylemedim.”

Sanırım şimdi bir şeyler anlamaya başlamıştım. Kaşlarım hafifçe havalanırken “Sen,” diye mırıldandım ve bu bile yetti ağzındaki baklayı çıkarmasına. Elini elbisesinin üzerinden olmayan göbeğinin üzerine koyup şefkatle okşadı.

“Evet, hamileyim ama daha doktora gitmedim. Çünkü iki gün önce test yaparak öğrendim ve ne olur ne olmaz diyerek doktora gitmeden evvel kimseye söylemek istemedim. Tam da güvenebileceğim birini arıyordum ki babamdan Aral’ın nişanlısının kadın doğum uzmanı olduğunu öğrendim. Aral aramıza katılalı çok uzun zaman olmasa da babamın ona ne kadar çok güvendiğini biliyorum. E, onun nişanlısı da onun kadar güvenilirdir diye düşündüm. Yanılıyor muyum?”

Hem de çok.

“Şey,” diye mırıldandım bir kez daha. Bugün bu kelimeden başka bir şey çıkmıyordu sanki ağzımdan. “Yani güveninizi kazanabildiysek ne mutlu bize.”

Sanırım suyuna gitmeliydim. Hem Asaf amcam Sadullah’ın gözüne girmemi istememiş miydi? Bu doktorculuk mevzuları ne kadar güvenilirdi bilemiyordum tabii ama kızının gözüne girmek demek, Sadullah’ın gözünde bir derece daha yükselmek demekti. Yani sanırım öyleydi…

Demet duyduğu cevaptan memnun olarak başını salladı.

“Ben de seni sıkıştıracak bir yer arıyordum aslında, burada karşılaşmamız çok iyi oldu. Dediğim gibi Ekin’e çaktırmamaya çalıştığım için biraz yorucu oluyor. Bana telefon numaranı verebilir misin? Böylece randevulaşmamız daha kolay olur.”

Bunun iyi bir fikir olup olmadığını düşünecek kadar vaktim yoktu ama olumsuz bir cevap veremeyeceğimin de farkındaydım. O yüzden başımı salladım. “Tabii, olur.”

Telefon numaramı ona verdikten sonra beni yarın uygun bir vakitte arayacağını söyleyerek ayrıldı yanımdan. Bense o koridorda gözden kaybolana dek saf saf baktım arkasından.

“Umarım,” diye mırıldandım kendi kendime. “Umarım işleri sarpa saracak bir şey yapmamışımdır.”

Sıkıntılı bir şekilde iç çektikten sonra önüme döndüm ve birkaç adımda Demet’in çıkarken açık bıraktığı kapıdan içeri süzüldüm. Lavaboya girdikten sonra arkamdan kapıyı kilitleyerek musluğun olduğu tarafa doğru ilerledim. Banyo, bizim evdeki mutfağın bir buçuk katı kadardı neredeyse. Gerçi evin büyüklüğü hesaba katılırsa küçük kaldığı bile söylenebilirdi (!)

Aynanın önüne geçerek bakışlarımı yüzüme diktim. Esmer tenim ve yüzümdeki makyaj sayesinde rengimde pek bir oynama olmamıştı ancak yanaklarımın hala yandığını hissedebiliyordum. Aral’ın dokunuşunun üzerimde oluşturduğu etkiyi düşünmeme bile fırsat tanımamıştı Demet. Gerçi düşünsem ne olacaktı ki? İşin içinden sıyrılabilecek miydim?

Bir kez daha iç çekerek başımı öne doğru eğdim ve soğuk tarafını açtığım suda önce ellerimi yıkadım, sonra da makyajıma zarar vermeyecek şekilde yüzümü ve boynumu ıslattım. Soğuk su içimdeki yangını söndüremese de vücudumdaki harareti biraz olsun almayı başarmıştı.

