Yeni Üyelik
3.
Bölüm

BÖLÜM 3 "RESTE REST"

@bberdogans

 

ALPARSLAN ATEŞ KASABALI

“Eyvallah etmeyeceğimiz şeylere evelallah dedirtir hayat kimi zaman.”

Hayatta herkes illa bir şeyle imtihan olur. Bu duygu ya da kişi olabilir. Eğer bu imtihan duygu ise yoksunluk hissi bitene kadardır. Kafada bitirildiği an kalbe vurulan kelepçenin hükmü olmaz. Eğer kişi ise çıkarırsın hayatından, dönüp bakmazsın ardına olur biter. Ancak bir insanın sınavı hem duygu hem insansa Allah'tan sabır dilemekten başka şans kalmaz elde. Bir insanın imtihanı inatçı, sivri dilli, düşse yerden alınmayacağının farkında olan dik burunlu ama her sivri köşesine tezat ışıl ışıl parlayan, bal gözlü bir kadınsa diyebileceğim tek bir şey var.

Allah bana da sabır versin!

Burnumdan aldığım sert solukla parmağımdaki Mührü Süleyman'ı çevirmeye başladım. Sabrın bile selamete nail olamayacağı boktan durumların içindeydim. Arkamdan iş çevirenler, arkamdan iş çevirdiklerini zannedenler ve çevirdikleri işlerden asla haberimin olmayacağını düşünen aptallar. Kerim'in bana attığı kazık, Melih'in emrim dışında attığı adımlar, yeni üyelerden Fırat Mirza ve Zanaatkâr’ın işgüzarlığı dahilinde geçen birkaç gün boyunca yaptığım tek şey izlemek oldu. Kimin önce yanlışa yürüyeceğinin hesabını yaparken, her geçen günde onları birbiri ardına hatalar yaparlarken yakaladım.

Terazimin hata kefesi ağırlıkla boynunu büktü. Artık hesaplaşma zamanıydı. Hatalarla attıkları her bir adım onları benim adalet terazime getiriyordu. Benim terazimde herkes hak ettiği karşılığı alırdı.

Davet gecesi Arık Böke'nin paket ettiği adamları, gece gündüze dönerken görmüş ve onları konuşturmuştum. Akif'in kim olduğu hala sırdı, adamların ağzı konu Akif olunca mühürleniyordu ancak onun dışındaki her şeyi tek tek dökülmüşlerdi. Akif büyük patron dedikleri biriydi, en azından kan kusarken bir sonraki yumruğun şiddetini hafifletmek amacıyla verdikleri ipucu kırıntısında söyledikleri buydu ve başta Kerim olmak üzere enselediğimiz o iki adam da onunla birlikte çalışıyordu. Adamları birkaç gün daha misafir ederken, artık misafirliğinin dolduğunun farkında olması gereken Kerim'i silkeleme zamanı gelmişti.

“Arık Böke, Kerim'i bana göndermelerini söyle.” Arık Böke önce sıyrıkları hala varlığını belli eden ellerime sonra ise bana bakarken oturduğu koltukta bacak bacak üstüne attı.

“Bunu gündüz vaktiyle yapmak istediğine emin misin? Geceyi beklemen daha iyi olmaz mıydı?”

“Ben aptal rolü oynayabilir, herkesi aptal biri olduğum konusunda ikna edebilirim ancak bunu sadece ben yaparım. Beni, ben hariç aptal yerine koyabileceğini düşünenlerin mantığını siker atarım Arık Böke.” deyip sinirimi dizginlemeye çalıştım. “Yadigâr Hanım'ın ya da kız kardeşinin polisler eşliğinde ellerinde kelepçelerle salondan çıkarılıp, ekip otosuna bindirildiğini düşün. Kerim sadece benim değil, o davette bulunan herkesin hayatıyla kumar oynadı.” Ellerimi kelepçeli gibi bir araya getirerek sonrasında havaya kaldırıp iki yana açtım. “Bak ellerimde kelepçeler yok. Kumarı kaybetti ve borcunu ödeyecek. Haber gönder gelsin, hesapsız kasabın masatı ile oynayacağız.” deyip küllükte yanmaya devam eden sigaramdan derin bir nefes çekerek dumanını savurdum.

Arık Böke “Bu savunmaya verecek cevabım yok.” deyip masanın üzerinde bulunan antika telefonla Kerim'in olduğu şubenin kodunu tuşladı. Birkaç dakika sonra duyulan sesle birlikte “Kerim hemen 19 numaraya.” diyerek karşı tarafın bir şey demesine müsaade etmeden telefonu kapattı. Ardından bana dönüp “Aklında ne var var?” diye sordu.

“Doğaçlama sevdiğimi biliyorsun kardeşim.” diyerek ayağa kalktığımda sigaramdan son bir nefes alıp izmaritini küllüğe basarak bir böcek gibi ezdim. Tekrar “Doğaçlama.” diyerek başımı sallayıp sırtımı Arık Böke'ye döndüm.

Yarım saat içerisinde Kerim gelirken, ben hala pencereye dönük bir şekilde durup sinirimi olabildiğince dizginlemeye çalışıyordum. Adama ne yapsam az ne söylesem eksik kalacaktı. Davette beni düşürmeye çalıştığı vaziyetin affedilir bir yanı yoktu. Beni, Krallığı hatta her şeyden bihaber Krallık kadınlarını bile tehlikeye atmıştı. Bu durumun benim yasalarımda tek bir anlamı vardı.

Boğazını temizleyip varlığını belli eden Kerim'in aldığı kesik nefesler, korkusunu varlığından önce bana ulaştırdı. Korkuyordu. Kesinlikle çok korkuyordu çünkü sonucunun ne olacağını kestiremiyordu. Krallıkta Arık Böke ve Murat haricinde odamın şeklini şemailini bilen olmazdı. Krallıktaki herkes benimle odamda alelade sohbet etmeyeceğini iyi bilirdi. O da biliyordu, o yüzden kuyruğu dik tutmak için çaba göstermeye çalışsa da hissettirmeye çalıştığı aptal cesaret onu aciz göstermekten başka hiçbir işe yaramıyordu.

“Beni çağırmışsınız Alparslan Ateş Bey. Nasıl yardımcı olabilirim?” Sesi kontrolü elinde tutmaya çabaladığı kadarıyla sabitti. Başka bir şekilde karşı karşıya gelmiş olsaydık bu durumu takdir bile edebilirdim. Belki.

“Gel Kerim, gel.” Adam içeri girerken pencereye dönük olan yüzümü ona çevirdim. “Otursana.” Kerim işaret ettiğim yere yerleşirken, Arık Böke sakince olacakları izlemeye başladı. Kerim'in bakışı onunla kesiştiğinde sırtını dikleştirip başıyla hafifçe Arık Böke'yi selamladı.

“E işler nasıl gidiyor Kerim? Uzun zamandır görüşemedik ve sen de ne hikmetse son zamanlarda bana hesap vermez oldun, var mı bir sıkıntı?”

“Her şey gayet yolunda Efendim. İşler konusunda aksaklık söz konusu değil, her şey kontrolüm altında.”

Tek kaşımı kaldırıp yüzüne baktım. “Her şey mi?”

“Evet Efendim. Bir problem mi fark ettiniz?” diyen Kerim'in yüzüne tiksintiyle bakmamak için zor duruyordum. Adam hem arkamdan iş çeviriyor hem de utanmadan yüzüme bakıp yalan söylüyordu.

Ellerimi masada birleştirip, bedenimi öne doğru eğdim. “Problem sensin Kerim.”

Adam ağır ağır yutkunurken bakışlarını kaçırmamak için savaş vermeye başladı. “Anlayamadım Efendim.”

“Birbirimizi kandırmaya devam mı edelim yoksa gerçeklerden mi bahsedelim?” deyip elimi acı kahve rengindeki ağaç masanın çekmecesine uzatarak beylik tabancamı çıkarıp, masanın üzerine bıraktım.

Kerim önce revolvere sonra bana bakarken göz bebekleri titremeye başladı. “Ben gerçekten ne demek istediğinizi anlamadım Alparslan Ateş Bey.”

“Anladım. Demek ki kandırmaca oyununa devam ediyoruz. Peki, ben de oyun oynamayı çok severim zaten.” Mührü Süleyman'ı yüzük parmağımdan serçe parmağıma geçirirken yüzümde buz gibi bir tebessüm vardı. Arık Böke gözlerini hafifçe kısıp bakarken bu saatten sonra olacak olanları tahmin ettiğini varsayıyordum. “Hadi oyun oynayalım!”

Masanın üzerindeki tabancayı elime alarak şarjör bölümünü açıp altı kurşunun masanın üzerine düşmesini sağladım. Bir insanın başka bir insana yapabileceği en büyük kötülük; manipülasyon yapıp duygusal korku vermektir ki her ikisi de bende bolca mevcuttu. Kerim gördüğü manzara karşısında ellerini birbirine kenetleyerek parmaklarıyla oynamaya başladı. Duruşu dik, ifadesi sabit olsa da korkusunu hissediyordum. Düşen kurşunlardan bir tanesini alıp revolverin haznesine yerleştirerek yuvaya hızla elimi sürttüm. Çarkının dönmesini sağladıktan sonra kapatıp, gövdesini iz varmışçasına temizlerken bakışlarımı Kerim'e çevirdim.

