@bayangizemxx_
|
Ne sevmeyi bildik ne sevilmeyi bu hayatta Kolpa - Ne sevmeyi bildik ne de sevilmeyi Bilir misiniz, neredeyse bütün şairler şiirlerini hep hak etmeyenlere yazarlarmış. Bazen ben de diyorum ki yaşamayı hak etmedim mi yoksa? Ama sonra hemen siliyorum bunu aklımdan çünkü çok saçma bir düşünce... Kalbimin attığı her bir gün sanki kan değil de zehir pompalanıyor sanki. İçten içe zehirliyorum kendimi nefretimle... Belki de... işte tam bu noktada susmak zorunda kalıyorum. Konuşursam damarlarımdaki zehir bedenimi cayır cayır yakıyor. Kendimi tutsak hissediyorum yalnızlığıma, zihnimin içindeki dünyaya... Biri gelse de kurtarsa beni istiyorum o kafesten beni. Çekip çıkarsa da kurtulsam bu karanlığımdan diyorum ama olmuyor işte bir türlü. Sadece içimde konuşuyorum. Beni duyan biri çıksın istiyorum. Aklım bu kadar tehlikeli düşüncelerle doluyken kendime zarar verip de ailemi üzmek istemiyordum. İnanır mısınız, bir insan her şeyden önce kendinden nefret edermiş. Bu tür sebeplerden ne kadar kötü kız rolü oynasam da kilolu veya burslu kişilerle dalga geçmedim. Çünkü onlar seçmemişlerdi bu hayatı... Sımsıkı sarılan abimden kollarımı ayırdığım halde Kaan hala bana sarılıyordu. Sanki zaman durmuş gibiydi onun için. O kadar koyu düşünceler içindeydi ki bangır bangır çalan telefonunu bile duymuyordu. Telefonun sesi kulaklarımı çınlatırken daha fazla dayanamadım ve cebindeki telefonu alıp ondan ayrıldım yavaşça. Telefonu kim olduğuna bakmadan açıp kulağıma götürdüm. "Kaan, Beril'i buldun mu? Kaan, okulda mı? Kaan, o iyi mi? Kaan cevap versene lan!" Abimin motor hızıyla saydırdığı birkaç küfrün ardından sesimi çıkarmayı başarabildim. "Ben iyiyim." Dedim fısıltıyla karışık sesimle. Başka ne söyleyebilirdim ki o an zaten? "Lanet olsun, Beril! Bizi ne kadar korkuttuğunun farkında mısın!? -" Daha fazla dayanamazdım. Bu yakarışlar bir kaç saat daha sürebilirdi çünkü. "Abi sus! Yeter!.. Duymak istemiyorum artık! Benim için bu kadar fazla endişelenme!" Sinirlenmiştim yine durduk yere. Bu bir anda parlamalarım hem bana hem de onlara zarar verse de elimde değildi işte. Bir anda sinirleniyordum. Çoğu sefer pişman olsam da bu bir şeye etki etmiyordu. Pişman olmam hiçbir anlam ifade etmiyordu. "Peki, Beril! Ne istiyorsan onu yap. Şu andan itibaren umurumda değilsin!" Telefondan gelen haykırışla yüzüme alaylı bir gülüş yerleşti. Gerçekten hiç olmadık durumlarda bile ruh halim değişebilir ve fazlasıyla ukala olabilirdim. Sahte ama fark edilmeyen alaylı bir sinirle cevap verdim. Aynı zamanda uyarı belirten bir ses tonuyla. "Benim laflarımı çalmasan iyi edersin!" Abimin bu cümleye cevap vereceğine adım kadar emindim. Bir tartışmanın sonunda mutlaka cevap verir öyle giderdi. Kapanan telefondan çıkan bip sesleriyle hayret dolu bakışlara kalakaldım. Bu gerçek olamayacak kadar mantıksızdı çünkü. Abim benim suratıma asla telefon kapatmazdı. Yüzümdeki şaşkınlık dolu ifadeyi sildim ve yan tarafımdaki kaldırım taşına oturmuş olan Kaan'a baktım. Bazen gerçekten biden biri olabilirken bazen de bizimle uzaktan yakından alakası olmayabiliyordu. Gerçekten nasıl düşündüğünü bilmek isterdim. "Beni ararken ne kadar zaman geçti?" Diye sordum yanına otururken. Hafifçe kıkırdadı. Yüzüne yerleşen huzur dolu gülümsemesinin ardından başını yana yatırıp bana baktı birkaç saniye. Yüzündeki gülümseme gerçekten benim için konuşuyor gibiydi. 