Yeni Üyelik
5.
Bölüm

BÖLÜM 5 "ÇELİŞKİ"

@bberdogans

ALPARSLAN ATEŞ KASABALI

Seni yakandır aslında senin olmayan.”

Hoş bulduk turuncu felaket.

Parmağımdaki yüzüğün yer değiştirmesinin nedeni yalnızca bu kelime öbeğinin kulağıma geliş şekli değildi. Aynı zamanda bu sözlerin jest ve mimik hareketlerine yansıtılmış olmasıydı. Samimi, çok samimi ve fazla yakın, anlamsız bir şekilde yakın. Gösterdiği aşırı samimiyetle, konuşmanın tam ortasında damdan düşer gibi odaya damlayan kılıksız adam, boynumu sağa sola hafifçe esnetirken aynı zamanda Mührü Süleyman'ın yerinin değişmesine neden oldu.

Bu adam kimdi ve Armina o adama bakarken neden gözleriyle gülümsüyordu? Tüm bunlar bir yana bana ne oluyordu?

Birkaç dakika önce beni dili ve davranışlarıyla santim santim doğrayan kadın şimdi hiçbir şey olmamış, sanki yeryüzüne inerken kanatlarını gökyüzünde bir yerlerde bırakmış melek gibi davranıyordu. Evet şu an karşımda birbirlerini samimi bir şekilde kucaklarlarken Armina o adama karşı yalnızca bir melekti. Benimle çalışmak için imzaladığı kâğıttan önceki bakışlarında, bana karşı tavırlarında ise şeytancık.

Bu kesinlikle doğruydu. O, şeytanla anlaşma imzalayan, kendini, yalnızca kendini şeytanın inisiyatifine bırakan yeni yetme bir şeytancıktı. Buna rağmen Armina'nın bana hiçbir zaman belli etmemiş olsa da melek yanı olduğunu hissedebiliyordum. Ne kadar sert ve otoriter davranıp kalın kabukları olduğunu göstermeyi tercih etse de aslında her hareketinde şefkat okuyordum. Ancak bunu yalnızca kendi yeteneklerim sayesinde anlayabiliyordum, bana özellikle gösterdiği bir tavrı yoktu. Aksine bana karşı olabildiğince mesafeli, gördüğüm kadarıyla da başkasına olmadığı kadar soğuktu.

Bana buz kütlesi olan kadın başka birine karşı nasıl dokunamayacağım kadar sıcak olabiliyordu? Ateş olan bendim ama o yakıyordu. Kanım damarlarımda alaz alaz dolanıyordu ve bu ateşin sebebi ben değil oydu.

Yanıyordum, o adama on dokuz saniyedir sarılıyordu.

Sinirleniyordum, o adamla sarılması resmiyetten hatta dostluktan öteydi. Biliyordum çünkü arkadaşlar sarılırken birbirlerinin sırtlarına dostane bir şekilde vururdu, o kılıksız herif Armina’nın sırtındaki elini genişçe açmış onu okşuyordu, onu seviyordu.

O adamın eli Armina’nın sırtında dolaştıkça ellerim cebimde yumruk halini aldı. Dışarıdan olabildiğince sakin duran bedenimin içi panayır yeri gibiydi. Tam yirmi iki saniyedir sarılıyorlardı. Cebimdeki kaleme sıkıca tutunmaktan başka bir şey yapmadım. Birkaç dakika önce Armina’nın parmakları arasında dolanan kalemi alıp çaktırmadan cebime atmıştım. Bunu neden yaptığım hakkında en ufak fikrim yoktu ama memnundum çünkü onun cebimdeki ağırlığı şu an için sakin kalmamı sağlayan tek sebep olabilirdi. Kalemin metali tenimin aleviyle ısınırken nihayet onlar sarılmalarına son vermiş, yüzlerinde izi kalan tatlı tebessümlerle birbirlerine bakıyorlardı. Gözlerim Armina’nın bana sırt çeviren gamzelerinde takılı kaldı.

Gözleriyle yeterince gülüyordu zaten gamzesinin gülümsemesine ne gerek vardı?

Burada fazlalıktım. Değildim! Armina Pinhan’ın resmi iş ortağıydım, toplantıdaydık ve fazlalık olan aslında o adamdı. Bunu biliyor olmama rağmen kendimi fazlalık gibi hissetmekten alıkoyamadım. Buradan gitmem gerekiyordu. Sevgi koalisyonuna daha fazla seyirci olmak istemiyordum, aniden burayı terk etme dürtüsü bedenimi ele geçirince unutulan varlığımı hatırlatmak istercesine boğazımı temizledim. Armina sanki bir anda ortaya çıkan benmişim gibi duraksayıp bana baktı. O adama bakarken ışık saçan göz bebekleri bana dönünce sıcaklığını kaybetmiş, donuklaşmıştı. Ateş sönmüş bana külü kalmıştı. İstemsizce ürpersem de belli etmedim.

“Ah sizi tanıştırayım… Elijah, Alparslan Kasabalı potansiyel iş ortağı adaylarımızdan biri.” deyip eliyle beni işaret etti. Adının Elijah olduğunu öğrendiğim adam başını anladığını belirtir şekilde sallayıp fazla sevecen ve rahat tavrıyla elini uzattı. Samimi bir ifadeyle sanki uzun yıllara dayanan tanışmışlığımız varmış gibi “Memnun oldum Alparslan.” dedi. Önce uzattığı eline sonra kendine bakıp gereğinden fazla güçle tokalaşmasına karşılık vererek “Aslında Alparslan Ateş Kasabalı sizin için ideal olan tek hitap kalıbı.” dedim.

“Oo, tabii.” diyerek anlayamadığım ifadeyle ima dolu gülüş gönderdi. “Anladım, Alparslan Ateş.” deyip göz kırptı.

İçimden adamın elimde kalmaması için sabır dilerken, parmaklarım cebimdeki kalemi daha sıkı sardı. Ne değişik bir adamdı bu böyle? Adama daha dikkatli baktım. Onu en son uçak pistinde Valeri Almeda’nın uçağına Armina’yı buyur ederken görmüştüm. Valeri’nin adamlarından biri olabilir miydi?

Onun saçma sapan imalı bakışlarını görmezden gelip “Valeri Almeda için mi çalışıyorsunuz?” diye sordum. İsminin, cisminin ne olduğu beni ilgilendirmezdi, ancak benimle bağlantılı bir yolda önüme çıkıyorsa ne iş yaptığı ve yolun hangi tarafında durduğu ilgi alanıma merkezden giriyordu. Duruşu dikleşirken bakışları anlık Armina’ya kaydı sonrasında hemen toparlanıp, yüzüne yapay bir gülümseme kondurdu. Tüm bunlar birkaç saniye içerisinde gerçekleşmişti ama gözümden kaçmamıştı. Maske takıyordu, az önceki samimi ve rahat tavırlarına perde çekmişti, oysa biraz önce bambaşka biriydi. Bir şey saklıyordu ya da yalan söyleyecekti. Bu adamda beni Valeri Almeda’ya götürecek ipuçları olmalıydı. Valeri Almeda’nın iş yaptığımız beş yıllık süreç zarfında gizemli yatırımcı rolü üstlenmesinden artık sıkılmaya başlamıştım. Ya ortaya çıkma cesareti gösterip karşıma geçecekti ya da Alamatra’nın alacağı zararı umursamadan bu kadınla olan tüm iş anlaşmalarına son verecektim. O zaman istemese de karşıma çıkmak zorunda kalacaktı çünkü onun alacağı maddi hasar benim zararımdan çok daha fazla olacaktı.

Elijah başını hafifçe sallayarak “Evet.” deyip detay vermekten kaçındı.

Tek kaşımı hafifçe yukarı kaldırdım. “Valeri Hanım ile beş yıldır iş anlaşmaları yapıyoruz, sizi neden hiçbir toplantıda ya da Valeri Almeda çalışanları listesinde görmedim?”

Elijah anlık bakışlarını Armina’ya çevirince, adamın turuncu felaketi bedenini bana çevirdi. “Size misafirimi sorgulama hakkını kim verdi Alparslan Bey?”

“Eğer iş bazında şirketlerimizin geleceğini kapsayan köklü ortaklıklarımız varsa ve Valeri Almeda ile iş yapıyorsam çalışanlarını sorgulamayı kendimde hak sayarım Armina Hanım.” Ses tonum odanın içerisinde soğuk rüzgarlar estirirken, Armina’nın bakışıyla odaya kar yağmaya başladı. Aksiliği artık canımı sıkmaya başlıyordu. Daha birkaç dakika önce anlaşma imzalamış ve birbirimize karşı bazı imtiyazlar sunmuştuk, şimdiyse anlaşma sonrası aksiliği iki katına çıkmışa benziyordu. Bu şekilde diklenmeye devam ederse Krallıkta nasıl bir arada çalışabilecektik? Hayatım boyunca hiçbir zaman acabalara yer vermemiştim ancak karşımdaki kadın az önce yaptığımız anlaşmanın üzerine acaba gölgesi düşürmeme neden oluyordu.

“Alparslan Ateş Bey…” deyip sitemkâr sözlerine start verecekken telefonumun çalmasıyla sözcükleri dudakları arasına hapsoldu. “Af edersiniz.” diyerek cebimdeki telefonu çıkarıp arayana baktım. Alptuğ arıyordu. Onu, Valeri Almeda’nın Katar’la herhangi bir bağlantısının olmadığını öğrendikten sonra kadının izini sürmesi için görevlendirmiştim. Aslında Krallık içerisindeki bağlantılarım aracılığıyla da Valeri Almeda’yı çok kolay bir şekilde bulabilirdim fakat onunla armatör olarak tanışmıştım, kabadayı olarak değil. Krallıktaki yetkilerimle Valeri’yi bulursam ardından gelecek olan sorunların önünü alamazdım. Bu durum her iki taraf içinde tehlike arz ediyordu. Alptuğ ise Valeri ve kafamda dolanan kuyruğu kesik tilkileri bilen tek kişiydi. Bu sebepten ondan başka seçeneğim kalmamıştı. Alptuğ, yurtiçi ve yurtdışında muhbirleri olan biriydi, hemen hemen her ülkede illaki bir tanıdığı ya da işini gördüğü biri vardı, yakın zamanda bana Valeri Almeda ile ilgili net bilgilerle geleceğini biliyordum ancak bu kadar erken olacağını düşünmemiştim. Armina’nın asi bakışlarına karşılık vermeye devam ederek telefonu açtım.

“Efendim canım. Canım mı, yok amına koyayım daha neler? Neden canım diyerek telefonu açtığım hakkında en ufak fikrim yoktu, ben canımlı cicimli konuşmalara gelemezdim ki bana ne oluyordu böyle? Karşımdaki kadın gözlerini hafifçe kısıp, tek kaşını farkında olmadan havaya kaldırırken sözlerimin yarattığı şaşkınlık ahizeden taştı, Alptuğ da en az benim kadar şaşırmıştı ki birkaç saniye kadar duraksadı.