Duvarda asılı olan peçetelikten birkaç tane peçete alıp kurulandım ve salık olan saçlarımı ellerimle düzeltip güzelce sırtıma yaydım. Elimi yüzümü yıkarken kayan şalı da tekrar omuzlarıma sardıktan sonra -evin sıcaklığında daralıyordum aslında ama Aral’ın ikazı yüzünden çıkaramıyordum da- bakışlarımı son kez lüks banyonun içinde gezdirip kapıya doğru ilerledim. Biraz önce hissettiğim ve hala etkisinden çıkamadığım duyguları düşünmek istemiyordum, Demet’in söylediklerini de aynı şekilde. En azından şimdi değil.

Dalgın bir şekilde kapının kilidini açarak dışarı çıktığımda gördüğüm kişiyle afallayarak duraksadım. Banyonun hemen karşısındaki duvara sırtını yaslayarak ellerini ceplerine sokmuş olan kişi, Sadullah’ın yanındayken gözlerini benden ayırmayan adamdan başkası değildi. Gerçekten bir bu eksikti…

Kaşlarım hızla çatılırken adamın lavaboya gelmiş olabileceğini umarak hiçbir şey olmamış ve hiç göz göze gelmemişiz gibi yanından geçip gitmeye kalksam da önüme uzattığı eli yüzünden birkaç adımdan fazlasını atamamıştım.

“Bu kadar güzel bir hanımefendiye böylesine kaba olmak yakışıyor mu hiç?” diyerek yalancı bir tavırla beni cıkcıkladığında ona dik dik bakarak “Ne istiyorsunuz?” diye sordum. Sesim oldukça sert çıkmıştı, çünkü bu adamdan hiç hoşlanmamıştım. Üzerindeki ceketi çıkarmış, giydiği beyaz gömleğin üst düğmelerini de açmıştı. Çakırkeyif olduğunu anlamak hiç zor değildi.

Sırtını yaslandığı duvardan çekerek omuzlarını dikleştirdi ve muhtemelen çekici olduğunu düşündüğü bir gülümsemeyle bakışlarını yüzümde gezdirdi. Oysa şu an bende uyandırdığı tek his yoğun bir mide bulantısıydı.

“Gerçekten Aral’ın nişanlısı olup olmadığını anlamaya çalışıyorum,” diyerek başını eğdi ve şaşkınlıktan geri çekilememiş olmamı değerlendirerek yüzlerimizi hizaladı. “Ama bir türlü inanasım gelmiyor.” Gülerek geri çekildi. “Senin gibi bir kadının o herifle ne işi olur, öyle değil mi ama?”

Başıma ne tür bir bela aldığımı düşünmemeye çalışarak birkaç adım geriledim ve oldukça sinirli bir şekilde adama dik dik baktım. “Bence sizin aklınız başınızda değil, içkiyi fazla kaçırdıysanız demek. Karşıma geçip haddiniz olmayan laflar edeceğinize yardımcılardan size sert bir kahve yapmalarını isteyin bence.”

Gülmeye devam etti. Sözlerim onu sinirlendirmek yerine keyiflendiriyor gibiydi ve bu da beni daha çok kızdırıyordu.

“Benim aklım gayet yerinde, hiç endişen olmasın,” diyerek göz kırptı. “Hatta senin de aynı nişanlın diye nitelendirdiğin adam gibi bir anda ortada beliriverdiğini anlayacak kadar iyiyim. Sahi, bunca zaman adın bile bilinmiyorken neden aramıza katılma teşrifinde bulundun? Rahatını bozacak bir şey mi oldu?”

Adamın laubali ve bir o kadar da imalı laflarını nereye çekmem gerektiğinden emin olamamıştım. Ağzımdan laf koparmaya çalıştığı belliydi ancak asıl öğrenmeye çalıştığı şey neydi, işte onu bilmiyordum.

“Saçma sapan laflar edeceğinize önümden çıksanız mı artık? Şakanın da bir dozu var.”

