Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BÖLÜM 1 "MAĞLUBİYET"

@bberdogans

ALPARSLAN ATEŞ KASABALI

“Mağlubiyettir aşk, bir selamına bile yenilirsin.”

Sezen Aksu

Her hayatın kendi kaderine kırdığı bir hüküm kalemi vardır. Benim kaderime düşen hüküm ise plaza ile yeraltı arasında dokuduğum mekikten ibaret. Gündüzleri heybetiyle göz dolduran ihtişamlı bir gökdelenin en üst katındaki camdan ofiste toplantıdan toplantıya koşarken, geceleri yeraltı dünyasının karanlık mahzenlerinde barut kokusu soluyorum.

Camdan kulemin boydan boya uzanan camlarından birinin önünde boğazın manzarasını izlerken, İstanbul'un çoktan hükümdarlığıma boyun eğdiğini fark ediyorum. Siyah Armani takımlar içindeki armatöre olmasa bile, barut kokusunu aldığı nefesi belleyen o adama tamamen esir düşmüştü. İstanbul'un en karanlık ve en ücra köşelerinde benim adım vardı. Bu şehir gündüzleri ekmeğinin peşinde koşturan masum insanların, geceleri ise o masum insanların ekmeğine göz diken çakalların mekanıydı. Peki ben bu sınıflandırmanın neresindeydim?

Ellerimi siyah kumaş pantolonumun cebine koyup manzaranın kasvetli güzelliğine dalmışken, paldır küldür içeri girerek düşüncelerimi bölen her kimse eceline susamış olmalıydı. Benim olduğum yerde nezaketsizliğe ve ciddiyetsizliğe yer yoktu. Öyle ki hiçbir şirkette, şirket sahibinin odasına bodoslama giren çalışanların da olduğunu düşünmüyordum. Tabii o çalışanın adı Alptuğ değilse!

Paldır küldür içeri girmesinin sinirlerimi ayağa kaldırması yetmiyormuş gibi, küfeye benzer şekilde taşıdığı çamurla kaplı, tekerlekli sırt çantasını tasarım deri koltuğumun üzerine fırlattı. Yorgun haliyle bıkkınca nefes verirken, kollarını açarak kendini çantasının yanına koltuğa bıraktı. Onun odamı gelişigüzel dağıtmasını izlerken sitem saatine kalan dakikalarını ilgiyle saymaya başladım.

"Oh be dünya varmış diyeceğim de dünyadan bıktırdınız! Hosteslerle aramın iyi olması bile uçak yolculuklarından nefret etmeme engel değil artık, beni soktuğunuz hallere bak!" Söylenmeye devam ederken bir yandan boynunu sağa sola esnetiyordu. "Gerçi bu sefer ki sarışın hostes için bir kere daha Kaliforniya'ya gidebilirim." dedi. Gözlerinde kıvılcımlar çakıyordu, kadın Alptuğ'un aklını başından almış olmalıydı. Gözlerimi devirerek koltuğa ilerleyip oturdum. Onun yer ve zaman fark etmeksizin yaptığı uçarı davranışlarla bizi tanımayan biri kardeş olmadığımızı bile düşünebilirdi.

Alptuğ sarıya kaçan açık kahverengi saçları ve onlara tezat koyu kahverengi gözleriyle yakışıklı bir çocuktu. Girdiği ortama anında uyum sağlayabilen ve o ortamda adından fazlaca söz ettirebilen biriydi. Benim asosyal yaşantıma kıyasla Alptuğ cıvıl cıvıldı. Tüm bunların yanı sıra onda sevdiğim bir şey vardı ki ne olursa olsun, bana olan saygısını bir an için bile kaybetmiyordu. Babamızın vefatından bu yana rol model olarak beni koyduğu yer, onunla aramda sarsılması zor bir sevgi, saygı ve sadakat bağı geliştirmişti. Çoğu özel işlerimin altında onun imzası vardı. Kimsenin bilmemesi gereken her şeyi yalnızca o bilirdi, böylece sağ kolum Murat ne ise Alptuğ da aynıydı. Hatta Alptuğ çok daha fazlasıydı. Sitem etmediği sürece.

"Business classta on numara yolculuk yapıyorsun ve uçak yolculuklarının çoğunda daha bindiğin gibi uyumaya başlıyorsun. Bu kadar siteme ne gerek var?"

"Sen jetlag denilen kafa gürültüsünden bihaber olabilir misin? Gecemi gündüzüme karıştırıyorsun, tam Türkiye'ye adapte oluyorum beni yurtdışına gönderiyorsun. Oraya alışıyorum, hadi gel Alptuğ diyorsun. Hayır anlamıyorum ki ben senin posta güvercinin miyim?" Sonrasını dinlemedim. Cebimden çıkardığım çakmağı elimde çevirmeye başlarken o hala konuşmaya devam ediyordu. Kol saatime baktığımda yelkovan akrebe bilmem kaç keredir tur bindirdi. Aralıksız sitemlerini dinlemekten sıkılmaya başlayınca elimdeki zippoyu ses çıkarmasını istediğim şekilde cam masanın üzerine attım. Çakmağın masanın üzerine düşmesiyle sert ve istediğim amacı bana veren bir ses çıktı. Duyduğu sesle hafiften irkilerek kendini toparlamaya başlayan Alptuğ, doğrulup kendine çeki düzen verdi. Artık karşımda sitemkâr kardeşim Alptuğ değil, Alamatra Denizcilik Şirketi CEO yardımcısı Alptuğ Bey vardı.

"Sitem saatin bittiyse konuşulması gerekenleri konuşmaya başlayalım mı artık aslanım?"

Boğazını temizleyerek çantasının içinden siyah filigranlı bir dosya çıkarıp bana uzattı. Alptuğ'da sevdiğim bir diğer özellik de buydu, kendini olaya hemen adapte edebiliyordu. "Ta- tabii ki Alparslan Bey. Sözünü ettiğiniz üzere Sürmene'de açılması planlanan tersanenin temel atım aşamalarının başlaması için gereken yatırım miktarı konusunda Valeri Hanım ile mutabakata varıldı." diyerek az önceki dosyadan daha küçük başka bir dosya uzattı. Elinden aldığım küçük dosyaya baktığımda Valeri Hanım'ın, yeni şirketin tersane inşaatı üzerine yaptığımız toplantıda kararlaştırılan fiyatın çok daha üzerinde miktar yazdığını fark ettim. Bu kadının cömertliği her geçen gün şaşırtıyordu.

Aslında şaşırmamam gerekiyordu, her iki tarafta kendi çıkarlarını gözetiyordu. Sürmene'deki yeni şirketin kaymağını Valeri Almeda yiyecekti. Tersanede üretilen gemi ve konteynerlerin hizmet edeceği ilk şirket onun şirketi olan Valeri Holding'ti, bu sebeple işlerin hızlanması ve aynı hızla üretimin başlaması için mali destek sağlamak istemişti. Şirket ve tersane ne kadar çabuk faaliyete geçerse o da o kadar çabuk işlerine devamlılık sağlayabilecekti. Bunun farkında olan akıllı bir kadındı. Kaliforniya Long Beach Limanı, Valeri Holding koordinat merkezli filonun tüm tam donanımlı kargo gemileri ve konteynerleri, Sürmene'deki yeni açılacak tersanede, Alamatra üretim koordinasyonu ile yapılacaktı.

İşimdeki hırsımı ve başarı eşiğimin yüksekliğini yerel ve global her firma bilirdi. Kalite tesadüfen ortaya çıkmaz. Şirketimin politikasına ayna olan bu sözlerin kefilliğini sağlayabilmek için zamanında dişimi tırnağıma takıp gece gündüz çalışmıştım. Şimdi Alamatra hayalini kurduğum başarıdan da üstün bir başarı elde etmişti ve Valeri Almeda'nın yönetiminde olan Valeri Şirketler Topluluğu bu başarının peşine düşmüşlerdi. Sürmene'ye açacağım yeni şirket ile tersanesi, yerel ve global anlamda deniz taşımacılığının göz bebeği olacaktı. Açılacak olan tersanenin mühendislerinden, kaynakçılarına kadar çalışacak tüm ekibi bizzat kendim seçmiştim, hepsi işlerinde başarılı insanlardı.

Valeri Hanım'ın deniz nakliyatında kullanmak istediği türdeki kargo gemi ve konteynerlerin açacağım tersanede üretilecek olması Alamatra'yı yurtdışı bağlantılı firma haline getirmişti. Bu durum benim, Valeri Hanım ile daha sık görüşmeler yapmama, Alptuğ'un ise sık sık Kaliforniya'ya gitmesine sebepti. Anlaşma yaptığım insanlara tam anlamıyla güvenmem gerekiyordu bu güveni Alptuğ'un yurtdışı seyahatleri ile perçemliyordum. Konteynerlerde illegal ürün taşınmaması şartı koysam da sürekli taşımacılığını yapmaya devam ettiğim birkaç firmadan bu konuda sağlam kazık yemiştim. Bu sebeple insanlara özellikle iş insanlarına güven kotamı fazlasıyla doldurmuştum. Babamın hatıralarını yaşatmaya yemin ettiğim şirkette şaibeye yer yoktu. Alamatra logosu taşıyan her filo hukuka dayalı taşımacılık yapmak zorundaydı ve bunların takibini Alptuğ yapıyordu. Benim İstanbul'dan ayrılmamın imkânı yoktu. Alptuğ'un verdiği dosyaları büyük bir dikkatle incelerken o, Valeri Holding'te yapılan toplantı hakkında özet geçti. Dosyayı kapatıp koltuğumu yanı başımdaki Alptuğ'a doğru döndürdüm.

"Peki sen ne düşünüyorsun?"

"Siz nasıl talimat verirseniz o şekilde ilerleyecek Alparslan Bey." dediğinde ses tonunu sabit ve itaatkardı.

"Ben CEO yardımcısının düşüncelerini değil, kardeşimin düşüncelerini bilmek istiyorum."

Bakışları bana çevrildiğinde başımla sandalyeye oturmasını işaret ettim. O yerine yerleşirken asistanıma telefon edip iki kahve istedim. "E, sen bu konuda ne düşünüyorsun, bu yaklaşım mantıklı geliyor mu?" diyerek elimdeki kalemi çevirmeye başladım.

"Açılmamış bir tersaneden filo beklemesinin elbette şimdilik bir açıklaması yok ancak Sürmene'ye açılacak olan şirketinde toy bir işletme olmadığı biliniyor. Valeri Hanım, Alamatra'nın bu konudaki gücünün farkında ve seninle bağlarını güçlendirmek istiyor."

"İşte mantıksız kısım bu Alptuğ." Kalemi çevirmeyi bırakıp ona doğrulttum. "Alamatra zaten denizyolu nakliyatında performansı yüksek bir şirket, açacağımız tersane hiçbir üretim firmasına minnet etmeden kendi rotamızı oluşturacak olmamızın ufak bir göstergesi. Valeri Holding ise kendi nakliyatı dışında daha çok tersanenin üreteceği filo ile ilgileniyor. Bu bizi paravan haline de getirebilir, bize dünya çapında ekstra ün de katabilir, bu kadının istediği tam olarak ne?"

Alptuğ çenesini sıvazlayarak düşünmeye başladı. "Yani demek istediğin konteynerlerde her ne taşıyacaksa bunu her anlamda bizim adımızla yapmak istiyor, yatırımcı kaynak olma sebebi bu öyle mi?"