“Başlıyorum. Oyunun kuralı şu; sana bazı sorular soracağım. Vereceğin cevaplar benim kafamdaki şeytanları kovmaya yetmezse bu revolverin yeri senin şakağın olacak, eğer şeytanlarımı kovmayı başarırsan havaya ateşleyeceğim ve seni yakın gelecekteki ölümünden azat edeceğim kabul mü?”

Kerim ağzını açmak üzereyken sözünü kesip “Ben de öyle düşündüm. Başlıyoruz o zaman.” deyip ilk sorumu sordum.

“Sen kendini benden akıllı mı zannediyorsun?”

Kerim'in bakışları benimle buluştuğunda sertçe yutkunurken konuşmaya devam ettim. “Aklından geçenleri söylemezsen beynini dağıtırım. Yalakalık yapmaya çalıştığını anlarsam beynini dağıtırım ve cevabın beni tatmin etmezse tabii ki beynini dağıtırım. Süren on saniye ve başladı. Beş... Dört... Üç...”

Arık Böke gülüşünü saklamak için dudaklarını birbirine bastırırken elinde sadece bir kova patlamış mısır eksikti. Ona yandan bakış atarken parmaklarıyla gülüşünü saklayıp başını hafifçe sağa sola salladı. O sırada Kerim'in şakaklarından ter damlaları süzülüyordu.

“Asla Efendim, asla öyle bir şey düşünmedim!” diye cevap veren Kerim'e doğru baktığımda dudağımın kenarı hafifçe yukarı kalktı.

“İnandım. Diğer soru... Sen benim, arkamdan iş çevirdiğini ve düşmanlarımla iş birliği yaptığını anlamayacak kadar kör olduğumu mu zannettin?”

“Ha... Hayır Efendim!”

“Yanlış cevap Kerim! Şeytanlarım bu cevaptan hayli memnunken ben keyif almadım. Bana yalan söyledin, kuralları çiğnedin ve arkamdan iş çevirdin!” diyerek tabancayı başına doğrulttum ve ateşledim. Şanslı piç, bu seferlik Azrail'e gol atmıştı.

Hiçbir şey olmamış gibi tabancayı aşağı indirip, az önce yaşadığı şokun etkisinden çıkamayan adama soluklanma fırsatı bile vermeden hızla diğer soruya geçtim. “Benim sana Krallık içerisinde verdiğim görevlerle kendini bir bok zannederek güvenimi boşa çıkarıp, sana emanet edilen yılın en önemli organizasyonlarından birini baltalamaya çalıştın mı?”

Kerim hızla ayağa kalktı. “Asla! Asla Efendim, yemin ederim yapmadım, asla öyle bir şey yapmam ne size ne de Krallığa!” dediğinde sakin bir ifadeyle “Sakin ol Kerim, oyun oynuyoruz şurada otur yerine.” dedim.

“Ama Efendim...”

“Otur. Kerim.”

Adam oturduğu yerden ecel terleri dökerken bir süre onu inceledim. Bu zamana kadar saygısından geri kalmamış üstelik ona verdiğim görevleri usulüne uygun şekilde yerine getirmişti. Affedilir yanı var mıydı? Vardı. Affeder miydim? Asla!

Benim kanunlarımda ihanetin affı yoktu. Tabancayı havaya kaldırıp sıktım. Rahat nefes alan Kerim'in boşa sıkmam ile aldığı nefesi içine kaçtı.

“Şans işte, neyse. Sıkıldım bu oyundan son soru. Benim sana olan güvenimi boşa çıkarıp, arkamdan bıçaklamak isteyecek kadar neye kinlendin? Davette kapı önüne koyduğun o itlerin uyuşturucu paketlerini içeri yerleştirmelerine nasıl göz yumdun? Bana nasıl ihanet edebildin Kerim Efendi?!”

Kerim ayağıyla gergin bir şekilde ritim tutmaya başladığında “Üç... İki...” deyip süresini hatırlattım. Elimde tabancayla ayağa kalkıp masanın etrafında dolanarak Kerim'in tam karşısına geçtiğimde, Kerim az önce oturduğu yerden ayağa kalkmaya başlarken bakışlarımı görünce yeniden oturmak zorunda kaldı.

“Cevap?”

Yolun sonuna geldiğini anlayıp, artık yalan söyleyemeyeceğinin farkına varan Kerim iki büklüm olmuş bir şekilde yalvarmaya başladı. “Af... Affedin Efendim. Hata yaptım... Kanıma girdiler... Zorladılar!..”

“Kanını, yolunu sikerim lan senin!” Tabancayı ona doğrultup ateşledim. Patlayan tabancadan çıkan kurşun, Kerim'in omzunun üzerinden santim farkıyla geçip ahşap dolaba saplandı. Kerim'in gözleri kocaman olmuş, titremeye başlamıştı.

“Alparslan... Alparslan Ateş Bey... Affedin yalvarırım, affedin ne isterseniz yaparım. Ne buyurursanız yaparım!” deyip sarsak hareketlerle yanıma gelip, ellerini önünde birleştirerek başını eğdi.

“Affetmek Allah'a mahsus Kerim.” deyip buz gibi ses tonumla ona tiksintiyle baktım. “Bize sadece görmezden gelmek düşer ancak sen benim göz ardı etmeyeceğim yanlışlar içinde yüzdün ve boğuldun.” deyip ceketimi ve yeleğimi üzerimden çıkarıp gömleğimin kollarını katlamaya başladım. “Şimdi sana yalnızca tek bir şey için şans vereceğim.”

“Ne isterseniz yaparım Efendim, yeter ki isteyin.” diyen Kerim'e bakarken ellerimi ceplerime soktum. “Belli ki gözünü hırs bürümüş, hata yapmışsın. Yerime göz koymuşsun, hata yapmışsın. Ama bunlar telafi edilmeyecek şeyler değil. Şimdi sana yerime geçme fırsatı vereceğim, tek bir hakkın var. Alt et beni Krallık senin olsun.”

Kerim ve Arık Böke'nin bakışları hızla bana dönerken birinin bakışlarında hırs, diğerinin bakışlarında anlayış vardı. Kerim titreyen ellerini hızla beline götürüp silahını çıkararak bana doğrulttu. Tam da tahmin ettiğim gibi, korkak herif kendinde bulamadığı cesareti birkaç gram ağırlığındaki metal yığınında arıyordu.

“Bir kurşunluk canınla sen kimsin lan!” dedi birazdan sönecek olan özgüveniyle. Arık Böke bacağını diğerinin üzerinden indirirken, ben ellerim ceplerimde, yüzümde keyifli bir gülümseme ile onun diyeceklerini dinlemeye başladım.

“Yıllardır it gibi peşinde dolandım. Neyim var? Ben söyleyeyim bir sikim yok! Beyimize paralar dolu gibi yağarken bize damlası bile düşmedi. Geber lan!” Silahından aldığı saçma özgüvenle bana bakarken, ellerinin titrediğinin farkında bile değildi.

“Hah!” deyip Arık Böke'yi dürttüm. “Özgüven akıyor elemandan görüyor musun?” Bakışlarımı tekrar Kerim'e çevirdim. “Bu mu lan hamlen? Akıllısındır diye düşünmüştüm ama sen aptalın önde gideniymişsin be Kerim.” deyip silaha doğru yürüdüm. “Sık lan götün yiyorsa!”

Silahı doğrultma şeklinde bile beni vurmaya yetecek cesaret yoktu. Tırsak herif! Onun düşündüğü kısacık saniyede silahın gövdesinden tutup elini sırtında birleştirerek, sarsılmış bedenini kendime yasladım. Bir elimle onu sabitlerken diğer elimle gırtlağına çöktüm. Nefesini toparlayamazken, silah tutan eli gücünü yitirip silahı düşürdü. Ayağımla silahı çekip arkamda hala film izler gibi bizi izleyen Arık Böke'ye doğru ittirdim.

Kerim'in boğazına çökmeye devam ederken kulağına yaklaştım. “Ölmüş olan birini öldüremezsin.” deyip bileğini ters çevirdim. Kemiğinin çatırdama sesi odayı doldururken dirseğimi sırtına geçirdim. O acı içinde kıvranıp dizleri üzerine çökerken, Arık Böke'ye döndüm. “Davetten çıkan paketlerin yarısını bu pezevengin ofisine yerleştirin ve polise haber uçurun. Diğer yarısını Cemil'e gönderin, beni cezaevinde dört gözle bekleyen arkadaşın sağına soluna soksunlar. Bu iki pezevenk de bir daha cezaevinden çıkmayacak!”

Arık Böke anladığını belirtir bir şekilde başını sallarken Kerim'e döndüm. “Bir dahaki karşılaşmamızda ölen tek bir kişi olacak Kerim ve o ben değilim.” deyip yerime geçerek dışarıda bekleyen Murat'a seslendim. O içeri girdiğinde “Bunu alın, elini incitti sanırım. Doktora gösterin... Sahi doktorumuz izinli bu aralar, neyse sen tedavi et Murat. Ben daha sonra arkadaşla yeniden ilgileneceğim. Yeniden karşılaşıncaya kadar güç toplasın.” dedim.

“Tabii Alparslan Bey.” deyip Kerim'i sürükleyerek dışarı çıkarıp kapıyı kapattı.