Sorularını es geçmem karşısında ellerini tekrar ceplerine yerleştirerek omuzlarını dikleştirdi. “Çözeceğim,” diye mırıldandı, gözlerime anlam vermekte zorlandığım bakışlar atarken. “Nereden geldiğinizi de, niye geldiğinizi de çözeceğim. Senin bu işlerle ilgili ne kadar bilgin var bilmiyorum ama elbet öğrenirim. Kim bilir, belki o zaman parmağına gerçek nişan yüzüğünü geçiren kişi ben olurum? Bu güzelliğe yazık etmek istemem doğrusu.”

Resmen şok olmuş bir vaziyette karşımdaki hala adını bile bilmediğim densiz adamın tehditvari konuşmalarını dinlerken koridorun diğer ucundan sert ve bir o kadar da gür bir ses duyuldu.

“Ne oluyor orada?”

Sonrasında muhtemelen bu ana tanık olduğu için pişmanlık duyacağım adamın sesini duymak o an için iyi gelmişti. Kurtarıcısını bulmuş biri gibi sevinmiştim istemsizce. Daha doğrusu rahatlamıştım, zira karşımdaki adam biraz daha konuşmaya devam etseydi arkama bile bakmadan koşmaya başlayabilirdim.

Aral’ın adım sesleri çoğalırken kendimi geriye çekerek karşımdaki adamla arama haddi sayılır bir mesafe koydum. Zaten Aral’ın hızla gelip o arada, yani tam önümde durması çok uzun sürmemişti.

“Oo, Aral Bey, siz de mi buradaydınız? Biz de sevgili nişanlınızla biraz sohbet ediyorduk.” Sözlerinin ardından bakışlarını Aral’ın omzunun üzerinden bana çevirip imalı imalı sırıttı. “Doğruyu söylemek gerekirse nişanlınızın güzelliği karşısında zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışım. Sizi çok bekletmesine neden olmadım ya?”

Densiz herifin sözleri karşısında ağzım aralanırken Aral ondan beklemediğim bir hızla uzandı ve adamın yakalarından tuttuğu gibi onu sertçe arkasındaki duvara yasladı. Ben tiz bir çığlıkla süslendirdiğim dudaklarımı hızla elimle örttüğüm sıra, adam Aral’ın bu harekinden zevk alırcasına sırıttı.

“Bana bak Volkan, seni son kez uyarıyorum. Elimde kalırsın, alan olmaz. İzin vermem, anlıyor musun beni? İzin vermem.”

İsminin Volkan olduğunu öğrendiğim adam, Aral’ın sert sesine ve kızgın görüntüsüne aldırış etmeyerek sırıtmaya devam etti. “Bu kadar sert olmaya gerek yok haşin erkek, nişanlını senden almaya çalıştığım falan yok.” İğrenç sırıtışı büyürken gözleri bir kez daha bana döndü. “Ha, nişanlının canı sıkılır -belki de gözü açılır demem daha doğru olur- ve bana gelmek isterse elbette reddetmem onu. Onun gibi birini kim reddedebilir, söylesene.”

Aral iyiden iyiye delirerek onu sertçe sarstığında canının acıdığını daha fazla saklayamayarak yüzünü buruşturdu. “Kaba kuvvetle hiçbir şey çözülmez dostum, sakin ol. Hem ne demiş atalarımız? İnsanlar konuşa konuşa,” deyip hafifçe sırıtarak bana göz kırptı ve konuşmaya imalı bir tonda devam etti. “Hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırmış.”

“Gebertirim lan seni!”

Aral, öyle bir kükredi ki korkuyla olduğum yerde sıçradım. Damarlarımda gezinen korku Aral’ın, Volkan denen adamın suratına kafasını gömmesiyle had safhaya ulaştı ve zangır zangır titremeye başladım. Bunların yaşandığına inanamıyorum. Gerçekten. İnanamıyordum.