“Canım mı? Doğru mu duydum ben ya Rabbim!” diyen Alptuğ’un tepkisi gülümsememe neden oldu. Armina ve Elijah’a bakıp “Müsaadenizle.” diyerek ikisine cevap hakkı vermeden hızla odadan çıktım.

Lobiye çıktığım gibi etrafı kolaçan edip, konuşmaya kaldığım yerden devam ettim. “Sadede gel Alptuğ, buldun mu bir şeyler?”

“Abi dur ben daha canım dediğin yerdeyim. Ben az önce yanlış mı duydum yoksa sen telefonu canım diye mi açtın?”

Gözlerimi devirdim. “Refleks oldu diyelim, konuya girecek misin artık?” Cevabıma karşılık Alptuğ’un kısa ama gürültülü kahkahası kulaklarımı doldurdu. “Refleks mi? Abi sen en son on yaşındayken falan canım demişsindir, o da anneme.” derken hala gülüyordu.

Birkaç dakika onu ve dalga geçmesini dinledim. Daha fazla dayanamayıp “İyi eğleniyor musun bari hergele?” deyip sinirle soluduğumda “Kızma ama hemen alt tarafı tatlı tatlı sohbet ediyoruz işte canım.” diyerek daha güçlü kahkaha attı.

“Şimdi canını monteleyeceğim bir yerine Alptuğ. Şu an imza koparma peşindeyim ve bu evredeyken nasıl olduğumu sana anlatmama gerek yok sanırım. Sadede gelip neden aradığını söyleyecek misin, yoksa seni telesekreterimle mi tanıştırayım?”

Alptuğ gülüşünü öksürerek kapatmaya çalıştı. “Tamam CEO çocuk, sinirini rafa kaldır ve sakince beni dinle. Valeri Almeda ile ilgili acayip bilgiler öğrendim, Valeri sandığımız kadar yabancı biri olmayabilir.” Az önceki keyifli ses tonu soru işaretleriyle dolu bir tonlamaya büründü.

“Ne demek o? Ne öğrendin kadın hakkında?” Kafam karışmıştı, yabancı değil derken ne demek istiyordu? Aklıma binlerce şüphe üşüştü ve içlerinden biri hiç memnun edici değildi. Biri Krallıktaki konumumun intikamını Alamatra’dan çıkarmak istiyor olabilir miydi? O zaman neden beş yıl boyunca bana kâr elde edebileceğim anlaşmalarla gelmiş olsundu ki? Bu intikam ya da düşman durumu değildi. Valeri Almeda isminin altından başka bir bokluk çıkacaktı ve ben onu öğrendiğim anda sakin duramayacakmışım gibi hissediyordum.

“Abi fazlasını yüz yüzeyken konuşsak daha iyi olur. Ben beş dakika içerisinde Alamatra’da olacağım, toplantım var ne zaman biter bilmiyorum, istersen şirketten çıktıktan sonra konuşalım...”

“Hayır.” diyerek net bir ifadeyle sözünü kestim. “Sen saat kaç olursa olsun toplantıdan çıktıktan sonra odama gel. Bu mesele canımı sıkıyor artık, bilmem gerekenleri bir an önce öğrenmeli ve gardımızı ona göre almalıyım.”

Alptuğ “Tamam abi o zaman toplantıdan sonra görüşürüz, şimdi kapatmam gerekiyor.” dediğinde “Görüşürüz.” diyerek telefonu kapattım.

Kimdi bu kadın ve neden geçen beş yıla rağmen bu sıralar sürekli gözüme batıyordu. Geçen yıllarda sadece iş anlaşmaları için protokol icabı görüşmüşken, son birkaç aydır sürekli adı ve varlığıyla çevremde dolanıyordu. O, etrafımı kuşatmış, son kale olarak geriye ben kalmışım gibi hissediyordum. Etrafıma koza örüyordu ya da bir örümcek ağı… Bilmiyordum. Koza örüyorsa bu beni korumak istediğini gösterirdi. Ancak neden korumak istiyor, neyden korumak istiyordu? Diğer yandan ya ördüğü örümcek ağı ise; o zaman bu beni tuzağa düşürüp bir sonraki akşam yemeği yapmak isteyeceği anlamına gelirdi.

Odaya geri döndüğümde aklım hala Alptuğ ile yaptığım telefon konuşmasındaydı. İçeri girdiğimde Armina ve yanındakinin konuşmaları yarım kaldı. Her ikisi de yüzüme bakarken bende ne gördüyse Armina tedirgin bir ifadeyle yaklaştı.

“İyi misiniz Alparslan Bey? Gelen telefon kötünün habercisi mi?” Yanılıyor muydum, yoksa ses tonundan hafifte olsa endişe tınısı mı sezmiştim?

Bilmiyorum! İçimden bir ses Valeri Almeda konusunu onunla paylaşıp onun bildiklerini kendiminkilerle birleştirmeyi istiyordu, diğer bir ses ise ona güvenmiyordu ve tek bir şey söylüyordu; abisine bile yalan söyleyebilen biri neden bana doğrularını anlatsın ki? Ben de onunla aynı oyunu oynamaya karar verdim. “İyiyim, sorun yok.”

Armina’nın tepkisi sessiz bir “Peki.” kelimesi ile sınırlı kalırken, Elijah keskin bir ifadeyle gözlemci havasında beni inceledi. Bedenime yüklenen stresin farkındaydım ve karşımdaki adam biraz daha bana bu şekilde bakmaya devam ederse stresimi seve seve bu adamın üzerinde boşaltacaktım. Derin bir nefes alarak boynumu hafifçe sağa doğru esnettim. En iyi maskemi takınarak mekanik hareketlerle Armina’ya döndüm.

“İmzaladığımız anlaşma adına sizi kutlama yemeğine çıkarmak isterdim ama sizin işiniz…” direkt Elijah’ın yüzüne baktım. “Olduğunun farkındayım. O sebeple bu durumu daha sonra telafi edeceğimi bilmenizi isterim Armina Hanım.” deyip elimi uzattım. “Şimdilik görüşürüz.”

Armina elini avuçlarımın arasında gizlerken dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı ve sadece benim duyabileceğim şekilde fısıldadı. “Görüşeceğiz Alparslan.”

****

Çeşit çeşit dosyalarla zaman öldürüp, geçmiş ayın raporlarını tam iki kere gözden geçirdim. Aklımdaki düşünceler bir türlü durulmazken, kafamın içindeki ses sürekli konuşmaya devam etti. Açık arıyordum, sebep arıyordum ve kendime sövmeden edemiyordum. Şirketin başına geçtiğim günden bu yana birçok kez tufaya getirilmeye çalışılmış ama bir şekilde fark edip işin içinden sıyrılmıştım. Şimdi ise beş yıllık yatırımcımın hayali ihracatçı olduğunu öğreniyordum. Armatör olan Alparslan bu durumu tecrübe sayıp bir sonraki anlaşmalarında çok daha temkinli yaklaşabilirdi ama İstanbul'un sahibi Alparslan Ateş için durum çok farklıydı.

Krallıkta türlü türlü sahtekarla dans edip, onlarca hayali ihracatçının masasında yer almıştım. Orada işler farklı yürürdü, yalana, riyakarlığa yer yoktu ve bunlardan birini bile yapmaya cesaret edecek olan üyenin cezası belliydi. Sistemden atılır ve Krallık içerisinde kazandığı ne varsa hazineye aktarılırdı. Şimdi ne yapacaktım? Yer altında uğraştığım insanların yeryüzünde karşıma çıkmaya devam ediyor olması benim lanetimdi. Benim bunu anlayamadan o kadınla anlaşmalar yapmak için kendimi gece gündüz hırpalamam ise tamamen aptallık!

Sinirle elimdeki kalemi masaya fırlatıp başımı koltuğa yasladım. Gözlerimi kapatıp, elimle şakaklarıma baskı yaparak rahatlamaya çalışırken, kapının tıklatılma sesiyle gözlerimi açtım. Alptuğ kravatı çözülmüş, gömleğinin üst düğmesi açık bir şekilde gelip, kendini karşımdaki koltuğa bıraktı. Yorgun görünüyordu, belki de ona iş hayatında çok fazla yükleniyordum ancak kimse annesinin karnından CEO olarak doğmuyordu. Çok çalışmalıydı, bir gün şu anki konumundan çok daha fazlası olabilmek için şimdi çalışmalı ve olacağı yeri hak etmeliydi.

“Yorgun görünüyorsun.”

Boynundaki kravatı çıkarıp yanına bıraktıktan sonra gömleğinin kollarını sıvamaya başladı. “Öyleyim abi ama şikayetçi değilim. Yapabildiğim tek şey bu iken en iyisini yapmalıyım.”

Hafifçe gülümsedim. “En iyisinden bir adım uzaksın.”

“Ama en iyisi değilim, daha fazlası olabilirim. Krallıkta da sana yardım edebilecekken sen benim sınırlarımı yalnızca Alamatra'ya göre çiziyorsun.” Ses tonunda bariz bir sitem vardı.

Alptuğ ve Krallık yan yana gelmesine asla müsaade etmediğim iki kelimeydi. Gökalp hakimiyetinin ve yaptığım işlerin farkındaydı, sisteme göre yetiştirilmiş, ben olmasam benim yerime geçebilecek şekilde eğitilmişti. Ancak onunla beni birbirimizden ayıran tek şey duygularımızdı. Alptuğ, gece başını yastığa koyduğu zaman eline bulaşacak olan kirin kalıntılarıyla uykusuz kalabilecek potansiyelde bir çocuktu. Hassastı. Hassasiyeti onun canına mal olurken, onunla birlikte benim de canımı alırdı. Tüm bunlar bir yana Gökalp Krallığı, Ab-ı Hayat döneminden bu yana birçok kardeşi kardeşe kurban etmişti. Buna en yakın örnek annem ve Ertuğrul Gökalp'ti.

Durumun canlı şahidi olarak bu işe bulaştığımda bir kardeş savaşı daha verilmeyeceğine dair önce kendime yemin etmiş, sonrada Edremit Gökalp'e yemin ettirmiştim. Umay'dan sonra Krallıktaki tek şartım bu olmuştu, kardeşim masada yer almayacaktı. Ben geceleri hayaletleri kovalarken kardeşimin uykusuz kalmasına izin vermeyecektim. Bu yüzden Alptuğ, Krallık sınırlarına girmesi yasaklanan ikinci veliahttı.

Sıkılmışçasına nefes verdim, ayda bir hiç şaşmaksızın bu konuda sitem ediyor sonra da benim sert tutumumla pes etmek zorunda kalıyordu. “Bunu daha önce çoğu kez konuştuk Alptuğ. Sen Krallık için çalışmayacaksın.”

“Bana güvenmiyorsun.” Cümlesi netlikten çok soru sorar gibiydi.

Oturduğum yerde doğruldum. “Kaç yaşındasın sen on beş falan mı?” deyip alayla baktım. “Bir sistem kuruldu kardeşim, bizim varlığımızdan bile çok öncesine dayanan bir sistem bu. O sistemin son halkası Umay'dı, çok zarar gördü. Bu kokuşmuş düzen Umay'dan ailesini, bizden de Umay'ı aldı.” derin bir nefes alırken Umay'ın yaşadıkları bir bir gözümün önünden geçti.