“Sıkı gösteriydi kardeşim.” diyerek gülümseyen Arık Böke'ye alaycı bir bakış attım. Gömleğimin kollarını indirdikten sonra yakamı düzeltip arkama yaslandım. “Gösteri sıkıydı da olan dolabıma oldu.” diyerek kurşun saplanan dolaba kederle baktığımda Arık Böke'nin gülümsemesi, kahkahaya dönüştü.

“Senden bazen gerçekten korkuyorum. Beyefendi misin, psikopatın önde gideni misin belli değil.”

Onun gülümsemesi bana bulaşırken Mührü Süleyman'ı olması gereken yere geçirdim. “Herkese psikopat, sana beyefendi kardeşim.”

Kerim'in ofisindeki aramada çıkan paketlerle bir daha gökyüzünü görmesi mümkün olmayacaktı. Onu artık dost kervanından, düşman çetelesine almanın vakti gelmişti. Bana kurduğum baskıya rağmen silah doğrultmuş olması takdire şayan bir cesaret gösterisi olarak gözükse de işin aslı bundan sonrası için korkutucuydu. Elinde hiçbir şeyden başka bir şeyi kalmayan insanların bu dünyada yapamayacağı kötülük yoktu ve ben Kerim'in itibarı dahil her şeyini elinden söke söke alırken, onun gözünde artık düşmandan farkım yoktu. Sorun değildi. Ölen birini tekrar öldüremezdi sadece huzura kavuştururdu. Öyle ki ben zaten Krallığa adım attığım gün nefesimi kendi ellerimle kesmiştim.

Eğer Umay için bu yola girmeseydim belki bir yerlerde mutlu bir evlilik, birkaç çocukla sakin ve huzurlu bir hayat sürebilirdim. Ancak Umay'ı korumak için girdiğim yolda değil huzur tüm yaşantımı kaybetmiştim. Bu yolda tek başımaydım ve yol fazlasıyla karanlıktı. Ya bu karanlık yolda sendeleyip ölecektim ya da gözlerimin karanlığa alıştığı ilk anla birlikte karanlığa meydan okuyacaktım. Meydan okumayı seçtim. Aslına bakılırsa gözü pekliğimin ardında yalnızlık yatıyordu. Tek tabanca, tek atımlık kurşundan ibarettim. Önüm, arkam yoktu.

****

Alptuğ'un önüme bıraktığı tam teşekküllü Valeri Almeda dosyasını kelime kelime incelerken gördüğüm isimle aslında şaşırmamam gerekiyordu ama şaşırmıştım. Son beş yıldır Valeri Şirketler Topluluğu ile Alamatra olarak bazı çalışmalara imza atmış ve ciromuzu birkaç milyon dolar arttırmıştık. Valeri Almeda ile hiç yüz yüze gelmemiş olsak da yaptığı karlı iş anlaşmaları, profesyonel çalışma stili sebebiyle bu durum onu gözden çıkarmamı engelliyordu. İş dünyasında herkes kendi çıkarını gözetmek zorundaydı. İyilik ve merhamet gibi pozitif kelimeler orman kanunlarında işlemezdi. Kimse kimse için iyilik olsun diye iş yapmaz, hayrına sevkiyat olayına girmezdi. Benimde çıkarlarım vardı elbette. Attığım bir imza ile binlerce insan evlerine ekmek götürüyordu. Bu düşüncenin omuzlarıma bıraktığı sorumluluk yükü bile yeterince ağırdı. O yüzden Alptuğ'un bir hafta önce önüme bıraktığı dosyayı incelemeye devam ederek, gecenin körü olmasına rağmen eşik eşik edip hala açığını bulmaya çalışıyordum.

Demir çelik sanayisinden, ulaşım ve savunma sanayiye kadar hemen hemen her kategoride eli vardı. Bu durum Valeri Şirketler Topluluğu adına sağlam bağlantılar ve kullanması gerektiği zamanlarda okkalı kozlar oluştursa da küçük ölçekli firmalar için hezimet olabilirdi. Bu zamana kadar şirketin adı hiçbir şekilde karanlık simalarla anılmamıştı. Dosyanın yarısından çoğu yerli ve global başarı geçmişiyle doluydu. Valeri Almeda'nın resmi kaynaklardaki yaşına bakılırsa bu durum takdir toplardı, ancak resmi kaynakların gerçekçiliği ne kadar doğruydu? İşte asıl sorun burada başlıyordu. Valeri ile ilgili resmi kaynaklardan toplanan kıytırık birkaç şey dışında bilgi elde etmeye çalışmış ve bir arpa boyu yol alamamıştım. Kadının internet ve deepweb dahil hiçbir yerde görseli yoktu. Anlaşma ve fabrika açılışlarında hiçbir fotoğrafı yoktu. Kadın hem var hem de yok gibiydi. Adı var, kendisi yoktu. Aynı benim gibi.

İleriye yönelik adım atmamda beni engelleyen temel nedenlerin başında bu geliyordu. Diğeri ise Armina Pinhan ve Valeri ikilemiydi. İki gün önce Pinhan kızının bindiği özel uçağın logosunda Valeri Almeda'nın imzasını görmek şaşırtırken aynı zamanda kafamdaki soru işaretlerine birkaç bin tanesini daha ekledi. Dosyayı incelediğimde öğrendiğim kadarıyla Pinhan Bilişim, Valeri Şirketler Topluluğu bünyesinde yer alıyordu. Bu sıradan insanlar için sorun olmayabilirdi ancak benim için düpedüz sorun demekti.

Kravatımı gevşetip elimdeki kalemi masanın üzerine attım. Ellerimi saçlarımın arasından geçirirken ihtimaller kafamın içinde fink atıyordu. Düşüncelerimin ucu bucağı yoktu ve hepsinin kapısı ihanete çıkıyordu. Etrafımda güvenilir sadece iki üç kişinin olması benim lanetimdi. Onlardan başka kimseye gram güvenmiyordum. Güvenmediklerimin listesi hayli kalabalıktı; listenin başında elbette ki Valeri Almeda vardı ve onu Almeda imzası taşıyan uçakta, daha önce hiç görmediğim bir adamla Katar'a gittiğini düşünmemi bekleyen Armina Pinhan!

Parmaklarımla şakaklarıma baskı yaparken düşünmeyi bir kenara bırakıp telefonu elime aldım. Bu ikilemden beni çıkarabilecek tek bir kişi vardı. Hem beni hem onu tanıyordu. Arık Böke her konuda fikrimi paylaşabileceğim biriydi, kardeşi ne kadar güvenilmez listemde ilk sırayı zorlasa da kendisine güvenim tamdı. Kardeşinin beni soktuğu çıkmazdan o çıkaracaktı, gecenin kaçı olduğu umurumda değildi.

Uyku mahmuru bir sesle açılan telefonda esneme sesi devreye girdi. “Bu saatte beni aramak için geçerli bir nedenin olsa iyi olur Alparslan.”

“Saatin kaç olduğunu umursama yaşlarına erişmiş olman benim sorunum değil kardeşim. Benim için gece de bir, gündüz de bir.” dediğimde karşılığında bir kere daha esneme sesi işittim.

“Bu ihtiyarın uykuya ihtiyacı var dostum. Eğer gece yarısı edebiyatı yapmak için aradıysan inan uykuluyken çekilmiyorsun, sabah kavramında ki bundan kastım beş buçuk değil ararsan seve seve edebiyatını, nazını çekerim.”

Elimle burun kemiğimi sıkıp, derin nefes aldım. Arık Böke'yi uyku saatleri çerçevesinde aramak mantıksızdı ama onu uykuya geri göndermem demek benim uykusuz bir gece daha geçireceğim anlamına geliyordu. Bir uykusuz geceye daha tahammülüm yoktu hele ki uykusuzluğumun sebebi onun kardeşi ise!

“Kardeşin nerede Arık Böke?” Bir anda sorduğum soruyla telefondan hışırtı sesi duyuldu. Yataktan kalkmış olduğunu düşündüm. “Katar'da da niye bu saatte soruyorsun, ne iş?” diye soran Arık Böke'nin uykusu açılmış gibi görünüyordu.

Sorusunu görmezden geldim. “Armina neden Katar'a gitti?”

“Armina...” Yine bir duraksama daha. “Kardeşim iş seyahati için gitti de hayırdır lan, Krallık kadınlarının yurtdışı gezilerine de mi karışır oldun? Ek iş olarak vize memurluğu yapıyorsun da benim mi haberim yok?”

Onun adının ilk kez dudaklarımdan başka birine, özellikle kardeşine karşı dökülmüş olması elbette Arık Böke'nin dikkatinden ve iğnelemesinden kaçmamıştı. Görmezden geldim, şu an çok daha önemli sorunlarım vardı.

“Armina. Kardeşin. Benden ne kadar nefret ediyor?” diye sorduğumda az önce masanın üzerine attığım kalemi alıp elimde çevirmeye başladım.

“Gecenin dördünde niye Armina'ya taktın Alparslan, kafan mı güzel senin?” Arık Böke korumacı abi tavrına bürünüp gecenin bir yarısı bana diklenmesinin sinirimi bozması gerekirken, gereksizce hoşuma gitti. Kardeşini her şekilde, herkesten koruyordu. Benden ve kafamda dolanan şeytanlardan da koruyabilecek miydi?