Kalemi masaya bırakıp öne doğru eğildim. "Kesinlikle ve bu durumda konteynerler içerisinde ne taşınacağı çok büyük önem arz ediyor. Bir sansasyona daha izin veremem. Krallık bağlantılarını devreye sokmasaydım şu an hapisteki bana don atlet getiriyor olurdun." Kederle iç çektim. "Babamın yüzünü bir kere eğdim bir daha Gökalp Krallığı'nın ayrıcalıklarını Alamatra'da kullanmak istemiyorum."

Alptuğ sözlerimi düşünürken bakışları puslandı. Babamın ölümünden bir süre sonra şirketin başına yeni geçtiğimde meydana gelen asılsız durum uzun süre basında yankı bulmuştu. Gözümün önüne gelen manşetler iyi niyetimin üzerine kırmızı sis perdesi inmesine neden olunca, yüklenen tekstil malzemelerinin arasından çıkan uyuşturucu paketlerinin asıl sahibinin kim olduğunu bulmak için Krallıktaki konumumu kullanmak zorunda kalmıştım. Bulduğum şerefsizin götünde uyuşturucu paketleriyle havai fişek patlatmış, sonrada adamı emniyete kendi ellerimle teslim etmiştim. Böyle bir riyakarlığa ne Alamatra'da ne de Gökalp Krallığı'nda yer yoktu.

O süreçte adımızın aklanmasını sağlamak çok zor olmuştu ama başarmıştık. Krallığın imajı emniyet güçleriyle aramızın iyi olmasını sağlıyordu. Bu da bizim için avantaj haline gelmişti. Yine de bir yerlerde babamın bundan memnun olmadığını hissediyordum. Bu vicdan azabı yüzünden sonraki anlaşmalarda daha dikkatli, daha problemli davranmış ve bu konuda deyim yerindeyse ince eleyip sık dokumuştum. Piyasanın en geçimsiz işletmecisi ünvanını almak anlaşma yaptığım firmalar adına sorun olsa da benim için şeref madalyasıydı. Eğer Valeri Holding de başıma böyle bir çorap örmeye niyetliyse en karanlık yanımı göstereceğimi her türlü garanti ederdim.

Asistanım kahveleri getirip çıkarken Alptuğ kahvesinden bir yudum alıp sonunda aklından geçenleri söyledi. "Bir önerim var ama son karar elbette yine sana ait." dedi. Aklına gelen düşünce ile koyu kahve gözleri ışıldamaya başladı.

"Seni dinliyorum."

"Valeri Almeda'yı yatırımcı değil hissedar yap." dediğinde bakışları tepkimi tartmak için üzerimde geziniyordu.

"Anlamadım. Şirketten hisse mi verelim istiyorsun? Alptuğ bu şirkette iki hissedar var biri yüzde elli bir ile ben, diğeri ise yüzde kırk dokuz ile sen. Neden işleri karmaşıklaştırıyorsun?" Ellerimi saçlarımdan geçirip düşünmeye başladım, bu çocuk neyin peşindeydi?

"Alamatra Denizcilik için değil, açılacak tersane için hissedar yap. Gönderdiği çekin sıfırlarına bakılırsa zaten onunda en başından beri niyeti bu yönde gibi gözüküyor." Dosyadaki çeke baktığımda Alptuğ'un haklı olabileceğini düşünmeye başladım. "Tersane üretiminden çıkan gemilerde taşıyacağı her ne ise bu onu da sorumluluk sahibi haline getirecek."

Söylediklerini düşündükçe mantıklı gelmeye başlıyordu ama yabancı bir firma ile ortaklık bize ne kazandırırdı? Valeri Şirketler Topluluğu'nun bir parçası olmak ve bu durumdan elde edeceğimiz kâr marjı... tüm bunların detaylı bir şekilde incelenmesi gerekiyordu. Benim için sorun teşkil eden bir durum değildi ve aslında bu iş birazda dostuna yakın düşmanına daha yakın deyimiyle kafa kafaya geliyordu. Valeri Şirketler Topluluğu'nun büyük irade gösterisiyle peşimize düşmesinin ardından dostluk mu yoksa düşmanlık mı gelecek bilmiyordum ve bunu anca bu yolla anlayabilirdim. Alptuğ'un teklifi kafamda değerlendirilir oyu almış gibi duruyordu. Sadece sakin kafayla düşünmem gerekiyordu, artısını eksisini kafamda şekillendirmeliydim. Başka bir baş ağrısı daha!

"Haklı olabilirsin ancak bunun için daha sık yurtdışına gitmen gerekecek kardeşim. Valeri Hanım'la olan tüm toplantıları yardımcısı Vladimir Bey ile yaptık. Kadının yüzünü bile görmedim ki bu şekilde gizli kapaklı işlerden hoşlanmadığımı sen herkesten iyi bilirsin, yine de düşüneceğim, fazlasıyla düşüneceğim. Babamın emeğini çıkarlarım uğruna heba edemem."

"Tabii ki abi, bu öyle hemen imzaları atalım düşüncesiyle hareket edilecek bir durum değil zaten. Eğer tekrar Kaliforniya'ya gitmemi istersen de giderim, sorun değil." dediğinde imayla kahkaha attım. "Bir deli rüzgâr içeri girerken posta güvercini falan diyordu." deyip imalarımın ardından aldığım yudumla fincanımı masanın üzerine koydum. Alptuğ'un bu huyuna hayrandım, aynı ananın karnından çıkmamıza rağmen, onun öfkesi ve sitemi saman alevinden farksızken, ben öfkesini kinine meze eden kindar piçin tekiydim.

"Ya sen ne bakıyorsun rüzgâr işte, eser geçer çok şey yapma sen onu." Soğumaya yüz tutmuş kahvesini bir yudumda içip anında suratını buruşturdu. Aldığı yudumu püskürtmemek için kendini zor tutuyordu. "Ama senin yaptığın iş mi, şekerli kahve içen adama sade kahve söylemekte neyin kafası? Bir de buz gibi içtim onu alacağın olsun."

Yüzümdeki gülümseme şeytani bir hal alırken kahvemden keyifle son bir yudum daha aldım. "Sitemkarlığının ve çantanın leş gibi tekerlekleriyle deri koltuğumu mahvetmesinin bedeli içtiğin soğuk, sade kahve olsun kardeşim. Hadi şimdi git bugünlük izinlisin, yat uyu, dinlen. Yarın sabah Valeri Şirketler Topluluğu ile ilgili detaylı rapor istiyorum."

Masadan az önce bana verdiği filigranlı dosyayı alarak çantasına koyup, fermuarını çekerken son sözüme karşılık duraksadı. Toparlanmaya devam ettiğinde ise sitemkâr haline geri döndü. Hoş geldin Alptuğ Kasabalı! "İzinlisin deyip detaylı rapor istiyorsun, bu çocuk kaça bölünsün Alparslan Bey?"

"Diyorsun ki ben izin kullanmak istemiyorum bu gece mesai yapayım?" Yüzüme umursamazlık maskemi takıp omuz silkerek umarsız bir tavra büründüm. "Olur bana uyar, burada mı çalışmak istersin yoksa odanda mı?" dediğimde hızla çantasını koluna takıp ateş almış gibi kapıya ilerlemeye başladı. Kısa süre duraksayıp başını arkaya çevirdiğinde sinirle bakış attı.

"Gidiyorum, gidiyorum ama illaki elime düşeceksin o zaman bölündüğüm sayıyla çarpanlarına ayıracağım seni sevgili abiciğim."

"Sen hala konuşuyor musun?" diyerek ayağa kalktığımda Alptuğ yaşına tezat bir çocuklukla hızla "Kaçtım ben!" diye bağırıp kapıdan dışarı fırladı.

****

Eve girdiğimde saat her zamanki gibi gece yarısını biraz geçiyordu. Son birkaç yıldır hayatım şirket ve Krallık arasında geçip giderken neredeyse bir evim olduğunu unutacak hale geliyordum. Ofiste ya da Krallıkta sabahladığım çok zaman oldu. Bazen günlerce evime uğramadığım zamanlar bile olurdu, ancak buna artık son vermem gerektiğini biliyordum. Bu aralar özellikle hayatımı -ki bu sadece özel hayatımı kapsıyordu- yavaş yavaş yoluna koymam gerektiğini hissediyordum. Yaşım otuz ikiydi, yaşıtım olan çoğu erkek evlenip çoluk çocuk olayına bile girişmişti. Benimse elimde harikalar yaratan şirketim ve eski imajını yenilemek için kıçımı yırttığım bana ait olmayan bir Krallık vardı.

Anahtarları şifonyerdeki kâseye atıp, kravatımı gevşeterek boynumdan çıkardım. Yatak odasına doğru ilerlerken evdeki sessizlik kısa sürede beni sakinleştirmeye başladı. Evcimen bir adam değildim, ancak evde bulduğum sakinliği ve huzuru başka bir yerde bulamıyordum. Odaya girdiğimde ceketimi çıkarıp dilsiz uşağa astıktan sonra gömleğimin ilk iki düğmesini açıp kollarını katladım. Gözlerim neredeyse kapanmak üzereydi, yorgunluk resmen bedenimden akıyordu fakat önce yapmam gereken bir şey vardı. Karnımın gurultusu yapmam gereken şeyin mutfağa gitmek olduğunu söylüyordu. Aç kalmak ve aç bir karınla uykuya dalmak kesinlikle bana göre değildi. Gece saatin kaçı olursa olsun yemek yerdim, kilo ya da kalori gibi takıntılarım yoktu. Buna rağmen kendime özen göstermeyi severdim. Gecenin köründe yenilen yemeklerin acısı elbette ki ertesi gün salonda çıkacaktı mesela. Kartal bu yüzden vardı. Yarın Kartal'ın ringde söyleyecekleri şimdiden kulaklarımda çınlamaya başladı. Gece atıştırmaları konusundaki sert tutumu onun mesleğinden ileri gelse de söylediği sözler benim umurumda bile değildi. Ben acıktım mı yerdim, bitti. Salona geri döndüğümde salonla bağlantılı mutfağa ilerledim.

Hazır gıdalarla aram oldum olası yoktu. O yüzden kısa yoldan karnımı doyurabileceğim bir şeyler hazırlamaya koyuldum. Yarım saat kadar sonra artık karnımı doyurmaya hazırdım. Bar tezgâha tabağı bırakarak, mutfak taburelerinden birine oturup yemeğimden bir çatal almıştım ki telefonumun titreşim sesiyle başımı salona çevirdim. Ağzıma çatalı götüremeden tabağa bırakıp telefonu almaya gittim. Arayanın kim olduğunu elbette biliyordum. Saat çoktan gece yarısını geçmişti ve beni bu saatte sadece bir kişi arardı.

"Söyle." Açlık sinirime vururken bundan nasibini elbette beni yemekten alıkoyan alacaktı. Telefondaki aksi selamım ahizeden kahkaha sesi duyulmasına neden oldu.

"Dur tahmin edeyim, eve şimdi geldin ve karnını doyuracakken ben aradım değil mi?"

"İnsanın dostunu tanıması kıyak olay ama açken çekilmiyorsun Arık Böke. Ne diyeceksen de oyalama beni açlıktan ve yorgunluktan ölüyorum."