“Krallık kana doydu kardeşim. Benimle birlikte gelen düzenle Krallığın kana susamış birçok kolunu kestim ancak hala bir yerlerde kan dökmek için savaş baltalarını bileyen insanlar var. Bu insanların benim yüzümden sana dokunmalarını izleyemem.” Omuzlarımı dikleştirerek bakışlarımı onun yüzüne kilitledim. “Hala dilimden aile kelimesi dökülebiliyorsa sebebi yalnızca sensin aslanım. Aile her şeydir Alptuğ, aile sensin ve ben ailemi canım pahasına korurum. Bu senin en iyi ya da en kötü olmanla alakalı bir konu değil. Ben. Ailemi. Korurum.” Ellerimi birbirine kenetledim. “Bu sondu. Bir daha Krallık ve sen konusunda açıklama yapmayacağım. Konu burada kapandı.”

Alptuğ duyduklarını sindirmeye çalışırken odaya birkaç dakikalık sessizlik çöktü. Düşüncelerimi her zaman başkasına açan biri değildim. Bugün ona bu sözleri söylemiş olmamdaki en büyük etmen, kendini yetersiz gördüğünü düşündüğünü hissetmiş olmamdı. İnsanın kendini yetersiz hissetmesinin nasıl bir duygu olduğunu iyi bilirdim. Boğucuydu. Yetersizlik hissi el olup insanın boğazına yapıştığında ne öldürür ne de yaşatırdı. İyi biliyordum. Beni acımasız kral Ertuğrul Gökalp’ten sonra İstanbul’un hükümdarı yapacak olan kanlı yola sokan da bu his değil miydi zaten?

Kahrolası Edremit Gökalp ve varisleri…

Başımı her şeyi unutmak istercesine salladım. Kafamı meşgul eden birçok şey varken bir de geçmişin hayaletleriyle boğuşmayacaktım, ana dönmek için Alptuğ’la az önceki ağdalı konuşmayı hiç yapmamış gibi davrandım.

Harfleri uzatarak “Valeri Almeda…” dedim ve Alptuğ’a bakmaya devam ettim. “Kim bu tanıdık yabancı?” Başı önüne düşmüş, bakışları yerde dolanan Alptuğ o haldeyken derin nefes alıp başını bir kez sallayarak bana baktı. “Valeri, Katar’dan değil Kaliforniya’dan başlayan bir hikâye abi.” dedi. Az önceki sohbeti devam ettirmemiş olmasından dolayı başımı hafifçe eğip bakışımla onayladım.

“Yani aslında Valeri Almeda diye birinin dünya üzerinde herhangi bir kimliği yok mu, kimliksiz mi diyorsun?” diye sordum. Bir buçuk saatlik konuşma sırasında Valeri’nin aslında tam da araştırmalarımdaki gibi varla yok arası biri olduğunu öğrenmiştim. İnternette hakkında yazılan yaptığı işler ve anlaşmalar dışında her şey yalan dolandı. Gidip hesap sormak için çalacağım bir kapısı, adresi yoktu. Kaliforniya’da başlayan küçük çaplı şehir efsanesi global işler peşinde koşturmaya başlayınca kimliksiz bir dünya devi halini almıştı. Kadının yüzünü gören yoktu. Takip edilemiyordu çünkü kullandığı sistem nasıl bir şeyse günümüz teknolojisi ona karşılık veremiyordu. Sadece onunla ilgili küçük efsanelerden çıkarımda bulunabileceğim bazı özellikleri vardı.

“Kimliksiz değil, yani gerçekte Valeri Almeda kimliği var ama bu kimlik sadece iş bazında.”

“Bu zamana kadar biz dahil diğer bünyesine kattığı şirketler bu kadının gerçekte kim olduğunu nasıl sorgulamaz Alptuğ? Hiçbirimiz çocuk değiliz, milyon dolarlarla oynayan insanlarız, himayemizde binlerce insan çalıştırırken biz nasıl böyle bir hataya düşebiliriz?” diye sinirle soludum. Sinirim aslında ona değildi sinirim kendime idi.

Alptuğ sırtını koltuğa yaslayıp elindeki filtre kahvesini yudumladı. “Kendi ağzınla söylüyorsun abi, kadın batmasına ramak kalan ama sağlam yatırımlarla global pazarda yer edebilecek şirketleri topluyor. Senin de bu anlaşmalarda ilk baz aldığın konu global pazarda Alamatra adını duyuracak olmak değil miydi? Valeri’nin iş dünyasında hiçbir falsosu yok hatta o kadar işinde dürüst biri ki camiadan hiç kimse yahu bu kadın aslında kim diye sormamış, alacağı miktarın peşine düşmüş ve işine bakmış. Kadında fırsattan istifade sahte bir kimlik yaratıp anonim takılmayı tercih etmiş.” dedi.

Masanın üzerinden Armina’dan aldığım kaleme uzanıp elimde çevirmeye başladım. “Beni bunun için suçlayabilir misin? Alamatra’nın global anlamda lojistik sağlaması şirket adına avantajdı.”

Alptuğ bardağı bırakıp hafifçe tebessüm etti. “Seni yargılamıyorum abi, yaptığımız anlaşmalar bizim için kâr sağladı. Üstelik bu zamana kadar gayet iyi anlaşıyordun, tek problem onunla yüz yüze gelmemiş olmandı. Düşününce değişen ya da sözünden dönecek olan aslında Valeri Almeda değil, sensin.” dedi.

Elimdeki kalemi daha hızlı çevirmeye başladım. “Ne ima ediyorsun?” Önce kaleme sonra bana bakan Alptuğ “Bana da mı maske takıyorsun?” diye sordu.

“Seni anlamıyorum Alptuğ, daha açık konuş.”

“Düşün abi, şu an Valeri Almeda ile olan bütün anlaşmaları bitirmek istiyorsun haksız mıyım?”

Omuz silktim. “İhtimal dahilinde.”

“Çünkü işe yalan karıştırdı…” deyip duraksadı. “Haklısın. İş konusunda yalan olmaz ama sen bu konuyu biraz hayat memat meselesi haline getirmedin mi?” Kaşlarımı çattığımda “Hiç kaş çatma abi.” diye devam etti. “Sen dinamiği yüksek, başarılı bir şirketin sahibisin. Feshet anlaşmaları bitsin ya da tak maskeni üç maymun oynamaya devam et ve sevkiyatlar devam etsin. Neden Valeri Almeda konusuna bu kadar takıldın?”

Kısa bir an elimdeki kaleme bakış attım. Valeri konusu Sürmene'de açacağım tersane ile gündemime yerleşmiş olsa da Armina Pinhan'ın onun uçağıyla sözde Katar'a gitmiş olması Valeri hakkında daha çok araştırma yapmak istememe neden olmuştu. Her ne kadar inkâr etmek istesem de Valeri ve Armina ittifakı canımı sıkmıştı ve bu durum Valeri Almeda açığı yakalamak için temel sebep sunuyordu. Yine de Armina ile olan vaziyetleri açıklamak yerine ona başka sebeplerden bahsettim.

“Batan şirketleri toplayan ve kendi bünyesinde güncelleyen bir şirket bize neden takılsın Alptuğ? Nihayetinde batan bir şirket değiliz, öyle ki bu şirket üretimlerini kendi adıyla değil, bizim tersanemizden çıkacak olan filonun adı altında yapmak istiyor. Yani bu anlaşma değil ortaklık beyanı. Bu kadının diğer şirketlere sağlamadığı imtiyazları Alamatra'ya sağlıyor olması bu konuda takılmam için yeterli sebep değil mi?” Elimdeki kalemi masaya bıraktım. Anlattıklarını zihnimde tekrarlarken duraksadım. “Alptuğ, sen az önce Valeri'nin kullandığı kimliğin sadece iş bazında olduğunu söyledin, bu onun asıl kimliğini bulduğun anlamına gelir.” diyerek aklımdaki ihtimali dile getirmeden önce Alptuğ'a dikkatle baktım. “Valeri Almeda aslında kim?”

****

Geçmek bilmeyen bir buçuk hafta, ihtimaller ve çıkmazlar… Alptuğ’la konuştuğum günden bu yana kafam fazlasıyla dağınıktı. Olabilir miydi, böyle bir ihtimal mümkün müydü? En son Krallıktan dedem yüzünden sürülmüştü. Edremit Gökalp soyunu kurutan kişinin yine kendi soyu olduğunu öğrendiği an resti çekmişti. Elimdeki sigaradan derin bir nefes çekip gözlerimi kapattım.

“Duydum onları Alparslan, inan bana duydum onları.” Bizim evin çatı katındaki küçük dünyamızda otururken, Umay telaşlı ve ağlamaklı bir sesle koluma asılıyordu.

“Dedem böyle bir şey yapmaz Umay, onun seni ne kadar çok sevdiğini hepimiz iyi biliyoruz.” On üç yaşındaki küçük Umay’ın orman rengi gözlerinden birkaç damla düşerken, o yaşında bile bana göstermemek için gözyaşını elinin tersiyle sildi. Hiçbir zaman onun ağladığını görmemizi istemezdi. Babasından yediği dayaklar canını yaksa bile, halasının kanatları altına girdiğinde gözyaşlarını elinin tersiyle silip, kırmızıya çalan gözlerle gülümsemeye çalışırdı ancak bugün durum farklıydı.

“O, babama başka bir kadınla evlenmesini söyledi Alparslan. Erkek torun istiyor, bu sistem için gerekliymiş. Annem zaten hep ağlıyor şimdi daha çok ağlayacak.” Elinden sıyrılıp bedenimi ona çevirdim.

“Umay sen ne dediğinin farkında mısın? Dedemden bahsediyoruz. O, Nazenin yengeye çok değer verir. Sen kız oldun diye dedem neden Krallığın başına geçmesi için babandan ve başka kadınlardan erkek bebekler istesin ki?”

Umay bu sefer gözyaşlarını görmemi umursamadan ağlayarak gözlerime baktı. “Benim bir daha kardeşim olmayacakmış ki Alparslan. Babam da dedem de benim Krallığın başına geçemeyeceğimi biliyor, sistem erkek veliaht istiyor. Benim gibi uğursuz bir tohumu değil.”

Ona sımsıkı sarılırken gözümden akan tek damla yaşı nefretle sildim. “Bir daha o kelimeyi sakın kullanma Umay Çağın, sakın.”

Hıçkırıkla karışık hayal kırıklığı omuzlarıma damla damla dökülürken “Ama o bana hep öyle diyor. Ben uğursuz tohummuşum, öyle diyor. Babamdan da dedem de nefret ediyorum.” deyip daha çok ağlamaya başladı. Birkaç dakika omzumda ağlamasına müsaade edip kollarından sıyrılarak, ellerimle yüzünü kavrayıp, gözyaşlarını sildim.

“Sen uğursuz tohum falan değilsin Umay. Sen çiçek bahçesinin ta kendisisin, ağlama artık ne olur. Hem sen gülersen mutfağa gider, sevdiğin kurabiyelerden getiririm, annem yeni yaptı.” dediğimde Umay’ın gözlerinde küçük parıltılar yakaladım. “Halam onları misafirlere yapmış, eğer tepsiden aşırmaya kalkarsan seni öldürür.” deyip zoraki de olsa gülümsemeye başladı.