Adam acıyla yüzünü buruşturarak kanlar akan burnunu tuttuğunda Aral onu bir kez daha sertçe duvara çarptı. “Bir daha ağzından onunla ilgili bir şeyler çıktığını duyarsam, ona dil uzattığını görürsem seni ölmekten beter ederim. Anladın mı lan, piç herif? Bu zamana kadar sustuysam edebimden, ancak daha fazla kendini önemli biriymişsin gibi görmene izin verirsem de edepsizliğine yataklık etmiş olurum ki bu hiç benlik bir şey değil. Sadullah’tan falan çekindiğimi de düşünme sakın, zira tam tersine başkasının namusuna göz koyan birinin gözlerini benden önce o oyar. Ayağını denk al, yoksa ben aldırmasını bilirim,” diyerek onu bir kez daha duvara çarptı ancak bu sefer tutmadı. Duvardan sürünerek yere yığılmasına izin verdikten sonra suratına tükürdü. “Siktir git şimdi.”

Ben korkuyla irileşmiş gözlerimi yerde iki seksen uzanan adamdan ayırıp Aral’a çevirdiğimde, Aral bakışlarını bana dokundurmadan uzanıp sert denebilecek bir şekilde kolumu tuttu ve beni yanına çekti. O kadar korkmuş ve o kadar endişelenmiştim ki kolumu acıtan tutuşunu yok saydım. Muhtemelen sinirden gözü döndüğü için ne yaptığının o da farkında değildi.

Beni çekiştirerek koridorun diğer ucuna yürümeden önce yerde burnunu tutan adama sert bir tekme atmayı da ihmal etmemişti.

Süt dökmüş kedi misali hiçbir şey demeden beni çekiştirmesine izin verdiğimde saniyeler içinde koridorun diğer ucunda, hemen sonra da merdivenlerin dibinde buldum kendimi. Hiç vakit kaybetmeden dış kapıya doğru ilerlediği sırada birden durdu ve boştaki elini yumruk yaparak gözlerini yumdu. Sessizce neden durduğunu anlamaya çalıştığım sıra birden kolumu bıraktı ve gözlerini açıp bana hiç dokundurmadan büyük salonun girişine çevirdi. “Sen burada bekle, ben Sadullah’a gittiğimizi haber verip geleceğim.”

Hâlbuki daha lavaboya gitmeden evvel ne zaman gideceğimizi sorduğumda henüz vaktinin olduğunu söylemişti. Şimdiyse çıkacağımızı söylüyordu. Muhtemelen yukarıdaki olay sinirleriyle kalmayıp planlarını da alaşağı etmişti.

Kendimi fazlasıyla suçlu hissederken zar zor çıkan sesimle “Tamam,” diye mırıldandığımda vakit kaybetmeden yanımdan ayrılarak salona girdi. Harap olmuş sinirlerimle dudaklarımı dişlerken ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Her şey berbat olmuştu, Volkan denen şerefsiz adamın imalı sözlerinden pek anlamasam da benim üzerimden Aral’ı tehdit ettiğini sezebilmiştim. Beni nişanlısı olarak tanıtmak zorunda kalması yetmiyormuş gibi bir de diğer adamları başına musallat etmiştim…

Aral sinirlenmekte de delirmekte de çok haklıydı. Sadullah’a yalan söylemekle öyle büyük bir hata yapmıştım ki bu işin içinden nasıl çıkacaktım, nasıl çıkabilecektik hiç bilmiyordum. Yapabildiğim tek şey başımıza açtığım bu dertler yüzünden kendime kızmaktı. Elbette bilerek yapmamıştım, bilsem asla yapmazdım zaten ama bu, olanların benim hatam sonucu oluştuğunu değiştirmiyordu.

Tedirgince beklemeye devam ettiğim sıra Aral’ın salondan Sadullah’la birlikte çıktığını gördüğümde istemsizce daha çok gerilerek yerimde dikleştim. Sadullah’ın gür kaşları derinden çatılmıştı o da en az Aral kadar sinirli görünüyordu.

Birkaç adımda yanıma vardıklarında sert bir tonda “Ben Volkan’ın icabına bakacağım,” diyerek elini babacan bir tavırla omzuma koydu. “Sen sıkma canını, tamam mı?”

Nasıl bir tavır sergilemem gerektiğinden emin olamasam da başımı hafifçe sallayarak onayladım onu.