"Açken gerçekten çekilmiyorsun Alparslan." Onun sesi sözlerimi tekrarlayıp keyifli bir hal alırken, ben sinirle gözlerimi devirdim. "Neyse sen geç yemeğin başına öyle konuşalım." dedi.

Adımlarım yeniden mutfağa dönerken telefonu hoparlöre aldım, tabureye yerleştiğimde yeniden konuşmaya başladım. "Hayırdır gecenin bu vakti, bir şey mi oldu?"

"Ne olacak be oğlum kurulma hemen." dediğinde istemsizce kaşlarım çatıldı. Kurulduğum bir vaziyet yoktu ama gecenin köründe boş muhabbetler sarmıyordu. "Yarın akşamki organizasyon için her şey tamamlandı, hazırlıklar bitince haber ver dediğin için aradım seni. Son dakika golü olacak hiçbir vaziyet yok, ayrıca istediğin gibi basın da yok." dedi.

Krallık davetleri... Üç ayda bir ayın on dokuzunda verilen davetlere Ertuğrul Gökalp devrinin bitip sistemin benim kararlarımla dönmesiyle başlanmıştı. Dayım olacak şerefsizin kurduğu sistem aldığı canların kanında boğulurken devralmıştım. Bu uğurda dökülen ilk kanın rahmetli yengem ve Umay'dan olması Ertuğrul Gökalp'in mezarda çürüyen kemiklerine bile rahat vermemem için sebepti. Sırf bu sebepten Gökalp'in zamanındaki tek adam sistemini ve çarlarını yıkıp yeni düzen getirmeye karar vermiştim. Bu düzen değişikliğinin ilk adımı insanları yakından tanımakla geçiyordu. İş konusunda özellikle illegal işler konusunda herkes riyakâr ve göt yalamaya müsaitti. Sistem ne kadar eski halinin tam tersi olsa da bu Gökalp döneminde de benim dönemimde de değişmeyen tek şeydi. Kılkuyrukları avlamanın yolu ise alkolün ta kendisiydi. Kendini güçlü sanan her yeraltı faresinin illa bir zaafı oluyordu ve alkol onların hepsini tek tek ortaya döküyordu. Herkes eğlencesine bakıp dansın, alkolün ve gevezeliğin dibine vururken ben o gevezeliklerin arasından kendime çıkar toplar, sonrada kurallarıma ters düşen her kim olursa olsun topladığım bilgilerle onun yedi sülalesine göbek attırırdım. Üç ayda bir verilen bu davetlerin benim için önemi büyüktü özellikle verilen davet senenin ilk daveti ise bu çok daha önemli hale geliyordu.

Bir yandan yemeğimi yerken diğer yandan konuşmaya devam ettim. "Arık Böke basın kesinlikle yok, senenin ilk daveti ve sisteme yeni giren elemanları tanımak için ilk fırsat, bu yüzden basın karmaşası istemiyorum."

"Anlaşıldı patron, az öncede söylediğim gibi basın yok ve bu konuda sorumluluk bana ait eğer ertesi gün internette davetle ilgili en ufak bir şey bulursan..." dediğinde sözünü kesip cümlesini ben tamamladım. "Bulmayayım Arık Böke ihtimalleri sevmem, eğer sen işin başındayım diyorsan bu konu kapanmıştır."

"Eyvallah kardeşim." dediğinde aklıma gelen düşünceyle Arık Böke'nin sözünü karşılıksız bırakarak, "Sizinkiler de gelecek değil mi?" diye sordum. Arık Böke yarı meraklı ses tonuyla "Evet gelecekler de sen neden sordun ki, verilen her davete geldiklerini biliyorsun. Annem bu konuda evdekilere iltimas tanımıyor." dedi.

Alaycı bir gülümse dudaklarıma yerleşirken "Yadigâr Hanım'ın otoritesi bir kızına işlemiyor galiba." dediğimde Yadigâr Hanım'ın aslında ne kadar baskın karakterli biri olduğunu biliyordum. Arık Böke sıkılgan bir nefes bıraktı. Son iki davette Pinhanların kızını görememiştim. Davetlere katılım zorunlu detayını bildiği halde gelmiyor, iki davete gelse üç davetten kaçıyordu. Bu durumsa çoğunlukla Arık Böke'yi arada bırakıyordu. "Armina organizasyonlardan hoşlanmıyor, kafasında kurduğu çok farklı bir dünya var. Annemse ayrı bir inat büyük ihtimal yarın yine duygu sömürüsü yapar, peşinden kardeşimi de sürükler ve onu davete getirir." diyerek iç çekti. "Yadigâr Hanım işte biliyorsun annemi."

Biliyordum. Yadigâr Hanım, Krallığın düzenlediği organizasyonların en ünlü ve aranılan simalarından biriydi. Her organizasyonda varlığını belli ederdi. Üyelerin hanımları arasındaki en otoriter, dik başlı, dediğim dedik kadınlarındandı ancak tüm bu otoritesi yalnızca bir kişiye işlemiyordu. Biricik kızı Armina Pinhan!

Ciddi bir şekilde "Biliyorum kardeşim biliyorum Allah başka dert vermesin." dediğimde Arık Böke kahkaha atarak "Allah dermansız dert vermesin dostum." dedi.

"O derece yani ha?"

"Aynen o derece kardeşim." dediğinde Arık Böke yerinde olmak istemediğimi fark ettim. Yadigâr Hanım gibi birine anne demek düşüncesi bile sırtımdan aşağı soğuk terler dökülmesine neden oldu. Benim annemin de Yadigâr Hanım'dan kalır yanı yoktu ama ne bana ne de Alptuğ'a asla baskı kurmazdı. Gerçi Arık Böke'nin annesini çok da salladığını düşünmüyordum ama kız kardeşinin bu konuda derdi büyük gibi duruyordu. Bir an onun adına üzülür gibi oldum ama sonra vazgeçtim. Aynı kanı taşıyorlardı sonuçta, annesi neyse kızı da oydu.

Arık Böke küçük bir duraksamanın ardından "Neyse dostum annemi konuş konuş bitmez, diyeceğin bir şey yoksa kapatıyorum. Yarın işim çok, söyleyeceğin bir şey var mı?" dedi.

"Yarın şirkette olmayacağım, Krallıkta olurum büyük ihtimalle öğleden sonra görüşür, mekânın son haline bakarız." dedim. "Tamam birader." deyip telefonu kapattığında masadaki boş tabağı alıp tezgâhın üzerine bıraktım. Yatak odasına geçerken bedenim çoktan uykuyla kol kola girmişti, kendimi yatağa bırakıp yorgun ve huzursuz uykuya dalarken tek düşündüğüm yarın o asinin davete gelip gelmeyeceği oldu.

****

Davet salonunda her şey olması gerektiği gibiydi. Salonun etrafında konumlandırılmış güvenliğin listesinden servis peçetelerine kadar her şeyi itinayla kontrol etmiştim. Geniş salonda aralıklı şekilde sıralanmış büyük yuvarlak masalar ve arka taraflarında özel olarak ayarlanmış kokteyl bölümüyle hepsi muntazam bir şekilde yerleştirilmişti. Catering şirketinin geleceği saate daha vardı zaten etrafta onun dışında başka eksik de yoktu. Taşınabilir bar standının önüne geçip sırtımı tezgâha yasladığımda verdiğimiz davetlerde sürekli olarak barda çalışan çocuk, gözlerime bile bakmadan saygıyla hafif bir baş selamı verip, her zamanki gibi kadehimi tezgâha bıraktı. Viskiden bir yudum alıp çalışanları takip ettiğimde Arık Böke ağır adımlarla yanıma geldi. Elbette beni burada bulacağını biliyordu.

"Birlikte geliriz diye düşünmüştüm." dediğinde sesinde hafif sitem yakaladım.

"Sana da merhaba kardeşim." Kadehten bir yudum daha alıp bardağı işaret ettiğimde Arık Böke olumsuz anlamda başını salladı.

"Annemi başıma sıçratmak istemiyorum. Sonra." dediğinde yanıma gelip, bedenini tezgâha yaslayarak dirseklerini dayadığında, anladığımı belli eder şekilde başımı eğdim. Yandan bakış attığımda gergin olduğunu fark ettim. Etrafta dolanan garsonları izlerken gergince sakalını sıvazlıyordu.

"Hazırlıklar istediğin gibi olmuş mu?"

"Olmuş olmuş da" derken tek kaşımı havaya kaldırdım. "Senin bir sıkıntın var, hayırdır?"

"Sıkıntı değil de gerginim biraz, yılın ilk davetleri hep bir gergin geçiyor biliyorsun. Bu sefer başımıza nasıl bir bokluk gelecek onu merak ediyorum sadece, sen bana bakma geçer birazdan." dedi.

Haklıydı, her sene ilk davette Krallığa yeni katılan aileler ile eski ve köklü üyeler arasında illaki gerginlik olurdu. Bazense husumetli aileler davette karşı karşıya gelirdi, aslında en çok problemi de onlar çıkarıyorlardı. Krallığın bünyesinde yer alan tüm aileler birbirleriyle ne kadar ters düşerlerse düşsünler benim emrim altına girdikleri takdirde kendi husumetlerine son vermek zorundaydılar. Bu Krallık kurallarında yazılı olmayan ama herkesin bilmesi gereken sözlü kurallardan biriydi. Herkesin esamesi benim varlığım ve kurallarım devreye girene kadar okunurdu. Hükmümün başladığı yerde okunan esamenin ise anca selası duyulurdu. Ben bu konuda oldukça rahattım ama Arık Böke neden geriliyor onu bir türlü anlayamıyordum.

"Neyini dert ediyorsun bu kadar kendine? Her sene olan şeyler zaten."

Bir elini yumruk yapıp açarken burnunu çekti. "Öylede hanımlar varken ayıp oluyor." Derdi şimdi anlaşılmıştı, annesi bu tarz gerginliklere alışıktı çünkü o zaten çekirdekten yetişmişti. Krallığın en boktan dönemlerini biliyordu ki şu an yaşadığı düzenden oldukça memnun olmalıydı. Ufak tefek sorunlar dışında kurulan yeni düzen Gökalp zamanının yanında zemzem kalırdı. Arık Böke'nin gerginliği kardeşinin de davete gelecek olması ihtimalinden kaynaklıyor olmalıydı. Ayağını ritmik bir şekilde sallaması bile bunun ispatı gibiydi. Arık Böke bu gece gerginlik istemiyordu çünkü küçük asimiz bu gece davete teşrif edecekti.

Başımı ima dolu bir hareketle sallayıp "Hanımlara ayıp oluyor?" diye tekrar sordum. Karşılığında Arık Böke'nin de başını salladığını gördüğümde omzuna omuz attım. Kardeşine değer verdiği ve üzerine titrediği her halinden belliydi. Daha önceki davette hiç böyle bir derdi olmamıştı çünkü o zaman kardeşi yine davetten firar etmişti. Onun sıkıntılı halini görmek canımı sıktı. Bu gece tatsızlık çıkmasına zaten izin vermezdim de bu saatten sonra ihtimali bile yoktu.