'maske takmaktan hiç yorulmadın mı? Ben bile beş dakika takınca ağır bir yük varmış gibi hissediyorum.' Tam olarak böyle düşünüyordu yüzündeki ifadeye göre. "Üçüncü derse girdik." Hiç farkında değildim o kadar zamanın geçtiğinin. Ve daha üçüncü dersteysek eğer tekrar o sınıfa girmek zorunda oluyordum. Ayağa kalkan Kaan'ın uzattığı elini tutarak oturduğum kaldırım taşından kalktım. Yerden aldığım çantamı sırtıma gelişigüzel astım. Elini sımsıkı tuttuğum ağabeyim ile beraber okula girdik. Herkes derste olduğu için okul fazlasıyla sessizdi. Kaan sınıfına gitmek için benden uzaklaşırken ardından onu izledim. Şu an sınıfa gitmeyi istemediğimi belli eden bir yüz ifadesi ile müdür odasının yanındaki bekleme koltuklarına kuruldum. Zil çaldığı an sınıfa gitmeliydim ki kimse beni burada görmesin. Cebimden çıkardığım kulaklığı karışmadığı için rahatlıkla çıkartıp kulağıma yerleştirdim. Açtığım rasgele şarkının biri usul usul çalmaya başlarken kulağımı elektrogitarın beni rahatlatan sesi kulağımı doldurdu. İnsanları rahatsız eden bir ses beni nasıl oluyor da rahatlatıyordu? Zordu işte benim için yaşamak. Dünya toz bulutunun içindeki oksijenden ibaretti benim için. Bazı şeylerden vazgeçmiştim. Bu şeyler başka şeyleri de almıştı benden. Tek bir şey onlarca şeye engel olmuştu. Hayallerim vardı belki de benim. Umutlarım, fikirlerim, isteklerim... Korkunç bir histi bu uçurumun eşiğinde yaşamak... Öğretmenler odasından çıkan bir öğretmenin bana baktığını fark ettiğimde onun yaptığı gibi gözlerimi onun gözlerine diktim. Bir süre birbirimize baktık. İlk adımı o atıp düz bir ifadeyle yanıma geldi. Kılımı bile kıpırdatmadan bakmaya devam ettim. Yanıma oturan öğretmen ile bakışlarımı şaşkınca yanımdaki öğretmene çevirdim. Kulağımdan aldığı kulaklığın tekini kulağına taktığında aynı şekilde bakmaya devam ediyordum. "kolpa... Eskilerden." Memnuniyetle dolu bir ifade ile aldığım tepkiyle tek kaşımı kaldırıp bakmaya devam ettim. Çok farklı bir öğretmendi. Açık kahverengi, hafif dalgalı saçlarıyla çok genç görünüyordu. Belki de çok gençti bilemiyorum. Ela gözleri ise iddialı ve sevecen bir ifade barındırıyordu. Yüz hatları neredeyse mükemmel denebilecek düzeydeydi. Belli ki benim aksime kendine bakmayı iyi biliyordu. "İncelemen bittiyse neden derste olmadığını söyleyebilir misin?" Duyduğum sevecen ses ile incelemeyi bıraktım. Kesinlikle bana iyi davranacak gibi görünüyordu. Yorulmuştum bana sevecen davranan insanlardan. Fazlasıyla enerji dolu oluyorlardı ve ben bu bitkin ruh halimle onlara uyum sağlayamıyordum. Önüme çıkan bir psikolog uzaktan bile anlayabilirdi benim depresif olduğumu ancak nasıl oluyorsa yakınlarım bunu anlamayı olağandışı bir çabayla reddediyorlardı. "Geç kalmıştım zaten. Girmeme gerek yoktu." Diyerek kısaca lafı kestim attım. Üstelememesi işime gelirdi açıkçası ama hangi öğretmen bunu yapardı ki? "Bu kadar mıydı? Hadi ama başka bir sebebi de olmalı." Kulağımdan çıkardım kulaklığı rastgele katlayıp cebime tıkıştırdım. Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım ve kafamı yana yatırdım. Gerçekten insanları sinir etmekten zevk alıyordum. Neyse bu kadar da sinir bozmak yeter. "Anlatmak zorunda olduğumu sanmıyorum." İğneleyen ve imalı konuşmam neredeyse tüm tanıdıklarımı rahatsız ederdi. Özellikle de Kaan'ı! Yine de ben böyleydim. Değişmeyi hiç düşünmemiştim. Hem neden ben değişeyim ki? Onlar beni böyle kabul etsin. Düşüncelerimi bölen ses ile ilgimi yanımda oturmuş benimle konuşmaya çalışan öğretmene yönlendirdim. "Daha ilk günden okulun fenomeni olmuşsun. Bu iyi hissettirmiyor galiba?" Diyerek kurdu cümlelerini şüphe ve soru ifadesi ile. Açık olmak gerekirse okulda tanınmak pek de hoşuma gitmiyordu. Ben daha çok sakin bir yaşam istiyordum. Sakin ve yalnız... "Gereksiz yere tanınmaktan hoşlanmıyorum diyelim." Dedim ve ekledim. "Konuşmaktan hoşlanmadığım gibi." "Neden konuşmayı sevmiyorsun ki? Sonuçta iletişim için konuşmak gerekir." Şaşırmıştı, hem de fazlasıyla. Ne yapalım şaşırtmayı seviyorum. Gerçekten beni çözmeye çalışıyordu ve ben bunu hiç istemiyordum. "Konuşmayı sevmediğimi söylediğimi sanıyordum?" Dedim imalı ama düz bir ifade ile. Sinir olmaya başlamıştım beni zorlamasından dolayı. Zorlanmaktan ve sorgulanmaktan hiç