Gözlerimi kısıp kahraman edasıyla ellerimi belime yerleştirdim. Kendimi Umay’ı güldürebildiğim için Süpermen gibi hissediyordum. Ayağa kalkıp, üzerimdeki tozu silkeleyerek kapıya yaklaştım ve arkamı dönüp Umay’a baktım. “Senin için ölmeye değer.”

Ben onun için ölürüm derken o da benim için mi ölmeye karar vermişti yani, yoksa tüm derdi Edremit Gökalp’ten intikam almak mıydı? Benim onun için sistemi sıfırdan inşa ettiğimi, onun için bu saçma sapan düzene girdiğimi fark etmemiş miydi? Umay akıllı kadındı. Pırıl pırıl gözlerinin ardında keskin bir zekâ yatıyordu. Onunla ikimize ikiz denmesinin sebebi yalnızca yaşlarımızın aynı olması değildi. Ben ne düşünüyorsam Umay onu yapardı. Umay’ın aklından geçeni ise ben çoktan onun önüne koymuş olurdum. Anlardık biz birbirimizi. Kaliforniya’ya gidince işler tersine mi dönmüştü yani?

Sigaramdan derin bir nefes daha çekip sertçe yanımdaki küllüğe bastım. Eve sığmıyordum, terasa sığmıyordum. Son bir iki haftadır hiçbir yere sığamıyordum. Umay eğer düşündüğüm şeyi planladıysa bu benimle neden ortaklık yapmak istediğini açıklardı. Valeri Almeda yurtdışının hakimiydi, bense Türkiye’nin… İstanbul’da nam salmış olmam beni sadece İstanbul içerisinde sınırlı tutmuyordu. Krallıkta her şehirden üye vardı, Gökalp Krallığı İstanbul’da filizlenen ve yurt içinin her bir bölgesine kök salan bir sistemdi. Eğer Umay bu sisteme ve yer altına kendi adıyla giremiyorsa, yeryüzünü ve yer altını aynı anda yöneten benimle girmek isteyecekti. Bunu da sadece o isimle yapabilirdi Valeri Almeda. Böyle düşününce planı kulağa zekice, hatta kusursuz geliyordu ancak bir yerde noksan vardı. Valeri ya da Umay benimle aynı masaya oturmaya niyetlendiyse o zaman o masada Armina’nın ne işi vardı?

“Of!!” diyerek sitemle yüzümü sıvazladım. Belki de Umay’ı aramalı ve bu işe neden bulaştığını sormalıydım. Başımı ellerimin arasına alarak düşünmeye başladım. Hayır. Böyle yaklaşırsam benden kaçardı. Onu kendi itiraf edinceye kadar zorlamalı hatta önüne çıkan her fırsata taş koymalıydım. Oynadığı oyun çok tehlikeliydi, bu kızın hiç mi canının kıymeti yoktu? Bir anlık hareketle orta sehpadaki telefona uzanıp Umay’ın numarasını tuşladım. Tam kulağıma götürmek üzereydim ki Umay’ın çağrısından önce telefonum çalmaya başladı.

İnsanın sevmediği ot burnunun dibinde biterdi değil mi? Kesinlikle doğruydu, dedem arıyordu. Gözlerimi devirdim. Yine bir şey isteyecek ya da yaptırım uygulamaya çalışacaktı. Halimi hatırımı sormak için arayan biri değildi. Telefonu açtığımda gür sesi kulaklarımda yankılandı.

“Alparslan, uzun zamandır arayıp beni Krallık hakkında bilgilendirmiyorsun oğlum?” Sesi sakin ve her zamanki otoriteden çok uzaktı. Gerçek bir dede, çok sevdiği torununu aramış gibi davranıyordu. Yıllar öncesinin Alparslan’ı bu numarayı yerdi ama şimdiki asla!

“Ben senin oğlun değilim dede. Bu sıralar işler yoğun sadece, o yüzden haber gönderemedim.”

“Fark ettim torunum. Bu ay Melih’i de göndermedin bana.” dediğinde boşta kalan elim sinirle yumruk halini aldı.

“Yarcalı’nın işine son verdim.”

“Neden?” diyerek çıkışan dedem sonrasında daha sakin bir tonlamayla “Yanlış anlama en iyi avukatlarımızdan biriydi nedenini merak ettim.” diye toparlamaya çalıştı.

“Anlaşamadık bitti. Ben onun yerine başka bir avukat buldum zaten haberi geldi, birkaç gün içerisinde görevine gelecek.” dediğimde dedem otomatikman “Kim?” diye sordu. “İşe başladığında görürsün dede. Şimdi birbirimize karşı rutin konuşmaları yaptığımıza göre eğer başka bir şey yoksa kapatıyorum. Daha önemli işlerim var.”

Ahizeden sinirli nefes sesi duyulsa da bir şey demedi. Onun yerine daha da sakin bir tonlamayla “Çiftliğe gelmen gereken konular var torunum.” dedi. İşte şimdi neden bu kadar kıvrandığı ortaya çıkmıştı. Benim oraya gelmeyeceğimi bildiği halde çağırıyordu.

“Ben oraya gelmem.”

“Konuşmamız lazım, Krallıkla ve seninle ilgili bir durum var. Annen de burada olacak.”

“Ben çiftliğe geldiğimde en son on altı yaşındaydım dede. Umay’la birlikte geldim ve onunla birlikte son kez çıktım oradan. Sen onu çiftlikten ve İstanbul’dan sürdüğün gün çiftliğin kapısı hem ona hem bana kapandı. Şimdi oraya gelmemi bekleme benden.” diyerek sert bir şekilde çıkıştım. “Eğer anlatacağın şey o kadar önemliyse eve, şirkete ya da Krallığa gelebilirsin.”

Sıkıntılı nefes verdi. “Peki evlat annene gel o zaman, yarın akşam yemek yiyelim.” Kendi istediğini bana yaptıramıyordu ama benim dediğimi de yapmıyordu. Edremit Gökalp asla değişmiyordu. Buna rağmen ortak bir çözüm arıyordu, annemin evini önüme sürmesi konunun gerçekten önemli olduğunu gösteriyordu. Öyle ki annemin evine gitmeyi tercih etmektense ölmeyi tercih ederdi. Babamı sevmezdi. Bu yüzden babamın dürüstçe yaşam sürdüğü eve katran karası ruhla girmek onun karakterinden bir parça ödün vermesine neden oluyordu. Sırf onun sıkıntılı halini görüp keyfime keyif katabilmek için fikrini onayladım.

“Yarın akşam saat sekizde.”

****

Elimde kasımpatı demetiyle saat tam sekize beş kala annemin evinin önündeydim. Annem kasımpatıları çok severdi. Babam her akşam masanın üzerindeki vazoya bakar, onun içindeki çiçekler solmadan yeni bir demet alır gelirdi. Babamın hayatını kaybettiği ve annemin kız kardeşimi düşürdüğü güne kadar evimizde sürekli kasımpatı kokusu dolaşırdı. Babam anneme sürekli beyaz kasımpatı getirirdi. O öldüğünden bu yana o çiçekleri getirmeyi görevim bilmiştim, sanki babamdan bana geçen bir özellikti. Evdeyken burnuma dolan çiçek kokusu bana o günleri hatırlatıyordu. Yüzümde hafifçe tebessüm oluştu. O günlerden bu yana pek çok şey değişse de tek bir şey değişmemişti. Elimdeki kasımpatıları görünce annemin yüzünde oluşan tebessüm ve gözlerine yerleşen özlem.

Elimdeki çiçekleri gördüğünde şefkatle yanağımı okşayıp bir öpücük kondurdu. “Oğlum hoş geldin.” diyerek salona buyur edip, en son gönderdiğim birkaç yaprağı düşmüş kasımpatıları alarak yerine kucağındakileri yerleştirdi. Vazodaki çiçeklere eğilerek derin bir nefes aldı. Aldığı nefesteki özlemi iliklerime kadar hissettim, gözleri kapalı halde çiçeklerin kokusu burnuna dolduğunda mutlulukla tebessüm etti. Sonrasında gözlerini açarak bana döndü.

“Nasılsın oğlum, özledim seni.”

“Yaşıyorum anne.” dedim. “Ben de seni özledim ama biliyorsun işler bu aralar fazla yoğun.” Annem Alamatra’da yönetim kurulu üyelerinden biriydi. Görevlerini devretmeyi teklif etse de ne ben ne de Alptuğ kabul etmemiştik. O bir Kasabalı’ydı, babam ölünce Gökalp’in kirli adına geri dönmesine asla izin vermeyecektim.

Tebessüm etti. “Biliyorum canım. Benimki sadece sitem işte sen bana bakma.”

Elini tutup hafifçe sıktım. “Sürekli aklımdasın anne, seni ihmal ettiğimi düşünmeni istemiyorum.” dediğimde elini elimin üzerine bırakarak hafifçe okşadı. “Asla öyle düşünmem oğlum zaten çiçeklerin öyle düşünmeme izin vermiyorlar.” Başıyla vazoyu işaret etti. “Teşekkür ederim.”

“Bu çiçekler en çok senin kucağına yakışıyor anne, onları görünce çok mutlu olduğunun farkındayım.” deyip ışıldayan bakışlarına dikkat çektim. “Bencil bir adamım ben, böyle bir manzaradan kendimi mahrum bırakamam.” diyerek göz kırptım.

Annemin yanakları al al olurken kolumu dürttüğü sırada kapı çaldı. Başımla kapıyı işaret ettiğimde gülümseyerek giderken “Deli çocuk. Kime çektin böyle bilmiyorum ki?” diye şakayla karışık söylenip kapıyı açtığı sırada dedemin bastonunun sesi geldiğini belli edercesine mermer zeminde yankılandı. O lanet sesi baskılamak istercesine keyifle bağırdım. “Babama benzediğimi söylüyorlar anne.” Dedem hafif kaş çatarak içeri girdiğinde sırtımı koltuğa genişçe yaslayıp bacak bacak üstüne attım. “Ve ben bu yüzden gurur duyuyorum.”

Annem yine her zamanki gibi marifetini konuşturmuştu. Masa ihtişamlı ve üzerindeki rengarenk yemek servisleriyle ağız sulandırıcı gözüküyordu. Yalnız üç kişilik akşam yemeği için fazla gösterişli, gereksiz bir şekilde abartılıydı. Kutlama yemeği havası veriyordu. Üstelik Alptuğ neden yemekte bize eşlik etmiyordu?

Çatalımı batırdığım patateslerden birini ağzımı atıp çatalı kenara bıraktım. “Anne, Alptuğ neden evde değil?”

Annem tabağındaki eti dilimleyip bana hafifçe baktı ve durgun bir şekilde “Arkadaşlarıyla birlikte dışarı çıktı oğlum.” dedi. Annemde dedem geldiğinden beri bir gariplik seziyordum ama nedenini bir türlü anlamıyordum. Edremit Gökalp varlığını belli ettiğinden bu yana sessiz hatta çekingen davranıyordu.