"Bu konuda sen niye dertleniyorsun amına koyayım? Herif gelip kadın kız dinlemeden salonun ortasında taşkınlık çıkarıyor sonra paket ediliyor olağan şeyler bunlar. O adam kılıklılar zaten hanımların varlığından aldıkları siktiri boktan cesaretle öyle boyundan büyük efelenmelere giriyorlar, ben bilmiyor muyum zannediyorsun?" Kadehimden son yudumu aldığımda daha erimemiş olan buz cama çarpıp ses çıkardı. "Onların hepsi hava cıva Arık Böke. Hepsi aileler bir aradayken gövde gösterisi yapıp kendini öne sürme derdinde. Toplantılarda gelip büyüklensinler eyvallah ama davetlerde yapılan şarlatanlıklar beni germez, sadece güldürür." Boğazımı temizleyip elimi burnuma sürterek burnumu çektim. "Gerçi toplantılarda bana büyüklenecek adamın da götünden kan alırım ama o küçük bir detay." diyerek göz kırptığımda Arık Böke'nin ruh hali değişmeye başladı. Anladığı dilden konuşunca ne de güzel dinliyordu beni.

"Yine de buna bir çözüm bulmalıyız Alparslan. Tam adamların çözüleceği anda siktiri boktan bir gerginlikle konu başka yerlere kayıyor."

"Hallederiz dostum. Sen rahat ol." Boynumu sağa yatırıp ensemi hafifçe ovaladım. "Umalım da bugün biri çıkıp ortamı gersin."

"Ne var senin aklında?" dediğinde kaşlarını çattı, davranışımdan da verdiğim cevaptan da hoşlanmamıştı.

Omuz silkerek "Ben doğaçlama silkeliyorum kardeşim aklımda bir şey yok, akşam olsun bakarız." deyip çıkışa doğru ilerledim. "Ben gidiyorum akşama görüşürüz, bu arada kapıdaki heriflerden hiç hoşlanmadım. Sepetle onları ya da dur sepetleme bizden birilerini koy yanlarına. Kulağı kesik olsun."

Arık Böke arkamdan seslenince duraksadım. "Onların ne olayını gördün anasını satayım!” diyerek kol saatini işaret etti. “Saatin kaç olduğunun farkında mısın sen, ben bu saatte bizimkilerden kimi bulayım? Bir de kulağı kesik olsun diye ısmarlama yapıyorsun!"

"Halledersin sen, seni yanımda tutuyorsam var bir sebebi. Hadi sen de geç çıkma buralardan saat çabucak geçer gider, daha janti takımını falan geçireceksin üzerine geç kalma." Ben dalgamı geçerken Arık Böke çoktan telefonu eline alıp, yeni güvenlik arama işine girişmişti ki sözlerim karşısında sinirle başını telefondan kaldırdı. "Ya bir siktir git Alparslan. Sana uğrayanda kabahat zaten." dediğinde omuz silkip piç bir edayla gülümseyerek kendimi dışarı attım.

Davetin verileceği salondan dışarı doğru adımlarken duyduğum mırıltılı konuşmalara kulak kabarttım. Girişte huylansam da belli etmediğim iki koruma kendi aralarında konuşuyorlardı. Onlardan bir bokluk çıkacağı zaten belliydi, hissetmiştim ama bok kokusunun bu kadar çabuk kendini belli edeceğini düşünmemiştim. Acemilerdi. Bu konuştukları ortamın sotede bir yerde olmamasından, ses tonlarına ayar verememelerine kadar kendini gösteriyordu. Ya da yürek yemiş de olabilirlerdi, sebebi her ne olursa olsun bu adamlardan bugün bir iş çıkacaktı. Dinlemeye karar verdim.

"Akif Bey'in yanında kim ki bu herif abi? Elbette bu gece havasını alacağız, sen şu torbalardan haber ver bana. Onlar salona yerleştirildi değil mi?"

Torba, havasını almak, herif, Akif Bey... Akif Bey kim lan?

Ayrıca torbalar salona yerleştirildi de ne demekti? Canını yaktıklarımın listesini kafamda sıralarken içlerinde Akif diye birinin olmadığı kanaatine vardım. Bu her kimse maşanın maşacığı olmalıydı. Bu yavşak sürüsü böyleydi, birileri hep diğerinin uşaklığını üstlenirdi. Sinir bedenime ağır ağır yüklenirken, mantıklı yanımı devreye sokup sakinleşmeye odaklanarak dinlemeye devam ettim.

Diğerinden biraz daha uzun ve yapılı duran dazlak kafalı adam sertçe başını sallayıp onayladı. "Hepsi polisin baskında bulması gereken yerlere yerleştirildi. Narkotik eliyle koymuş gibi bulacak sen rahat ol."

Baskın yapılacaktı! Göt herifler davette polise baskın verdirip adımla ve Krallığın imajıyla oynayacaklardı. Beni iyi bilen herkes uyuşturucu ve kadın ticareti hakkındaki sert tutumumu da bilirdi zaten benim açtığım savaşta bu boklukları temizlemek için vardı. Bu işlerle ilgilenen adamları özellikle bulur, anlaşma yapar sonrada işlerini baltalardım. Arık Böke ve çok yakınlarım bunu en iyi bilenlerdi onun dışındaki insanlar içinse bu durum sadece şehir efsanesiydi. Şimdiyse benim karşı olduğum olayı bana karşı kullanacaklardı. Polis bu konudaki tutumumu gayet iyi biliyordu, birçoğunu paket edip el altından asayişe teslim etmiştim ancak bu mekanımda buldukları paketlerle beni mimlemeyecekleri anlamına gelmezdi. Her ne kadar ortalığı temizlemelerine yardım ediyor olsam da sonuçta ben Ertuğrul Gökalp'in yeğeniydim. Benden de her şey beklenirdi. Sinirle ellerim yumruk halini alırken, kendimi dinlemeye zorladım.

"Tamam görev başarılı olmuş. Şimdi olacakları izleme zamanı." diyen dazlak kafalı adamın karşısındaki sarışın adam arkadaşına şeytan bir gülüş gönderdi. Sizi şeytanın çarkında dansöz etmeyen Alparslan da adamım diye gezmesin ortalıkta! Ben kendi kendime kurulmaya başlarken, diğeri arkadaşının gülüşüne rağmen biraz daha sabit bir ifadeyle mimik bile oynatmadan "Bence izlemek yerine buradan çaktırmadan yaylansak daha iyi olacak." dedi.

Sarışın anlamamış gibi tek gözünü kırparak arkadaşına karşılık verdi. "Niye lan? O itin köpek çektiğini görmekten daha keyifli ne var? Üstümüze düşeni yaptık şimdi izleyip keyfini çıkaracağım. Ona zamanında intikamımı alacağım dedim beni siklemedi bile, kardeşim onun yüzünden içeride yatıyor." dediğinde kaşlarımı çattım. Bu konu ne boktan bir hal alıyordu böyle?

"Abi anlıyorum ben seni. Vedat'ın intikamını aldın işte, o polise torbalarla yakalandı sen de aynı şekilde Alparslan'ın yakalanmasını sağlayacaksın eyvallah ama o adam şeytanın avukatı hatta ta kendisi eğer bu işin bizim başımızdan çıktığını anlarsa adımızı siler yeryüzünden."

Yediği boktan geri kalmamıştı ama korkuyordu da. Yine de bu piçi diğerine göre daha az dövecektim. En azından benim kim olduğumu biliyordu.

Sarışın, "O anca benim arabamın camlarını siler. Kim oğlum o, kim lan? Anca dayısının mülküne, namına çöken, köpeksiz köyde değneksiz gezen piçin biri. Bir bok yiyemez sen rahat ol arkam sağlam bu sefer." derken ellerini cebine sokup keyfine keyif kattı. "Onun ters kelepçe buradan çıkarıldığını göreceğim Altan, o piç buradan cezaevine gönderildiğinde ona hazırlanan karşılama töreninin haberlerini viskiyle kutlayacağım lan ben. Burada birkaç saat ayakçılık yapmışım umurumda değil. Ben o itin kelepçeli halini göreceğim."

Boynumu sinirle sağa sola yatırıp burnumdan soluyarak sessizce oradan uzaklaşıp davet salonuna geri adımladım. Arık Böke telefonda konuşuyordu, sanırım hala bizden birilerini kapıda durması için ayarlamaya çalışıyordu. Adım seslerini duyunca çevirdiği bakışlarla beni gördüğünde kaşlarını çattı. Neden hala burada olduğumu sorguluyordu. Telefonu kapatmasını işaret edip yanına yaklaştım. Attığım adımlardan bile patlamaya hazır volkan olduğum hissediliyordu ki Arık Böke de bunun farkında olup telefonu hızla kapatarak bana döndü. O konuşmaya başlamadan önce salondaki birkaç garsona dönüp ellerimi birbirine vurarak "Garsonlara on dakika mola, hemen şimdi işi bırakıp çıkıyorsunuz!" diye bağırdım. Sonrasında bara döndüm ve parmağımla delikanlıyı işaret ettim. “Sen kalıyorsun.” Sözümü ikiletmeyip ellerindeki işlerini yarım bırakarak hepsi dışarı çıkarken, salonda sadece Arık Böke ben ve barmen çocuk vardı.

"Hayırdır Alparslan gidiyorum dedin neden hala buradasın?"

Sertçe soluklanıp kendimi dizginlemeye çalışırken "Buldun mu kapıya birini?" diye sordum.

"Bizimkilerin hepsini bir yerlere dağıtmışsın ama buldum birilerini." deyip beni dikkatle inceledi. Sinirden gözüme inen sis perdesi bir türlü dağılmıyordu. "Tamam buldum işte lan, ne bu sinir?"

"Kapıdaki herifler." dedim çenem sinirle kasılırken. "Renkleri erken belli oldu. Kim buldu da koydu onları oraya?"

"Krallıktaki güvenlik birimi gönderdi. Kerim Bey'in tavsiyesi üzerine işin başına getirildiler."

"Bu Kerim bizim güvenlik ağını sağlayan takımın başıydı değil mi?"

Arık Böke sabırsız bir nefes koydu. "Bildiğin şeyleri tekrar duymak hoşuna mı gidiyor? Evet güvenlik biriminin başında o var."

"Onu bana bul Arık Böke. O it muhtemelen bir deliğe girmiştir, bul ve çıkar. Ben onu başka deliklere sokacağım." diyerek sakalımı sıvazlayıp volta attım. Adımlarım sırasında bara gözüm takılırken elinde havluyla bardakları kurulayan çocuğu kadrajıma aldım. Hızla oraya ilerlerken Arık Böke "Ne oluyor yine Ateş?" diye sorsa da cevap vermedim. Tezgâha yaklaştığımda ellerimi genişçe açarak sertçe mermere vurdum.

"Buraya ne zaman geldin?" Çocuk ağır ağır yutkunurken bakışlarını sabit tutmaya devam ediyordu.

"Sabah on otuzda geldim efendim. O zamandan beri barın düzenlenmesiyle ilgileniyorum." Doğru söylüyordu, çalışan girişlerindeki saati birebir uyuyordu. Listede gördüğüm giriş saatiyle aynısını söylemişti.

"Bu salona senin dışında kimler girdi?" Ben çocuğu sorguya çekerken Arık Böke omzuma dokundu. "Ne oldu birader söyle ki beraber halledelim." dediğinde bakışlarım eli hala omzumda olan adama döndü.

Ses tonumu kontrol altında tutmaya çalışıp "Sen Hassas'ı getir buraya dolansın biraz." dedim. Arık Böke'nin bakışları sertleşirken ne demek istediğimi anlamıştı. Boynundaki gerilen damarlarından bunu anlayabiliyordum. Hafifçe başını sallayıp omzumu sertçe sıkarak "Gelirim yarım saate." dedi. O hızla ve benim kadar gergin bir ifadeyle kapıdan çıkarken ben çocukla baş başa kaldım.