hoşlanmıyordum ki şu an tam olarak bunu yapıyordu. İnsanları kendimden uzaklaştırmakta hiç bu kadar zorlanmamıştım. Gerçi birisinin sözleri yüzünden daha önce sinirlenmemiştim de. "Sinirleniyorsun." Dedi bir şeyi yeni anlamış gibi. Gerçekten sinirleniyordum ve bu benim açımdan iyi bir şey değildi. Çoğu zaman sinirimi fark etmezlerdi. Yani bu demek ki gerçekten sinirlenmiştim ve gözlerim dolmak üzereydi. "Kapa çeneni!" Sinir dolu bir sesle fısıldadım. Ben... kendimden büyüklerle hiç böyle konuşmazdım. İstemsizce yumruk olan ellerimi yavaşça açıp kapattım ve sakinleşmeye çalıştım. Titreyen parmaklarım yavaş hareketlerle de olsa açılıp kapanırken dikkatimi tamamen sakinleşmeye verdim. Bir derin nefes, şimdi ver. İki derin nefes, şimdi ver. Üç derin nefes, şimdi ver. Dört derin nefes, şimdi ver. Beş derin nefes, şimdi ver. Sakinleştiğimi hissettiğimde sımsıkı yumduğum gözlerimi yavaşça araladım. Az önce olanlar aklıma gelince yanıma döndüm üzgün bir ifadeyle. "Özür dilerim, söylediğim şey için." İnsanlar bu ifadem çok nadir görürdü ve görenlerde etkisinde kalırdı. Çünkü en son annem vefat ettikten sonra yaptığım şeylerden özür dilemiştim. Birçoğu kişi beni anlamak istememişti o zaman. Bilmiyorlardı benim içimin nasıl yandığını? Hislerimi, isteklerimi, acılarımı, beni... "İyi olduğundan emin misin? Farkındaysan az önce öfke nöbetini önledin. Bir çoğu hasta bu kontrolü sağlayamaz." Tekrar olmaması için çantamın içinden çıkardığım ilaç paketinden çıkardığım antidepresanımı ağzıma attım. Suya gerek olmadan aceleyle yuttuktan sonra hafifçe dönen başım ile duraksadım. Çantamdan çıkardığım sudan bir yudum aldım. İyi hissetmeye başladığım sırada çalan zil ile oturduğum koltuktan kimse görmeden kalkmak için ayaklandım. Birkaç adım attıktan sonra geri dönüp yanıma oturan öğretmene minik bir gülümseme ile göz kırptım ve asker selamı verip koşar adımlarla merdivenlere ulaştım. En üst kata ulaştığımda bitmiştim resmen. Neden bu kadar fazla merdiven yaparlardı ki? Söylene söylene de olsa sınıfa gittiğime göre asıl zor kısma gelmiştim. Tüm dikkatin üzerimde olacağını biliyordum ve bundan korkup korkmadığım tartışılırdı. Sonuçta antidepresan mutluluk hormonu salgılatıp bir an bile olsa insanları daha da az umursamamı sağlıyordu. Ders zilinin çalmasıyla mecburen sınıfa adımımı attım. Uğultulu sınıfa girmemle bir an sessizlik olsa da bunun nedeni ben olamazdım. Muhtemelen beni öğretmen sanmışlardı. En azından ben öyle olmasını dilerdim. İlk girdiğimde oturduğum sıraya oturduğumda uğultular yeniden başlamıştı. Tahta, üzeri kazınmış sıranın üzerine kafamı koyduğumda düşüncelerime esir olacağımı düşünürken önümde beliren bir adet gölge ile önüm kapandı. Her kimse çekilse iyi olurdu. Ayaz'ın uyuz eden sesini duymam ile gözlerimi devirerek kafamı kaldırdım. Kim olmasını bekliyordum ki zaten(!). "Ne var yine, bay ukala?" Ayaz; insanlara yukarıdan bakan, genel bir ifadeyle ukala bir insandı. Ve ben ukala insanlardan dibine kadar nefret ediyordum. Bazen bende ukala olabiliyordum fakat ben onları küçük görmezdim asla. Ayaz'ın küçümseyen bakışları altında ifadesiz halimi korudum. Herkesi küçük görebilirdi fakat beni asla! Üzerimde gezinen bakıları sinirimi bozmaya başlayınca sinirle ayağa kalktım. Artık aramızdaki mesafe daha aza düşmüştü ve benim ölümcül bakışlarımı görebilecek kadar yakındı şimdi. "Hoş geldin demek istemiştim sadece." Alaycı ifadesiyle söylediği cümle ile birlikte uzaklaşarak ellerini havaya kaldırmıştı. Korkmuştu bakışlarımdan. Yine ukala davranabilecek kadar da yüzsüzdü. Korksa da rezil olmak istemiyordu elbette. Hele ki bir kız(!) tarafından rezil edilmeyi istemiyordu. İtibarı fazlasıyla değerli olmalıydı. "Hoş bulurum inşallah." Onun alaylı ifadesine karşın alaylı bir ifadeyle karşılık verdim. Bir ukala mı bana rakip