@bberdogans
|
ARMİNA PİNHAN “Işıklar söndü ve bir kadın sessizliğin mezarına gömüldü. Yalnız, kimsesiz... Tek güvendiği dalı yüreğine sadece titrek bir mum ışığı bıraktı. Acısı derindi ve tek istediği intikamdı. Canı yanana kadar ağladı. Gözyaşları tükendiğinde ise aynada baktığı şeytanla anlaşmaya oturdu. Kazanana kadar durmayacak, önüne çıkan kimseye acımayacaktı. Anlaşma basitti. Çınlamaya benzeyen ama bomba patlaması sonrası akustik travmaya eşdeğer bir gürültü oluştu kulaklarımda. Karşımdaki adamın bakışlarındaki sinir alevleri, buz kırığına dönüşürken saniyesinde kırıklar çatlayıp patlamaya hazır bir volkana döndü. Ne demiştim ben? Allah beni bildiği gibi yapsın! Adama evlenelim deseydim direkt daha az hasar verirdim sanırım. Burnunu kırıştırıp bir adım geriye kaçmasıyla kendime gelmeye çalıştım. Alparslan'ın bu hali iyi miydi, kötü müydü bilmiyordum. Onu hiç tanımadığım gerçeği yüzüme vururken, kendi söylediklerimi aklımdan harfi harfine geçirdim. 'Sen evlen benimle.' Amaca giden her yol benim için mübahtır ama Alparslan'ın aklından başka düşünceler geçiyor gibi iken, şu an ne demem gerektiğinden emin değildim. Kendi cümlemi alaya mı almalıyım, yoksa ağzımı açmamalı ve ona alan mı tanımalıyım? Kahretsin Alparslan Ateş hakkında hiçbir bok bilmiyordum ve ben bu adama az önce gel evlenelim demiştim. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Gri yeleğinin önünü ilikleyip bir adım geriye doğru parlak siyah ayakkabılarıyla adım attığında, gözlerinin kehribarında anlık kırgınlık yakalamak beni o andan alıp başka bir evrene sürdü. Neye kırıldığını anlamadığım noktada bakışları alaycı tavra bürünürken, şu an karşımda Ateş olduğuna yemin ediyordum! Alaycı tavrıyla dudağının kenarını hafif yukarı kaldırıp, üstten bir bakış attığında topuklarının üzerinde sırtını dönüp kapıya ilerledi ve beni düşüncelerle boğulmuş bir şekilde kendimle baş başa bıraktı. Kahretsin! Krallıktan çıkıp arabanın direksiyonuna geçmek bir saniye bile düşünmeden yaptığım hareketlerdendi. O boğucu odada on dakika boyunca arkasından bakarak olduğum yerde beklediğim anı saymazsak, sanırım yarım saattir yoldaydım ve taş eve abimin yanına gidiyordum. Onun kırgın bakışlarının alaycı tavra bürünmesi... Lanet olsun, piç kurusu özgüvenimi yerle bir ederek beni orada bırakmıştı. Beni baştan ayağa süzdüğü anda onun için değerli olmadığımı ve alelade bir kadın olduğumu bana hissettirirken, bu histen nefret ettim. Güzel bir kadın mıydım? Kendime göre evet. Albenisi yüksek bir yanım yoktu lakin kendime bakmayı severdim. Saçlarım kadar, ruhumda inatçıydı. Hırslı, tuttuğunu koparan, azimli bir kadındım ama bunlar fiziksel özelliklerimde yoktu. Allah aşkına, ben şu an neden dikiz aynasından kendime bakıyordum? Kırmızı ışık sarıya dönerken dilimden okkalı bir küfür çıktı. Annem yanımda olsaydı kesinlikle ağzıma elinin tersini yedirip 'Ne kadar edepsizsin Armina!' diye tavrını ortaya koyardı ama şu an ne annem yanımdaydı ne de edepli olmama gerek vardı. “Senin yapacağın işi sikeyim Armina!” diye yüksek sesle söverken gaza yüklenip, en kısa zamanda kendimi abimin yanına atmaya çalıştım. Taş evin mıcırlı yolunda arabanın lastikleri dururken abimin iki katlı evinin salonunda ince bir ışık vardı. Saat geç değildi ama abim karanlıktan nefret ederdi. Hava kararmaya yüz tutarken akıllı ışık sistemi devreye girer, taş evin bahçesi ve salon dahil dizili loş ışıklar bulunduğu yeri romantik bir alana çevirirdi. İstanbul'un uzak kıyılarında yer alan ormanlık alanın içerisinde, abimin kendi için inşa ettiği ev onun bir nevi mabediydi. Bahçesi çiçeklerle doluydu, her birini ikimiz ekmiştik. Bahçede en çok yer alan çiçek, abimin özenle baktığı çiçeklerinin en özeli sarmaşıklardı. Begonvillerine de gözü gibi bakarken aynı özeni evinin içine de gösterirdi. Boş arazideki tek evin tüm cepheleri camdandı. Cam duvarlı bu ev bana kar küresini anımsatırken, sonsuz orman manzarası her zaman huzuru getirirdi. Huzurumu bozan gürültülü tonlamayla çalan telefonumu araçtan çıkmadan yanıtladım. “Nasıl geçti?” Meraklı ve birazda kuşkulu ses tonuyla Umay selam sabah vermeden sorularını sıralamaya başlamıştı ama bende tek bir kelime edecek kuvvet bırakmayan Alparslan, Ateş olarak beni yangına çevirerek siktir olup gitmişti. Ah! “Bilmiyorum.” Kuru sesle cevap vermem onun beş saniye kadar sessiz kalmasına sebep olmuştu. “Ne oldu Armi, Krallığa gitmedin mi?” Meraklı yanı devam ederken burnundan sert nefesler alıyordu. “Umay ben bir bok yedim ama işler nasıl buraya geldi bilmiyorum ve sanırım Alparslan bir daha yüzüme bakmayacak.” “Bu da ne demek Armina?” “Şöyle ki ben İkizine evlenme teklifi etmiş olabilirim, hatta ettim galiba. Bilmiyorum olayın gidişatı çok ateşliydi ve benim bir anda ağzımdan çıkanı kulağım duymadı.” “Ne kadar ateşliydi?” diye sorduğunda muzip tondaki sesi beni daha çok gerdi. “Umay Çağın sence konumuz bu mu şu anda?” Başımı direksiyona dayayıp düşünmeye başladım. “Krallığa gittim. Kahraman Soyludere'nin döndürdüğü olayı biliyorsun zaten, ben nasıl bu hale geldim bilmiyorum.” “Bak bekle.” diyerek sözümü kestiğinde başımı direksiyondan kaldırdım. “Şu an enstitüdeyim kurul toplantısına dönmeliyim. Yarın ya da akşam arayacağım seni.” dediğinde onayladım. “Bu arada güzel hareketler bunlar.” diye son cümlesini ekleyerek cevap beklemeden kapattı. Allah'ım ben bu delilerin arasında akıl sağlığımı nasıl koruyacağım? Araçtan inip çantamı omzuma atarak evin bahçesine girdiğimde çimlik alandan gelen hafif müziği duydum. İnce ince çalan taş plaktan Emel Sayın'ın sesi duyulurken abimde ona eşlik ediyordu. 'Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini...' Hafifçe boğazımı temizlesem de abim yeşilin bin bir tonunu içinde saklayan ormandan bakışlarını çekmedi. Biraz ilerlediğimde bahçe masasında karşılıklı iki kadeh varken dolu olan abimin önünde, boş olan ise kapalı bir şekilde karşısında duruyordu. Bunu hep yapardı, evinde ne zaman onu rakı içerken görsem her daim karşısında kapalı bir servis daha olurdu. Âşık olduğu kadına aklım giderken “Dikilme orada eşlik edeceksen gel, etmeyeceksen gölge etme.” dedi. Neredeyse bir ay önce şirkette yaşadığımız tartışmadan dolayı bana hala kırgındı, zaten bana dargın olanların listesi de yeterince uzundu. Elim çantamın ipinde, ağır hareketlerle yanındaki sandalyeye oturdum. Hafifçe bakışlarını bana çevirdi, yüzünü buruşturup elindeki kadehi dudaklarına götürdü. Aldığı uzun yudumun ardından bardağı dudaklarından çekip masaya yerleştirdi. “Misafir gibi ne oturuyorsun kızım, git mutfaktan al bardak gel. Karnın açsa ki açtır, fırından et koy kendine.” Sessiz bir onaylamayla ayağa kalkıp mutfağa ilerledim. Derin nefes alarak abime olanlardan bahsetmem