“O bana takılmak için yer arıyordur belki.” diyerek burnumdan sertçe soluklandım. “Senden saklayacak bir şeyim yok Arık Böke. Burnuma pis kokular geliyor ve kardeşinin Katar'a gittiği uçağı gördüğümden beri uyku uyumuyorum. Bir sorun var, belki kafamda kurduğum şeyler ama...”

“Sen kafanda boşuna kurmazsın, sorun ne kardeşim?”

“Sorun kardeşin olabilir Arık Böke.” dediğimde küçük çaplı duraksama oldu. Arık Böke kendini toparladığında sert tonlamasıyla “Armina benim kardeşim Alparslan Ateş! Bunun farkında olduğunu bilerek şu an bana bunları söylediğini farz ediyorum.” dedi. Konu Armina olunca benimle bıçak bıçağa gelebilecek bir adamdı, biliyordum. Ancak konu benim kız kardeşimin yeni hayatını inşa etmemi baltalamaya geliyorsa, bıçağı ilk saplayacak olan da ben olacaktım. Ben de bunu iyi biliyordum.

“Onun senin kardeşin olduğunun pekâlâ farkındayım Arık Böke. Konu Armina'nın senin kardeşin olması değil, bu kardeşlik bağında seçtiği taraf. Bana kardeşini anlat, kafasında kurdu dediğin düzeni, bunun için neleri feda edebileceğini... Söyle ki aklıma gelen başıma gelmesin. Söyle bana Arık Böke; Armina bu hikâyede Habil mi, Kabil mi?”

****

Dans, ilk dokunuş, ilk sözler ve belki de ilk ihanet! Armina Pinhan'ın Krallığa ihanet etmesi mümkün müydü? Sessiz varlığını bir anda belirgin hale getiren Valeri Almeda ile iş birliği yapıyor olabilir miydi? Arık Böke'nin sohbetlerimiz arasında kardeşi ile ilgili anlattığı hikâyeler, bir meleği andıran masum yüzü onunla ilgili pozitif düşüncelerimi tamamen destekliyorken, dansta yüzüme karşı söylediği sözlerle, Krallığın mevcut düzenine karşı sabit tutumu onunla ilgili kafamda soru işaretleri oluşmasına neden oluyordu.

“Eril düzen! Senin değiştirmediğin tek olgu, karnından çıktığın kadının ya da evleneceğin kadının da kaderi olacak. Belki de kızının!”

Beni tanımıyordu. Hayır, hayır beni kesinlikle tanımıyordu. Dans ettiğimizde söylediği sözler ve sonrasında bana aldığı tavır bunun en net göstergesiydi. Ben yalnızca Krallığın acımasız veliahdı değildim. Benim de annem vardı, canımı yoluna serebileceğim kız kardeşim vardı. Bu saçma düzene adım atmamın sebebi bile bir kadındı!

Hayatım Krallık ile Alamatra arasındaki ince çizgide yalpalamadan yürümeye çalışmakla geçti. Şimdi o ince çizgi ötesindeki iki birbirinden zıt Alparslan Ateş'i bir araya getirip, ikisinden birini ya da hepsini bitirebilecek biri vardı. Acaba Armina, Valeri Almeda ile iş birliği yaptığımı biliyor muydu? Krallığın sırlarını açık eder miydi? Buna cesaret edemezdi, koltuğun yarısı istemese bile ona aitti. Peki, benimle Krallığın bağlantısını açık edip işlerimi sabote edebilir miydi? Ederdi. Nihayetinde ben onun gözünde hayatını elinden alıp Krallık kadınlarını hükümlerimle esarete mahkûm eden o adamdım. O da karşılığında benim hayatımı elimden almak isteyebilirdi, burası benim hayatımdı. Asi olduğu her halinden belliydi ama kindar mıydı? Bilmiyordum! Kahretsin ki hiçbir şey bilmiyordum. İlk defa bir kadın yüzünden önümü göremiyor ve geleceğin beni sokacağı yolları kestiremiyordum.

İşin garibi tüm bu sorunların arasında içimde Armina'ya güvenmek isteyen değişik bir dürtü de vardı. Kimseye güvenmediğim göz önüne alındığında bu durum fazlasıyla kafa karıştırıcıydı. Ona güvenmek istiyordum. Arık Böke ile kurabildiğim bağın yarısını bile onunla kurabilsem belki de kafamda hiçbir soruya yer kalmayacaktı. Ancak ne yazık ki ben ona güvenmek istesem de o bana güvenmiyordu. Elimi uzattığım zamanki bakışı gözümün önüne geldi. Bakışlarında tüm karamsar düşünceleri sırasıyla görmüştüm.

Tiksinti, nefret, acıma... Beni kötü olmaya itebilecek ne varsa bakışlarında yakalamıştım. Bal gözlü kadının hak ettiysem eyvallah diyebileceğim dibe çeken bakışlarına hak etmesem de evelallah demek zorunda kalmıştım. Gördüğünü sandığı şey kabuktan ibaretti. Acımasızdı. Beni sadece gördükleriyle ve duyduklarıyla yargılayacak kadar insafsızdı. Karşılaştığımız... gerçekten karşılaştığımız bir iki görüşmede onu yeterince anlamıştım. Bakıyor ama görmüyordu, sözleri onun zırhıydı ki eğer dili bir bıçak olsaydı toplu katliama bile neden olabilirdi. Herkese karşı mı böyleydi yoksa bu bana özel bir davranış şekli miydi bilmiyordum. Herkese karşı böyleyse kötüydü, yalnızca bana karşı böyle ise daha da kötüydü! İyi anlamda kötü!

“Asya yanıma gelir misin?” Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra elinde tableti ile giren Asya, çaktırmadan dağılmış halime bakıyordu. Kravatım boynumda, buz mavisi gömlek ve siyah kumaş pantolonumun ütüsü tek çizgiydi ancak biliyordum ki Asya'nın dikkatini çeken dağınıklık bu değildi. Birkaç gündür sadece bir sandviç ve bolca sade kahve ile günü sonlandırıyordum. Fazlasıyla gergindim ve deyim yerindeyse şirkette terör estiriyordum.

“Buyurun Alparslan Bey, ne istemiştiniz?”

“Gel Asya, otur lütfen.” Elimle koltuğu işaret edip önümdeki günlük raporlara odaklandım. Birkaç saniye içerisinde hareket fark etmeyince başımı kaldırıp Asya'ya baktım.

“Ben böyle iyiyim Alparslan Bey, teşekkür ederim.” dedi. İnsanlara karşı bu kadar mı soğuk duruyordum?

“Hamilesin Asya ve sana izin verdiğim halde çalışıyorsun. Üstelik patronuna itaatsizlik yaptığın yetmiyormuş gibi hala itaatsizlik yapmaya devam ediyorsun.”

Yanına gidip koluna girerek onu destekledim. Asya 32 haftalık hamile olmasına rağmen hemen doğum yapacakmış gibi duruyordu. Bebek iri olmalıydı, ayak ucunu göremeyecek kadar çok kilo almıştı ama yakışıyordu. Onu yavaşça koltuğa oturtup yerime geçtim.

“Artık işe gelmemelisin Asya. Murat'a ne diyeceğimi bilemiyorum sayende.” Asya sağ kolum Murat ile evliydi ve mutlu bir evlilikleri vardı. Murat yanıma gelip gittikçe Asya'ya da uğramaya başlamış ve herkesten çok güvendiğim sağ kolum, kıymetli asistanımın kalbini çalmıştı. Bu yüzden Asya'yı istemeye gittiğimiz gece hem kız hem erkek tarafı olmuştum. Şimdi ise bebekleri için hem amca hem dayı olacaktım.

Asya'nın sözlerim karşısında yanakları pembeleşti. O inatçıydı, belki de bana tahammül edebilen tek asistan olması bundan kaynaklanıyordu. Ben ne dersem diyeyim o gelebildiği son güne kadar burada olacaktı. Başımı sallayarak konuyu değiştirmeye karar verdim. “Paşanın ismine karar verdiniz mi sonunda? Geçen Murat'a sordum hala kararsız kaldığını söyledi. Babasının adını da istemiyormuşsun.”

Asya gözle görülür bir şekilde irkildi. “Murat'ın babasının adını koymaktansa çocuğum isimsiz kalsın daha iyi Alparslan Bey.”

“Neden?” diye sorduğumda alayla gözlerini devirdi. Nedenini elbette biliyordum.

Poker ifadesi takınıp “Bence Durali hoş bir isim.” dediğimde Asya'nın gözleri kocaman oldu. “Lütfen bunu sadece bana söylemiş olun Alparslan Bey, yoksa şimdi doğuracağım.”

Kahkaha atarken koltuğumda sallandım. “Sakin ol Asyacığım. Murat'a hiçbir şey söylemedim. Üstelik yeğenime annesinin istemediği bir ismi koydurmayacağıma seni temin ederim. Sen istediğin ismi düşünebilirsin, annesi sensin.” deyip gülümsedim. “Soyadını Murat verecekse, yeğenimin adını senin koyman kadar doğal bir durum yok. Ben istersen Murat'la konuşurum.”

“Aslında benim aklımda bir isim var ama...” dediğinde yanakları pembenin tonuna büründü. Hamilelik asistanıma çok yakışmıştı.

“Murat mı istemiyor?”

“Hayır, aslında ortak bir düşünce ama siz ne dersiniz bilemedim.” dedi.