olacaktı? Güldürmeyin beni. Sessizce orta sıranın arka dört sırasına çöken tayfasıyla birlikte klasik genç kitaplarındaki sahneyi oynamıştı. Sınıfa gelen öğretmenle birlikte sınıftaki uğultu yavaş yavaş sona erdi. Tahtaya yazılan sayılardan anladığım kadarıyla ders matematikti. Bir sayısal öğrencisi olarak matematiği severdim. En azından sözel dersler gibi kafamdan hemen uçup gitmiyordu. Tahtada gezinen gözlerim konuyu anlamaya çalışıyordu. Derslere önem veren biri olduğum söylenemezdi fakat sevdiğim derslere emek verirdim. "Yapabilecek olan başka birisi var mı?" Duyduğum soru ile bakışlarımı tahtada ki matematik sorusuna çevirdim. Aklımdan yaptığım birkaç işlemin ardından kendimden emin bir şekilde elimi kaldırdım. Hocanın bakışları sınıfta dolaşırken havada duran elimi görmesiyle bir süre bekledi. Beni anımsamaya çalışır gibi bir hali vardı. "Yeni nakil." Kendimi kısaca ifade ettikten sonra hocanın aklına yatmış olmalı ki başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Orta boylu, sıska vücutlu ve kemik gözlüklere sahipti. Koyu kahverengi saçlarının arasında beliren ikişer üçer beyaz saç telleri yaşını ifade edercesine öne çıkıyordu. Açık kahve gözleri geri planda kalmış gibi dursa da dikkatli bakan birinin fazlasıyla dikkatini çekebilecek gibiydi. "Tanışalım öyleyse. Ben Cihan Akkoca." Kendini tanıtmasının ardından kendimi tanıtmamı bekliyor gibiydi. Yavaş hareketlerle ayağa kalktım. "Beril Soykan." Aramızdaki iletişimi kısa tuttum ve yerime oturacakken arkadan gelen sesi işittim. "Engelli hocam arkadaş." Boğazıma bir yumru oturdu öylece. Kırılan kalbimin sesi beynimi işgal ederken sessizce kabullenmek o kadar ağır gelmişti ki fakat konuşmak ayrı bir zordu. Tam arkamı dönmüş cevap vereceğim sırada Cihan hoca benden önce söze girdi. "Ne olmuş yani? Biz sana engelli diyor muyuz Ayaz?" "Neden öyle diyesiniz ki hoca? Engelli değilim ki." Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Duymak için kendimi zorluyordum ve zorladıkça çınlama daha da çok nüksediyordu. "Biz sana beyinsiz demiyoruz evladım. Sen de ona engelli diyemezsin!" Beni savunuyordu... Ayaz' a karşı duruyordu okuldan atılmayı göze ala ala... Boğazımdaki yumru ve kulağımdaki çınlama yavaş yavaş yok olurken kolumu tutan kişiye döndüm. Cihan hoca fazlasıyla iyi birisiydi. Sırama oturduktan sonra çantamdan çıkardığım sudan küçük yudumlar alırken etrafımdaki sesleri algılamaya başladım. "Daha iyi misin?" İyi miydim? Kafamı aşağı yukarı salladım. İyi olmasam bile insanların benim için endişelenmelerini istemezdim. Birkaç yudum daha su içtikten sonra kendime gelmiştim. Etrafımda biriken kalabalıktan anladığım kadarıyla merak etmişlerdi beni. Umursamadım her zamanki gibi. Bugün sinirlerim fazlasıyla zorlanmıştı ve bu benim için tehlike oluşturuyordu. Sınıfa giren sabah ki öğretmen ile etrafım biraz önceye nazaran sakinlemişti. Ciğerlerime çektiğim bir dolu nefesi usul usul dışarı verdi. Gözlerini gözlerime dikmiş olan hoca ile bir süre birbirimize baktık. "Bir şeyim yok benim. Ufak bir şeydi." Bana inanmayan gözle bakan genç kadın hafifçe gözlerini devirdi. İnansın istiyordum iyi olduğuma. Beni daha fazla zorlamasın... Boşalan sınıfın ardından sınıfta Cihan hoca, sabahki hoca ve ben kalmıştık sadece. Muhtemelen zil çalmıştı. "Konuşmak ister misin diye sormayacağım. Eğer istersen izin kağıdı alıp okulda ayrılabilirsin." Başımı reddedercesine iki yana salladım ve elimde tuttuğum su şişesini masaya bıraktım. Kol saatime baktığımda öğle arasında olduğumuzu anladım. "Gerek yok. İdare edebilirim bugün." Bugünü atlattım mı gerisi daha kolay olurdu zaten. Asıl zor kısım ilk gündü ve tahminimce babam bu sebepten benimle birlikte gelmişti. Korkmuştu olacaklardan, belki de hissetmişti. Bilemiyorum fakat zor bir günün yarısı sona ermişti. Oturduğum