gerekli mi diye düşünürken, diğer yandan malzemeleri dolaplardan çıkarıp tezgâhın üzerinde duran tepsiye yerleştirdim. Tekrar çalan telefonla boynumda takılı olan küçük çantamı açıp, içindeki cihazı kavrayarak aramayı yanıtladım. “Torunum.” İliğime kadar nefret ediyordum bu sıfattan ve sıfatın getirdiği yükümlülükten. Arayan dedem Kahraman Soyludere idi ve ben açıkça nefret ettiğimi belli edemiyordum. Kuru bir sesle cevapladım. “Efendim.” “Neredesin, hallettin mi anlaşmayı?” Ses tonundaki alay, beni sinirlendirirken ensemdeki tüyler diken diken oldu, elim yumruk şeklini aldı. Anlaşma! Onlar için her şey bir anlaşmaya ve imzaya bakardı. Duygu yok, fikir yok! “Alparslan'la konuştum dede, ona onunla evlenmek istediğimi söyledim.” dediğimde keyifle höpürdettiği kahvesinin sesi kulağımda çınladı. Kimse istediğini alamayacaktı. Kendi içimdeki anlaşmadan ise kimsenin haberi olmayacaktı. “Güzel, yakın zamanda beyanat bekliyorum Armina. Soyadın en yakın zamanda değişmeli ve koltuktan Kasabalılar çekilmeli.” Dudağımın kenarını hırsla ısırırken “Kapatmalıyım, Alparslan beni bekliyor.” dediğimde boğazından memnun tınılı bir beğeni nidası döküldü. “Aferin sana Armina, dişi olmak bunu gerektirir. Onu avcunun içine al ve hükmü bana getir!” Direktifi sonrası onu onaylayıp aceleyle telefonu kapattım. Alnımda ter birikmiş, sık nefesler alırken boyumu... boyumu çok aşan derinliklere girdiğimin farkındaydım. Telefonu çantama sinirle tıkıştırdıktan sonra tepsiyi alıp, bahçeye çıktım. Abim hala daha bıraktığım noktada dururken tepsideki malzemeleri masaya koyup, sandalyeye oturdum. Hala daha aynı şarkı devam ediyordu ve o mırıldanıyordu. Tek fark bardağı yeniden dolmuştu. Bir süre sonunda “Ne var ne yok?” diyerek konuşan abim, neden burada olduğumu sorguluyordu. Kesik bir nefes alıp, rakı şişesine uzandım. “Aynı abi.” Bardağı doldurmak üzereyken başını bana çevirip sol kaşını kaldırdı. Elimdeki şişeye uzanıp, bardağımı kendisi doldurdu. Centilmenlik takım elbisesinin ceketi gibi her daim üzerine tam oturuyordu. O bardağımı doldururken “Aynı şarkıyı neden tekrar tekrar dinliyorsun?” diye sordum. Konuyu şu anlık kendimden çekip ona döndürdüm. Konuşmam için ilk kadehimi bitirmem gerekliydi. “Demek ki senin için aşk değil, yalan idim.” dediğinde bardağımı dudaklarıma götürüp, yudumladım. “Bu bir şiir aslında, bunu biliyor muydun?” diye sorduğunda şişeyi masaya bırakıp, sandalyede bacak bacak üstüne atarak rahat bir şekilde oturdu. “Hayır.” dediğimde dudakları hafifçe iki yana kıvrıldı. “Yetmiş iki senesinde güftekâr Turgut Yarkent'e bir arkadaşı sevdiği kız için şiir yazmasını rica eder. Yarkent, arkadaşına kız hakkında sorular sorar. 'Peki nasıldır bu kız, gözleri ne renk mesela?' diye sorar. Arkadaşı ise 'Unuttum.' der. Birkaç gün sonra arkadaşı sorar şiir n'oldu bizim diye... Yarkent arkadaşına sorar tekrar 'Kızın göz veya saç rengini hatırladın mı?' Arkadaşı yine cevap veremeyince Yarkent, 'Yakında hazırlarım merak etme.' diye söyler arkadaşına.” Hikâyenin devamı merakımı cezbederken çatalına peynir takıp ağzına götüren abim lokmasını bitirip parmağının ucuyla alt dudağını kaşıdı. “Turgut Yarkent ne yazacağını ne yapacağını düşünürken sonunda kızın ağzından arkadaşına hitap edercesine şiiri yazıp tamamlar. Sonrasında işte bu şiir ortaya çıkar.” Plaktan çalan sözlerin yerini melodi alırken “Şimdi sen dökül bakalım burnu boktan çıkmayan kardeşim, yine ne bok yedin?” diye tekrar sorarken, konu yine bana dönmüştü. Saçlarımı geriye doğru attırıp abime baktım. “Ben güzel değil miyim?” Siyaha yakın koyu kahve gözlerini kısıp bana baktı. “O nerden çıktı?” “Sen soruma cevap ver.” “Allah Allah... Kızım, ne diye saçma sapan hallere giriyorsun? Elin yüzün düzgün işte şükür et.” dedi. “Abi!” diye bastırarak konuştuğumda suratını buruşturup, masanın üzerindeki sigara paketinden iki dal çıkararak birini bana uzattı. Sigaralar ateşlenirken “Ne bileyim kızım, bana göre güzelsin yani. Kişinin güzellik algısına bağlı birazda. Önemli olan huyun bence. Hırslısın, azimlisin, cesaretlisin, patavatsızsın.” dediğinde elimi kaldırıp koluna hafifçe vurdum. “Sus abi Allah aşkına! Ben tip diyorum, sen ne diyorsun?” Sigaradan derin bir nefes alıp, çenemi havaya kaldırarak üfledim. Konunun bende hala daha dolanması iyi değildi. “O nasıl biri?” Sorduğum soru abimin bam teliydi. Çok merak ettiğim kadının nasip olmaması dışında bir şey bilmiyordum bile. “Kim?” dediğinde sesindeki titremeyi fark ettim. Kaşımı kaldırıp onun bana yaptığının aynısını yaparak üzerine gittim. “Gözlerinin rengini unuttuğunu sana hatırlatan kadın.” “Unutmadım ki.” diyerek kendini savunmaya geçtiğinde ağzından çıkana kendi de şaşırmıştı. Tebessümüm yüzümde büyürken “Bakma şöyle!” diyerek oturduğu yerde toparlandı. Gözleri anlık kapalı olan servise değerken sonrasında ormanlık alana bakışlarını çevirdi. “Gözleri çok güzeldi...” Uzun sessizliğin ardından mırıltı şeklinde üç kelimelik cümle dudaklarından döküldü. Rakısını yudumladı, kesik bir nefes aldı. “Herkese nefretle bakan yeşil gözleri bir tek bana yumuşaktı. Yeşilin bin bir tonunu saklayan sarmaşıklarında gülünce fuşya begonviller açardı.” Gözlerini yeşil ormanlık alandan çekip kendi ektiği begonvillere döndürdü. Verandanın bahçesinden evin ikinci katını saran büyük begonvillere bakarken “Gece kadar siyah saçları vardı.” dediğinde başını kaldırıp simsiyah bulutlu gökyüzüne baktı. Geçmiş zaman kullandığı cümleleri canımı yakmıştı. Başını evin duvarına yaslayıp gözlerini kapattı. “Sadece ses tonunu hatırlayamıyordum Armina ama artık hatırlıyorum.” Acı bir şekilde gülümsedi ve gözlerini açıp rakısını yudumladı. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp bardağımı kavrayarak ona eşlik ettim. “Hiç mi olmaz abi?” “Nasip.” Yine aynı şeyi söylemişti. Ben Valeria adasına gitmeden önce yediğimiz yemekte de bana nasip demişti. Nasip! Abim bu hayatta onunla payına düşen ne varsa bekliyordu. Bu bekleme ne kadar sürerse sürsün, beklemeye devam edecekti. “Abini bu kadar sorgulamak yeter, anlat Armina sen neden buradasın? Ne oldu da arabanın direksiyonu habersizce benim eve döndü?” Küllükte izmarite dönen sigaranın cılız ışığına bakıp köşedeki pakete uzanarak yenisini yaktım. Abim boşalan bardakları doldururken bana zaman tanıdığının farkındaydım ama ben nerden başlamam gerektiğine emin değilken, o doldurduğu bardağını yudumlamaya başladı. “Alparslan'a evlenme teklif ettim.” Yudumladığı bardak elinde kaldı, sıvı yavaş yavaş âdem elmasından aktı, gözlerini kapatıp yeniden açtı. Sakin kalmaya çalıştığı sık nefeslerinden belli oluyordu. “Hangi Alparslan?” diye mırıltıyla sorduğunda, ben hayatımızda kaç tane Alparslan olduğunu düşünürken “Kasabalı.” dedim. “Ateş olan