Çatal bıçak sesleri hariç derin sessizlikte yemekler yenmeye devam ederken, annemin sessizliği ve dedemin sabırsızca dizini oynatıp ara sıra annemle bakışması canımı sıkmaya başlamıştı. Kadehimden bir yudum alıp yerine bıraktım.

“Kim başlamak istiyor?”

Sessizlik… Ne annemden ne de dedemden ses çıkmadı ancak çatal bıçak seslerinin kesilmesi konu her neyse odağı sadece oraya çekmek istiyor gibiydi. Sırtımı sandalyeye dayayıp her ikisine de bakış attım.

“Telefonda Krallık ve benimle ilgili bir durum olduğundan hatta çiftliğe gelmeme değecek kadar önemli olduğundan bahsettin dede, şimdiyse sessiz bir hırsla zaten canı çıkmış eti yeniden öldürmeye çalışıyorsun. Derdin neyse söyle de sende rahat et, tabağındaki yemekte.”

Dedem elindeki bıçağı ve çatalı kenara bırakıp, aheste bir edada peçeteyle ağzını sildi. Elini sandalyesine dayalı bastonuna götürüp, yakut taşı bezeli yılan figürüne tutundu.

“Sözü evirip çevirmeyeceğim Alparslan. Krallıktaki konumunu biliyorsun.”

“Evet beklediğim konuşma, hadi bakalım dökül Edremit Gökalp. Krallıktaki konumumu da oraya ne şartlar altında, nasıl geldiğimi de iyi biliyorum.” Parmağımdaki Mührü Süleyman’ın iç kısmıyla oynayıp bu konuşmanın gidişatını dinlemeye başladım.

“Krallığın asıl veliahdı sen değilsin.” deyip bastonuna daha sıkı tutundu. “Bazı talihsizlikler sonucu koltuğa sen geçtin. Ailenin ilk erkek torunu olarak bu hak sana geçti.” Annem şarabından büyük bir yudum alıp sığ bir nefes koyuverdi.

“Talihsizlik?” Alayla gülümsedim. “Aile içi vahşeti sınıflandırmak için ne ucuz bir kelime.”

Annem araya girdi. “Konumuz bu değil oğlum. Konu sen ve geleceğin.”

Anladığımı belirtir şekilde abartıyla başımı eğdim. “Anlıyorum anne, hayatını kaydıracak başka insan kalmadı, Umay’dan sonra sıra bana geldi. Bekliyordum zaten.” Dedeme bakıp boynumu esnettim. “Benim hayatım hakkında nasıl bir karara vardın sevgili dedeciğim?” Konuşma şeklim fazla imalıydı ama umurumda değildi. Dedemin her işime burnunu sokmaya çalışması artık katlanmak istemediğim bir durumdu.

“Evleneceksin.”

Ne? “Şaka mı bu? Kızı da bulduğunu söyle tam olsun. Evleneceksin de ne demek oluyor?” Annem eli hafif titreyerek bardağına uzanıp sonuna kadar içti. En iyisini yapıyordu, benim hiddetimle başa çıkmaktansa sarhoş olması daha mantıklıydı.

“Krallık yeni veliaht bekliyor Alparslan. Soyumuzu devam ettirecek tek kişi sensin.” Kederle başını salladı. “Yaşın zaten geçiyor, Krallık kurallarını otuz iki yaşına gelene kadar evlenmeyerek çoktan çiğnedin, daha fazlasına müsamaha göstermem.”

Sinirle elimi saçlarımdan geçirdim. Siktiri boktan bir düzen çocuk istiyor diye, üstelik erkek çocuk istiyor diye hiç tanımadığım, sevmediğim bir kadının hayatını kendiminkiyle karartmamı istiyordu. Sikerler böyle işi!

“Senin şanın yürüsün diye, sırf erkek torun doğurması için hiç tanımadığım biriyle evlenmemi istiyorsun doğru mu anladım?”

“O, babama başka bir kadınla evlenmesini söyledi Alparslan. Erkek torun istiyor, bu sistem için gerekliymiş. Annem zaten hep ağlıyor şimdi daha çok ağlayacak.”

Kulaklarımda Umay'ın hıçkırıkları yankılandı. Ertuğrul Gökalp, Nazenin yengemle evlenmiş ve Umay doğmuştu. Yengem, Umay'ın doğumuyla rahmini kaybetmiş bir daha çocuk sahibi olamamıştı. Umay'ın doğumundan geberip gittiği güne kadar Ertuğrul Efendi bunun acısını katbekat hem Umay'dan hem de yengemden çıkarmıştı. Aynı şeyin evleneceğim kadına yapılmasına müsaade edemezdim. Her şeyden önce sevmediğim birini hayatıma alıp bir de ondan çocuk bekleyemezdim.

“Koltuğu elbet bir gün çocuğuna devredeceksin Alparslan.” diyen dedeme nefretle bakıp “Ama sizin karşıma çıkardığınız herhangi birinden olma çocuğa değil!” diye bağırdım.

Dedem kadehinden aldığı yudumla alelade bir konudan bahsediyormuş gibi “Herhangi biri olmayacak Krallıktan biriyle evleneceksin, asıl üyelerin ailelerinden birinin kızı olabilir, seçeceğiz.” dedi.

Alayla kahkaha attım. “Seçeceksiniz… Peki ben bu olayın tam olarak neresindeyim dede, kadının karnına çocuğu koyacağım yerde miyim?”

Annem “Alparslan!” diye çıkışırken dedem “Haddini aşma torunum.” dedi.

“Sen haddini aştın!” diyerek ayağa kalktım. “Bu kadar saçmalık yeter daha fazla saçma fikirlerini dinlemeyeceğim. Son sözüm, evlenmeyeceğim.” deyip masadan ayrıldım. Tam yemek salonundan çıkmak üzereydim ki dedemin sesiyle duraksadım.

“Eğer sen evlenmezsen Çağın'ı seçtiğim adayla evlendirip kocasını Krallığın başına geçiririm.”

Kaşlarımı çatarak hızla dedeme döndüm. “Hiç mi haysiyetin yok senin? Sen o kızı buradan alelacele postaladın, gözünün yaşına, annesine olan yasına bile saygı duymadan gönderdin. Şimdi onu evlendirip ayağına pranga takacak, bir de asıl hakkı olan veliaht o olmasına rağmen Krallığın tüm kapılarını kocasına mı açacaksın? Yüzün kızarmaz mı senin, hırsının sonu hiç gelmez mi?”

“Alparslan sakin ol oğlum.” diyen anneme kederle baktım. Anlamıyordu, anlamayacaktı. Umay onun kollarında değil, benim kollarımda ağlamıştı. Onun gözünden akan her bir yaşın hesabını kesmek için bu oyuna girmiştim ben. Hak ettiğini hakkıyla alsın diye düzeni komple değiştirmiştim. Kokuşmuş düzenden kurtarsın kendini istemiştim. Şimdi evlenmek istemiyorum diye yeniden o düzene çekilecekti. Annesinin yıllarca akıttığı gözyaşlarını belki de şimdi Umay dökecekti.

“Bırak Efraz döksün içindekileri, elbet bir gün haklı olduğumu anlayacak. Kan yasası bu evlat. Kurallar belli ya sen evleneceksin ya da Çağın'ı hangi deliğe girdiyse bulup, evlendireceğim.”

Hangi deliğe girdiyse mi? Her kelimeyi vurgulayarak “Umay Çağın evlenmeyecek!” dediğimde dedem sertçe bastonunu yere vurdu. “O zaman sen evleneceksin delikanlı!”

Çıkmazdaydım. Umay'ın evlenmesine izin veremezdim, sistemde hala pürüzler vardı. Onun gelebilmesi için düzen daha rayına tam anlamıyla oturmamıştı. Hem düzeni istediğim şekle getirmeye devam etmeli, hem de Umay'ı bu saçmalıktan kurtarmalıydım. Ellerimi yumruk haline getirip sinirle soludum.

“Ben evleneceğim. Umay Çağın'dan elini çek!”

Sonraki birkaç saat boyunca dedem rahat bir nefes alırken annem birden aklındaki kızdan bahsetmeye başladı. Gözlerimi devirdim. Aklındaki kız Yasemin Mirza'nın ta kendisiydi. Armina ile dans etmek için kıçını yırtan Fırat Mirza'nın kız kardeşi. Ne ironi ama!

Dedem Krallıktan biri olması gerektiğini ama üyelerden değil, as masadan biri olması gerektiğini düşünüyordu. Kimin kızı var, kimin oğlu var bilmiyordum bile. Onlar kendi aralarında konuşurken geçmeyen sinirimle konuşmaya başladım.

“Kimse bana kız bulmaya kalkmayacak, evleneceğim kadını kendim seçeceğim.” deyip tek kaşımı imayla kaldırarak dedeme baktım. “Hiç değilse buna saygı duyarsın değil mi dedeciğim?”

Dedem başını onaylarcasına salladı. “Peki torunum, Krallıktan olsun benim için kâfi.”

Gözlerimi devirerek parmağımdaki yüzükle oynadım. Dedem konuşmayı kazanmanın verdiği gururla kahvesini keyifli bir şekilde yudumlarken, ben çoktan kafamda planlar kurmaya başladım. Evet evlenecektim. Evlenip Umay'ı kurtaracak ve ona hak ettiği her şeyi en temiz haliyle iade edecektim. Evlenecektim ve evliliğim asla Edremit Gökalp'in hayalini kurduğu şekilde olmayacaktı.

****

Camın önünde dikilmiş dışarıdaki insan kalabalığını izliyordum. Ben camdan kulemin en üst katında hâkimi olduğum şehre tepeden bakarken, aşağıdaki birçok insan benim yeryüzündeki varlığımdan habersiz bir şekilde kendi yoluna gidiyordu. Yer altında, karanlık sokaklarda besmele ile adı anılan Alparslan Ateş'in şu an gökyüzüne yakın bir kuleden onları izliyor oluşundan kimsenin haberi yoktu.

Kapının açılmasıyla başımı insan kalabalığından çekip kapıya doğru çevirdim. Arık Böke sinirle karışık selam verip içeri girerek kendini koltuğa bıraktı.

Ben de onunla beraber koltuğuma geçip kollarımı masaya yasladım. “Aleyküm selam kardeşim de ne bu sinir?”

Elini boş ver dercesine salladı. “İnsanın kız kardeşinin olması sinirli olmak için yeterli bir sebep.”

“İyi bilirim.” Umay sağ olsun son birkaç haftadır gerekli sinir kotamı fazlasıyla dolduruyordu. “Ne içersin?”

“Sert bir şeyler beni anca keser ama şirkette olmaz. Sen duble espresso söyle en iyisi.” diyerek şakaklarını ovmaya başladı. “Bu boktan baş ağrısı başka türlü geçmeyecek.” Asya izinli olduğu için şimdilik onun yerine bakan asistanım Büşra'yı arayıp sade kahve ve espresso isteyerek telefonu kapattım. Sonrasında Arık Böke'ye döndüm. Uykusuz görünüyordu. Uyumayı çok seven biri değildi ama göz altları çökecek kadar uykusuz kaldığını da hiç görmemiştim.