yerden kalktıktan sonra arkamı döndüm ve sabahki hocaya baktım. İçimden gelen ani bir merakla sormuş bulundum. "Tanışmak ister misiniz?" Yüzüne yayılan gülümseme ile memnun olduğu fazlasıyla belli oluyordu. "Gamze Güney. Rehber öğretmeni." Samimi olmaya zorladığım yamuk bir gülüşle cevap verdim ve sınıftan ayrıldım. "Beril Soykan." Sınıftan çıktıktan sonra karşımda dikilen Kaan ile otuz iki diş sırıtarak abime baktım. Elimden tuttuğu gibi beni çekiştire çekiştire alt kattaki yemekhaneye sürükledi. Yemek sırası eski okulumdakinin yanında fazlasıyla az kalıyordu. Elime tutuşturduğu yemek tabağıyla sırada buldum kendimi. Yemeklerimizi almış ayakta dikeleceğimizi sanırken Kaan nereye gideceğini bilen şekilde köşede bir masaya çekti. Masa da Kaan' ın basketbol takımından arkadaşlarının olduğunu gördüğümde umutsuzca gülümsedim. Masaya oturup oturmamak arasında kaldığım sırada Kaan'ın delici bakışlarıyla karşılaştım. . El mahkum masaya oturduğumda masada 8 kişi oturuyorduk. Birçoğunu daha önce gördüğüm için tanıyordum. Masanın kenarında eğreti gibi otururken kendimi fazlasıyla buraya ait hissetmiyordum. Tek başıma şu köşede bir yerde oturup 10 dakika yemeğimi yesem olmazdı sanki. Şöyle bir sorun vardı ki abim beni Kaan'a emanet etmişti ve Kaan'a emanet edilmek demek Kaan ile yapışık ikiz olmak gibi tanımlanabilirdi yani. Masada oturan diğer kişileri inceledim sırayla. En köşede kıvırcık saçlı, kahve gözlü bir çocuk oturuyordu. Ağzındaki yemeklere aldırmadan hiç susmadan konuşuyordu. Başımı sabır dilercesine iki yana salladım. Deli olmalıydı bu kadar konuşacak. Onun karşısında ise sakin duran fakat gözleri parlayan bir çocuk oturuyordu. İsmini anımsayamasam da daha önceden hatırlıyordum onu. Koyu sarı saçları, uzun boyu fazlasıyla dikkat çekiyordu. Şu masada oturan hangi kısaydı ki zaten? Hemen Kaan ile sakin çocuk arasında oturan başka bir deli daha vardı. Kestane rengi saçları ve gözleri vardı. Klasik bir Türk erkeği diyebiliriz yani. Onun karşısında ise siyah saçlı, yeşil gözlü, yapılı bir vücuda sahip takımdan birisi daha vardı. Onun adını hatırlıyordum. Onur... Unutmak nasıl mümkün olabilir ki!? Kaan'ın karşısında ise tahminen ela gözlü, kahverengi saçlı ve diğerlerine göre boyu biraz kısa birisi vardı. Sakin duruyordu fazlasıyla. En son da karşımda oturduğumdan beri tek kelime etmeden beni izleyen bir çocuk oturuyordu. Galiba takım kaptanıydı. En azından ben öyle hatırlıyordum. Sarı saçları ile kızları büyülerken mavi gözleri etrafına enerji dağıtıyor gibiydi. Onları incelemem bittiğinde bakışlarımı yemek tabağımdaki yemeklere çevirdim. Bugün pazartesi olduğundan- neredeyse her yerde aynı tip yemek verilirdi- yemekte kuru fasulye, pilav, şehriye çorbası ve salat vardı. Çorba çok sevmezdim aslında ama israf olsun da istemediğim için yavaş yavaş içmeye başladım. Üzerimde hissettiğim bakışlar ile kafamı kaldırdım ve masada olan muhabbete döndüm. "Abicim kendini tanıtmak ister misin?" Kaan'ın kurduğu cümle ile yüzümü buruşturdum. Abicim mi demişti o az önce? Alaycı bir ifade ile söylediği cümle üzerine bakışlarımı abiciğime (!) çevirdim. "İstemem, abiciğim." Dedim onun gibi alaycı bir ifade ile. Masada oluşan gülüşme ile dudaklarım yukarı kıvrıldı ve Kaan'ın tepkisini beklemeye başladım. Gülerek bana dönen Kaan, sabah olanları unutmadığını ifade eder gibiydi. "Beril, uzatma istersen." Peki, uzatmayalım madem. Sonuçta bu okulda okuyacaktım artık. "Ben bu dangalağın bir yaş küçük kardeşiyim." Kaan duydukları ile hızlı bir dönüşle bana döndüğünde masada daha yüksek bir kahkaha oluştu. Gerçekten eğlenceli tiplerdi ve kesinlikle Kaan'nın arkadaşlarıydılar. Şimdi Kaan'ı daha fazla sinir etmeden tanışalım. "Tamam, yeter bu kadar şamata. Ben Beril. Yeni geldim işte." "Ben Akın." Dedi en köşede ki kıvırcık ve birazcık deli olan