Alparslan Kasabalı.” “Sikeyim, sen ne dediğinin farkında mısın Armina!?” Bir anda kükremesiyle yerimden sıkıntıyla kımıldandım. Bu işin kolay olmayacağını biliyordum. “Ya sen kafayı mı yedin kızım? Alparslan Ateş diyor, bir de evlenme teklifi etmiş! Sabır ver Allah'ım!” diye bağırmaya devam ederken “Bir de içki masasında bana neler dedirtiyorsun!” dedi. Masadan hırsla paketini kavrayıp içinden bir dal çıkarıp ateşledi. “Sorunun ne kızım senin?” Sorduğu soruların ardı arkası kesilmezken bardağımı alıp bir yudumda yarısına geldim. Acımtırak sıvı boğazımı yakarken burnum kırıştı. “Dilini mi yuttun Armina?” “Susarsan cevabını alırsın abi.” “Genetik birleşenimizde yok ama nereden geliyor bu rahatlık?” diye burnundan solurken ona alttan bir bakış atıp, çizmeli kedi misali gözlerimi açtım “Yürekten.” dedim. Yüzü biraz yumuşarken art arda sigarasından nefesler çekti. Eliyle devam etmem gerektiğini işaret ederek arkasına yaslandı. “İki hafta önce dedem çağırdı.” Cümlemle beraber yüzünde eğreti bir ifade belirdi. Dede sevmeyen tek ben değildim. Annem ve babamın tercihleri olmasına rağmen abimi aileden saymayan Salih dedem ve de Kahraman dedem, abimin soyadının değişip aileye girmesini önlemeye çalışmışlardı. Buna kendisi de on sekiz yaşına geldiğinde karşı çıkan abim, hiçbir zaman Pinhan soyadının altına girmeyi kabul etmeyerek Ağıralioğlu olmaya devam etmişti. Fakat babam ve annem abimi benden ayırmayarak onun maddi, manevi her türlü destekle arkasında durmuşlardı. Abimin kızdığı nokta ona küçük yaşta yaptıkları zorbalıktı. Ne zaman abimi kilerin yanındaki küçük dolaptan çıkarken görsem gözleri kıpkırmızı olurdu ve ben ona küçücük ellerimle sımsıkı sarılırdım. Ensemi kaşıyarak “Evlilik hükmünü yerine getirip koltuğun safkanı olan benim, işlere girmemi istiyor. Alparslan ile evlilik imzasını atıp, koltuğun tüm hakkını ondan almamı ve kendisine devretmemi istiyor.” dediğimde huzursuzca yerimde kımıldandım. “Sen de bunu kabul ettin!” Fısıltıyla söyledikleri kalbime temas etmemişti bile. Anlamaya çalıştığını biliyordum. “Ettim.” “Neden?” Fısıltıyla konuşmaya devam ediyordu, anlamaya çalışıyordu. “Neye sebep olabileceğini düşünebiliyor musun?” “Tabii ki de abi!” derken sesim perde perde yükseldi. İşaret parmağımı her kelimemle beraber masaya vurdum. “Kabul ettim çünkü o koltuğun Alparslan'da kalmasını baki kılacağım! Ben hariç bir başkasıyla evliliği onun koltuğunu sallayacak ama benimle evlenirse böyle bir telaşı olmayacak.” Dişlerini sıkarak fısıltıyla “Neden Armina? Delirteceksin beni artık. Saçma sapan oyunların neden içindesin?” dediğinde elimi kaldırıp sözünü kestim. Sandalyenin kenarındaki çantama uzanıp içerisinden telefonumu çıkardım. “Karşıdan aptal biri gibi mi gözüküyorum?” diyerek cihazı elimde salladım. “Dedem odaya girmeden tüm bilgisayar verilerini telefonuma kopyaladım.” Az önceki tavrına karşılık şaşkın bir ifadeyle elimdeki cihaza ardından bana baktı. “Orada başka ne oldu?” Sorduğu soruyu duyduğumda, beklediğim cümleyi duymuş olmamın ufak bir sevinç kutlaması yaşandı kalbimde. “Alparslan'ın gerçeğini biliyorum, onlarda biliyorlar. Seni biliyorlar, her şeyi biliyorlar abi!” Kimsenin olmayacağını bilsem de sağıma soluma bakınmaktan kendimi alamayıp, ölçülü bir tonda konuşmaya devam ettim. “Gerçek Ateş'i, gerçek Zifir'i!” Abimin gözleri koyulaşırken “Delilin var mı?” diye sordu. “Yanına gittiğimde bir süre sonra ani bir işi çıktı ve odasında beklemem gerektiğini söyleyerek gitti. Onu beklerken açık kalan laptoptan gelen sesler dikkatimi çekti. Göz ucuyla baktım.” dediğimde abim imayla kaşlarını kaldırdı. “Tamam dikkatimi çekti ve baktım. Bir uygulama üzerinden biriyle mesajlaşıyordu ve bu mesajlar Krallık, özellikle de Alparslan üzerinden dönüyordu.” Kısa bir nefes alıp rakı yerine suya uzanıp içtim. “İçerik olarak Alparslan'ın Krallık düzenine aykırı davranışlarda bulunduğuna dair mesajlar var ve dedem beni ortaya sürerek Krallık hükmünü tamamen ele geçirmek istediğinden bahsetmiş. Gökalp'in vekili olan Kasabalı'nın bu işte olan hükmünü ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.” “Kameralar vardı Armina.” Telaşı sesine yansırken konu kendisi veya dostu değil, bendim. Elleri saçlarının arasından geçti. “Yaptığım işlem beş dakika sürdü ve o zaman diliminde yapay zekayı devreye soktum. Onlar benim kulaklıktan müzik dinlediğimi izlerken, ben veri değişimi yaptım. Ki zaten dedem içeriye girdiğinde kulaklıklarım takılı müzik dinliyordum.” “Delisin! Sanki bilgisayar oyunu oynayıp çıktı.” diyerek ses tonuna tezat gülümsedi. Elimi havada sallayıp “Musa da Firavun'un elinde büyümedi mi abi? Musa'yı ben say, zaten Firavun'un kim olduğu belli.” diyerek kalan rakının dibini buldum. Ben mezeleri çatallarken abim sessizce düşünmeye başladı. Bir yandan sakalını kaşırken diğer yandan kaşları hareket ediyordu. Uzun süre sonunda “Alparslan ile konuşmalıyız. Evlenmek bir çözüm değil Armina.” dediğinde yeni bir sigara yaktı. Çatalı ona doğrulttum. “Konuşmayacaksın abi geçen yaptığın gibi onun ayağına gidip, bu mesele hakkında ağzını açmayacaksın. Valeri işini gidip söyledin adam önüme sözleşme maddesi ekledi.” dediğimde aklıma o sinir bozucu konuşma geldi. Pembe balonmuş cartmış curtmuş... Kaba herif! “Bugün benim lafıma bir karşılık vermedi üstelik sırtını dönüp gitti. O bana gelecek hem de tıpış tıpış. Zaten artık Krallıktayım, babamın bilgisi ve de imzası dahilinde. Dedemden de evlilikle onay imzasını almam gerekli. Bu olay benim için böyle ise onun içinde geçerlidir. Eminim Edremit Gökalp de onun aynı belgeyle gelmesini istiyordur, yani Alparslan bana mecbur gelecek.” “Bugün ne oldu Armina, Alparslan nasıl bir tepki verdi de sen tırnaklarını çıkardın?” diye sordu, biraz yayılıp dirseğini masaya dayadığında beni dinlemeye başladı. “Krallığa gittim bugün, Alparslan şok oldu tabi ama ne yapacağına karar veremediğini düşünüyorum. Kadının orada olmasına anlam veremeyen saygıdeğer halkınız mırıldanınca hepsini kovup, bana özel ahkam kesti.” Yaşanılan anı düşündükçe kulaklarım yanmaya başladı. Abim devam etmemi gözleriyle söylerken boynumu esnettim. “Babamın tarlasına mı giriyormuşum falan dediğinde tepem attı. Sonrasında evlilik konusunu açtı. Bekar olarak koltukta kadın başıma oturamazmışım. Sanki kendisi yedi kocalı Hürmüz ya.” dediğimde sinirim asabi bir tebessüme dönüştü. “Ben de Fırat Mirza ile evlenebileceğimi, hatta bu gece ona teklif götüreceğimi söyledim.” Sözlerimle abim büyük bir kahkaha attı. “O anı görmek için kurşun atar, kurşun yerdim.” dediğinde gülümsedim. “Emin ol görmek isteyebileceğin bir şey olmadı, çünkü bana dans etmekten kaçındığım adamla evlenemeyeceğimi bu kadar gözü kara olamayacağımı söyledi.” Elini bana