Kaşlarımı hafifçe çattım. “Konunun benimle ne ilgisi var anlayamadım.”

“Oğlumuza sizin adınızı vermek istiyoruz. Tabii siz de isterseniz?”

Şaşırdım. Yeni doğacak bir bebeğe benim adımın verilmesi fikri hem şaşırtmış hem de gururumu okşamıştı kabul ediyorum ancak yeni dünyaya benden dolayı Alparslan diyecek olmalarına anlam veremiyordum. Elimle sakalımı sıvazlarken Asya'nın benden tepki beklediğini fark ettim.

Hafifçe gülümsemeye çalışıp “Şaşırdım ve onur duydum Asya.” dedim.

“Yıllardır sizinle birlikte çalışıyorum Alparslan Bey ve eşimle tanışmama vesile olduğunuz an da dahil olmak üzere elinizi, desteğinizi hep üzerimde hissettim. Sizi abim gibi görüyorum ve seviyorum. Eğer siz de isterseniz oğlumuzun adını Alparslan koymak istiyoruz. Sizin gibi mert ve yürekli olsun.”

Sözleri gözlerimi kaçırmama neden oldu. Bu duygu yoğunluğu fazlaydı, çok fazlaydı. Ben sevilmezdim ki, herkese gücümün yettiği sürece koşardım da durup soluklanmak istediğimde bir bardak su verenim olmazdı. Sevmezlerdi beni. Alparslan'ın deli yürek hali yalnızlığından gelirdi. Mertliğini yürüdüğü yolda yoldaş bellerdi kendine. Alparslan sevilmezdi. Alparslan Ateş'i kimse sevmezdi.

Boğazımı temizleme ihtiyacı hissettim. “Ben çok memnun oldum, inan ki onur duydum Asya ama oğlunuza benim ismimi vermenizi istemiyorum.”

Asya'nın gözleri dolu dolu olurken hafifçe yutkundu. “Ama Alparslan Bey...” dediğinde elimi kaldırarak onu durdurdum.

“Alparslan ismini bana kim koydu umursamıyorum, babam Ateş derdi. Ben bana konulan o ismin hayrını hiç görmedim ne çocukken ne de gençliğimde. Evet annesi ve babası olarak onun her zaman yanında, yakınında olacaksınız. Her Alparslan'ın kaderi farklı elbet ancak ben oğlunun örnek alacağı bir adam değilim ne yazık ki. Buna rağmen aslan parçasının tüm hayatı boyunca bütün sorumluluklarını ben karşılayacağım. Ondan desteğimi hiçbir zaman esirgemeyeceğim.” dediğimde Asya araya girdi. “Hayır Alparslan Bey, biz böyle bir şey sizden bekleyemeyiz zaten yeterince emeğiniz var.”

“Ben daha sözümü bitirmedim... Tüm sorumluluklarından ben sorumlu olacağım çünkü babası benim canımı koruyor, ben de onun canını koruyacağım ve bunu ilk olarak ismimi ona vermeyerek yapacağım. Oğlun yeni, temiz bir dünya olarak doğacak ve ben bu temizliği adımı ona vermenizi kabul ederek lekelemeyeceğim. Ben hiç temiz olmadım Asya, bunu biliyorsun. Murat'tan sana anlatmasını istedim ve anlattığını biliyorum. O yüzden oğlunun tertemiz hayatına adımın isi bulaşsın istemiyorum. Lütfen oğlunuza adımı vermenizi istemediğim için bana gönül bırakma.”

Asya burnunu çekip gözünden akan bir damla yaşı silerken yanına gidip bir bardak suyla beraber peçete kutusunu uzattım. “Özür dilerim Asya, kırmak istemedim.” dedim.

Kutudan peçete çıkarıp gözlerini sildi. “Hormonlar yüzünden.” diyerek burnunu çekti. Bir iki saniye duraksayıp “Ve sizin yüzünüzden.” dedi.

Hafifçe gülümsemeye çalışarak masaya kalçamı yasladım. “Kıymetli asistanımın gönlünü nasıl almalıyım peki? Belki çikolatalı bir tatlı?” diyerek tek kaşımı havaya kaldırdım.

Asya'nın şaşkınlığı kızgınlığa dönerken “Murat söyledi değil mi?” diye sordu.

“Dert yandı diyelim. Gecenin beşinde tatlıcı aratmışsın çocuğa, bana telefon açtı abi bildiğin nöbetçi tatlıcı var mı diye.” dediğimde gülümsemem genişledi. Uyku sersemi bir şekilde açtığım telefonla Asya'nın tatlı isteğini dindirmek için seferber olmuş en son çocukluk arkadaşımın dükkanını açtırmıştık.

“Çok utanıyorum şu an.” deyip elleriyle yüzünü kapatmaya çalışan Asya'nın ellerini tuttum. “Hiçte bile Asya, eğer o gece tatlıyı yememiş olsaydın asıl bizim utanmamız gerekirdi. Kaç adam hamile bir kadının isteğini yerine getiremedik diye.” deyip gülümseyerek yerime geçtim. “Şimdi yeğenime ve annesine çikolatalı tatlı ve dayısına da sade kahve.” diyerek kafeteryaya sipariş verdim.

Ben siparişi verirken Asya toparlanmış, isim konusunu da en azından şimdilik kapatmıştı. Ancak biliyordum ki bu ilk konuşma olsa da son konuşma olmayacaktı. Birkaç dakika sonra kahve ve tatlı geldiğinde Asya ufak ufak atıştırmaya başladı.

“Şimdi daha iyi misin?”

“Kesinlikle Alparslan Bey teşekkür ederim.” deyip tebessüm etti.

“O zaman iş vakti. Melih'ten haber var mı?”

Asya elindeki tatlıyı bırakıp ağırlaşmış bedenini bana doğru çevirdi. “Evet efendim, dün gece itibariyle Londra'ya tek bilet alarak İstanbul'u terk etti.” Güzel haber! Kendi düşen ağlamaz. “Şu andan itibaren avukat açığınız var. Bu konuda görüşmemi istediğiniz biri var mı?”

“Hayır Asya, benim özel olarak görüştüğüm bir avukat var ona teklif götüreceğim. Onun cevabına göre yeniden konuşuruz.”

“Peki Alparslan Bey.” diyerek yavaşça ayağa kalktığında hafif iniltiyle yüzünü buruşturdu. Ağzımı açmak üzereydim ki “İyiyim merak etmeyin, bazen oluyor böyle.” sözüyle beni geçiştirirken “Sizin istediğiniz başka bir şey var mı efendim?” diye sordu.

Kaşlarım hafifçe çatılsa da başımı olumsuz anlamda salladım. “Yalnızca bana Rasim Bey'i bağla Asya.” dedim. O başını sallayıp odadan çıkmak üzereyken durdurdum. “Ve Asya senden bir şey daha isteyeceğim. İnsan Kaynaklarını ara. Hemen kıymetli asistanımın yerine kısa süreliğine birini ayarlasınlar, eğer seni yarın da burada görürsem bir sonraki gün için gelmeye nedenin kalmayacak. Güvenlikten geldiğini haber alırsam aynı gün içerisinde istifa mektubunu da almak isterim haberin olsun.” deyip ellerimi birbirine kenetledim. “Şimdi işinizin başına dönebilirsiniz Asya Hanım.”

Öğle saatine doğru Asya'nın bağladığı telefonla Rasim abi ile konuşmuş, Krallığın avukatları arasında yer almak isteyip istemediğini sormuştum. Rasim abi düşüneceğini söylemeden önce merakına yenilerek Melih'e ne olduğunu sordu. Onun en iyi avukatlarımdan biri olduğunu biliyordu.

“Saygısını yitirdi abi.” dediğimde Melih'i gördüğüm son gün aklıma geldi.

Önüme yırtılmış sözleşmeyi bırakırken hafifçe yutkunup, vereceğim tepkiden çekinerek başını öne eğdi.

“Bu ne?” Oturduğum koltuktan doğrulup yırtılmış kağıtlara kısaca göz gezdirdim.

“Alparslan Ateş Bey, Armina Hanım'a teklifi ve sözleşmeyi gösterdik ancak şiddetle karşı çıktı, onun çalışanlarını ve şirketini göz ardı ettiğinizi belirtti efendim.”

“İşin kibarcasından bahsetmiyorum Melih. Aslını anlat. Armina Pinhan'ın kibar bir şekilde sizi siktir ettiğine benim inanmamı bekleme. Bana martaval okuma da dökül!” Melih, Gökalp devrinin sona erdiği zamandan beri Krallık adına avukatlık yapıp, resmi, hukuki işleri takip ediyordu. Bu zamana kadar iş bitiriciliği ile tanınmış olan avukatın Armina Pinhan duvarına toslamış olması şaşırtmasa da ilgimi çekmişti. Armina'nın oyunbozanlık yapan küçük çocuklar gibi anlaşmayı yırtıp göndermesi ya iş yaşamında acemi olduğunun ya da burnunun Kaf Dağı'nda olduğunun göstergesiydi. Sebebini bilirsem bir sonraki hamlemi ona göre yapabilirdim.

“...Anlattığım gibi Alparslan Bey. Ona sizin bu tepkiden hoşlanmayacağınızı ve bunun iş bazında bazı sonuçları olabileceğini söyledim.”

“Ve karşılığı önümdeki kağıtlar mı, sizin bu konuşmanız sonucunda mı durum bu hale geldi?”