"Evet dönelim sana. Soruları tekrarlamayı sevmem, cevabı alayım." diyerek aramızda sadece tezgâh olan barmen çocuğa döndüm.

"Alparslan Bey buraya geldiğimde kimse yoktu, ilk ben girdim. Sonrasında organizatör, servis şefi ve garsonlar geldi düzen almaya başladılar. Bir kere de Altan girdi."

"Altan?" diye sorduğumda cevabını bildiğim halde Eren'in vereceği cevabı bekledim. "Kapıdaki güvenlikten biri Alparslan Bey, iri, saçsız olan."

"Ne işi varmış burada?" dediğimde Eren'den herhangi bir ele veren hareket bekliyordum, belki o da dışarıdaki itlerden biriydi.

"İçecek bir şeyler istedi benden, boğazının kuruduğunu söyledi." dediğinde devam etmesini işaret ettim. "Ona dolaptan içecek çıkardım. O içerken diğer yandan etrafı inceledi, bana güzel mekân bu işlerde bok gibi para var falan diye konuşmaya başladı." dedi. Konuşurken ses tonu sabitti, gözlerimin içine bakıyordu. Elleri sakin bir şekilde iki yanında duruyordu. Konuşmaya devam etti. Tavrında yalan kokan hiçbir şey yoktu.

"Sonra haber geldi, içkiler geldi diye ben de işlerimi bırakıp arka çıkışa ilerledim ama..." dediğinde devamını söylemek istediğinden emin değil gibiydi, sabırsızca ayağımı vurmaya başladım. Sinirimi anlamış olacak ki kararını verip daha hızlı anlatmaya başladı. "Bir şey beni rahatsız etti, belki konuşması, belki tavrı bilmiyorum. Bu yüzden kapıya yaklaşınca gidemedim, camın yansımasından sessizce Altan'ın ne yaptığını izlemeye başladım. Cebinden bir şeyler çıkardı ve salonun birkaç yerine koyup, etrafı kolaçan ederek gitti." dedi.

"Neresi oralar?" diye sorduğumda sesimdeki sinir yerini ölüm sakinliğine bıraktı. Eren sorduğum soruya karşılık elindeki havluyu bırakıp bar tezgahının altına eğildi ve avucunda irili ufaklı birkaç uyuşturucu torbasıyla ayağa kalktı. "Camdan yansıdığı kadarıyla gördüğüm alanlardan bunları topladım Alparslan Bey." diyerek avucundakileri tezgâha bıraktı. Gözüme girdin çocuk, aferin!

Paketlere elimi sürmeden önce paketlere sonra Eren'e baktım. "Bunlara dokundun mu?" diye sordum. Eren'in cevabı ne ara eline taktığını anlamadığım eldivenleri göstermek oldu. Bir barmene göre fazlasıyla zeki çocuktu. Bir artı daha!

Anladığımı belli eder şekilde kafamı salladım ve Eren'e doğru ilerleyip iki parmağımla yaklaşmasını işaret ettim. Eren bana saygıyla başını eğerken onun kulağına doğru eğilip yapması gerekenleri söyledim. Söylediklerimi sakinlikle dinlerken hiçbir şey söylemedi. Söyleyeceklerim bittikten sonra tek yaptığı kendini geri çekip "Siz nasıl emrederseniz Alparslan Bey." demek oldu.

****

Kol düğmelerini takıp lacivert ceketi üzerime geçirdiğimde tam olarak hazırdım. Sabah salonda yaşadığım gerginlik hala bedenimde kol geziyordu ama ben bunu dışarıdan belli etmeyecek kadar tecrübe kazanmıştım. Bu gece her şey istediğim gibi gitmek zorundaydı, başka yolu yoktu. Telefonun titremesiyle konsoldan alıp arayanın kim olduğuna bakmadan açtım. Ahizeden sesi gelen annemdi.

"Oğlum." diyen naif ses karşısında yüzümde tebessüm oluştu. Annem arkamda kalan tek dağdı. Dedemin çevirdiği dolaplar yüzünden annemle olan ilişkim çoğu zaman gelgitli olmuş olsa da onun elinin omzumda olduğunu bilmek bana güç veriyordu.

Ceketin yakalarını düzeltmek için telefonu hoparlöre aldım. "Efendim anne. Bir şey mi oldu?" Annemin gülümsemesi hoparlörden odaya yayılırken "Hayır oğlum bir şey olduğu yok, biz dedenle yola çıkıyoruz onu haber vereyim diye aradım. Sen neredesin?" diye sordu.

Koluma takımımla uyumlu lacivert kadranlı çelik saati takarken bir yandan saatin kaç olduğuna baktım. Diğer davetlilerin gelmesine daha kırk beş dakika vardı. Annem her zamanki gibi vaktinden önce salonda olmak istemişti sanırım ki arkadan dedemin erken çıktıkları için ettiği sitemler bunu doğrular nitelikteydi. Annem her davet sahibi gibi gelen davetlileri kapıda karşılayıp, onlara iyi ev sahibi olduğunu vurgulamak istiyordu.

"Evdeyim anne, on dakika içerisinde çıkmış olurum, sizinle salonda buluşuruz zaten." dediğimde annem anladığını belirtir bir ses çıkarıp, telefonu kapatmadan önce sert olduğunu düşündüğü otoriter bir sesle "Hız yapma Alparslan!" diye yargısını koydu. Gençliğimden beri araba kullanırken sınırları zorlamayı severdim ve hız limitini çoğu kez aşıp radara takıldığım bir gerçekti. Annem bunu biliyordu ve otuz iki yaşına gelmiş koca adam olmama rağmen her telefonda ikazını yapmadan duramıyordu. Ona göre arabamın dört kolludan hiçbir farkı yoktu. Anne yüreğiydi anlıyordum ama dinliyor muydum orası şaibeliydi. Yine de gönlünü hoş tutmak için gözlerimi devirerek "Tamam anne hız yapmayacağım." dedim. Annemin sözlerime karşılığı inanmadığını gösteren tebessüm sesinden ibaretti.

Telefonu kapatıp aynadan kendime bakarak mendilimi düzeltip ceketin cebine taktım. Sonrasında gardıroba gidip elektronik kasadan köstekli saati çıkararak yeleğin cebine takıp, zincirini görünmesini istediğim şekilde dışarı sarkıttım. Koluma saat takmış olmama rağmen bu saatten vazgeçemiyordum. Çalışmayan antika bir saatti ama babama aitti, o yüzden sıkıntılı hallerde veya davetlerde ne giyersem giyeyim onu üzerime takmadan kendimi hazır saymazdım. O saatin cebimdeki ağırlığı babamın yanımda olduğu hissini veriyordu. Babam sakin, kendi halinde bir adamdı. Sözüyle, dokunuşuyla bazen içtiği kahvede ya da tellendirdiği sigarada sakinlik aşılardı. Onun vefatıyla elime geçen saatinin ilerlemeyen ama sürekli tık tık ses çıkarıp olduğu yerde hareket etmeye devam eden yelkovanı ise şimdi onun yerine beni sakinleştirmeye çalışan tek şeydi. Yelkovanın sürekli varlığını belli eden sesi, bana babamın varlığını ve sükunetle ilgili sözlerini hatırlatıyordu. Bu beni daha uysal bir adam yapıyordu, sabah gördüklerimi, duyduklarımı düşününce bu gece bu saate hiç olmadığım kadar çok ihtiyacım olduğunu hissediyordum.

Aynada son kez kendime bakıp Mührü Süleyman yüzüğünü parmağıma geçirdikten sonra bağımsızlığını ilan eden birkaç saç telini diğerlerinin yönüne tarayarak muntazam durmasını sağladım. Baştan sona kendime baktığımda gideceğim mekânın değişikliğinin vaziyetimi nasıl değiştirebildiğini düşündüm. Üzerimde Alamatra'da giydiklerime benzer lacivert bir takım vardı, tek farkı yelekli olmasıydı. Onun dışında Alparslan aynı Alparslan'dı ama aynı zamanda da değildi. Şirkette olumlu ve genelde sakin bir düzene hakimken, aynı düzeni Krallık'ta devam ettirmem imkansızdı. Ertuğrul Gökalp devri sonrasında ele aldığım düzende efendilik bir halta yaramıyordu. Denemedim değil. İnceden gösterdiğim nezaketin altından bile başımı ağrıtacak onlarca sorunla karşılaşmış olmak, bana Gökalp Krallığı’nda sert çocuk olmam gerektiğini göstermişti. Alamatra'da işiyle evli, başarılı bir iş insanıyken, Krallıkta dişe diş, kana kan giden kanı delinin biriydim. Takım aynı takım, adam aynı adamdı ama gerisi... gerisi takdirime ve sorumluluklarıma bağlı olarak değişiyordu.

Davet salonuna girdiğimde annemle konuşmamın üzerinden neredeyse yarım saat bile geçmemişti. Saate bakmama gerek yoktu, annemin kızgın bakışlarından hız yaptığımı anlamak zor değildi. Annem kızdığında gözlerinin kahvesi çakmak çakmak olurdu. Yine öyleydi. Başını ben sana sorarım tavrıyla salladığında uzun bir nutuğun beni beklediğini biliyordum. Hatta nutkunun ilk cümlesi "Canının hiç mi kıymeti yok be oğlum." ile ağır senkronda başlayıp yavaş yavaş yükselecekti. Hafifçe göz kırpıp gönlünü almaya çalıştığımda dudakları anne şefkatiyle yukarı kıvrıldı. Onun gönlünü almayı çalışırken fark eden tek insan oydu, diğer davetlilere karşı buz kütlesi gibiydim.

Salona girmemle birlikte gelen davetlilerin yüksek kahkahalı konuşmaları, kulaktan kulağa fısıldaşmalara döndü. Bakışlarımı gördüğüm yüzlerde ağır ağır gezdirirken herkese aynı mesafede yaklaşmaya çalışıyordum. Eğer biriyle yakınlığımı bir milim dahi ilerletecek olsam sonrası onun lakaytlığı ve iş bilmezliği ile devam ediyordu. Arkamda Alparslan Ateş Kasabalı var kafasına giren herkes başıma bir yerde bela olmuştu, o yüzden herkese karşı mat ve sabit bir ifadeyle yaklaşıp konuşuyordum. İş yerindeki kıvrak zekalı, manipülatif CEO, Krallıkta yerini oyunu kuralına göre oynayan, poker yüzlü İstanbul kabadayısına bırakıyordu.

Etrafa küçük bakışlar attığımda sabahki eksik düzenin tamamlandığını, yeni güvenlikle birlikte diğerlerinin de orada beklediğini ve işleyişin aksamadan devam ettiğini gördüm. Yılın ilk daveti diğerlerine kıyasla biraz daha balo tarzında olurdu. O yüzden tüm hazırlıklar ona göre yapılır, organizatörler ona göre planlama ve düzen alırdı. Hafif baş selamlarıyla ilerlemeye devam ettiğimde, servis elemanları büyük yuvarlak masalara yerleşen davetlilere eş zamanlı servislerini yaparlarken, orkestradan çalan soft salon müzikleri kulakları dolduruyordu. Gelen davetliler yemeklerle karınlarını, organizasyonla gözlerini, çalan müziklerle ise ruhlarını doyuruyorlardı. Eski ama restore edilmiş yalının davet salonunda organizasyon hazırlatmamın sebebi de buydu zaten, amaç hem görsel hem de işitsel şovlarla gelen davetlilerin memnun olmasıydı. Davetlerde paşalar gibi ağırlanan her üye, iş hizmet sırasına geldiğinde görevlerini paşa paşa yerine getirmek zorundaydılar. Bir nevi alma, verme dengesiydi. Ben bu dengede aslında sürekli alan taraftaydım ama şaşalı organizasyonlarda bebek gibi ağırlandıkları için üyelere daha çok veriyormuşum gibi görünüyordu.