doğrultup “Sen de kafanın dikine gidip, onunla evlenebileceğini söyledin. Aslında Alparslan'a yem attın, çünkü Kahraman Soyludere'nin anlaşmasını yapıp olayı tersine çevirmek istiyorsun.” dediğinde tespitini başımla onayladım. Parmaklarını masaya ritmik bir şekilde vururken “Neden bir anda onun bu kadar özel alanına girdin?” diye sordu. İşte asıl mevzu buydu sanırım. Neden Alparslan Ateş'in özel alanına bir anda bu kadar girdim? Konu Umay'ın davasına yardım mıydı? Yoksa Alparslan'ın kehribar ateşi miydi? Kurduğum oyunun içinde boğulmak demek, Alparslan ile boğuşmak demekti. Alparslan'ın parmakları arasında olan boynumu sıkacak olan yine kendisiyken, onun gücü beni ne kadar koruyabilirdi? Adada hazırladığım prototiplerin ithalat ve ihracatını yapmak için güce ihtiyacım vardı. Arkamda olması gereken üç beş işe yaramaz insan yerine Alparslan Ateş, beni ülkede koruyabilecek yegâne insan ve soy ismine sahipti. Bilişim şirketi ve ailem beni bir yere kadar koruyabilirken, Krallığın kulağına kaçacak olan en ufak bilgi beni dünya üzerinden silerdi. Prototiplerin şu an Türkiye'de belli bir kullanım alanı vardı ama fazlası korunma ihtiyacı gerektiriyordu. Yapay zekâ ve teknik bilgiler birleşince Umay'ın bana açtığı kapılar sonsuz bir köprüye dönüşmüştü. Pandora’nın kutusu açıldığında kapatması tamamen imkânsız hale gelecekti. Bunların dışında bir de Alparslan'ın bana gelişi vardı. Bu öyle bir gelişti ki, beni tüm düşüncelerimden arındıran... kalbime dokunan. Kalp! Alparslan'ı uzun zamandır tanısam da aslında hiç tanımadığım bir gerçekti. Kabul ederse eğer biz ne kadar olabilirdik emin değildim, üstelik mutlu mesut bir sonun bizi beklemediği gibi bir gerçek sürekli yüzüme vuruyordu. Ben kalbini hisseden, duygularıyla hareket eden biriydim ve buzdan duvarları olan bir adamın karısı olmak sadece kariyerimi ilgilendiren bir durumdu. Peki bu işte kalbim ne yapacaktı? Sonsuza kadar kendisini kapatarak hayata devam etmesi mümkün değildi, bir yerden sonra varlığını belli ederek işe noktayı koyacağı anı kollayacaktı. Vitrin olmaktan bunca zaman sakınan Armina Pinhan çıkarları uğruna bunu kabul edecek kadar gözü kara değildi! Hasiktir! Ben ne bok yemiştim? Kalbim telaşa kapılırken nefesim sıklaştı. Ben bu değildim. Dosyalarda gördüklerim ne kadar gerçekti emin değilken neden böyle bir hataya düşmüştüm? Umay... Umay bunu çözmeliydi. Ona belgeleri gönderdiğimde araştıracağını söylese de içim rahat etmemişti. Uzun uzun bakmıştım her bir mesaja ve dosyaya... Alparslan ve abimin Krallık dışı yaptığı işler kanıtlanamazken uğultusu Soyludere tarafını ele geçirmişti bile. Peki ben neden kendimi ortaya atmıştım? Bana bu adımı attıran tek gerçek Alparslan Ateş'e duyduğum nefretten doğan ilgiydi. Nefret ediyordum çünkü onun da herkes gibi gözü koltuktaydı. Etmiyordum! O sadece kardeşi gibi gördüğü kuzenini Türkiye'de yediği sürgünden kurtarmak istiyordu. Hepsini Umay’ı tanımamla birlikte öğrenmiştim. Nefret değilse o zaman bu duygu ve ilginin anlamı neydi? Dik başlılık? Gözü karalık? Sikeyim hiçbiri değildi! Tek bir neden vardı. O da 'Kehribar Ateşinin' ta kendisiydi. Alparslan Kasabalı sinsi bir hastalık gibi üç ayda damarlarıma yayılmıştı. Sesi kulağımdan, bedeni gözümün önünden gitmiyorken, ela gözleri içime işliyor, beni olduğum insandan bambaşka birine dönüştürüyordu. “İşin ucunda sen varsın abi!” Söylediğim tamamıyla yalandı. Yalan iyi değildi, yalan yalanı doğururdu. “Onun gücüne ihtiyacım var.” Kesik bir nefes aldım. “Gücüne ihtiyacım var, çünkü Krallığın ortadan kalkmasını istiyorum. Bizler özel insanlar değiliz, bizler dişiyle tırnağıyla çalışan insanların üç kuruşuna gözünü diken asalaklardan başka bir şey değiliz. Bu yüzden Alparslan'ın içeriden yaptığı darbeyi devam ettirmesini istiyorum. Onun soyadı beni, benim imzam onu kurtaracak. Dedem de yaptığı planın elinde patlamasını anbean izleyerek kahvesini höpürdetebilir.” Ceketini çıkarıp “Derin sularda yüzüyorsun Armina, kenara çekil!” diyen abim gecenin başından bu yana olan anlayışlı tavrını ceketiyle beraber kenara bırakmıştı. Kaşları hilal şeklini alırken, bakışları gece kadar kararmıştı. “Valeri ile anlaşma yaptın, bana söz hakkı tanımadın ve üstüne ağzımın payını verdin. Alparslan ile Krallık güvenliği için teke tek anlaşma yaptın, haberim olmadı. Kahraman Soyludere'nin ayağına gidip, ajan olmayı tercih ederek Alparslan'ı yemliyorsun.” dediğinde çenesini sıvazlayıp öne doğru eğildi, gözlerime baktı. “Neden!?” Son kelimesini yüksek tonda söylemesi beni yerimden zıplatmıştı. Yutkunarak gözlerinin içine baktım. “Sebeplerin ne Armina, bana öyle bir şey söyle ki susayım ağzımı dahi açmayayım. Herkese karşı yanında durayım.” Derin bir nefes alıp sırtını yasladı. Sol elinin parmaklarını açarak her kelimesinde sağ eliyle parmaklarına dokundu. “Para mı, güç mü, intikam mı, eğlence mi, aşk mı?” Gözleri kısılırken konuşmaya devam etti. “Bunların hangisi benim küçük kardeşimin istediği? Seni son üç ayda tanımakta zorlanıyorum. Aklın başka yerde, yaptığın başka yerde. Seni biri mi zorluyor, düşmanın mı var, boktan işlere mi girdin? Ne yaptığını ne düşündüğünü bana anlatmak zorundasın Armina Pinhan. Anlat ki boynundaki ipe bir düğüm atan da ben olmayayım.” Kendimi köşeye sıkışmış hissederken ağzım iki kere açılıp kapandı. Yaslanacağım bir omuz varken kendi başıma bir şeyleri halledememek bu bokta debelenmek demekti. Boğazım alev alev yanarken, gözlerimde ona eşlik ediyordu. Tenimin kızardığını biliyordum, bu utandığımın teminatıydı. Utandığım konu neydi? Krallık kinim yüzünden Umay'ın davasına ortak olmam mı, yoksa Alparslan'ın ta kendisi mi? Kendimi sıyırmak adına ona yüklenmeye karar verdim. “Tüm bunları bilen Arık Böke Ağıralioğlu neden sessiz kaldı? Sen her şeyi bilirken neden sessiz kaldın abi? Dostuna güvendiğin için mi, yoksa kardeşine güvendiğin için mi?” Yüz ifadesi karmaşık bir hal alırken duygularını gizlemeyi tercih etti. “Sessiz kalma hakkımı kullanıyorum.” Kuru bir sesle verdiği cevap karşısında şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak “O zaman sen konuşana kadar ben de sessizlik yemini ediyorum. Benimle konuşmaya karar verdiğin gün tekrardan bu masada üç servisle buluşuruz.” diyerek ayağa kalkıp oradan ayrıldım. Aracın kilidini açıp içeriye girdiğimde yanan gözlerim damlalarını akıtmaya başlamıştı. Abimi orada öylece bırakmak zor gelmişti. Çimlik alanda ayaklarım külçe halini alırken komut vermek zor olmuştu, kendimi arabaya atınca duygusal olarak çöktüğümü hissediyordum. Beni durdurmasını zaten beklemiyordum, abim sınırları olan bir adamdı ve sınırı çoktan aşmıştım. Kardeştik biz, bir şekilde halleder yolumuza bakardık. Ya Alparslan, onunla nasıl önümüze bakacaktık? Elimin tersiyle