Kravatını hafifçe çekiştirip sırtını dikleştirdi. Bakışlarını kaçırmaya başlarken az önceki kendine güvenen, kibirli avukat tavrı çatlamaya başlamıştı. Bana bir şeyleri eksik anlatıyordu. Yardımcısına bakışlarımı çevirdiğimde adam ona baktığımı fark edince aynı şekilde bana baktı.

“Sen anlat Umut.” dediğimde Melih araya girdi. “Anlatacak bir şey yok efendim, kadın delirmiş gibiydi. Bir anda hakaretler savurmaya başladı. Hepsi anlattığım gibi.”

Ters bakışlarım Melih'e döndü. “Kelamımı kesmek ne zamandan beri haddin oldu avukat!”

“Af edersiniz efendim.” deyip başını hafifçe öne eğdiğinde boynu kızarmaya başladı. Bakışlarım hala Melih'in üzerindeyken Umut'a seslendim. “Anlat.”

Adam sertçe yutkunurken önce Melih'e sonra bana baktı. “Armina Hanım başta makuldü Alparslan Ateş Bey, ta ki Melih Bey onu tehdit edene kadar.” dediğinde kan beynime sıçradı. Melih'in böyle bir bok yiyeceğini tahmin etmiştim ama yapacağını ümit etmiyordum, kendi ayağına kurşun sıkmıştı.

Sıkılı dişlerim arasından “Ona ne söyledin Melih?!” diye sordum. Sesi çıkmayınca daha yüksek sesle bir daha söyledim. “Armina'yı zedeleyecek ne söyledin avukat?!”

“Alparslan Ateş Bey, Krallığın konumunu korumamız gerektiğinden bahsettim. Krallığın çıkarlarını gözetmek için sınırınızın olmadığını bilmesi gerektiğini düşündüm. Bu tehdit değil!” İt herif!

Ellerimi masaya vurup ayağa kalktım. “Sen benim yükümlülüklerimi bir kadına nasıl tehdit olarak savurursun avukat? Sana sakin ve sorunsuz bir şekilde halletmeni söyledim. Savunmasız bir kadını tehdit etmeni değil!”

Sessizlik büyüdükçe ve Melih'in kesik nefesi odayı doldurdukça, aldığı nefesi son nafakası yapmamak için kendimi zor tutuyordum. “Kovuldun Melih!”

“Anlamadım efendim.”

“Sen bu zekayla nasıl avukat oldun? Avukat Melih Yarcalı. Kovuldun.”

“Beni yeni yetme bir kızın üslup bilmezliği yüzünden kovamazsınız. Yıllardır Krallığın avukatlığını yapıyorum, yıllarımı verdiğim emeğin değeri hiç olan biri tarafından çarçur edilmesine göz yummayacağım.” deyip ayağa kalktı.

“Bu saatten sonra ettiğin her kelime, senin nefesinden kesen son nafaka olarak tarihe geçecek Yarcalı. Genç bir kadın hakkında bu şekilde konuşmayı kendine nasıl hak sayarsın? Şu an farklı dilden konuşmuyorsam yaşına ve az da olsa mesleğine saygımdan, şimdi siktir git!”

“Bu iş burada kalmaz Alparslan Ateş Kasabalı! Seni ve Krallığı ifşa ederim!” Herkes rengini iş tersine döndüğünde belli ederdi, bunun okumuşu, cahili yoktu. Saygın avukat dediğim Melih'in bile maskesi düşmüş aslı ortaya leş bir şekilde dökülmüştü işte. Sırtımı koltuğa yaslayıp parmağımdaki Mührü Süleyman ile oynamaya başladım.

“Hodri meydan avukat!” Kişisel telefonumu masanın üzerine attım. “Hadi ara polisi ifşala beni, Krallığı ya da bize dair ne varsa işte.” Başımla telefonu işaret ettim. “Ara hadi avukat. Ara konuşalım, dökelim şarjördeki kurşunları masaya. Önce sen anlat ama benim anlatacaklarım uzun.” diyerek burnumun kemerini sıktım. “Birinizde şaşırtın.” diye mırıldanıp masanın çekmecesinden siyah dosya çıkararak Melih'e uzattım.

Melih dosyayı detaylı incelerken kıpkırmızı olan boynu yüzüyle beraber kireç kesildi. Baktığı dosyada Krallığın üyelerinden Fatih Tezcan'ın oğlunu cinayetten akladığı ve davayı satın aldığı ile ilgili belgeler vardı.

“Bu... bu...” diye kekelemeye başladı.

“Bunlar kopya Melih, eğer 48 saat içerisinde değil Krallıktan, İstanbul'dan toz olmazsan bu belgeleri olması gerektiği yerlere gönderirim.” deyip saate baktım. “Süre başladı.”

Rasim abiye detayları anlatmadan kısaca özet geçip telefonu kapattım. Birkaç gün sonra bana geri dönüş yapacaktı. Telefon kapatmamdan birkaç dakika sonra çaldı. Arayan Murat'tı.

“Söyle Murat.”

“Alparslan Bey, iletmem için verdiğiniz belgeler yerine ulaştı, bilgi vermek istedim.” dedi.

“Sonuç?”

“En iyi ihtimalle bir daha avukatlık yapamayacak Alparslan Bey.” dediğinde ritim tutan parmaklarım durdu. Kimse Armina dahil hiçbir Krallık kadınına değersiz gözüyle bakamazdı. Bakacak olanın hayatını siker atardım. “Tamam Murat, eyvallah.”

“Çıkışta sizi almamı ister misiniz Alparslan Bey?”

“Şimdi gel Murat. Asya'ya izin verdim, onu al dinlensin.” dediğimde “Ya siz?” diye tekrar sordu. “Ben Arık Böke'ye uğrayacağım kendim hallederim, yarın sen de izinlisin, bir şey olursa ararım seni.” dedim.

Murat telefonu kapattıktan sonra derin bir nefes aldım. Armina Pinhan hala kafamda büyük bir soru işareti olarak duruyor olsa da bir kadına yapılan zorbalığa tahammül göstermezdim. O Katar'dan ya da her neredeyse oradan dönmeden önce yeni bir sözleşme hazırlayıp aracısız bir şekilde ona götürecektim. Bu Armina için iyi niyetimin göstergesi olacaktı. Belki de yeni bir sözleşme, yeni bir el sıkışmanın temelini getirecek, ona Alparslan Ateş Kasabalı'nın gerçekte kim olduğunu gösterecekti.

****

Cuma geceleri Arık Böke'nin gidebileceği tek bir yer vardı. İbrahim abinin mekânı. Denize sıfır konumdaki ahşap bungalova konumlanmış, sadece eski İstanbulluların bildiği salaş bir rakı balık mekanıydı. Sofistike görünmek adına abartıyı kaçırmış, ün kazanmak için yapmayacağı şov kalmayan sirk restoranlarının aksine, gramofonunda çaldığı nostaljik taş plaklar ile insanı geçmişe götüren, ev rahatlığında, yuva kokan bir balık restoranı olan İbrahim abinin yeri; Arık Böke'nin her Cuma uğrayıp birkaç kadeh parlattığı daimî güzergahıydı. Bu gecede diğer Cumalardan farklı olmayarak buraya geleceğini tahmin etmiş ve gelmiştim. Arabasını çakıl topraklı arazide görünce tahminimi doğrulamış ama içeri girmeye bir türlü cesaret edememiştim.

Arık Böke'yi izleyerek arabada geçirdiğim on dakika boyunca yanına gittiğimde ne söylemem gerektiğini düşündüm. Telefonda konuştuğumuzda ona kız kardeşi hakkında söylediklerimle aramıza istemeyerek de olsa üşüten bir mesafe yerleştirmiştim. Abiler kardeşlerine laf söyletmezdi, kendileri söyleseler bile başkalarına o hakkı vermezlerdi ve ben o hakkı kendimde görerek onun kardeşine karşı ithamda bulunmuştum. Dostluğumuzu göz önüne alıp sessiz kalmayı tercih etmişti ancak biliyordum ki benim yerimde başkası olsaydı aldığı son nefesi Arık Böke'nin ellerinde vermiş olurdu.

Dudaklarımın arasındaki sonu gelmiş sigarayı dışarı atıp arabadan çıkarak ayağımla ezdim. Ben korkak bir adam değildim. Sözlerimin her zaman arkasında duran biriydim ve Arık Böke'ye ben öyle demek istemedim diyerek kaçış yolu aramayacaktım. Telefonda söylediğim ne varsa bile isteye söylemiştim, tam olarak onları söylemek istemiş ve söylemiştim. Haklı veya haksız çıkmak olmasa da derdim ilk defa haksız olmayı, yanlış düşünmüş olmayı diledim.

Dilekler; ellerini dua için semaya açmaya yüzü olmayacak kadar günahkâr olan insanların tesellisiydi ve günahkâr adam sessizce, ilk kez bir konuda yanılmış olmayı diledi.

Boynumu sağa sola esnetip içeri girdiğimde Müzeyyen Senar'ın zarif sesi Bir İhtimal Daha Var derken, ölmenin ihtimal dahilinde olmaması gerektiğini düşünerek Arık Böke'nin masasına adımladım. Sandalyeye elimi uzattığımda Arık Böke'nin bakışları elindeki kadehten bana doğru döndü.