arkadaş. Neşeli bir tipti ve ben bu tip insanlardan çoğu zaman hoşlanmazdım. "Ben de Çınar." Dedi Akın'ın karşısında oturan sakin arkadaşımız. Sakin duruyordu belki ama içinde bir enerji vardı. Bunu dışarıdan bakan herkes görmezdi ama ben görmüştüm. İçindeki çocuğu görmezden gelmeye çalışıyordu. Kendimi tutamadım ve içimden geçenleri söyledim. "İçindeki çocuğu rahat bırakmalısın." Masadaki şok bakışlarıyla karşı karşıya geldiğimde Kaan'ın gözleri beni buldu. Şaşırmamıştı ama onun arkadaşlarını incelememi istemiyor gibiydi. Bana biraz daha yaklaşarak kulağıma onları duyamayacağı bir şekilde fısıldadı. "Arkadaşlarımı incelememelisin. Bunu istemiyorum, Beril." Kendi bilirdi, ne diyeyim ki. Aslında incelemeye devam edecektim ama o ve arkadaşları bunu bilemeyecekti. 'Peki' dercesine onayladım onu sessizce. Bu anlaşmamız masadakilerin ilgisini çekmiş olmalı ki Akın bize bakarak konuştu. "Siz ne fısıldaşıyorsunuz orada öyle?" Cevap vereceğim sırada Kaan'ın sesiyle açılan ağzımı geri kapatmak zorunda kaldım. Her zaman olduğu gibi yine üstüme çıktılar. Belki beni korumak içindi fakat ben kendimi koruyabilirdim. İçimden geçen milyonlarca şeyin ardından bir ses duydum ve duygusuz bakışlarımı masadakilere çevirdim. "Ben İlkay." Kestane rengi gözleri olan çocuk konuşmuştu. Aramızda Kaan vardı. Çok da takmadım ve ona döndüm. Gözümü kırptım ve sahte bir gülümseme sundum. Göz ucuyla beni izleyen Kaan gözlerini devirdi bu duruma. "Beni unutmak mümkün mü?" diyen Onur ile gözlerimi devirdim. Gerçekten unutmak mümkün değildi. İnsanların beynine kazınan bir yüzü vardı. "Tabii ki de hayır." Dedim ve yemeğimden kalan son kırıntıları da yedim. Bu sırada Onur'un yanında oturan ve nadiren sohbete katılan çocuk konuşacak sanmıştım fakat yine Onur konuştu. "Bu yanımdaki soğuk şey de Emir." Yaptığı tanıma mı gülsem yoksa yüz ifadesine mi bilemedim. Gerçekten de soğuk bir duruşu vardı eskiden bende de olduğu gibi... İçinde kırık bir genç vardı onun. Hayattan bıkmışlık gibi mesela. Yemek tabağımda kalan tatlıyı gördüğüm an gözlerimi sımsıkı kapattım. Şekerpare... Annemin gidişinin ardından lezzetini kaybeden tatlı... İçimdeki kırgının en sevdiği tatlı... Yutkundum ve Kaan'a doğru fısıldadım. "Şu... şeyi alır mısın?" Kaan'ın aniden bana dönen bakışları ve bedeni tabaktaki şekerpareyi görünce endişeli bir şekilde yüzümü avuçlarım içine aldı ve yemek tabağını benden uzaklaştırdı. Gözleri bile beni rahatlatırken yavaş yavaş kendime geldim. Derin nefesler eşliğinde rahatlarken yemek tabağına bakmadan masadakilere veda ettim ve yemekhaneden çıktım. "Ben sınıfa gidiyorum. İlaçlarımı almam iyi olur." Elimde sımsıkı tuttuğum yemek tabağını farkında olmadan yüksek bir sesle bıraktım. Neden bu kadar acımıştı benim canım? Bir tatlı nasıl olmuştu da canımı bu kadar çok yakabilmişti? Bodrum katında olan yemekhaneden olağan bir hızla uzaklaştım. Kendimi okuldan dışarı attığım gibi ciğerlerime temiz havayı çektim. Anlık bir rahatlama sağlarken adımlarım beni duvarların arasında ki o yere götürdü. Köşede oturup herkesi görebiliyordum. Okulun kocaman betondan bir bahçesi vardı. Etrafa dağılmış öğrenciler gruplar halinde dolaşıyorlardı. Betonlar arasına sıkışmış gibi hissettim bir an kendimi. Okul denen şey ne kadar da aptalca bir fikirdi. Koca bir beton yığınından ibaretti işte. Hayat yaşamadan öğrenilmezdi ki! Karşımda dikilen gölgeler ile yanaklarımı şişirdim ve sıkıntıyla dışarı verdim. Gerçekten artık yorulmuştum. "Ne var lan! Ne var!?" Aniden sinirle çıkışmam arkadaki iki kişinin hafifçe ürkmesine sebep olmuşken oturduğum yerden kalktım. Sabahtan beri sinirlerimi fazlasıyla bozmuşlardı. Gözlerimi Ayaz'ın alay dolu bakışlarına dikmiştim ve yüzüm sinirden gerilmişti. İçimden kafayı geçirmek geçse de kendimi tehlikeye atmak istemiyordum. Duyduklarımla