burnumu silip telefonumu çıkardım, alkol almışken araba kullanmam sıkıntılıydı. Bu yüzden gölgemi arayıp beni almasını söyledim. “Konumuna gireceğim birazdan beni alır mısınız?” diye sorduğumda onaylayıp kapattı. Abimin mabedine, her ne kadar güvensem de Umay'ın adamını sokamazdım. Bu sebeple gelmeden önce konumu kapatmıştım. Şimdiyse bölgeden çıkıp, ana yola sapmadan konumu açacaktım ve eve gidecektim... Ki öyle oldu. Abimin arazisine bağlanan otoyola girip kontak kapattığımda on dakika sonra Elijah ve Tan'ın olduğu araba gözüktü. Surat ifadem ne anlatıyordu bilmiyorum ama Tan arabamın anahtarını alırken, Elijah sürücü koltuğunun yanındaki kapıyı açarak beni beklemişti. Hiçbir soru sormadan evime bıraktığında kafasının sorularla dolu olduğunu biliyordum ama o da abim gibi sessizlik hakkını kullanmıştı. “İyi geceler.” diyerek dışarıya çıktığımda benimle beraber aşağıya indi. “Neyin var Turuncu Felaket?” diye soran Elijah yol boyunca koruduğu merakını yenik düşmüştü. Sağ omzumu havaya kaldırarak umursamaz bir tavra büründüm. “Sadece kafam iyi.” diyerek alkolün arkasına sığındım. Sarı kaşlarını havaya kaldırarak anladığını belirtti. “Dikkat et kendine.” dediğinde ardından bilmediğim bir dilde mırıldanarak aracın kapısını açtığında, benim arabamla gelen Tan aracı park etti. Büyük adımlarla yanımıza gelerek sessizce anahtarı uzattı, teşekkür ettim ve usul adımlarla evime ilerledim. **** Sonsuz okyanusun ortasına demirlenmiş küçük teknenin ucuna oturmuş, sağ avcuma aldığım suyla oynarken rüzgâr kıvırcık saçlarımı dalgalandırdı. Sessizliğin içindeki huzuru ruhumda hissediyordum. Mutluydum ve gülümsüyordum. Avcumun içerisindeki berrak su denize akarken, kum saati misali avcuma doldurup yeniden denize bırakıyordum. “Minik ellerinle balık yakalayabileceğinden emin değilim sevgilim.” Ense tüylerim diken diken olurken başımı hafifçe sesin geldiği yöne çevirdim. Üstsüz, altında sadece şortu varken akşam güneşinin esmer teninde bıraktığı parlaklıktan gözlerimi almam mümkün olmadı. Kolunu kamaranın girişine yaslamış ve hayatımda göremeyeceğim gülümsemesini bana sunmuştu. Zor bela gözlerimi gözlerine sabitledim, gözlerinin elası kalbime inen son darbe idi. “Balık yakalayamayabilirim ama minik ellerimin marifetiyle ilgili bir sıkıntın olduğunu düşünmüyorum sevgilim.” Gözleri parıldarken yüzüne çapkın bir gülüş oturdu. Yüzünün gülüşüne gözleri eşlik etti. Üç adım atarak yanıma ulaştığında “Haşa sıkıntım varsa at beni şu Karadeniz’e ama...” dediğinde sol eli yüzümü kavradı, boynunu eğdi. Çok yakındık, fazla yakın. “Tekrar üzerinden geçsek hiç fena olmaz. Deniz… deniz insanı acıktırıyor.” Cümlesinin sonunda burnumun ucuna kondurduğu dudaklarının ufak ama etkili teması gözlerimi saniyelik kapatmama sebep oldu. “Yemek hazır.” dediğimde sesim muzip bir tona büründü. Diliyle damağını şaklatıp “Canım seni istiyor.” diyerek dudaklarıma kapandığında dünya durdu ve bedenim onun sıcaklığına alışık değil gibi titredi. Öpüşü derinleşti, başım arkaya düştü. Gözlerim kapandı, onun kokusu ve tadı, tüm benliğimi sardı. Yattığım yerden fırladığımda ne olduğu ve nerede olduğum tamamen muammaydı. Gördüğüm rüya ise delirdiğimin ispatı! Alnımdaki nemlenmiş saçlarımı geriye attırarak zaman ve mekânı kavramaya çalıştım. Hava karanlık, olduğum yer evimin salonuydu. Düşüncelerle boğulduğumu hatırlarken, yaptıklarımın yanına ıslak rüyamda eklenmişti. Hadi ama, bu neydi şimdi? Alkole ve dün olanlara bağlamak olası bir seçenekti ki öyle yaptım. Koltuktan kalkıp kendimi banyoya atmadan önce saate baktım ve beş olduğunu görünce işleri ağırdan almaya karar verdim. Mutfağa geçtiğimde suyla beraber ağrı kesici alıp, sonrasında banyoya gittim. Banyodaki işleri halledip, duşumu da aldıktan sonra kendime gelmiş, güne başlamaya hazırdım. Ufak kahvaltımla beraber, tableti kurcalarken lansmana az bir vakit kaldığını biliyordum. Aletler hazır, davetiyeler dağıtılmıştı. Davet, İstanbul'un gözde mekânında ev sahipliği yapacakken bu durum annem için tam bir avcılık günüydü. Benim ve abim için potansiyel eşleri gözleriyle hesaplarken, diğer yandan özenli giyimiyle gecenin gözdesi olacaktı. Ben ise siyah elbisemle sadece tebrikleri ve iş anlaşmaları toplayan sıkıcı CEO olarak orada bulunacaktım. Bunların yanı sıra babamla konuşmam gereken konuların sırası aklımdaydı. İşimle ilgilenmeyecek kadar emeklilik hayatına alışmış olsa da Erdem Pinhan oluşabilecek gelecek planımdan haberi olması gereken kişiydi. Tablette aniden beliren yeşil gözlü kadın aklımı alırken, o bu duruma alışık gibi esneyerek İspanyolca konuştu. “Buenos días mi bebé.[1]“ Gözlerimi kısıp “Sana aramayı öğretemeyeceğim sanırım, bir kere de şu telefonu çaldırmaya ne dersin?” diyerek sevimsiz bir şekilde gülümsedim. Kupasındaki içeceğini keyifle yudumladı. “Ah canım imkanlarım dahilinde konuşalım lütfen, o sıkıcı bekleyiş bana göre değil.” “Tabii tabii.” diyerek başını salladım. “Sen ve senin mükemmel teknolojin.” “Teknolojimiz diyelim ona baby.[2] Senin fikirlerin, benim gücüm ikisi birleşince.” dediğinde sol işaret parmağıyla beni, sonra kendisini gösterdi. “Bu ikiliden fena şeyler çıkıyor.” “Bu fikri ortaya atmak gibi bir hata yaptığımı hatırlamıyorum. Bu tamamen özel alana saygısızlık, belki ben başka şeyler peşindeyim.” Cümlemle biraz öne gelip muzip bir şekilde gülümsedi. “Ateşli şeyler mi?” diye fısıldadığında kaşlarım çatıldı ve Umay büyük bir kahkaha attı. “Sen çok fenasın Umay, bunu hiç unutmayacaksın değil mi?” “Asla bebeğim.” Alt dudağını ısırdı. “Hatta baş cümlem oldu diyebilirim.” Tekrardan içeceğini yudumladığında surat ifadesi bir anda tersine dönerek ciddiyeti yakaladı. “Neyse, neler olduğunu az çok tahmin ediyorum Armi, tekrardan seni umutsuz bir vakaya döndürmeyeceğim. Şimdi ne yapacağız onu konuşalım. Kahraman bu işin peşini bırakmaz ve Alparslan istediği gibi at oynatamaz.” “Bana neden hiç kızmadın Umay?” diyerek onun söylediğini es geçip bambaşka bir soru sordum. Uzun zamandır aklımı kurcalayan ama kendi içimde cevabını bulamadığım bir soruydu. Onunla gerçekten tanışana denk Alparslan'ı ona hep kötü biri olarak lanse etmiştim. Bilmeyerek belki de Umay'ın, Alparslan'a diş bilemesine sebep olmuştum ama Umay gönderdiğim belgelerden sonra bana hiçbir şekilde neden sorusunu sormamıştı. Masanın üzerinden sigarasını alıp yaktı, derin bir nefes çekip havaya üfledi. “Bilmediğin bir konu üzerinden sana kızmaya hakkım olmadığını düşünüyorum Armi, evet belki de bazı olayların yanlış yöne gitmesine sebep olduğunu ya da olabilmiş olduğunu düşünebilirsin ama ben tek elden iş yapmam, beni tanımış olmalısın.” “Biliyorum ama aklımı kurcalıyor bazen... seni ifşalayacağımdan korkmuyor musun?” Sorduğum ikinci soruya afallamadı