“İyi görünmüyorsun, bu halini hiç sevmedim. Neler oluyor, evde bir sorun mu var?”

“Sorun Armina'nın rahatlığı, başına buyrukluğu ne dersen de işte.” diyerek sinirle sakalını sıvazladı. Daha önceleri de birkaç kez kardeşine böyle sinirlendiğini görmüştüm ama bu sefer çok daha hiddetliydi. Acaba küçük asimiz ne yapmıştı da Arık Böke bu kadar sinirlenmişti?

Kahveler gelene kadar sakinleşmesini bekleyip üzerine gitmedim. Ben beklerken o kafasında her ne kuruyorsa daha çok sinirlendi. Eli dudaklarının üzerinde sinirle gelip gidiyordu, kafasında bir şey kuruyordu belliydi ama bir türlü çözümünü bulamıyordu. Kahvemden bir yudum alarak, o daha fazla kendi kendini yemeden boğazımı temizleyip ona döndüm.

“Anlat artık lan, kendini yedin bitirdin iki saattir.”

“Ben artık ona yetişemiyorum Alparslan. Katar'a iş için gittiğini söyledi, sesimi çıkarmadım. Yalan söylediğini bildiğim halde eyvallah deyip salağa yattım. O ne yaptı gitti Valeri Almeda ile ortak oldu.”

Sözlerini sindirmek için birkaç saniye duraksadım. Armina, Valeri Almeda ile ortak mı olmuştu? Armina, Umay Çağın ile ortak mı olmuştu? Neden?

“Ortak oldu da ne demek?” diye sakince sordum.

“Valeri Şirketler Topluluğu'nun Türkiye basamağı olacakmış. Yüzde elli ortak olmuşlar.”

Ağırca yutkundum. Hala olayı kavramaya çalışıyordum. Armina'dan ne istiyordu? İnkâr yolunu seçtim. “Valeri'nin müdür yardımcılarıyla olacak iş değil o, sen rahat ol. Kadın varla yok arası bir şey zaten yüzünü gören yok. Müdürlerine böyle büyük emirler verecek kadar aptal değildir.”

“Yüzünü görmeyen bir tek biziz Alparslan. Armina ve Valeri birçok kez yüz yüze gelmişler.” diyerek kahvesinden büyük bir yudum aldığında zihnim saat gibi işlemeye başladı.

Armina'nın Katar'da olduğu zaman diliminde Umay'la görüntülü konuşurken ekrandan gördüğüm turuncu saçlar, Valeri Almeda'nın uçağına binmeden önce Armina ile konuşurken çekilmiş olan Umay'ın gönderdiği fotoğraflar ve Armina'yla anlaşma yaptığım gün masasının çekmecesine sakladığı toka… Siktir! Hepsi ama hepsi Umay'ı işaret ediyordu. Armina, Umay'ın B planıydı.

Umay, Armina'yla iş birliğini Krallık üzerine yapıyordu. Armina'nın o gece davette söyledikleri, bakışları zihnime üşüştü. Krallıktan, benden, sistemden nefret ediyordu. Umay ise Krallıktan, babasından, dedesinden nefret ediyordu. Hatta belki de benden.

“Bu olmaz, olamaz.” diyerek ellerimi saçlarımdan geçirdim.

“Olmamalı Alparslan. Armina çok tehlikeli bir oyun oynuyor. O kadının dostundan çok düşmanı var. Armina'nın ortak olduğu öğrenilirse bu durum hayatını tehlikeye sokacak.”

“Aptal.” diye mırıldandım. Kesinlikle aptaldı, hangi aklı başında insan canını tehlikeye atacak adımlar atardı ki? Arık Böke'nin öfkesini şimdi daha iyi anlıyordum aynı öfke benim de damarlarımda dolanıyordu. Valeri ya da Umay Çağın fark etmez her ikisiyle de dans etmek ölüm getirirdi. Armina cici bici yetişmiş bir kadındı, silahtan korkardı. Umay ise gözü karanın önde gideniydi. Sikeyim, Umay babasını bile gözünü kırpmadan ölüme göndermiş bir kadındı.

“Bana yardım et Alparslan Ateş.” Arık Böke'nin benden istediği ilk yardımdı bu. Yıllardır süren dostluğumuz boyunca ilk yardım isteyişiydi. “Benim Zifir yanım tek tabanca Alparslan. Kardeşime uzanan eli kökünden söker atarım ama hepsiyle başa çıkamam. Tek başına dünyaya kafa tutmak yerine, dünyaya tek başına kafa tutmuş birinin, senin yardımına ihtiyacım var. Kardeşimi korumam lazım, canı tehlikede.” deyip duraksadı, bezgin bir şekilde nefes koyuverdi. “Ölürüm ama ölmesine izin vermem.”

“Hala dilimden aile kelimesi dökülebiliyorsa sebebi yalnızca sensin aslanım. Aile her şeydir Alptuğ, aile sensin ve ben ailemi canım pahasına korurum.”

Arık Böke kardeşinin pervasızlığı yüzünden kederle bir çıkış yolu ararken, ben Umay'la, Armina arasındaki ortaklığı nasıl bozacağımı düşünüyordum. Umay'ın canı tehlikedeydi, Armina'nın canı tehlikedeydi. İkisinin bir olup girdiği oyun kanlıydı. Bunu en iyi bilen iki kişi şu an ofiste birbirinin yüzüne bakıyordu. Arık Böke ile dostluğum yalnızca ailelerin bir arada olmasından kaynaklanmıyordu.

Krallığın başına geçtiğim andan bugüne kadar attığım her tehlikeli adımı Arık Böke'nin üzerine basarak geçmiştim. Onun Zifir halini bilen tek kişiydim. Arık Böke, Gökalp Krallığı’ndaki sağ kolum, iş bitiricim ve tetikçimdi. Bugün İstanbul adımı desturla anıyorsa bu Arık Böke'nin desteği sayesindeydi.

Ayağa kalkıp Arık Böke'nin yanına giderek stresle gerilmiş omzunu sıktım. “Sakin ol dostum. Hiç kimse ölmeyecek ne sen ne de Armina duydun mu beni? İzin vermeyeceğim, bu ortaklık olmayacak.”

Arık Böke gittiğinden beri onun yanında dizginlemeye çalıştığım öfkem hat safhaya çıkmıştı. Bu nasıl bir aptallıktı? Her ikisi de aptaldı. Umay Çağın zaten silahların gölgesinde büyümüş bir kadındı, Ertuğrul Gökalp'in veliahdı olması ona yeterince düşman kazandırmıştı, şimdi bir de Valeri Almeda olup, dünya çapında düşman edinmişti, üstelik kendine Armina'yı ortak ederek düşmanları onunla kendi arasında pay etmişti. Armina'nın da aslında Umay'dan farkı yoktu. O da kurucu ailenin torunuydu ancak bu zamana kadar Krallıktan ve onunla ilgili her türlü meseleden uzak durmayı tercih etmişti. Silahlardan korkuyordu. Silahların gölgesinde yetişmiş biriyle, silahın s harfinden bile korkan birinin ortaklığı ne kadar sağlıklı olabilirdi ki? İlla biri ölürdü. Umay'ın ölmesine asla izin vermezdim o benim canımdı, ötesi yoktu. Peki ya Armina, o benim neyimdi?

Telefonu yerinden kaldırıp ani bir kararla Armina'yı aradım. Bu işi onunla konuşmadan çözemezdim ancak konuşmak için yüz yüze de gelemezdim. Onunla bir aradayken kendimi sürekli ödün verirken buluyordum. Birkaç çalıştan sonra tam kapatmak üzereydim ki sesi ahizeden yankılandı.

“Alparslan.” Sesi şaşkındı, onu aramamı beklemiyordu. Ben bile onu aramayı beklemiyordum ki tepkisinde haklıydı.

Selam sabah faslını es geçip direkt konuya girmeyi tercih ettim. “Sen ne yaptığını zannediyorsun?” İçimde biriken öfkeye rağmen sesim beklediğimden sakin çıkmıştı.

Anında aksi tavra büründü. “Ben ne yapıyormuşum Alparslan Bey?”

“Valeri Almeda ile ortak olmuşsun.” dediğimde telefondan sinirle verilmiş nefes sesi duydum.

“Ah ben de bu güzel aramayı taçlandıran şeyin ne olduğunu merak etmiştim. Valeri ile mi konuştun, abimle mi görüştün? Tebrik için aradıysan teşekkür ederim ancak bilmeni isterim ki ses tonundan hoşlanmadım.”

Ses tonum ona inat her konuşmada biraz daha yükselirken “Sen dalga mı geçiyorsun? Ne bu, önce hangimiz öleceğiz anlaşması mı?” diye sordum.

“Seni ilgilendiren bir şey göremiyorum Alparslan, seninle iş anlaşması yapmış olmamız her işime burnunu sokacağın anlamına gelmez.” dediğinde onunda benim kadar sinirlendiğini anlayabiliyordum. Umurumda değildi.

“Bunu size düşündüren ne Armina Hanım? Biz bir anlaşma yaptık ve sen bu anlaşmaya uymak zorundasın.”

Ses tonu her geçen dakika daha da hiddetleniyordu. “Ne münasebet, sana şirketin tapusunu vermedim ben…” dediğinde saatlerdir kafamı kurcalayan soruna kendi elleriyle çözüm sunmuştu. Ona konuşma fırsatı vermeden nezaketsizce sözünü kestim.

“Evet şirketin tapusunu vermedin elbette, sen bana adını verdin.” Çekmeceden daha avukata vermediğim karalanmış imzalı anlaşmayı çıkarıp, masaya koydum.

“Sen ne saçmalıyorsun? Senin abimin dolduruşuyla geldiğin haddin olmayan gazınla uğraşamam, daha önemli işlerim var.”

“Haddim olmayan gaz öyle mi Armina Hanım?” diyerek ceketimin sol iç cebinden ondan aldığım dolma kalemi çıkardım. Kalemin metali odanın içinde ışık oyunları yaparken kâğıdı önüme çekerek yazmaya başladım.

“Seninle uğraşmayacağım Alparslan toplantım var, kapatıyorum.”

“Bekle Armina. Haddim olmayan- ki sen öyle zannediyorsun- hakların bana verdiği yetkiyle anlaşmayı ihlal ettiğin için sana yüklü bir manevi tazminat davası açabilirim.”

Kafası karışmıştı, belliydi çünkü ses tonuna yansıyordu. “Bir dakika ne ihlali?”

“Taraflar anlaşma boyunca kişisel güvenliklerini sağlamakla yükümlüdür. Can ve mal güvenliklerini tehlikeye sokacak her türlü anlaşmadan uzak durmaları esas şarttır.” diyerek birkaç saniye önce anlaşma kağıdına yazdığım yeni maddeyi okudum.

“Saçmalık! Ben öyle bir yere imza atmadım!” dediğinde gülmemek için dudağımı ısırdım.

“Öyle mi? Önümdeki senin adını ve imzanı taşıyan kâğıt aynı şeyi söylemiyor ne yazık ki...”