kaşlarım şaşkınca yukarı kalktı. "Konuşmaya gelmiştim de sen pek istemiyor gibisin." İlginçti, fazlasıyla ilginçti. Yine konuşmak isteyen birine saldırmazdım. Bu adaletsiz olurdu. Her ne kadar bana zarar da verse de dinledim onu. Kalktığım yere yeniden oturduktan sonra Ayaz da yanıma oturdu. Diğerlerinin uzaklaşmasıyla cebimden çıkardığım sigarayı dudaklarımın arasına koydum. Fakat ateşlemedim. Çok fazla sigara içemezdim, moralim ne kadar bozuk olursa olsun, ne kadar sinirli olursam olayım... "Ne konuşmaya geldin? Dökül!" Konuşmayı kabul etmiş de olsam bu sinirimin geçtiği anlamına gelmiyordu. Ne söyleyeceğini merak etsem de o konuşmadığı sürece bunu bilemezdim. Uzattığı çakmağı elimin tersiyle ittirdikten sonra dudağımdaki sigardan dolayı boğuk çıkan sesimle konuştum. "Daha fazla içemem bugün." Üzerimdeki garip bakışlarına aldırmadan ağzımdaki sigarayı dudaklarım arasına aldım. Şu lanet şey gerçekten elimden düşmeliydi. Ne söyleyecekse acele etse güzel olurdu. "Aslında anlaşabiliriz. Çok ortak yönümüz var. Bence..." Devam etmesine izin vermeden sözünü kestim ve anlamazca söylendim. "Arkadaş olabiliriz? Şaka mısın sen ya? Daha demin bana demediğin kalmamıştı. Oldu olacak gel bir de çıkma teklifi et, anasını satayım." Sinirliydim ve gülüyordum. Pek de iyi olduğunu söyleyemeyecektim. Resmen bana teklif de bulunuyordu. "Sen baya yanlış anladın." "Neyi yanlış anladım ben!? Sen yanlış anlattıysan benim suçum ne burada!? Aptal aptal şeyler söyleyen sensin. Ha biz arkadaş olacağız." Sinirle kahkaha attım ve yükselen sesime aldırmadan konuşmaya devam ettim. "Bizden ne olur biliyor musun? Bizden olsa olsa acı biber turşusu olur. Saçma sapan konuşma be! Gerizekalı!" Sinirle farkında olmadan ayağa kalkmıştım. Etrafım bakmamla gözlerim açıldı. Etrafımızda kişiler birikmişti ve hepsi dik dik bana bakıyordu, birkaçı da Ayaz'a. Birkaç küfür mırıldandım ve gözlerimle hızlıca okulun kapılarını inceledim. Bir öğretmen gelecek olursa bu pek iyi olmazdı benim için. Ayaz sakinleştiği düşünmüş olacak ki yanıma yaklaşmaya başladı. Birkaç saniye durduktan sonra yanma kadar gelmiş olan Ayaz'a yumruk olmuş elimi sertçe geçirdim. Bunu beklemeyen Ayaz'ın başı yana yatmıştı. Acıdığına emindim çünkü abimden az dayak yememiştim. Kendine gelen Ayaz, sımsıkı sıktığı dişleri ile bana baktığında tırsabilirdim belki ama o bunu bile hak etmiyordu. Etrafımız kalabalıklaşırken acele etmeye karar verdim. Etraf kalabalıklaştıkça abimin gelmesi daha olasıydı. Ayakta dikleşmiş olan Ayaz'ın karnına dizimi geçirdim ve iki büklüm olurken yüzüne diğer bacağımla bir daha dizimi geçirdim. Sinirim geçmek bilmiyordu. Yerlere kapanan Ayaz bile öfkemi geçirmemişti. Bir an gözüm döndü ve etraf dağılırken Ayaz'ı birkaç kişi götürdü. Ardından gözlerimi kapattım ve yüzümü gökyüzüne çevirdim belki teselli bulurum umuduyla. Bir cevap alamamıştım işte yine. İşe yaramıyordu ona ulaşma çabam. Sinirle duvara geçirdiğim yumruk ile canımın yanması psikopatça hoşuma gitmişti. Ardı ardına geçirdiğim yumruklar ve tokatlar ile kendi canımı daha fazla yaktım. Belki fiziki olarak yanarsa ruhumdaki yaralar kabuk bağlar diye... Yavaş yavaş yere çöktüm. Aptal gibi davranıyordum hem de çok aptal. Saçma şeylere sinirlenip şaçma şeyler yüzünden kendime ve etrafıma zarar veriyordum. Ben onları umursamazken onlar beni çok fazla umursuyorlardı ve bu beni içten içe...