bile, gülümsedi. “Dünyada kartala saldırmaya cesaret eden tek kuşun karga olduğunu biliyor musun?” diye sorduğunda cevap beklemeden devam etti. “Karga, kartalın sırtına konar ve boynunu gagalar. Ancak kartal tepki vermez. Savaşmaz ya da kargayla uğraşmak için enerjisini harcamaz. Bunun yerine kartal kanatlarını açar ve mümkün olduğunca yüksek uçmaya başlar. Kartal ne kadar yükseğe uçarsa, karganın nefes alması o kadar zorlaşır. Sonunda ise oksijen yetersizliğinden karga düşer. Bundan yola çıkarsak eğer, sen karga olsaydın ben seni şimdiye kadar yere düşürmüştüm Armina. Ben zirveye tırmanırken yanımda karga tutmam, kendim gibi kartallarla zirveye uçarım ve sen bir karga değil, yanımdaki kartalsın Armi.” Göz kırpıp sigarasını tüttürürken, yeniden gülümsedi. Gülümseyişine karşılık verdim. Hafifçe burnumu çektiğimde yanımda, yakınımda olmayan bir kadının beni güçlendirdiğini ve bu gücümden memnun olduğunu belirtmesi beni kendime getirdi. Ben aklıma koyduğumu yapar, şüpheye düşmezdim. Aklımda yarattığım teknolojinin getireceği yankı, yanımda ise kardeş gibi bu kadın varken sadece bana topuklu ayakkabılarımın üzerinde yürümek kalıyordu. O gece asla siyah giymeyecektim! Elini hafifçe masaya vurup “Hadi bakalım Bayan Pinhan işimize dönelim.” diyerek gülümsemeye devam ederek sigarasını söndürdü. “Abinin ve İkizimin şu saçma algıya kurban gitmesini istemiyorum ve de bunun için elimden geleni yapacağım, nereden başlıyoruz?” [1] (İsp.) Günaydın bebeğim. [2] (İng.) Bebek. **** Şirketteki odamın bulunduğu kata geldiğimde Menekşe'nin yerinde olmayışı dikkatimi çekse de günlük planı masadan aldıktan sonra odamın kapısını açtığımda beklemediğim bir şekilde misafirim vardı. “Hayırlı sabahlar.” diyerek içeriye adımlayıp, kapıyı kapattığımda babam baktığı büyük camdan bana döndü. İfadesi sabit, gözlerindeki koyu halkalarla bana baktı. “Günaydın kızım.” Hafifçe gülümsemeye çalışıp, masayı gösterdi. “Geç yerine kızım. Yerini koru ki çakallar göz dikmesin.” “Estağfurullah.” diyerek masama geçip “Bir sorun mu var?” diye sorarken ifadesi hala sabitti. Oturduğum anda babam tek kelimelik sorusunu sordu. “Evleniyormuşsun?” Sabit olan ifadesi kızgın ve kırgın karışımı bir hal almıştı. Bacaklarını üst üste atarak ceketinin manşetlerini düzeltti. Ben nereden öğrendiğinin şaşkınlığını yaşarken, Alparslan ile görüşme ihtimalini aklımdan geçirdim ama imkansızdı. Arkasını dönüp bana cevap vermeyen adam kalkıp babamla konuşmazdı. “Evet Armina bir cevap bekliyorum.” diye bastırarak konuşmaya devam etti. Masaya tutunup kendimi öne çektim. Ne demem gerektiğinden emin değildim. Konunun nasıl babama ulaştığını bilmediğim için ne dersem diyeyim elimde patlayacaktı. “Ben de bu konuya nerden hâkim olduğunu merak ediyorum baba.” Sol kaşı havaya kalktı. “Yalan demiyorsun?” Boğazımı temizleyip konuşacağım anda kapı çaldı ve aralandı. Sabah yerinde olmayan asistanım bedeninin yarısını içeriye sokup “Armina Hanım üzgünüm sabah sizi karşılayamadım.” dediğinde devam etti. “Misafirleriniz var, Kahraman Bey ve Arık Böke Bey geldiler.” Dedem ve abim, ikisi bir arada! “Gelsinler.” dediğimde kapı aralandı ve ilk önce dedem ardından abim içeriye girdi. Dedem yaşına göre atletik bir insandı. Dimdik ve güçlü adımlarla odaya girerken ayağa kalkan babamla bir bende yerimden kalktığımda abim dedemin arkasından bana bakıp, kaşlarını havaya kaldırdı. Bu yerini verme demenin sessiz yoluydu. Sabah sabah akraba günü gibi herkesin şirkette toplanmasına gerilsem de abim burada olduğu için biraz rahattım. “Selamünaleyküm.” diyerek otoriter bir şekilde olduğu yerde bekledi. Babam, dedemin selamına karşılık verirken “Aleykümselam, hoş geldin dede.” diyerek bekledim. Dedem koltuğuma baktığında onu davet etmemi beklese de bekleneni yapmadım, yerime geri oturdum. Abim kendisini odanın en ücra köşesine atarken duvara sırtını dayayıp, kollarını bedenine doladı ve hareketime gülümsedi. Dedem ağır adımlarla karşımdaki üçlü koltuğun tam ortasına oturdu. “Herkesin yerini bileceğini Yadigâr öğretmemiş kızımıza.” “Aksine.” dediğimde baskın tonda devam etmek için boğazımı temizledim, saniyelik bakışlarım babama ardından dedemin keskin bakışlarına döndü. “Aksine, bana tam da bu öğretildi. Yerini koru, koru ki çakallar yerine göz dikmesin.” Dedemin dudağının kenarı hafif yukarı kıvrılırken “Aferin aslan torunum.” diye son kelimesini bastırarak söyledi. Abim burnundan sert nefes verip sola doğru boynunu esnetti. Dedem cümlesine es vermeden konuya ortadan giriş yaptı. “On dokuz toplantısına girdikten sonra diğer üyelerden birçok ses çıktı.” Her seferinde lafı dolandırmadan konuyu istediği yönde evirirdi, şimdiyse konunun Krallık olması sabah enerjimin tümden içine etmişti. “Hala bekar olman tamamen bir sorun Armina.” dediğinde babama döndü. “Damat, kızına onu koltukta layıkıyla taşıyacak bir aile seç!” Babam sırtını dikleştirip ciddi ifadesine geri döndü. “Bunu torunun halletmiş zaten Kahraman Bey. Kendisi Mirza'nın veliahdına anlaşma gönderecek.” Duyduklarım sinir dalgasını bedenime getirirken abime baktım. Kaşları havaya kalkmış şaşkınca babamıza bakıyordu. Mirza mevzusu tamamıyla bir düzmece iken bunu sadece Alparslan, abim ve ben biliyorduk. Dedem duyduğu isimle bakışını bana çevirdiğinde gözlerindeki soğukluk ve kin içimi ürpertti. “Bunu nerden çıkardın baba?” diye sorduğumda arkasını dönüp duvarın dibinde bekleyen abime baktı. “Arık Böke!” “Efendim baba.” “Otur!” Babamın sözünü ikiletmeyen abim, onun karşısındaki koltuğa oturdu. Babam önce bana ardından abime baktıktan sonra dedeme döndü. “Kahraman Bey, gelişinizin sebebini öğrendik ve memnun olmadık. Benim kızım o koltukta Soyludere adının altında değil, Pinhan… Erdem Pinhan adının altında oturmakta. Üye olarak evlenmesine gerek olmadığı düşünülürse kaygılarınızın gereksiz olduğu kanısındayım. Kaygı duymanız gereken bir konu olmadığına göre ziyaretin kısası makbuldür.” Koltuğa sırtını dayayıp geniş bir şekilde bacaklarını açtı. Bu bana Alparslan'ın mekânın sahibi tavırlarını anımsatırken devam etti. “Benim ailem dört kişilik ve bu konu en çok beni, benden sonrada abisini ilgilendirir.” Ceketinin cebinden telefonunu çıkarıp, dokunmatik ekrana birkaç kez dokunduktan sonra kulağına dayadı. “Gündüz arabayı hazırla, Kahraman Bey'e gideceği yere kadar eşlik edin.” diyerek telefonu kapattığında dedemin gözlerine baktı. Dedemin gözlerinin akı sinirle kızarmış, burnundan sert nefesler verirken elleri yumruk şeklini almıştı. “İleriye gidiyorsun Salih Pinhan'ın oğlu!” diye dişlerini sıkarak konuştu. “Kahraman Bey seneler geçti hala daha kim olduğumu öğrenemediniz. Erdem Pinhan! Kızınızı senetle sattığınız Salih Pinhan'ın oğlu. Karım onca şeye rağmen size saygı duyuyor