“Keyfin daim olsun dostum.”

“Eyvallah.” Tek kelime edip bardağındaki rakısından bir yudum aldıktan sonra ağzına bir parça peynir attı.

“Rakının adabında efkâr değil, muhabbet yatar. Destur var mı?” dediğimde birkaç dakika duraksadı. Bir şey demeyeceğini düşündüğümde “Eyvallah kardeşim.” diyerek arkamı döndüm. Konuşmak istemiyordu, zorlamayacaktım. Beni anladığı anda o beni elbet bulur, biriktirdiklerini tek bir söz, tek bir yumrukla dostuna anlatırdı nasıl olsa. Bir iki adım atmıştım ki Arık Böke seslendi.

“İbrahim abi bir yetmişlik, bir çift kadeh, bir de Zeki Müren sana zahmet.” dedi. Ona doğru döndüğümde masanın altından karşısındaki sandalyeyi ayağıyla dürtüp geri gitmesine neden oldu. “Efkârlı değilim kardeşim, sohbeti saracak arkadaşım yanımda yoktu. Destur senin.”

Zeki Müren'in sesi lokantanın ahşap duvarlarında yankılanıp, dudağım hafifçe yukarı kıvrılırken ceketimi çıkarıp, ittirdiği sandalyenin yanına koyduktan sonra yerime yerleştim. Sigara paketini ve çakmağı masaya bırakırken Arık Böke beni inceliyordu. “Krallıktan değil sanırım?” diye sordu.

“Şirketten, nereden bildin?”

“Elinde yüzüğün, üstünde takımın yeleği yok. Bir gömlek, bir ceketle senden CEO'dan başka bir şey çıkmaz.” deyip gülümsedi.

“Acıttı.” diyerek sırtımı yasladım. “Ama hak ettim.”

Konuyu nereye çekmek istediğimi anlamışçasına kaşlarını çattı. “Şimdi konuşmak istemiyorum Alparslan, belki sonra.”

“Benim sonrası için yaşayacağıma dair sözüm yok Arık Böke. Bugün de bir, yarın da bir.” dediğimde bakışları bana döndü.

“Bakma öyle, nasıl bir ipte cambazlık yaptığımı iyi biliyorsun. Ben kendim için yarın ödemeli senete imza bile atmam. Ne demişti Kerim? Bir kurşunluk canım var.” diyerek acıyla karışık gülümsedim.

“Saçmalık. Sen Alparslan Ateş'sin bir kurşun senin anca sendelemene neden olur.”

“Ama senin kardeşin beni öldürür.”

Arık Böke'nin yudumladığı kadehi elinde kalırken bardağı hafifçe aşağı indirip yüzüme baktı. “Öldürür.” dedi. “Armina, Alparslan Ateş'in sonu olur.” Ağırca yutkundum. Bir kadının elleri arasında can vermek ölmek için güzel bir yol gibi görünüyordu ama benim şimdi ölmemek için çok nedenim vardı.

“Valeri ile iş ortaklığı olduğunu biliyor muydun?” diye sorduğumda o cevap veremeden İbrahim abi kadehleri ve yetmişliği masaya bırakıp bana döndü.

“Alparslan... Uzun zamandır göremiyordum seni, özlettin kendini çocuk.” diyerek eliyle sırtımı hafifçe sıvazladı. İbrahim abi altmışlı yaşlarda, kırlaşmış saçlarında bin bir türlü dert tasa yatan, bizim dünyanın insanıydı. Dedemin eski sağ kolu olmasına rağmen Ertuğrul Gökalp'i desteklediğini anladığı günden beri onu tırnağının ucu kadar sevmezdi. Bu da buraya gelmek ve İbrahim abiyi kendime kılavuz etmek için ekstra sebepti.

“Eyvallah abi nasılsın, işler nasıl?”

“İyidir evlat, bu zamanlarda bolca balıktan başka uğrayanımız yok çok şükür. Sen nasılsın?”

“Yaşıyorum abi.” diyerek cevap verip Arık Böke'ye dönerek “Yaşayacağım inşallah.” dediğimde Arık Böke kadehini şerefime kaldırıp gülümseyerek bir yudum aldı.

İbrahim abi ikimize de bakıp gülümsedi. “İyi olun çocuklar, iyi olun.” deyip bana döndü. “Balık atayım mı sana da?”

“Olur abi, sağ olasın.” İbrahim abi masaya göz atıp, eksikleri kafasına yazarak masadan ayrıldığında tekrar ilgimi Arık Böke'ye çevirdim.

“Cevap vermedin.”

“Evet ve hayır. Armina'nın Pinhan Bilişimdeki ortakları arasında Valeri Almeda adında biri olduğunu biliyordum ancak o şirketin aynı zamanda senin de ortağın olduğunu bilmiyordum. Alamatra'yı sır gibi sakladığın için bilmemem normal tabii, ancak Armina ve Valeri Almeda'nın ortaklığı sebebiyle kız kardeşimi neden Kabil ilan ettin, onu anlamadım.”

“Kabil ilan etmedim. Kimseye yargısız infaz vermem ben!” dediğimde sesim bir ton kadar yükseldi. “Valeri Almeda'ya ve ortaklığına güvenmiyorum.”

“Kardeşime de güvenmiyorsun.”

“Bu da bir seçenek.”

“Alparslan sen hiç kimseye güvenmiyorsun. Evet geçerli nedenlerin var. Krallıktaki üyelerin ellerine geçeceği ilk fırsatta senin canını alacaklarını biliyorum, sırf bu sebepten bardakta su bile içmiyorsun sen. Hepsinin farkındayım, kaç yıllık dostumsun ancak kardeşimi de biliyorum. O ne kadar diliyle adam öldürecek potansiyele sahip olsa da Krallığa ve sana yamuk yapmaz.”

Derince oflayarak sigara paketinden bir tane alıp ateşledim. Dumanını savururken “Sana güvenmekten başka şansım yok Arık Böke.” dedim.

Arık Böke bardaklarımıza rakı paylarken “Başka şansın yok çünkü kardeşimi benden iyi tanıyan kimse yok.” diyerek hafifçe gülümsedi. “Yalnız bilmediğim bir şey var. Neden Armina'nın Krallığa yamuk yapacağından bu kadar eminsin?”

“Emin olmak istemiyorum, yalnızca sağlam sebeplerim var. Düşün Arık Böke, Krallıkta verdiğimiz organizasyonlardan ve davetlerden kaçan, Krallığın başındaki adama kafa tutan bir kadın var. İstanbul'un kabadayısına dayılanan bir kadın bu. Kadın ilk samimiyette ağzının payını ve erkekliğini eline veriyor. Bu yetmezmiş gibi aynı kadının, hayatımın can damarı diyebileceğim şirketimin çiçeği burnunda ortağı ile ortak olduğunu öğreniyorum.” Sigaramdan derin bir nefes alıp küllüğe geri bıraktım. “Valeri Almeda'yı hiç görmedim. Alptuğ'u beş kere Kaliforniya'ya gönderdim ki görsün, tanısın diye o bile görmemiş CEO yardımcısı ile iletişim kurmuş. Her şeye mantık kurmaya çalışırken bir de görüyorum ki Valeri Almeda imzası taşıyan özel uçak ve aşırı samimi davranan bir adam ile kız kardeşin Katar'a gidiyor.”

“Enteresan bir tesadüf. Dünya küçük.” diyerek söylediklerimdeki şüphe tohumlarını anlamayan Arık Böke'ye ters bir şekilde baktım.

“O enteresan tesadüf arasında Valeri Almeda'nın Katar bağlantılı hiçbir işi olmadığını ve orada Valeri Şirketler Topluluğu adına bir tane bile şirket bulunmadığını söylememe gerek var mı?”

Arık Böke'nin bakışları hızla bana döndü. İşte şimdi ilgisini çekmeyi başarmıştım. “Hasiktir!” dedi.

“Hasiktir ya. Bir hafta boyunca tüm dosyayı eşik eşik etmemin bir diğer nedeni de buydu. Kadın hem var hem yok Arık Böke. Daha açılmamış bir şirketi ve tersanesini bekliyor. Türkiye'de aktif kaç tane tersane var biliyor musun?” deyip sigaradan bir nefes çektim. “Ben söyleyeyim tam 90 tane, ama kadın daha inşaatı yeni başlamış bir tersaneden çıkacak olan filoyu bekliyor. Neden? Bana yine şans ya da tesadüf deme. Böyle şansın da tesadüfün de amına koyarım!” Sigaranın izmaritini küllüğe bastıktan sonra bakışlarımı karşımdaki adama çevirdim.

Arık Böke parmaklarını dudaklarına getirip düşünürken, dolu kadehi yarısına kadar içip sertçe nefeslendim. “Söyle bakalım tesadüflere inanan sevgili optimist dostum. Ben şimdi benimle sebepsizce iş bağlamak için kıçını yırtan ve beni itin götüne sokmaya yer arayan iki kadın arasındayken en iyimser haliyle ne düşüneyim?”

“Armina nerede?” Ne? Onca soru arasında bana sorduğu sadece bu mu?

“Kardeşi sensin abisi.” deyip onun ters bakışına rağmen hafif alayla gülümsedim. “Ancak sana şunu söyleyebilirim ki Armina Katar'da değil.”