Fazla ego ve hırs insanın hayatını sikip atan iki duygu kumarıydı. İktidar oyununda masaya oturduğum adamlar ise bu kumarı çoktan kaybetmiş, hatta gırtlaklarına kadar batmış durumdaydılar. Dudaklarıma şeytansı bir gülümseme yerleşirken, keyifle bar standına yanaştım. Benim geldiğimi gören Eren hemen hazırladığı tek buzlu viski kadehini bana uzatırken saygıyla başını eğdi.

"Buyurun Alparslan Bey, afiyet olsun."

"Eyvallah Eren." deyip viskiden bir yudum aldığımda "İşler nasıl barmen çocuk?" diye sordum.

"Eldivenlerimiz elimizde, işimizin başındayız Alparslan Bey." dedi. Güzel!

"Ben gittikten sonra Arık Böke Bey geldi mi?"

"Evet efendim geldiler." dediğinde tepsideki kurulanmış bardakları tezgâha yerleştirmeye başladı. Parmaklarım mermerin üzerinde hafifçe ritim tuttuğunda Eren "İki tane daha." dedi. Mimiklerim sabit, ifadem nötrdü. Karşıdan beni izleyen biri barmene sipariş verdiğimi ya da durum kontrolü yaptığımı düşünebilirdi ancak görünüş başka işleyiş başkaydı. İçimde köpüren öfke dalgasına rağmen olabildiğince sakin ve keyifli olmaya çalışıyordum. Benden beklenmeyen bir performansta resmen birinciliğe oynuyordum. Sakinlik bana göre değildi ancak biliyordum ki sakin kalamadığım her saniye burada kargaşa hüküm sürecekti. İçimden sabır dilenirken dışımdan keyifle gülümsedim. "Eyvallah Eren, kolay gelsin." deyip viskinin sonunu bir yudumda getirirken, o sadece başını hafifçe eğerek karşılık verdi.

Sağ elimdeki yüzüğün avucumda kalan kısmıyla oynarken salonun kokteyl kısmına ilerleyip köklü üyeleri ve Krallığa yeni katılan davetlileri izlemeye başladım. Yeni üyelerden kaçamak bakışlar yakalasam da umursamadım. Benim bakışımla karşılaşanlardan ise önce yutkunma ve tedirginlik sonrasında ise sahte gülümsemeler aldım. Salon yavaş yavaş dolmaya başlarken ve servis devam ederken ben bir köşeden izlemeye devam ettim.

Zaman akıp giderken davetlilerin neredeyse hepsi gelmişti. Kimi sohbete dalmış, kimisi daha yeni gelmiş olmasına rağmen alkolün etkisiyle şimdiden bayık bayık bakmaya başlamıştı. Masalara tek tek göz attım. Bir masa hariç hepsi doluydu, kolumdaki saate baktığımda davetin başlangıç saatinden bir saat geçtiğini gördüm. Bu zamana kadar çoktan gelmesi ve yanımda olması gerekiyordu. Tam elim telefona uzanmak üzereydi ki annemin sesiyle o tarafa döndüm.

"Alparslan." diyen anneme baktığımda beğeniyle onu süzdüm. Bordo renk hafif parıltılı abiyesi ve ensesinde özenle toplattığı kumral saçlarıyla kesinlikle ev sahibi gibi duruyordu. Yanağıma yaklaşıp dudaklarını tenime değdirmeden hafif bir öpücük bırakırken "Çok yakışıklı olmuşsun, parlıyorsun." diye fısıldadı. Dudağımın kenarı hafifçe kıvrılırken ondan ayrıldığımda ifademi yine sabit tuttum. "Zarafetinizin yanında benimki sadece mum ışığından ibaret Efraz Hanım." dediğimde annemin yanakları tatlı bir şekilde kızardı. Utandırılmaktan hoşlanmıyordu, hafifçe gülümserken konuyu değiştirdi.

"Dedenin yanına gelmiyorsun yine bir sorun mu var?"

"Onunla sorunsuz günüm mü var?"

Kaşlarımı çattığımda annemin az önce gülümseyen ifadesi değişti. Konuyu değiştirdiğine pişman olmuş gibi görünüyordu. "Yine ne oldu?" diye sorduğunda omuz silkmekle yetindim. Anneme babasını çekiştirecek halim yoktu, bu zamana kadar annem zaten yeterince dedem ve benim aramda kalmış, fazlasıyla hasar görmüştü. Artık onu Edremit Gökalp ile olan ilişkime karıştırmayı düşünmüyordum. Net ve vurgulu bir sesle "Bunlar burada konuşulacak şeyler değil anne." dedim.

Annem alması gereken mesajı almış gibiydi. "Bunlar daha çok benimle konuşacağın şeyler değilmiş gibi geldi."

"Bu da bir seçenek."

"Alparslan." diyerek söze girmek istediğinde bir adım geri çıkıp mesafe koyarak sözünü kestim. Alması gereken mesajı almamış, beni net bir çizgi çizmek zorunda bırakmıştı. Sinirle solurken ellerimi cebime koyup gözlerinin içine baktım. "Anne, sana olan saygımın sevgimden daha çok olduğunu iyi bilirsin. Dedemle olan ilişkimde arabuluculuk yapmaya çalışma artık, bu hem seni incitir hem de seninle arama sınır çizmeme neden olur. Son kez rica ediyorum Edremit Gökalp'le ilgili konularda bana sadece bu mesafeden bak. Çünkü sen bu konuda üzerime gelip bizi iyileştirmek istedikçe..." deyip bir adım yaklaştım ve kulağına doğru fısıldadım. "Ben ona koyduğum sınırın iki katını sana çizmek zorunda kalacağım ve aramızdaki adına saygı denilen bağlılık sadece formaliteden ibaret olacak." diyerek bu sefer ondan iki adım uzaklaştım. Annemin bakışları sözlerim ve davranışım karşısında puslanırken, ellerimi cebimden çıkarıp ceketimin düğmesini çözerek yüzüme sert bir ifade yerleştirdim.

"Şimdi Efraz Hanım müsaadenizle misafirlerimle ilgilenmek istiyorum."

****

Kaçakçılar, kara para aklayanlar, borsaya sahte paravan sokup dengelerle oynayanlar ve beni hepsinden daha çok güldüren hayali ihracatçılar... bazen sırayla bazen grup halinde gelip selamlaşarak ya da saçma sapan sorular sorarak varlıklarını belli etmeye çalışıyorlardı. Başka yer ve zamanda olsam onların bu aciz hallerine saatlerce gülebilirdim ancak şu an yapmam gereken tek şey onları dinlemek, önerilerine kulak veriyormuş gibi davranıp sonrasında o önerileri kulak arkası yapmaktı.

"Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz efendim?"

Ellerini önünde kenetlemiş, sıfır özgüvenle bana bakan adam elbette ki Yılmaz Zanaatkârdan başkası değildi. Kendisi kuyumcu görünümlü dolandırıcıydı. Dişinden tırnağından arttırıp birikim yapan garibanları kâr payı vaadiyle kandırıp birini bine katar, yurtdışından getirdiği sertlik ölçüsü düşük zirkon taşlarla yaptığı siktiri boktan takıları Kaşıkçı Elması havasında satardı. Kısaca katıksız orospu çocuğuydu ve şimdi o insanlardan aldığı birikimleri bana kilitleyip kendini aziz ilan etme derdindeydi. Görünen oydu, onun söylediği ise...

"Aslında sizin için çok kârlı bir iş efendim, elimde ödeme zamanı yaklaşmış birçok senet ve emanet var, eğer onları kasaya devredersem ve arkamda sizin olduğunuz duyulursa sizin öncülüğünüzde mücevherat sektörünün aranılan yüzleri arasına girebilirim yani gireriz. Ayrıca Krallığın kasasını da himayem altına alabilirim." dediğinde tek kaşımı havaya kaldırdım. Yüzümdeki ifadeyle ileri gittiğini fark eden adam geri vites yapmaya başladı. "Tabii bu söylediklerim yalnızca öneri efendim. Siz buyurup onay verdiğiniz takdirde olacak şeyler." deyip başını saygıyla eğdiğinde şakaklarından birer damla ter aktı. Bukalemun kılıklı herif!

Elimle sakalımı sıvazlayıp düşünüyormuşum gibi davrandım. "Yani sen bana tefecilik yapmamı söylüyorsun." Sözlerim karşısında adam bukalemunluktan sıyrılıp bembeyaz kesilerek ruhunu teslim etti. Ceketinden mendilini çıkarıp alnında biriken teri silmeye başladı. "Asla, asla efendim beni yanlış anladınız."

Ölüm sakinliğindeki ses tonumla "Nasıl anladım Yılmaz?" diye sorduğumda eli ayağa birbirine karışırken "E... Efendim siz yanlış anlamadınız tabii yani şey ben kendimi düzgün kelimelerle ifade edemedim." dedi. Hep aynı tantana ve her zamanki kuru gürültüler...

"Ben anlayacağımı anladım Yılmaz." deyip elimi omzuna koyarak dostça yaklaştım. "Gerçekten anladım, bu kadar sıkma kendini. Sen demek istiyorsun ki Alparslan Ateş Kasabalı elimdeki senetleri alsın, tefecilikle ben ona bir şekilde kendimi bağlayayım, üstelik o yetmezmiş gibi Krallığın hazinesine de bekçilik edeyim ve orayı yağmalayayım, bu sırada o kadar şeye rağmen Alparslan gelsin arkamda dursun, ben de onun varlığıyla alemde at koşturayım öyle mi?" O kadar sakin bir ses ve tavırla konuşuyordum ki Yılmaz sözlerime ayrı, tavrıma ayrı şaşırdı. O kızarmaya başlarken aslında tam da onun söylemek istediklerini söylediğimin farkındaydı. Omzundaki elimi sıkıp yüzünü buruşturmasına sebep olurken kulağına doğru yaklaştım. "Ben senin arkana geçersem sana neler yaparım bu konuda bir fikrin var mı Yılmaz?"

"Alparslan Bey... Efendim, ben gerçekten öyle bir düşüncede değilim bana güvenebilirsiniz." Omzuna uyguladığım baskının acısı yüzündeki ifadeden çok belli olmasa da sesine yansımıştı. "Ben kimseye güvenmem Yılmaz!" diyerek her bir kelimenin üzerine basarken onunla arama mesafe koydum. "Ancak yine de sana şans vermek istiyorum... Bu gece iyi günümdeyim." Yılmaz'ın gözleri parlamaya başlarken pezevenk bir gülüşle "Bana şans tanıdığınız için çok teşekkürler Alparslan Bey sizinle birlikte çalışmaktan zevk alacağım, pişman olmayacaksınız efendim." dedi. Omzundan elimi çekmeden önce ceketindeki hayali tozu silkelerken "Bundan sonra arkandayım Yılmaz ve emin ol o zevk yalnızca bana ait olacak." dedim. Yılmaz duydukları karşısında güçlükle yutkunurken az önceki parıltısı yavaş yavaş sönmeye başladı. "Neyse sana iyi eğlenceler Yılmaz Zanaatkar, nasıl olsa daha çok görüşeceğiz." diyerek onu orada bırakıp diğer masaları dolaşmaya başladım.