olabilir ama benim buna dahil olmak gibi bir planım hiç olmadı. Bilhassa, benim çöplüğümde benim iki evladımı da birbirinden ayıramazsınız!” Babamın senelerdir abime yapılan zorbalıkta son noktaya geldiği sayılı anlardan biriydi. Annemin arada kalıp üzülmemesi adına sessiz kalmayı seçse de nitekim dedem, babamın sessizliğinin kilidini açmıştı. Dedem sessizce kapıya ulaştığında kulpu tutup “Buna pişman olacaksın Erdem!” diyerek son cümlesini söylediğinde babam gülümsedi. “Pişman et beni Soyludere!” Dedemin kapıyı sert bir şekilde kapatmasıyla soluğumu tuttuğumun yeni farkına vardım. Hala bakışlarımı babamdan alamazken ayağa kalkıp ceketini çıkardı ve kravatını çözerek boynundan söküp aldı. “Bu konuşma üçümüzün arasında ve bu odadan çıkmayacak, anneniz üzülürse ben de sizi üzerim.” Oturduğunda geçmeye yüz tutmuş sinir kırıntıları yeniden alevlendi. “Baba iyi misin?” Abim dikkatle ona bakarken, ben ne söyleyeceğimi bile bilmiyordum. “İyiyim evladım, asıl sen iyi misin?” diye sorduğunda abim şaşkınlıkla “Eyvallah baba da.” dediğinde devamını getiremedi. “Az önce ne oldu baba?” diye bu kez ben sordum. “Yılların birikimi evlatlarım.” diyerek ikimizi de kadrajına aldı. “Senelerdir sustuğum yeter. Karım üzerinden, benim üzerimden çok oyun döndürdüler ama o oyun benim çocuklarıma dönerse işte böyle ağzının paylarını alırlar ve defolup giderler. Neyse... söyle birer kahve de biz önümüze bakalım.” Yarım saat öncesi olanlar ailem için bize ne sonuç getirirdi emin değildim ama babamın evlatları için yapabileceklerinin sınırı olmadığını çok iyi öğrenmiştim. Asistanımın getirdiği kahvelerden sonra babam genel sorularla şirket hakkında bilgi edinirken, Buka Holding’te olmamasına rağmen abimi de sorguya çekmişti. Her zaman bildiğimiz gibi Erdem Pinhan şu ana odaklanır, geleceğin hesaplamasını yapardı. Kahvesinin son yudumunu bitiren babam sağına dönüp kolunu koltuğun kolçağına yasladı. Tamamen bana çevirdiği bedeniyle parmakları ritim tutarken “Evet Armina yarım kalan konumuza dönelim kızım. Mirzaların oğluyla evlenmek nereden çıktı? O kılkuyruk şarlatanları sevmediğimi bildiğin halde!” dediğinde kahvenin tabağını tutup kenara çektim ve kollarımı masaya yaslayarak öne eğildim. “Fırat Mirza ile olan anlaşmayı nereden duydun baba?” “Evliliğe anlaşma olarak bakman beni ürküten bir durum Armina.” Boğazımı temizleyip saniyelik abime baktım. İki defa gözlerini açıp kapattığında babama geri döndüm. “Baba, dedem bana bir anlaşma sundu ve konunun içeriği Krallık.” “Fırat'la evlenmeni deden mi istedi?” Başımı sağa sola yavaşça salladım. “Hayır, benim de merak ettiğim konu tam olarak aslında bu. Fırat konusunu ortaya ben attım. Hem de konunun muhatabı olan kişiyle aramızda geçti. Merak ediyorum kim sana söyledi, çünkü bu Krallığın toplantı salonunda Alparslan ile aramda geçen bir konu ve diğer bilen ise abim.” Babam abime baktı. “Dün gece öğrendim ben de her şeyi baba, sindirmem gerekliydi.” “Sen şimdi evleniyor musun, evlenmiyor musun?” diyen babam kafası karışmış halde bana baktı. “Baba.” diyerek derin bir nefes aldım. Gözlerinin içine baktım. “Alparslan ile evlenmek istiyorum.” “Ne!?” Babam ikimize birden baktı, abimde kaldı. Abim ellerini teslim olurcasına havaya kaldırıp “Patavatsızlığı ben öğretmedim ama ya.” diyerek savunmaya geçti. “Kızım sen ne dediğinin farkında mısın?” Sakin ve şaşkın ayrıca da anlayış dolu tavrı abim gibi konuşmanın sonunda yan koltuğa geçecekti. “Farkındayım baba, dün gece bu konuyu Alparslan'a da söyledim. Evet dedem Alparslan ile evlenip asıl koltuğa geçmemi ve hükmü ona devretmemi istiyor. Çünkü Alparslan, Umay Çağın Gökalp'in vekili. O sürgün yediği...” Babam elini kaldırıp “Bir dakika!” dedi otoriter ses tonuyla. “Armina sen nasıl biliyorsun bunca şeyi, bunlar seneler öncesinin konusu ve Alparslan koltuğa geçtiğinde tüm bu mevzular Edremit Gökalp tarafından kapatıldı. Alparslan'ın vekil olmadığı, çünkü Umay'ın bir daha Türkiye sınırına girmeyeceği hüküm koşuldu.” “Krallığın on dokuz koltuğunda değiliz baba, gerçekleri konuşsak mı artık? Edremit Gökalp her ne kadar Alparslan mekânın sahibi dese de işler öyle değil. Çünkü Umay Çağın Gökalp bekar ve asıl koltuğun sahibi hem de babası tarafından. Umay evlense bile sadece kocasına devredilebilir, bu sizin kurallarınızda var. Bu yüzden dedem benimle anlaşmaya oturdu. Baba, Alparslan ile beni evlendirmek istiyor çünkü, Alparslan Ateş her ne kadar vekil konumunda olsa da sadece İstanbul'un değil, Türkiye'nin hem yer altında hem de yer üstünde hâkimi. Alparslan'ın gücüne, benimle imza atmasını sağlayarak ortak olup gücü onun elinden alma derdinde.” Bunların her biri sabah Umay'la konuştuğumuz ve belirlediğimiz yoldu. Umay onları en iyi tanıyan olarak kişiye göre strateji oluşturmuştu. Babam bizim en yakın kalemiz olacaktı. Umay, babamın yanı başımızda olmasının benim ve abim açısından koruma olacağını söylerken, dedemin alttan yürütmeye çalıştığı işlerin önüne set çekebileceğini de ekledi. Böylelikle babama zamanı geldiğinde yaptıklarımın nedenini söylememe gerek kalmayacaktı. Sebep tamamıyla Kahraman Soyludere'nin koltuk sevdasından dolayı hem abimin hem de Alparslan'ın arkasından kurduğu oyundu. O gün dedemin bilgisayarındaki verileri her zaman parmağımda taşıdığım abimin hediyesi, siyah elmas yüzükteki çipe kopyalamasaydım belki de hiçbir gerçeği öğrenemeyecektim. Saf gibi bazı şeylere kanacak, aynı zamanda Alparslan'ın ve de abimin hala daha Krallığın sermayesine iş yaptığını sanacaktım. Oysa ki onlar hiçbir zaman doğru bildiğinden şaşmayan iki dost olarak Krallığa içten darbe yapıyorlardı ve ben abime her ne kadar ağzımı açmasam da son zamanlarda Alparslan'ın günahına çok girmiştim. Bazı şeyler değişime uğrasa da hala daha hüküm süren Gökalp Kanunları üzerinde insanlar yaşamaya, en çok da söz sahibi olması gereken kadınlar susturulmaya devam ediyordu. “Armina evlilik çocuk oyuncağı değil kızım. Olgun bir kadınsın ve ne yapman gerekiyorsa ki kafana koyduğunu yaparsın, yapacaksın zaten. Yalnız Gökalp'in gelini olmak ağır yük. Rahmetli Özdemir yakın arkadaşım, hiç onlara benzemezdi ama büyük oğlu maalesef batağa batmış durumda. O batakta boğarlar seni kızım.” Babam ilk Alparslan'la konuşmamdan memnun değildi. İlk ona söylemediğime, kendi başıma iş yapmama içerlemişti. Durum bu haldeyken yaptığım eylemden gram pişmanlık duymamamın sebebi tamamıyla Umay'a yardım etmekti, evet tek neden buydu. Konunun Alparslan'ın hayatına girmekle uzaktan yakından alakası yoktu, olmamalıydı. “Küçük kardeşim, kendi içinde düşünmek yerine bizimle konuşsan. İkimizde senden çıkacak bir söz bekliyoruz.” Abim, babama söz hakkı tanıyarak sesini çıkarmamayı seçse de artık o da bir cevap bekliyordu ama ben