“Bunu yapmaya hakkın yok, bu alenen suç!” Ahizedeki öfkeli sesi odada yankı bulmaya başladı.

“Şikâyet et beni o zaman Armina.” Derin nefes alıp elimdeki kalemi çevirmeye başladım. “Krallıkta çalışan hiçbir üye can ve mal güvenliğini tehlikeye atamaz. Bu yalnızca sana özel bir kural değil, Krallık için çalışmaya karar verdiğin an bu şartı kabul etmiş oldun. Pembe balonlarını patlattığım için üzgün olduğumu söylerdim ama değilim. Anlaşmanın şartı bu ve kabul ettin, şimdi haddim olmayarak telefonu kapatıyorum. Size iyi günler dilerim Armina Hanım.” diyerek kalemi anlaşmanın üzerine bırakıp, telefonu kapattım.

****

Her ayın on dokuzuncu günü… Her ay bana biçilmiş oynamak zorunda olduğum rol ve sahtekâr insanlar…

Biraz sonra oturacak olduğum masada bir tane bile dürüstçe iş yapan insan yoktu. Hepsinin tek derdi banka hesaplarını fazla fazla doldurmaktı. Bunun için şerefiyle çalışmak yerine yasadışı yollarla iş anlaşmaları yapıp, devleti ve insanları dolandırıyorlardı. Kimisi masum insanların oturdukları evlerine bile göz dikerken, kimisinin tek isteği onları kendine bağımlı hale getirmekti.

İnsanoğlunu bağımlı hale getirmek çok kolaydı. Birçok şey için tutku ve iradesine yenik düşen insanlık, özellikle her anlamda yalnız bir yaşam sürüyorsa ona gösterilen en ufak bir ilginin bağımlısı olurdu. Bu ilgi sadece duygusal olmak zorunda değildi. Duygular üzerinde hakimiyet sağlayabilen öyle bağlılıklar vardı ki ve tabii ki tüm bunların bilincinde olan binlerce sahtekâr insan…

Tüm bu kan emiciler avlarını önce gözlemler sonrasında ise ufak tefek kapanlar kurarak avını tongaya düşürürlerdi. Ev almak için yıllarını harcayarak birikim yapan bir çifti dolandıran emlakçılar, tefeciler bunlardan sadece birkaçıydı ve masada bulunan diğer üyelerin yanında bu tip dolandırıcılar masum sayılırdı.

Bunlar küçük çaplı işlerdi ve Krallıkta değer görmezdi. Krallık için çok daha büyük işler gerekliydi. Silah kaçakçılığı, antika eşya ve mücevherat kaçakçılığı, sanat eseri dolandırıcılığı, karaborsa, hayali ihracat ve uyuşturucu ticareti gibi işler tefecilerden çok daha değer görürdü. En azından benden önceki kanunlarda işler böyle yürüyordu. Ertuğrul Gökalp’in eli kolu her yerdeydi ben kollarını tek tek kesene kadar.

Masada hala sahtekârlar, dolandırıcılar ve kaçakçılar vardı. Onlar işlerin Ertuğrul Gökalp zamanındaki gibi hatta ondan daha bile iyi bir zamanı yaşadıklarını sanıyorlardı. Onlara göre Krallık altın çağındaydı. En çok da bu yanılgılarına gülüyordum. Hepsi kazanıyordu ve kazandıkları bütçeler gözlerini boyuyordu ama kazandıklarından çok daha fazlasını kaybediyorlardı. Kaybettikleri kısımda ben vardım. Krallık içerisinde muhbir olduğu bilgileri dolanıyordu ama hiç kimse bunu bana söylemeye ya da o muhbirin ben olduğumu ima etmeye cesaret edemiyordu. Cesaretin yanı sıra kimse Krallığın işlerini baltalayan insanın aslında Krallığın hâkimi olan adam olduğunu bilmiyordu.

Yıllık on sevkiyat oluyorsa altı tanesi bilinmez nedenlerle sabote ediliyordu. Krallıkta duyulan bu sabotajlar benim kulağıma gelmesin diye örtbas edilmeye çalışıyordu çünkü benim öğrenmemdense malların yağmalanması işlerine geliyordu. Onlar için önemli olan Krallık prestijinde yer alabilmekti. Zaten ceplerini bolca bolca doldurduğunu düşünenler aslında bir prestij uğruna her şeylerini kaybettiklerinin farkında değillerdi. Ne yazık…

Haktan, toplantı saatinin geldiğini haber verdiğinde çoktan odamdaki aynanın karşısında yeleğimin düğmelerini ilikliyordum. Murat ve Arık Böke bugün benimle birlikte toplantıya girmeyeceklerdi. Murat, Asya’nın doğumunun yaklaşması yüzünden izinli, Arık Böke ise Kaliforniya’daydı.

“Arık Böke biliyorum zamanı değil, kardeşin için tedirginsin ama...” Arık Böke sözün gidişatını anlamışçasına “Bu sefer nereye gideceğim?” diye sordu.

“Armina’yı koruyacağıma dair sana söz verdim dostum. Kardeşinin, kardeşlerin ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum, sen de biliyorsun.”

“Girizgâh yaptığına göre yolculuk Krallıkla ilgili değil sanırım.” dedi Arık Böke. Ondan istediğim şeyi merak etmişti.

“Kaliforniya’ya gitmeni istiyorum. Her iki kimliğinle birlikte.” dediğimde sertçe yutkundu.

“Kaliforniya mı?” diye temkinle sordu.

“Evet. Senden saklamayacağım. Umay Çağın’ın Kaliforniya’da olmadığını öğrendim. Benden bir şey saklıyor ve bu hiç hoşuma gitmedi, nasıl hissettirdiğini bilirsin.”

Arık Böke kaşlarını çatarak durumu anlamaya çalıştı. “Sen onunla görüştüğünü söylüyordun, geçenlerde görüntülü… görüntülü görüşmüştün.”

“Biliyorum ve evet hala görüşmeye devam ediyorum ama bir sorun var, Edremit Gökalp gizliden gizliye onun izini kaybettiğini söyledi.”

“Ne zaman?”

“Evlenmem için baskı yaptığı sırada.” diyerek ofladım. Karşımdaki adam tek kaşını havaya kaldırdı. “Bakma öyle amına koyayım dert bir tane değil işte.” Ellerimi saçlarımın arasından geçirdim. “Bana Zifir lazım, Arık Böke lazım. Sen bulamazsan kimse bulamaz onu. Alptuğ’u şimdilik bu işten uzak tutuyorum Umay’a ne kadar düşkün olduğunu biliyorsun.”

Arık Böke derince iç çekti. “Biliyorum ve gideceğim. Sen gideceğim zamandan haber ver yeter.”

“Bugün Arık Böke. Bugün git ve bana Umay Çağın’ı bul.”

Arık Böke’den hala haber alamamıştım birkaç gündür oradaydı ve hala aradığını söylüyordu. Ev arkadaşının yanından taşınalı bir buçuk yıl olmuştu. Siktir, bunu bile bir buçuk yıl sonra öğreniyordum. Sinirle aynanın yanındaki dolabın içindeki kilitli kasadan Mührü Süleyman’ı çıkarıp direkt serçe parmağıma geçirdim. Bugünkü toplantı sert geçecekti.

Odadan çıkıp duvarlara muntazam simetriyle yerleştirilmiş apliklerin aydınlattığı koridordan ilerledim. Burası Riva ormanları ortasında gizlenmiş, 1800’lü yıllardan kalma, yeni restore edilmiş bir Rum malikanesiydi. Edremit Gökalp devrinden bu yana Krallık adına hizmet veriyordu. Toplantılar burada yapılır, anlaşmalara burada nokta koyulur, cezalar burada kesilirdi. Doğa yürüyüşü seven birçok insanın dikkatini çekecek şekilde mimariye sahip malikanenin perili diye adının çıkmasıyla gözdeliğini kaybetmiş olması bizim avantajımızdı. Ormanın içine hapsolmuş bir yere akşam vakti gelmek her babayiğidin yiyeceği halt değildi.

Koridorda ilerlemeye devam ettikçe çeşitli kapıların önünden geçtim. Bu kapıların ardında as üyelerin çalışma ve dinlenme odaları vardı. Geç saatlere kadar süren toplantı sonralarında evlerine gitmeye üşenen üyeler için hazırlanmıştı. Merdivenlerden aşağı inerek toplantı salonuna doğru ilerledim. Kulaklarıma uzaktan sesler geliyordu.

“Herhangi bir sorun var mı Haktan?”

Arkamdan gelen adam başını olumsuz anlamda salladı. “Hayır efendim.”

“Üyelerde eksik var mı?”

“Tüm üyelerimiz geldi Alparslan Ateş Bey, salonda sizi bekliyorlar.”

“Yanlış.” diyerek adımlarımı durdurdum. “Pinhanlardan hiç kimse yok toplantıda.” Başımı çevirip işini düzgün şekilde yapmayan adama baktım. Arık Böke, Pinhan adına masada yer alan tek kişiydi ve o da zaten burada değildi. İşini düzgün yapmayan insanlara ayar oluyordum. Boynumu sağa sola esnettim.

“Bana Eren’i bulun. Toplantıdan sonra görüşmek istiyorum.” İş bilmez insanlarla uğraşmak yerine yeni bir elemanla uğraşıp onu yetiştirmeyi tercih ederdim. Eren’i davetteki açıkgözlülüğü nedeniyle uzun zamandır gizliden gizliye takip ettiriyordum. O çocuk tam bir cevherdi. Murat’tan alacağı eğitimle barmenlik harici mükemmel işler başarabilirdi.

“Tabii efendim siz nasıl isterseniz.” diyen adama elimle uzaklaşması işaretini verdim. Haktan yanımdan saygıyla ayrılırken sırtımı dikleştirip büyük toplantı salonunun kapısına yaklaştım. Kapıda bekleyen elemanlar başlarını eğip, selam vererek kapıyı açtılar. Her on adımda bir adam yerleştirilmesini istemiştim. Malikanenin etrafında kuş uçurtmayan güvenlik ekibim vardı. Ekstra bir güvenlik ağı elbette oluşturacaktım. Özellikle hazine odası için bu gerekliydi ancak tüm bu planlarım için önce küçük hanımın keyfini beklemem gerekiyordu. Hanımefendi hala geçen günün hezimetini üzerinden atamamış olacak ki benimle tekrar görüşmeye tenezzül etmemişti.

Onunla olan son telefon görüşmesini hatırlayınca dudağımın bir kenarı hafifçe kıvrılır gibi oldu. Sonrasında kendimi hızla toparlayıp, maskemi takındım. Alparslan Ateş Kasabalı için şov zamanıydı. Kapıda beni gören üyeler hızla ayağa kalkıp saygılarını dile getirdiler, Haktan’a söylediğim gibi yalnızca Pinhanların sandalyesi boştu. Aptal herif!