“Nişanlımı böyle ortamlara neden sokmak istemediğimi iyice anlamış olmalısın,” diye mırıldandı Aral. Sesi hala ateş püskürür gibiydi. “Gözümün içine baka baka söylediği şeylerin yenilir yutulur tarafı yoktu, onu sağ bıraktığıma şükretsin.” Sinirle nefeslendi. “Üst kattaki lavabonun önüne serdim onu.”

“Tamam, sakin ol. Gerisi ben halledeceğim dedim.”

Aral, başını kaldırıp Sadullah’a kötü kötü baktı. Sanki daha diyecek şeyleri varmış da kendini zor tutuyormuş gibiydi. Yanaklarını şişirerek ofladı.

“Biz çıkıyoruz. Kuyruk acısı çeken adamını görmeye dayanabileceğimi sanmıyorum.”

“Tamam,” diyerek kaşlarını biraz daha çattı Sadullah. “Sen de sakin olmaya çalış artık. Tamay’ı da al ve size iyi gelebilecek bir yerlere gidin. Kızcağızın yüzünün rengi çekilmiş.”

Aral, Sadullah’ın sözleri üzerine sanki daha önce fark edemediği bir şeyi görürmüş gibi baktı suratıma. Şahit olduğum şeylerin beni ne denli korkuttuğunu yeni fark ediyor gibiydi. Ama kızmıyordum ona, hak veriyordum. O kadar çok sinirlenmişti ki etrafındaki kimseyi göremez olmuştu.

Dilini üst dişlerinin üzerinde gezdirerek “Tamam,” dedi, kısaca. Sonra da Sadullah’la vedalaştı. Sadullah Aral’ın ardından bana dönerek özür dileyen bir surat ifadesiyle “Buraya ilk gelişinin böyle olmasını istemezdim, bir dahakine telafi edelim, olur mu?” diye sordu nazikçe. Sadullah’ın bu halleri kafamı karıştırıyordu. Asaf amcanın anlattıklarını hatırlayınca böylesine kibar bir adamın ne kadar kötü olabileceğini sorgularken buluyordum kendimi ister istemez.

Bir kez daha kesin bir cevap vermekten kaçınarak başımı salladığımda Aral tekrar kolumdan -bu sefer daha kibardı- tutarak evin çıkışına yönlendirdi beni. Dış kapıdan çıktıktan sonra etraftaki korumalarla göz teması kurmaktan kaçınarak yürümeye devam ettim. Malikâneden çıkana, hatta Aral’ın bu iş için ayarlanan spor arabasına binip yola koyulana dek ikimiz de tek kelime etmedik.

Gergin bir ifadeyle kucağıma bıraktığım ellerimi ovarak yolu izlediğim sıra Aral’ın tok sesi yankılandı arabanın içinde.

“Ne dedi o puşt sana?”

Adama ettiği küfürleri doğal karşılayarak usulca yutkundum. Anlatıp anlatmama konusunda tereddüt ediyordum doğrusu, çünkü duyacağı şeyler onu daha çok sinirlendirmekten başka bir halta yaramayacaktı. Ona değil de yarın Asaf amcama anlatsam olmaz mıydı?

Sessiz kalışım onu vazgeçirmeye yetmemişti. “Sana soruyorum, Tamay,” derken ismime yaptığı vurguyu fark etmemek imkânsızdı. Sanırım bu kaçışım olmadığını gösteriyordu. Yavaşça iç çektim.

“Abuk sabuk laflar etti önce, senin yanında söyledikleri gibi yani. Sonra neden birden bire ortaya çıktığımızı sordu. Sen de aylar önce aynısı yapmışsın, öyle dedi. Bir amacımız varmış ve bunu eninde sonunda anlayacakmış. Sonra…”

Söyleyeceğim şeylerden emin olamayarak dudaklarımı dişlediğimde direksiyondaki ellerini sıkarak “Sonra?” diye sordu, dişlerinin arasından. “Sonra ne?”