Arık Böke'nin bakışları telefonuna kaydığında kız kardeşini arayacağından adım gibi emindim ama ulaşamayacaktı. Valeri Almeda'nın uçağına bindiğinden beri kaç kez arayıp ulaşmaya çalıştığımın sayısını unutmuştum. Telefonu aradığım zamanlarda sürekli kapalıydı. Eğer onunla bağlantım olsaydı, dünyanın öteki ucuna bile gitse bulur, aldığı nefesten, adım attığı topraktan haberim olurdu ancak benimle nefreti ve bal rengi bakışları haricinde hiçbir bağlantısı yoktu.

Arık Böke bana dönüp başka bir şey demek üzereyken yanımıza gelen genç adamla birlikte sözü ağzında kaldı. Elinde siyah kadife zarf olan adam masamıza yaklaşıp ikimize baktı. Tek kaşım havaya kalkarken önce elindekine sonra ona baktım.

“Alparslan Ateş Kasabalı siz misiniz?”

“Kişiye göre değişir, sen kimsin?”

“Anladım sizsiniz. Bu zarf size efendim.” diyerek elindeki zarfı bana doğru uzattı. “Koy masaya.” dediğimde gülümseyerek “Temiz efendim.” deyip zarfı yine de masaya bırakarak uzaklaştı.

“Bu ne şimdi?” diye soran Arık Böke'ye omuzlarımı silkerek baktım.

“Bilmiyorum.”

“Açmayacak mısın?” Bir zarfa bir ona bakıp başımı olumlu anlamda sallayarak açmaya karar verdim.

Zarfı açtığımda içindeki fotoğraflar elime düşerken gördüklerimle birlikte şoka girmem bir oldu. Siktir! Bunu kim çekmiş ve göndermişti?

Fotoğraflarda Valeri Almeda'nın özel uçağı Armina ve ben vardık. Onun asi, kıvırcık saçları pervanenin şiddetiyle uçuş uçuş etrafa dağılırken benim de ondan kalır yanım yoktu. Kim cesaret ederdi? Kim? Hiçbir yerinde yazı ya da notta yoktu üstelik. Fotoğrafları kimin çekip gönderdiğini düşünüp düşman çetelesini kafamda sıralarken fotoğrafa bakmaya devam ettim. Onun fotoğraftaki bakışlarına dikkat ettiğimde; bakışları aklımda ona dair düşündüğüm tüm olumsuz düşünceleri yerle bir ederken, parmağımın asi saçları üzerinde hafifçe gezinmesi vücudumun beklenmedik tepkisiydi.

“Ne göndermişler?” diye soran Arık Böke'ye baktığımda ezmeden bir çatal almakla meşguldü. Ona yalan dolan yapmadan her şeyi olduğu gibi anlatacağımı biliyordu o yüzden sadece sormakla yetinmiş, fotoğraflara bakma gereği duymamıştı.

“Alamatra'dan Sürmene'deki inşaatın gidişatı hakkında bilgilendirme fotoğrafı istemiştim onu göndermişler.” diyerek soğukkanlılıkla fotoğrafları zarfa geri koyup ceketimin olduğu sandalyeye bıraktım.

“Obsesif piçin tekisin.” deyip güldüğünde hafifçe dudağımı kıpırdattım. Obsesif değil, dostuna yalan söyleyen piçin tekiydim. Bana ne oluyordu?

Sertçe nefeslenirken Arık Böke'ye dönüp konuyu yine Armina'ya getirdim. “Ulaştın mı kardeşine?”

Arık Böke cevap veremeden bu seferde telefonum çaldı. Aklım karman çorman, düşüncelerim dağınıktı. Her kim arıyorsa fırtınamdan nasibini alacaktı ki telefona bakıp görüntülü arayanın kim olduğunu gördüğümde tüm sinirim söndü ve yüzümde tebessüm oluştu. Telefonu açıp onun sesini duyduğumda şansına en sevdiği şarkı çalıyordu.

“İkiz!” diye şakıyan keyifli sesi boş lokantanın içini doldururken Arık Böke'nin elindeki çatal tabağa düştü. Kaşlarımı hafifçe çatıp yan gözle ona baktığımda kafasını sağa sola sallayıp sertçe yutkundu.

Kendimi toparlayıp sesini duymamla birlikte kahkaha atarken “Umay'ım deli fırtınam, nasılsın?” diye sordum.

Umay'ın çakmak çakmak bakan gözleri olduğum yeri tanımaya çalışırken duyduğu şarkının sözleriyle yüzündeki gülümseme daha da genişledi. “Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini İkiz, hatırlatayım istedim.” dedi. Arık Böke elindeki kadehi hızla yuvarlarken bir şeyler mırıldansa da ne dediğini anlamadım.

“Sanma ki seni unuturum. Buralarda bir ışık olursa, buralarda bir güneş doğarsa, ilk çağıracağım sensin.” dediğimde Umay'ın bakışları sevgiyle yeşerdi.

“Özledim seni.” Arık Böke bir kadehi daha yuvarlarken sebebini kardeşine ulaşamıyor olmasına bağladım.

“Ben de seni özledim gözbebeğim. Nasılsın ne var ne yok? Ne zaman döneceksin? Yokluğunu hissediyorum ve bu canımı çok sıkıyor.”

Umay'ın kahkahası bir kez daha hoparlörden yankılanırken Arık Böke gözlerini sımsıkı yumdu. Bir şey oluyordu! Burnuma farklı kokular geliyordu da adını koymak istemedim. Kafamda kurmaya son vermem gerekiyordu.

“Canın sıkılmasın diye sana hediye gönderdim almadın mı?” dediğinde sesi oyunbazdı.

“Ne hediyesi? Bana bir şey gelmedi.”

“Hayret İkiz, o kadar da özenle paketlemiştim halbuki, her biri birer sanat eseri.” dediğinde gözleri felfecir okuyordu. Dudakları şeytansı bir şekilde yukarı kıvrılınca jeton düştü. Fotoğrafları gönderen başkası değil Umay'dı, ama nasıl?

“Sen gönderdin!” dediğimde keyifli halim şaşkınlığa, şaşkınlığım ise yerini kızgınlığa bıraktı. “Sakin ol şampiyon. O hülyalı bakışlar sahibinin ceket cebine yakışırdı. Üstelik bana sakın hesap sormaya kalkma, hesap soracak biri varsa o da benim!” diyerek tırnak çıkaran Umay'a baktığımda o şeytansı gülümsemesini yüzünde taşımaya devam ediyordu. Bakışlarım zarfın olduğu yere döndü, ceketimin olduğu sandalyede sol iç cebime girmek için zamanını bekliyordu. Kahretsin, Umay yanlış anlamıştı!

“Bunu şimdi tartışmayacağım Umay ama bil ki bana borçlandın ve ben hesap kesim zamanlarını en olmadık tarihlere atarım.” deyip gözlerimi kısarak baktığımda konuyu şu an için uzatmanın ne yeri ne zamanı olmadığını biliyordum. Karşımda Arık Böke varken onun kardeşiyle ilgili düştüğüm durumu kendi kardeşime anlatmayacaktım. Umay'ı ayrıca arayacak, özene bezene çarkına sıçıp sıvayacaktım. “Her zaman beklerim.” derken yüzünü sağına doğru çevirip “Evet lütfen, çay iyi olur.” dedi.

“Sen neredesin? Ne yapıyorsun?” Konuyu değiştirmek her zaman iyiydi ve Umay her zaman bu konuda tongaya düşerdi. “Yaşıyorum.” dedi. Kızgınlığıma rağmen gülümsemeden edemedim. Bu muhabbet ne zaman benden ona ya da ondan bana geçmişti bilmiyordum ama aramızda espri haline gelmişti bunu biliyordum. “Sen ne yapıyorsun? Gerçi gördüm yaptıklarını.” derken imalı bakışları üzerimde gezindi. O bana bakarken bakışlarım Arık Böke'ye döndü. Gözlerini kapatmış, ağır ağır nefes alarak bana konuşmak için alan tanıyordu.

Gülümseyerek Umay'a dönüp “Yaşıyorum.” dedim ve o sırada gördüğüm şey ile nefesimin kesildiğini hissettim. La mort et la vie!7 Umay'ın arkasından karamel rengi bir rüzgâr eser gibi oldu. Gözlerimi birkaç kere kırpıştırıp gördüğüm şeyin gerçekliğini sorgularken, Umay'ın boynundaki damarların gerildiğini fark ettim. Hayal miydi, yoksa gerçek mi? Ekranda gördüğüm saçlar az önce fotoğrafta parmağımın gezindiği o saçın sahibi kadına ait olabilir miydi?

“Umay? O?” dediğimde Umay yüzüne çok iyi bildiğim ifadeyi takındı. Poker surat! Bir şey gizliyordu.

“Kapatıyorum İkiz ve seni çok seviyorum. Yakında görüşürüz.” deyip telefonu hızla kapattığında ekranı kararmış telefon ve aklımda kırk düşünce ile kalakaldım. Elim ağır ağır bardağıma giderken bir nefeste kadehi yuvarladım. O olabilir miydi? Eğer öyleyse Umay'ın yanında ne işi vardı? Umay Kaliforniya'daydı, Armina da orada olabilir miydi? Bir anda jeton düştü! Hayır, hayır olmazdı, olmamalıydı! Siktir!

Umay...

Armina...

Valeri...

Siktir! Siktir kere siktir!

****

Loading...
0%