üzüyordu... Gözlerimden süzülmeye çalışan damlalar ile savaş veriyordum ve ben bu sefer yenilmeyecektim. Bu sefer pes etmeyecektim. Gözlerime dolan yaşları içime akıttım ıssızca. Boşalan bahçeye göz gezdirdim bir süre. Bir anlam ifade etmiyordu şu aptal beton yığınları. Beni eskiye götürmekten başka hiçbir şey yapmıyorlardı. Nemlenen gözlerimi kolumun içiyle sertçe sildim ve çalan aptal zil ile okula adımlarımı attım. Şaçma da olsa nefret de etsem bu işkenceye katlanmak zorundaydım. Onca şeyin ardından benim hala hayallerim vardı ve ben onları bırakmayı hiç istemiyordum. Merdivenler vardı önümde... Adımlarım yetersizdi onları tırmanmak için sanki. Her adımımda bir şey eksiliyor gibiydi benden. O şey her neyse her şeyden çok yakıyordu canımı... Merdivenlerin sonunda sınıfımın olduğu kata ulaştığımda koridorda kimse yok gibiydi. Sessizdi etrafım, esirdi kelimelerim, suskundu düşlerim... Bakışlarımı ellerime çevirdiğimde eziklerle karşılaştım, hem de fazla büyük eziklerle. Gerçekten çok feci ezilmiş olmalıydılar. Yine acısını o an fazla hissetmemiştim. Şimdi ise usul usul sızlıyordu. Birazcık da kanamış gibiydi. En iyisi çantamdaki bandanayla sarmamdı. Sınıfın kapısına gelmemle düşüncelerime kısa bir ara verdim. Kapıyı açmam ile sınıftaki bakışlarımı üzerimde hissetmem bir oldu. Ellerimi arkamda bağlamışken fısıltı gibi çıkan sesimle sınıfa girmek için izin istedim. "Geç kaldım galiba. Gelebilir miyim?" "Geç bakalım içeri bu seferlik." Cihan hocanın cevabı ile nefes aldım ve sınıf girdim. Ellerimi saklayarak bir şekilde sırama ulaşmayı başardım. Cihan hocanın dikkati üzerimden çekilene kadar bir süre öylece oturdum. En sonunda hocanın dikkatinden kurulunca çantamdan hızla çıkardığım bandanayı sıkıca elime doladım. Sağ elimi ise cebime saklasam olurdu herhalde. Zaten şurada kaç ders kalmıştı ki eve gitmemize? Dayanabilirdim herhalde o kadar süre. Tüm ders boyunca dikkat çekmemek için dinliyormuş gibi yaptım fakat tek kelime bile anlamıştım ki Cihan hocanın bana sorduğu soruya kadar. "Yapmak ister misin?" Aniden gelen soru karşısında şaşkınlıkla ağrımdan kaçan şey ile dondum kaldım. "Ha!" "Pardon, dalmışım. Üzgünüm, yapabilirim." Toparlamaya çalışırken daha da batırdığımı fark ettiğimde çenemi kapattım. Tahtadaki soruyu incelediğimde yapabileceğimi fark ettim. Yine de hoca cevap verene kadar susmayı yeğledim. "Tüm ders boyunca böyleydin, Beril. İyi misin?" Yine o lanet soru çıkmıştı önüme. Bildikleri, gördükleri halde yine de sormaları sinirimi bozuyordu işte. "İyiyim, hocam." Biliyor musunuz, aslında ben çok iyi yalan söylerim. Yine de bazen işe yaramayabiliyor. İnanmıştı, çünkü bu sefer inanmaması için bir sebep yoktu. Tahtaya gelmemi işaret ettiğinde yerimden kalkıp tahtaya doğru gittim. Sol elime alığım kalem ile kısa süreliğine tahtaya baktım . Birkaç saniye sonunda yaptığım işlemlerin ardından sonuç ortaya çıkmıştı. Bitirdikten sonra herkes tahtaya bakarken yavaş adımlarla sırama doğru ilerledim. Zilin çalmasıyla da derin bir nefes aldım. Aldım almasına ama ne yapacaktım ki? Bu okulda yabancıydım, abimin sınıfının bile bilmiyordum. Sınıf boşalırken oturduğum sırada daha rahat bir şekilde oturdum ve öylece etrafıma bakınmaya başladım. Bana bakan bir çift bakışı hissetmem ile aniden dönme isteğime karşı gelerek bana gözlerini dikmiş bakan iki kız arkadaşa baktım. İğneleyerek bakmıyorlardı, veya da beni zayıf görerek. Aksine sevecen bir ifadeleri vardı. Dudağımın kenarıyla güldüm yaşadığımız aptal duruma. Yanlarına gideceğimi düşündüyseniz onu silin aklınızdan. Şimdiye kadar kaç kişiye tanışmayı teklif etsem ağzımdan ikinci kelime çıkamadan kekelemeye başlıyordum. Garip bir durum biliyorum. Hatta daha da fazlası. Aslına bakarsanız doktorlar bu durumda koyacakları teşhisi biliyorlar fakat emin olmak istiyorlar. Bakışlarımı önüme çevirdim ve sargılı olan elime baktım. Ben buydum işte, insanlara zarar vermemek için kendine zarar verebilecek kadar güzel kalpli fakat bir o kadar da görünmez olan. Siyahlar içinde yaşayan ama aslında beyaza ait olan... Karanlıkta kaybolmuş olan fakat oraya ait olmayan... Ay gökte yükseldiğinde her gece yeniden umudunu kaybeden güneş gibi... Ruhu siyahlara hapsolmuş bir yabancı misali... [SON] 14.12.2020 |
0% |