“Saçmalamaya devam etti işte,” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışsam da izin vermedi.

“Tamay! Sonra ne dedi?”

“İleride,” diye mırıldandım sessizce. “Yani senin foyan ortaya döküldüğünde onun tarafına geçebilirmişim, benim hatalarımı görmezmiş falan iş-”

“Orospu çocuğu!”

Sinirle peş peşe direksiyona vurduğunda irkilerek arabanın kapısına yaklaştım istemsizce. O kadar sinirliydi ki, boynunda beliren damarlar patlayacak gibi görünüyordu.

“Yediremedi şerefsiz. Varlığımı hazmedemedi. İşleri bozulduğu için de kendince öç alacak birilerini arıyor işte. Ama az kaldı… Onu da diğer mafya bozuntularını da deliğe sokmama az kaldı.”

Her ne kadar vereceği cevaplardan korksam da merakıma yenik düşerek “İşlerinin bozulmasının senle ne alakası var?” diye sordum.

Dişlerini gıcırdattı sinirle. “Sadullah’ın bir zamanlar gözde elemanlarından biriydi bu şerefsiz. Karşılıklıydı tabii yaptıkları. Bu Sadullah’ın işlerini yapardı, Sadullah da bunun götünü kollardı.” Fark etmiştim ki sinirlendiği zaman ağzı baya bozuluyordu. “Ben aralarına katıldıktan sonra bunun yaptığı işleri yavaş yavaş bana yüklemeye başladı Sadullah. E, işine de geliyordu tabii lavuğun. Çünkü Volkan’ın gö, yani arkasını kollamaktan bıkmıştı. Bana verdiği tek şeyse paraydı, kolay iş yani.” Arada kendini frenlemesi dikkatimden kaçmamıştı, bu sinirinin biraz da olsa geçtiğini gösterir miydi?

“Bu yüzden mi senden nefret ediyor yani?” diye sordum yavaşça. Başını salladı.

“Sadullah bunun arkasını korumayı bırakınca bu da büyük işler yapamamaya başladı. Büyük iş derken yurt dışına mal kaçırmaktan falan bahsediyorum, hatta götü yiyince silah bile kaçırdığı oluyor. Her neyse işte, Sadullah yardımı çekince işleri tökezledi. Eskisi gibi kazanamamaya başladı. Sebep olarak da beni görüyor tabii.”

Dehşete kapılmıştım onu dinlerken. “Ben,” diye mırıldandım şok içinde. “Ben inanamıyorum.”

“En başından beri boşuna mı sinirlendiğimi sanıyorsun?” diyerek başını iki yana salladı. Çaresiz bir ifadeye bürünmüştü çehresi. “Bu duydukların daha ne ki? Sen bu adamlar hakkında hiçbir şey bilmiyorsun ve buna rağmen son hızda içlerine girmeye çalışıyorsun. Ben istesem kendime sahte bir nişanlı bulamaz mıydım? Ekibimde yeterince kadın komiser var, hatta çok tecrübelileri de var aralarında ama onların hayatını bile tehlikeye atmaktan korktuğum için bulaştırmadım bu işe ve sen polis olmadığın halde o heriflerin tam içine düştün.” Sinirle çenesini sıktığını fark ettim. “Bu gece Sadullah’ın gözüne girdin ve Asaf amir tam tersini iddia etse bile bu çok kötü bir şey. Çünkü çıkamayacaksın, anlıyorsun beni değil mi? O adamın radarına girdin bir kere, ne bahaneyle olursa olsun kaçamayacaksın. Seni daha çok görmek isteyecek, ailesine katmak isteyecek. Benim bile bir odam var o evde ve hiç şüphem yok, çok yakın bir zaman da senin de ben orada kaldığım müddetçe yanımda olmanı isteyecek. Kısacası bok çukuruna battın Tamay, buradan kolay kolay çıkamayacaksın. Ne kadar istersem isteyeyim o adamlar kodesi boylayana dek seni oradan çıkaramayacağım ve bunlar yetmiyormuş gibi bu süre içinde Volkan gibi niceleriyle karşılaşmak zorunda kalacaksın.”