Birkaç masada daha ayaküstü sohbet ettikten sonra kokteyl alanına gidecekken salonun girişinde Pinhanları gördüm, saate baktığımda iki saate yakın geç kalınmıştı. Geç kalmak tavizlerim arasında son sıralardaydı, Arık Böke'ye gecikmelerinin elbette nedenini soracaktım. Gözlerimi devirdiğimde onunla bakışlarımız kesişti. Dudağının kenarı havaya kalkarken tek omzunu silkerek elini kız kardeşinin beline yerleştirip soy isimlerinin yazılı olduğu masaya ilerlediler. Bakışlarım aile üyeleri arasında gezindiğinde Yadigâr Hanım tebessümünü sakınmazken, kızı bana selam verme nezaketi bile göstermedi. Asiliği her zamanki gibi üstünde olan kızı incelediğimde üzerine giydiği siyah saten abiye fiziğine fazlasıyla yakışmıştı. Ancak güzellik sadece vitrindi, önemli olan huyunun güzel olmasıydı. O da bana bakmamak için bütün salonu gözleri yiyip bitiren bu kadın için imkansızdan öte bir şeydi.

Davetlerde insanları gözlemlediğim her zamanki köşeme çekilirken Arık Böke ve Erdem Pinhan masadaki hanımlara bir şey söyleyip yanıma gelmeye başladılar. Erdem Bey ceketinin uçlarını düzelterek elini uzattı. Herkese karşı koruduğum sert tutumum bu ailede az da olsa yumuşuyordu. Sebebi Erdem Bey'in, Kahraman Soyludere'nin damadı olmasıydı. Kahraman Bey, dedemle birlikte bu boktan yolu yürümeye karar verip Krallığın temellerini atmışlardı. Onların zamanıyla adı Ab-ı Hayat olan sistem Ertuğrul Gökalp ve yediği bokluklar yüzünden bir zaman sonra Gökalp Krallığı olarak anılmaya başlanmıştı. Yadigâr Hanım'ın kadın olması ve sistemin eril düzenle devam ediyor olması sebebiyle Soyludereler namına Erdem Pinhan masada oturuyordu. Gerçi o soy isim olmasa bile Erdem Bey'in bir şekilde masada yeri hazırdı, çünkü kendisi aynı zamanda köklü üyelerden biri olan ve Krallığa büyük emeği dokunan Salih Pinhan'ın oğluydu.

"Alparslan Bey iyi akşamlar, nasılsınız?" Elimi uzattım, tokalaşması sertti. Yaşına, karakterine ve sevimli sayılabilecek yumuşak ifadeli yüzüne rağmen oldukça kuvvetli bir selamlaşmayla karşılık vermişti. Böyle naif birinin otokontrolünün güçlü olması şaşılacak şeydi.

"İyi akşamlar Erdem Bey, yaşıyorum." dedim. Nasılsınız sorusunu oldum olası sevmezdim, alelade sorulmuş ağız alışkanlıklarından biriydi. Bu soruyu soran kimse aslında karşısındakinin iyi olup olmadığını umursamazdı bile, o yüzden bu soruya vereceğim tek cevap her zaman yaşıyorum demek olurdu. İyi ya da kötü olduğunu öğrenmek kimsenin üzerine vazife değildi.

Hafif bir tebessümle elini geri çekti. "Bir noktada herkes yaşıyor Alparslan Bey. Önemli olan yaşantınıza neler sığdırabildiğiniz."

"Haklısınız ama benim buna cevap verebilmem için iki kadeh viskiden çok daha fazlası gerekiyor." deyip davet içerisindeki ilk içten gülümsememi Erdem Bey'e gönderdim. Sonrasında konuyu onlara çevirip az önceki gülümsemeyi yüzümden silerek ciddileştim. "Geç kaldınız Erdem Bey."

"Ah evet, bazı komplike durumlar oluştu onları çözmek için zaman kaybettik diyelim. Tabii bu geç kalmamız gerçeğini değiştirmiyor, özrümü kabul edin lütfen." Kibar adam tabii, kızımı buraya sürüklemek için kırk takla attım diyemediğinden naif bir şekilde durumu izah ediyordu. Bakışlarım masada sıkılgan bir şekilde sağa sola bakan kadına döndü. Bu kadının tam olarak sorunu neydi bir türlü anlamıyordum. Arık Böke, kardeşinin kafasında başka bir dünya kurduğundan bahsetmişti. Kendi dünyasında mutlu olmalıydı ama bu durum, benim dünyamı zehir edeceği anlamına gelmezdi. İstemsizce sinirlenirken bakışlarım tekrar Erdem Bey'e geri döndü.

"Anlıyorum Erdem Bey, bu gecelik sorun yok sonuçta senenin ilk daveti ve bu gece kendimi bazı komplike durumları göz ardı edebilecek bonkörlükte hissediyorum. Ancak bir sonraki davette çok daha farklı bir dilde konuşabileceğimiz konusunda sizi temin ederim." deyip ellerimi arkamda bağlayarak imalı bir bakış gönderdim. Arık Böke'nin babası olması umurumda değildi, herkes yerini bilmeliydi. Bir sonraki davette geç kalmaları ya da asi kızlarının davetten firarı halinde başka tutum sergilemek zorunda kalacaktım. Erdem Bey saygıyla başını eğerken Arık Böke'ye baktığımda o da babasının hareketini tekrarladı. İş başka, dostluk başkaydı.

"Müsaadenizle o zaman Alparslan Bey, tekrar görüşürüz umarım."

"Umalım ki öyle olsun." dedikten sonra Erdem Bey uzaklaşırken Arık Böke dostluğumuzun verdiği rahatlığın aksi bir duruşla bedenini bana çevirdi.

"Neyin var senin fitiline ateş arıyorsun?"

"Geç kalmanızdan hoşlanmadım Arık Böke, Krallığın yarısı size ait ama siz davete geç kalıyorsunuz. Olmuyor, iş başka dostluk baki ama böyle olmuyor." dediğimde Arık Böke sıkıntılı nefes verdi. "Krallık bana değil Armina'ya ait Alparslan ancak seninle daha önce konuştuk Armina böyle bir düzende yer almak istemiyor ve onun tavrı... yoruyor. Annemi sorma zaten, arada olan bana ve babama oluyor." dediğinde bakışlarım bir kez daha... bu sefer daha dikkatli bir şekilde masadaki asi kadına kaydı.

Siyah saten abiye içerisinde oldukça klas bir görünümü vardı. Turuncu saçları düzenli bir şekilde topuz yapılmıştı, tertipli görünüyordu. Ona rağmen firar eden birkaç saç tutamı bıyık altından gülümsememe neden oldu. Saçları da kendi kadar asi ve laftan anlamazdı. Arık Böke konuşmaya devam ettikçe masadaki kadını incelemeye devam ettim. Zarif bir fiziği vardı ancak minyon tipli de değildi. Bu zarafetin altında tam bir çirkef yattığı kimin aklına gelirdi? Ben ona bakmaya devam ederken bakışları onu izlediğimi hissetmişçesine bir anda bana döndü.

Bal rengi gözleri ışıl ışıldı, bir bakışla göklere çıkarabilirken yine aynı bakışıyla adamı itin götüne de sokabilirdi. Kısacası değişik bir aurası vardı, insanın her türlü başını belaya sokabilecek bir kadındı. Akıllı olan adam bu kadının on metre yakınına bile yaklaşmazdı, zaten onun yanına biri yaklaşıyorsa onda mantık aramak da saçmalığın daniskası olurdu. Armina Pinhan her erkeğin hayalinde yer edebilecek güzellikte bir kadınken, davranışlarıyla insanın tüylerini diken diken edebilirdi. Ki şu an bana attığı soğuk bakış ve sevimsiz gülüş sırtımdan aşağı ürperti inmesine sebep oldu. Bana neden bu kadar nefretle bakıyordu? Başını hafifçe eğip selam verirken aynı şekilde karşılık verdim. O bakışlarını üzerimde tutmaya devam ederken gözlerinde mesafeden daha farklı düşünceler yakaladım. Merak...

Meraklı bakışları gözlerimde ve bedenimde dolanırken aklından neler geçtiğini öğrenmek için derin bir istek duydum. Bakışları en son gözlerime takıldığında bakışlarımı ilk çeken olmamak adına bende aynı şekilde ona baktım. Nitekim bakışlarını ilk çeken o olurken kendimi zafer kazanmış gibi hissettim. Dudaklarım yukarı kıvrılırken o sinirle kucağındaki peçeteyi masanın üzerine attı. Bu gösteri içimden kahkaha atmama neden oldu, davranışı beni eğlendirmişti. Dikkatimi yeniden Arık Böke'ye çevirdiğimde sorusuyla karşı karşıya geldim.

"Ben gelene kadar sıkıntılı bir durum oldu mu?"

"Yok olmadı. Birkaç yağcı, öne çıkmak isteyen birkaç sahtekâr ve diğerleri her şey bildiğin gibi."

"Yeni üyelerle ortam nasıl peki var mı işine yarayacak bir şeyler?" dediğinde aklıma Yılmaz'la yaptığım konuşma geldi ve dudaklarımdan alaycı bir gülüş firar etti. Elimi koluna getirip hafifçe pat patladım. "Vallahi birader öyle puslu ki hava, şeytan bile Müslüman mintanı giymeye kalkıyor."

Arık Böke kahkaha atarken "Senin radarına biri düşmüş." dedi.

"Aynen. Şu Zanaatkarları bir kurcala bakalım, işime yarar neler çıkacak?"

"Bakarım hafta içi, sen ne öğrenmek istiyorsun?"

"Valla zevklerini öğrensem yeter gibi duruyor. Arkadaş beni arkasına almak istiyormuş."

Arık Böke daha yüksek tonda kahkaha atarken salondaki gerginlik daha az hissedilir hale geldi. Piç girdiği her ortama rahatlık getiriyordu. "Sen de kabul ettin?" derken hala gülüyordu.

"Hizmete icabet etmek lazım kardeşim, seve seve dedim ben... de o sike sike hizaya gelecek gibi. Bakalım artık." diyerek omuz silktim. Keyfim yavaş yavaş yerine gelmeye başlamıştı.

Arık Böke keyifle başını sallarken "Eyvallah birader, o iş bende." diyerek masasına bakış atıp gördüğü manzaraya kaşlarını çattı. Baktığı yere bakışım döndüğünde Pinhan kızını yalnız gördüm. Erdem Bey ve Yadigâr Hanım masada değillerdi. Salona çaktırmadan baktığımda Yadigâr Hanım'ı başka bir masada Zerrin Hanım'la konuşurken gördüm. Erdem Bey ise kokteyl kısmında eski üyelerden biri olan Kamuran Bey'le konuşuyordu. Tekrar Arık Böke'ye döndüm.