Ayağa kalkan üyelere tek tek bakış atarak elimle koltukları işaret edip oturmalarını söylemek üzereydim ki arkamdaki korumalarda hareketlilik olduğunu fark ettim. Kapılar yeniden açıldı ve içeride sert topuk sesleri yankılanmaya başladı. Benden sonra toplantıya dahil olunması en sinir olduğum şeydi. Başkasına saygı göstermeyenin kendine saygısı olmazdı. Gelen her kimse umursamadan masaya yaklaşıp yerime oturmaya hazırlandım. İnsan saygı görmek istiyorsa önce saygı göstermeyi bilecekti.

Boğaz temizleme sesiyle duraksadım. “Oturabilirsiniz beyler, ayakta kalmayın.” Bu ses erkek sesi değildi, hatta fazla kadınsıydı. Ben dahil tüm üyeler ayaktaydı ve biri, bir kadın emir veriyordu. Benim mekanımda ve benim düzenimde!

Başımı çevirip sesin geldiği yöne döndüğümde gördüğüm manzara karşısında nutkum tutuldu. Kıpkırmızı sivri uçlu topuklu ayakkabılar, gerdan kısmı küçük inci detaylı siyah kalem elbise, asiliğinden bu seferlik ödün veren sımsıkı toplanmış turuncu saçlar ve… ve koyu kırmızı ruj. Umay kırmızısı diye geçirdim içimden. Bakışlarımız birbiriyle kesişti. Bal rengi gözler, kehribar harelerde boğuldu. Sertçe yutkunup şaşkınlığımı atmaya çalışırken, şaşkınlığım öfkeye dönmeye başladı.

“Armina Hanım sizin burada ne işiniz var?” Sesin sahibini tanıyordum, Armina’nın peşinden it gibi koşturan tek bir kişi vardı. Fırat Mirza!

“Haddine mi düştü Mirza?!” diyerek bakışımı sertçe onun oturduğu yere çevirdim. “Bu iki oldu, üçüncüde bakmam gözünün yaşına.”

Fırat sırtını dikleştirip, bakışlarını bana yöneltti. “Buraya Krallık kadınlarının girmeyeceği kuralını hepimiz biliyoruz Alparslan Ateş Bey! Sorgulamak elbette üye olarak hakkımdır.”

Yumruklarımı sıkıp tekrar açtım. Ne kadar küfretsem az gelecek olan adamın sıfatına bakarak edemediğim küfürleri içimden saydırdım. Krallıkta bambaşka bir adamdım ama asla bir kadın varken bunu yapmazdım. Öfkeliydim, çok fazla öfkeliydim. Beni bu hale arkamda dimdik duran kadın getirmişti ve şu an içinde bulunduğumuz duruma sebep olan da ta kendisiydi. Armina’yı burada yerin dibine sokabilir, kurallarımı çiğnediği için tüm Krallığa ibret olacak hallere getirebilirdim. Ya da…

“Armina Pinhan, Krallık kadınlarından biri değil bizzat Krallığın kendisidir. Saygını takın Fırat Mirza yoksa bundan sonra olacak olanlardan ben sorumlu olmayacağım.” Armina kendinden emin bir şekilde topuklarını vura vura yanıma gelip benim gibi koltuğun yanında durdu. Sonrasında bakışlarını bana sabitledi, birkaç saniye, sadece birkaç saniye odada yalnızca o ve ben vardık. Ta ki o konuşmaya başlayıncaya kadar.

“Gökalp Krallığı’nın iki kurucu ailesi var biliyorsunuz. Edremit Gökalp ve Kahraman Soyludere. Bu zamana kadar işlerden elimi çektim çünkü hedeflerimi, çizgilerimi belirlemem gerektiğini düşündüm. Ancak düşündüğüm kâfi.” deyip bana baktı. “Yolum belli.” bakışlarını üyelere çevirdi. “Hedeflerim belli. Koltuğun yarı hakkını idarem altına almaya karar verdim!”

Siktir! Ne? Hiddetle bedenimi ona doğru çevirdim. Bu kadın kendini ne zannediyordu? Tabii ki koltuğun yarı sahibi oydu, hakkına sahip çıkmak istemesi çok doğaldı ama elini kolunu sallayarak, benim hakkım diyerek ortaya çıkamazdı. Kurallar vardı. Benim bile uymak zorunda kaldığım zorunluluklar vardı ve onları yerine getirmeden ne koltukta ne de masada söz hakkı olmayacaktı.

Nitekim üyelerden biri bu durumu benden önce dile getirdi. “Bu mümkün değil.”

Armina hiddetle adama döndü. “Neden, kadın olduğum için mi? Yoksa elinin hamuruyla erkek işine karışma nutukları mı çekeceksiniz?”

“Elbette kadın olduğunuz için değil Armina Hanım. Sizin ve ailenizin Krallık içerisindeki yerini biliyor ve saygı duyuyoruz ancak koltukta hak sahibi olabilmeniz için…”

“Çıkın!” Daha fazla bu maskaralığa göz yummayacaktım. Daha yüksek sesle bağırdım. “Size. Çıkın. Dedim. Hemen!” Üyelerin hepsi kendi aralarında fısıldaşıp, toplantı salonundan ayrılmak üzere hareketlenirken Armina’nın da adım atmasıyla kolundan tuttum. “Sen kalıyorsun!”

“Bana emir veremezsin.” diyerek sessizce fısıldadı.

“Sana kalıyorsun dedim. Aynı şeyleri tekrarlamaktan hoşlanmam, beni ikiletme.” Sertçe burnundan nefes alırken kollarını birbirine bağlayıp son üye de odadan çıkana kadar bekledi.

“Haktan!”

İçeri giren korumaya yaklaştım. “Buyurun Alparslan Ateş Bey.”

“Kimseyi içeri almıyorsunuz. Kapı önü dahil bu katta bir tane bile koruma görmeyeceğim, boşaltın katı.”

Haktan ellerini birbirine kenetledi. “Emredersiniz Alparslan Ateş Bey.” diyerek yanımdan uzaklaşıp, kapıyı kapattı. Onun gidişiyle hızla Armina’ya döndüm.

“Sen ne yaptığını zannediyorsun?”

“Aynı şeyleri tekrarlamayı sevmediğini zannediyordum.” Kolları hala birbirine kenetli bir şekilde kalçasını koltuğa yasladı. Başka bir zamanda, başka şartlarda karşılaştığımızda etkilenebileceğim manzara şu an sadece beni kızdırmaya yetiyordu.

“Derdin ne senin? Krallık koltuğuna göz koymak da neyin nesi?”

Kollarını çözüp sırtını dikleştirdi. “Hakkım olanı istemek ne zamandan beri göz koymak oldu Alparslan Bey?”

Elimle yüzümü sıvazladım. İçten içe sabır dileniyordum, bu kadın gerçekten sonum olacaktı. “İşler senin istediğin an, istediğin gibi yürümüyor küçük hanım. Buraya babanın tarlasına girer gibi girip, üyelere, bana ahkam kesemezsin.”

“Aslında düşününce haklısın.” deyip karşıma geçerek küçük burnunu havaya dikti. “Babamın tarlasına giriyorum. Dedemin kurduğu, babamın yönetimde yer aldığı koltuğunda hakkım olan yere yani, anlatabildim mi?”

Ellerimi belime koyup arkama döndüm. “Sen bunu çocuk oyuncağı mı zannediyorsun? Anlaşmalar, ortaklıklar, çay partileri, evcilikler… Bunlar ayrı dünyalar Armina. Sen bu dünyaya ait değilsin.”

Alayla kahkaha attı. “Sen halt etmişsin!”

Sinirle derin nefes alıp daha olçumlu yaklaşmaya çalıştım. “Bak, daha sakin ve anlayışlı olmaya çalışıyorum. Bir şeyler başarmak istediğinin farkındayım, masada söz hakkın olmasın demiyorum olsun, ancak benim masamda değil. Bu masada…” diyerek masayı işaret ettim. “Benim hükmüm geçer, seni dinlemezler, umursamazlar…”

“Sorumlusu kim acaba?” diye mırıldandı.

“Ben değilim!” diye bağırdığımda ürktüğünü fark edince daha sakin bir şekilde “Ben değilim.” diye fısıldadım. “Kafanda nasıl bir ben yarattın bilmiyorum ama o..” parmağımla başını işaret ettim. “Adam ben değilim Armina.”

Birkaç saniye sessizlik oldu, söylediklerimi kafasında tarttığını görebiliyordum. Ağırca yutkunup ona yaklaştım. “Benden önce hatta Ertuğrul Gökalp’ten bile önce koyulmuş kurallar var. Yapmak zorunda olduğun, yapmak zorunda kaldığım kurallar.”

“Hepsini biliyorum Alparslan. Evlilik durumları falan değil mi?” deyip küçümser bir şekilde sordu.

Benim evleneceğimden haberi var mıydı ya da onun Krallık masasında oturup, söz hakkına sahip olabilmek için evlenmesi gerektiğinden?

“Biliyor musun?” diye sordum.

“Elbette biliyorum. Anlaşma için görüşmeler yapıldı, bu akşam Fırat Mirza’ya teklif gidecek.” Ne? O karaktersiz adamla evlenmek için anlaşma mı ayarlanmıştı? Teklif gidecek de ne demek oluyordu?

“Bu kadar gözü kara mısın gerçekten?” Onun diğer Krallık kadınları gibi severek evleneceğini ve sevdiği adamdan çocuklar yapmak isteyeceğini düşünüyordum. Sevmeden bu yola girilir miydi?

“Kafama ne koyduysam bu zamana kadar onu yaptım Alparslan. Eğer saçma sapan bir imza yolumdaki taşı kaldırmama neden olacaksa atarım, biter.”

“O imzayı da Fırat Mirza ile atacaksın yani öyle mi? Dans etmek bile istemediğin o adamla?”

Duruşunu dikleştirip gözlerini gözlerime sabitledi. “Son birkaç ayda ne saçma anlaşmalara imza attım bilsen şaşarsın.” dedi. Yaptığımız anlaşmadan bahsediyordu.

“İnanılmazsın.” Ona bakmaya devam ederek koltuğu parmağımla işaret ettim. “Şu koltuk için sevmediğin, elini tutmamak için dans etmek bile istemediğin bir adamla, öylesine bir evlilik yapıp hayatını kaydıracaksın öyle mi? Hem de canının her gün tehlikede olacağını bilerek girdiğin bir düzen uğruna?”

Bana bir adım daha yaklaştı. Üzerine sıktığı parfümün kokusundan, bedeninden yayılan sıcaklığa kadar tüm varlığı bedenimi istila etmeye başladı. Kokusu baş döndürüyordu, nefes almayı kesmeli ve bu kokunun zihnime kazınmasına engel olmalıydım.

“O düzen uğruna öyle şeyler yaparım ki tahmin bile edemezsin Alparslan. Öyle ki seninle bile evlenebilirim.” Koku zihnime kazındı ve ben nefes almayı kestim.

Koltuğu işaret eden elim yanıma düşerken az önceki sözlerini tekrarladı. “Madem elini tutmaktan çekindiğim, dans etmekten bile sakındığım bir adamla yapacağım evlilik sorun yaratacak… O zaman sen evlen benimle Alparslan Ateş Kasabalı.”

Loading...
0%