Ne düşüneceğimi şaşırmıştım artık. O kadar yorgundum ki, o kadar üzgündüm ki son bir ayın hiç yaşanmamış olmasını dilemekten başka bir şey yapamaz hale gelmiştim. Şimdiden o kadar korkmuştum ki daha başıma gelebilecek ne tür şeylerin olacağını düşünmek bile istemiyordum.

Daha fazla tutmaya gücümün yetmediği gözyaşlarım yanaklarımdan birer birer dökülürken “Keşke böyle olmasaydı,” diye mırıldandım sessizce. Onun yanında ağlamak ne kadar aciz hissettirse de kendime engel olamıyordum. Çok dolmuştum, içimdekileri daha fazla taşıyamıyordum. “Anne ve babamı benden alan şey keşke gerçekten kötü bir kaza olsaydı. Suçlusu olmasaydı, kader deyip geçebilseydim. O notları yollayan Allah’ın belası da olmazdı böylece. O zaman birbirimizi tanımazdık. O zaman Sadullah’ın yanında pot kırmazdım. O zaman benim yüzümden böyle bir hale düşmezdin. O zaman, o zaman…” Boğazımdan kaçan hıçkırığı elimi ağzıma kapayarak duyulmasını engellemeye çalışsam da başaramamıştım. Aral’ın bakışlarının üzerime çevrildiğini hissetsem de dönüp ona bakmadım. Hatta gözyaşlarımı görecek olmasından rahatsız olarak başımı yan tarafımdaki cama çevirip ellerimle yanaklarımı kurulamaya çalıştım.

Derince iç çektiğini işittim. Fazlasıyla rahatsız bir soluktu bu. Dakikalar sonraysa biraz öncekine nazaran daha sakin olan sesini duydum.

“Seni korkuttum, biliyorum,” diye mırıldandı yavaşça. “Üstüne de geldim, affedersin. Ben, ben sadece…” Hala ona bakmıyor olsam da bir kez daha iç çektiğini işitebilmiştim. “Böyle olmasını istemezdim. Neyin içine girdiğinin farkında bile değilsin, yaşamadan bilemezsin de zaten ama ben biliyorum… Ben biliyorum ve bu beni inanamayacağın kadar çok tedirgin ediyor. Senin gibi biri için o adamların yanı çok tehlikeli ve ben seni koruyamamaktan korkuyorum, Tamay. Sana zarar gelmesinden korkuyorum.”

Bana karşı bu kadar açık ve dürüst olması şaşırmama neden olmuştu. Ben bile kendime bu denli kızarken biraz önceki haline nazaran sakinleşip böyle şeyler söylemesi biraz olsun iyi hissettirmişti. En azından bana olan sinirinin biraz azaldığını anlayabilmiştim.

“Anlıyorum,” diye mırıldandım yavaşça. Muhtemelen Demet meselesini duyunca tekrar tepesi atacağı için şimdilik susmaya karar verdim. Açıkçası bir sinir krizine daha denk gelmeye dayanabilecek bir halde değildim.

“Bir yola girdik beraber, Tamay,” dedi usulca. “Ucunu asla kestiremediğim bir yol. Nedenler, ne içinler bu saatten sonra hiç önemli değil. Suçlu aramakla ve birbirimize kızmakla bir yere de varamayız. Sadece dikkatli olmalıyız. Hele ki bu günden sonra hiç olmadığımız kadar dikkatli olmalıyız.”

Yavaşça burnumu çekerken başımı salladım.

“Deneyeceğim. Polis değilim, böyle durumlarda ne yapılır bilmiyorum ama elimden ne geliyorsa yapmaya çalışacağım. Muhtemelen beni sakinleştirmek için aksini söylesen de tüm bu olanların benim yüzümden olduğunu biliyorum ve sırf bu yüzden çok daha dikkatli olacağım.”

 

 

 

Loading...
0%