"Sen git artık masana Arık Böke kız kardeşin yalnız kaldı. Küçük hanımı zaten memnun edemiyoruz bir de seni tuttum diye mimlenmesin bana."

"Tamam kardeşim, buralardayım zaten denk düşeriz yine." deyip birkaç adım atmıştı ki duraksadı. "Gündüz olan muhabbeti ne yapacaksın?"

"Hiçbir şey."

"Nasıl hiçbir şey? Hassas'ı istedin, buraları talan ettirdin, adamları da biliyorsun hiçbir şey yapmadan duracak mısın?"

"Duracağım Arık Böke. Bu gece burada gerginlik olmayacak."

Arık Böke sözüme şaşırırken tek kaşını havaya kaldırdı. "Sen iyi misin?"

"İyiyim kardeşim, babanın yanında da söylediğim gibi bazı komplike durumları göz ardı edebilecek bonkörlükte hissediyorum kendimi. Rahat ol, bu gece burada gerginlik olmayacak." -Çünkü kendime söz verdim ve kardeşim dediğim adamın üzülmesini istemiyorum.- derken bakışlarım anlık Pinhan masasındaki asiye kaydı, sıkılgan bir şekilde, pistte dans etmeye başlayan birkaç davetliyi izliyordu.

"Sen öyle diyorsan vardır bir bildiğin." dediğinde "Aynen." diyerek karşılık vermiştim ki salonun girişindeki hareketlilik gözüme takıldı. Arık Böke'nin bakışı benim dikkatimi verdiğim yere döndüğünde "Hasiktir." dedi.

Yeleğimin iç cebindeki köstekli saatin tik tak seslerini düşünürken boynumu sağa sola esneterek ağır adımlarla kapıya doğru ilerledim, arkamdan Arık Böke'nin ayak seslerini işitiyordum. "Sakin ol, tepkisiz kal. Her yer temiz." dese de umursamadım, sağ elim ensemi hafifçe ovalarken Arık Böke boku yedik anlamında başını sallamakla yetindi.

Salonun kapısına geldiğimde karşımda Altan ve diğer güvenlik görevlisinin yanındaki adam dikkatimi çekti. Sarışın güvenlik, adamın kim olduğunu iyi biliyordu, gizlemeye çalıştığı yavşak sırıtışının sebebi beni ele verdiğini düşündüğündendi. Diğerindeyse ifadesini sabit tutmaya çalışsa da inceden bir üç buçuk atma hali vardı. İki dangalağın arasındaki adam ise Emniyet Genel Müdürü Yusuf Çıralı idi.

"Müdür Bey hoş geldiniz." diyerek net bir tavırla elimi uzattığımda emniyet müdürü önce elime sonra yüzüme baktı. Çaktırmadan sağında ve solundaki adamlara baktığımda heyecandan yerlerinde duramıyorlardı. Onlara göre Yusuf Çıralı baskın yapıp, paketleri toplamaya gelmişti ve yine onlara göre ben ters kelepçeyle buradan kafakola alınıp çıkacaktım.

Si- ker- ler!

Yusuf Bey elimi sert bir şekilde tutup tokalaşırken yüzünde güldüğünü zannettiği hafif bir tebessümle selam verdi. "Hoş bulduk Alparslan Ateş Kasabalı. Davete icabet etmeye geldik, destur var mı?"

Elimi adamın elinden çekerken büyük bir zevkle ve misafirperverlikle salonu işaret ettim. "Mekân sizin Müdürüm. Size ne ikram edelim?"

"Görevde sayılırım. Bizim çocuklar haber almış buralarda davet yaptığına dair. Gürültülü şeyleri sevmem bilirsin, sakince bir uğrayayım dedim."

"Gürültülü ya da sessiz sakin inanın hiç fark etmez." dediğimde Yusuf Bey'in gülümsemesi genişlerken dostane bir tavırla koluma dokundu. "Bilirim Alparslan Bey, bilirim." derken yanındaki adamlara bakış attım. Her ikisi de şaşkınlıktan nasıl tepki vereceklerini bilemiyorlardı. Başımı hafifçe Arık Böke'ye doğru çevirdiğimde yanıma gelip bana doğru eğildi.

"Şu götverenleri çaktırmadan paket edin, kimse anlamasın. Onlar bile." dediğimde Arık Böke kendini geri çekip başıyla onayladı. Dikkatimi yeniden Yusuf Bey'e çevirdim.

"Lütfen kendinizi misafir gibi hissetmeyin Müdürüm, buyurun içeride görüşmemize devam edelim." Adamın sırtına hafifçe destek verip salona çekerken Arık Böke çakma güvenlikleri çoktan kapıdan dışarı çıkardı.

"Her zaman böyleydin Alparslan, saygılı ama kendinden ödün vermeyen asi bir delikanlı. Baban senin bu zamanlarını görseydi gurur duyardı evlat." Yusuf amcanın bakışları babamla olan hatıralarla puslanırken, ben duygularımdan fire vermemeye çalışıyordum. Yusuf Çıralı, babamın mahalle arkadaşıydı, beraber top koşturdukları mahalle dostlukları, babam vefat edene kadar yıllarca devam etmişti. Hanımı ve iki erkek çocuğu ile birlikte babam vefat etmeden önce hep beraber aile yemekleri yer, birbirimize gider gelirdik. Benim çocukluk zamanlarımda Emniyet Amirliği yaparken zamanla ve görevlerde gösterdiği üstün başarılarıyla Emniyet Genel Müdürlüğüne kadar atanmıştı. Benim ne olduğumu ve ne sebeple Gökalp Krallığı’nda hüküm sürdüğümü en iyi bilenlerden bir diğeriydi. Birçok baskında ona muhbirlik yapıp işlerini kolaylaştırmıştım. Benim ona yaptığım yardımların meyvesini böyle zamanlarda topluyordum.

Yusuf amca baskın haberini aldıktan birkaç dakika sonra, tam ben işleri nasıl toparlayacağımı düşünürken telefon açıp ihbar konusunda fikrim olup olmadığını sorgulamıştı. Benim uyuşturucu ile işim olmadığını iyi biliyordu, ona telefonda bilmesi gerektiği kadarını anlattığımda akşam görüşeceğiz deyip telefonu kapatmıştı ve şimdi karşımdaydı.

"Ben bu konuda pek emin değilim Yusuf amca. Babam kabadayı olmamı istemezdi. Alamatra'da temiz bir hayat onun, benim için istediği tek şeydi."

"Sen kabadayı değilsin Alparslan, bu işe nasıl girdiğini hepimiz gayet iyi biliyoruz. Görevlerin ve sorumlulukların var, ayrıca Alamatra'daki başarılarını görüyor ve takdir ediyorum çocuğum." dediğinde sözleriyle bir nebzede olsa rahatlamıştım. Yusuf amca ile sohbete devam ederken salondaki üyelerin bakışlarının bizde olduğunun farkındaydım. O yüzden sohbetimiz başka gösterdiğimiz tavır başkaydı. Birkaç dakika daha sohbet ettikten sonra Yusuf amca sert bir tavırla belindeki silahı bana gösterip, görselde ikazda bulunuyormuş gibi görünürken sözde, "Ben kaçar evlat. Bir ara uğra şubeye bir çayımızı iç." dedi. Bunun anlamı; Alparslan gel seninle yeni bir anlaşmamız var demekti.

"Tabii Müdürüm." deyip kısa kestim. Yusuf amca aynı sert tavırla arkasını dönüp giderken çaktırmadan salona bakıp nabız yokladım. Hiç kimse bir şeyden şüphelenmemişti, annem hariç. Ona daha sonra açıklama yapmam gerekecekti. Onun dışında zaten kimse bana hesap soramazdı. Etrafa bakmaya devam ederken gözüme takılan başka bir şeyle duraksadım. Arık Böke neredeydi?

Bakışlarımı karşımdaki manzaraya sabitleyip ne olduğunu anlamaya çalıştım. Yeni üyelerden biri olan Mirza, Pinhan kızıyla yan yanaydı. Boynumu esnetirken daha dikkatli bakmaya başladım.

Mirza dans pistini işaret ederek Armina ile dans etmek istediğini söylüyordu. Fazlasıyla istekli ve aşırı heyecanlıydı. Yeni yetme! Bir kadına karşı bu kadar istekli davranılmaması gerektiğini aksi halde durumun ters tepeceğini bilmesi lazımdı. Nitekim öyle de oldu, Armina dans etmek istemediğini söyledi ve birkaç adım sağa kaydı. Onunla dans etmek istemiyordu. Mirza'ya baktığımda aradaki mesafeyi birkaç adımla kapattı. Sert bir soluk alırken parmağımdaki Mührü Süleyman'ı çevirmeye başladım. Adam yüzsüzlüğün kitabını yazarken Armina'ya baskı kurmaya başladı. Bu pezevenkte dansın dışında başka bir amaç vardı ve bu hiç hoşuma gitmedi. Arık Böke hangi cehenneme kaybolmuştu? Alt tarafı iki kişiyi paketleyecekti. Armina'ya baktığımda biçimli kaşlarını hafifçe çatıp istemediğini bir kere daha belli etti. Adama tiksintiyle bakıyordu ve zavallı bunu fark etmeyecek kadar kendini kaptırmıştı. Mirza, Armina'nın cevabını yok sayıp elini ona uzatarak koluna dokundu.

Babamın saatinin tik tak eden yelkovan sesi sustu. Orkestra sustu ve gözüme kırmızı renk sis perdesi indi. Hiç kimse bir kadına istemediği şeyi yaptıramazdı. Hiç kimse bir kadını zorlayamazdı hele ki benim olduğum yerde buna yeltenemezdi. Hiç kimse Arık Böke'nin kardeşine dokunamazdı ve hiç kimse Armina Pinhan'a elini sürmeye cesaret bile edemezdi.

Parmağımdaki yüzüğü yüzük parmağımdan serçe parmağıma geçirdiğim an kayışın koptuğu an oldu. Adımlarım beni onların yanına götürürken ne düşündüğümün ne yaptığımın farkında bile değildim. Bildiğim tek şey vardı o da Armina Pinhan eğer istemiyorsa o pezevenkle dans etmeyecekti.

Onlara yaklaştıkça seslerini duymaya başladım. Armina kolunu ondan kurtarıp "Az önce de söylediğim gibi Fırat Bey dans etmek istemiyorum. Şansınızı başka kadınlarda arayın." dedi.

"Bu sert tutumun sizi daha çekici kıldığını itiraf etmem gerekiyor Armina Hanım ve emin olun başkasıyla dans etmek isteseydim çoktan ederdim." diyen adama yakasından tutup kafa atmamak için zor dayandım. Armina iğrenircesine suratını buruştururken, bir yandan etrafa küçük bakışlar atıyordu. Gözleri kurtulmak için abisini arıyordu. Mirza yeniden cesaretlenip Armina'nın koluna dokunduğunda artık son sabır parçamı da kullanıp imalı bir şekilde boğazımı temizledim. Her ikisinin bakışı bana döndüğünde Mirza'nın omzundan tutup geri çekerek, onunla Armina arasına mesafe koyup sert bir bakış gönderdim.

"Hanımefendinin bana dans sözü var Fırat Mirza." deyip kendimden benim bile beklemediğim şeyi yaptım. Armina'ya doğru uzanarak elini tutup avcumun arasında sakladım.

"Çok beklettim seni. Şimdi... Benimle dans eder misin?"

****

Loading...
0%