içimdeki karmaşanın sesini kapatmakta zorlanıyordum. Avuç içlerimi masanın ahşap yüzeyine bastırıp, sandalyemi geriye ittirdim. “Baba, abi...” dediğimde ikisine bir yarım saniyelik bakış atarak gözlerimi kapattım. “Gütmek istediğim bir yolum var. Nasıl, ne gibi sorularınızı yanıtsız bırakmak zorundayım ama bu yol hepimizi aydınlığa çıkaracak ve bu yol en başından dediğim gibi Alparslan'dan alacağım soy isme bakıyor.” “Bu adilik Armina! Hem sana hem de ona günah kardeşim. Ayan beyan adamı kullanıyorsun, bu mu planın?” Kendimi abime karşı savunmaya geçtim. “Asla.” “Ne peki Armina, Alparslan'a üç günde âşık olduğunu mu söyleyeceksin.” Dudağımın kenarını ısırdım. Doğruyu mu söylemeliydim, yoksa sahte olanı mı? Derin nefes aldığımda avuçlarımın içinin terlediğini hissettim. Babama baktım. “Bana güvenmek zorundasınız.” Sağ elinin işaret parmağıyla abimi gösterdi. “Bu cümlenin muhatabı ben değilim Armina, abin.” Abime döndüğümde irislerinde belirginleşen koyulmayı gördüm. “Muhataba aldığın zaman eğer bu zamansa abi, dün geceki son konuşmamızı sana hatırlatmak isterim.” dediğimde kapı tıklatıldı ve asistanım yeniden bedeninin yarısını kapıyı açarak içeriye soktu. “Armina Hanım bir gelmeniz gerekiyor.” dediğinde başım neden dercesine sağa kaydı. “Görmeniz gereken bir şey var.” dediğinde biraz geriye gidip ayağa kalktım. “Geliyorum.” diyerek odadakilere söyleyip Menekşe'nin açtığı kapıdan çıktım. Ardımdan kapıyı kapatan Menekşe “Armina Hanım isimsiz bir kutu geldi, güvenlik açısından özel korumalarınız kontrol ettiğinde sizi çağırmamı istediler. Sanırım Erdem Bey ve Arık Böke Bey'in bilmesinin sakıncalı olacağını düşündüler.” derken yürüdüğümüz yol benim katımdaki toplantı odasında son buldu. İçeriye girdiğimde siyah hediye kutusunun kapağı açık sağında Elijah, solunda ise Tan vardı. Elijah kutunun içine bakarken Tan, elindeki cihazla görüntü alıyordu. “Neler oluyor?” derken içeriye girip toplantı odasının kapısını kapattım. “Armi.” dedi Tan. “Bu iyi değil, bu kadar erken olması hiç iyi değil.” diyerek konuştuğunda masaya gidip kutuya baktım. Kutunun içerisinde pembe kıyafetleri olan bir barbie bebek vardı ama işin tuhaf kısmı kıyafetleri parçalanmış, saçı başı dağılmıştı. Küçük bebeğin yüzünde ise korkunç bir ifade mürekkeple çizilmişti. Bebeğin elinde tuttuğu not kağıdına gözüm ilişti. Dokunmadan yazılan italik yazıyı okudum. Oynaman gereken oyun, sadece evcilik küçük kız! Daha ileriye gidersen oynadığın oyunun cezalarına katlanmak zorunda kalırsın, ufak bir düşman tavsiyesi! B.G “Kim bu B.G?” diye kendi kendime sorduğumda Elijah'tan beklemediğim bir tepki aldım. “Orospu çocuğu!” Ona dönüp baktım. “Anlamadım.” Elijah yeni çıkan sarı sakalını sıvazlayıp, boynundaki satranç taşı olan at simgesini avcuyla kapattı. “Elijah, sakin ol!” diyen Umay'ın sesi odanın içerisine yayıldı. Tan'ın elindeki cihaz görüntü almıyordu, Umay'a bilgi geçiyordu. “Armina.” diyen Umay'ın naif ama sinirli tondaki tezat sesine döndüm. “Umay, B.G kim?” diye direkt sorduğumda “Şirkette olmaz Armina, eve git. Tan ve Elijah seni eve götürsünler güvenli bir şekilde, Güneş'i gönderiyorum Türkiye'ye bir süre senin yanında olacak bu durumu çözene kadar.” dediğinde tüm kelimelerini es geçerek tekrar sordum. “Umay Çağın, B.G kim!?” “Bilmiyorum!” diye öfkeli bir şekilde yüksek tonda söyledi. “Armina.” Sakin olmaya çalışarak devam etti. “Lütfen dediğimi yap, çözeceğim.” Ellerim saçlarımın arasından asabiyetle geçti. “Lanet olsun Umay, kukla olmayacağım demiştim!” “Olmayacaksın, ben ne söz verdiysem o! Ama şu an beni dinlemek zorundasın.” dediğinde “Tamam.” dedim. “Tamam eve gideceğim ve sen benimle yüz yüze görüşmek zorunda kalacaksın.” “Güneş!” diye bağırdı. “Jeti hazırla Türkiye'ye gidiyoruz.” Sonrasında ise telefon kapandı. Elijah'ın hala daha baktığı kutuyu elindeki telefonu cebine koyarak Tan aceleyle kapattığında kendine yeni gelmişti. “Aşağıya iniyorum Tan, Armina'nın arkasından ayrılmıyorsun eve gidene kadar ensesindesin.” dediğinde Tan'ın kapattığı kutuyu alıp odadan çıktı. Odada kalan Tan ile birbirimize baktık. “Anlayamıyorum.” “Biliyorum Armi ama ablamı dinlemek zorundayız. O, belirsiz ve hala ortaya çıkmayan biri, senden haberi olduysa eğer bu hepimizi ve özellikle seni açığa çıkaracak.” “Hiç karmaşık olmayan hayatımı boka çevirmekten onur duyuyorum.” diyerek arkamı dönüp kapıdan çıktım. Tan arkamdaki bir adım mesafeden gelirken sessizce mırıldandı. “Derin nefes al ve içeridekilere bir şey belli etme. Lansman ile ilgili konu olduğunu ve gitmen gerektiğini söyle.” Odamın kapısını açıp içeriye girdiğimde Tan'ın dediklerini tekrarladım. Hiçbir yanıt beklemeden eşyalarımı alıp çıktığımda abim “Geleyim.” dediğinde başımı olumsuz bir şekilde salladım. “Ben de Özen'e uğrayayım, akşama abine gel konuşalım.” diyen babama döndüğümde onu da başımla onayladım. Abim seslendiğinde çalan telefonuyla konuşması yarım kaldı, durumu fırsat bilerek odadan kaçtım. Sabahtan bu yana olanlar beni epey yormuş, düşünmek için beynimde dolaşan konuların üzerine konu eklenmişti. Çıkış kapısı bulamadığım konularda kaçtığım evim bile artık bana sığınak, özel alan değildi. Olan bitenlerden kafamı kaşıyacak vaktim yokken uğraştığım her şey saçma bir şekilde üzerime üzerime gelmesinden kaçamıyordum. Asansör karşılama alanına indiğimde neredeyse nefes almadan Tan bir adım geriden beni takip ediyordu. Karşılama bölümünden çıkan Gündüz önümde ilerlerken şirketin kapıları iki yana kaydığında aracım hazır, on beş basamağın sonunda beni bekliyordu. Merdivenlerin yarısına geldiğimde otobanda acı bir şekilde çalan korna sesleri yüzünden kulaklarımı kapatmama az kalmıştı ki, şirketin genel kapısındaki hareket sensörü hızla bir arabanın girmesiyle kırıldı. Plastik parçalar havada uçtuğunda, ne olduğunu anlamadan Tan beni hızla yakalayıp arabaya sürüklerken, güvenliklerin her biri belindeki silahı çıkarıp ateş etmeye hazırlandı. Araç tanıdık gelse de hareket sensörüne çarpmasıyla plakası düşmüştü ki ne olduysa ben arabaya bakarken oldu. Araç sağa sola yalpalamadan hızla Tan'ın kulpunu tuttuğu aracıma arkadan büyük bir gürültüyle çarptı ve bir anda ortalık cehennem yerine döndü. Kulaklarım uğuldarken kimin beni tuttuğundan emin değildim, kolumu güçlü bir şekilde tutan biri vardı. Şirkete giren aracın arabama çarpmasıyla araç hızla diğer çıkış noktasına doğru ilerledi, bir yere çarptı ve çarpmasıyla birlikte patlaması bir oldu. Sesler duyuyordum ama çınlayan kulağım yüzünden kimin olduğunu idrak edemiyor, beynime hüküm vermekte zorlanıyordum. Gözlerimi sımsıkı kapatıp, derin nefesler almaya çalıştım. Kolumu tutan her kimse adımı sesleniyordu ve çevreme örülen etten duvar nefes almamı zorlaştırıyordu. Gözlerimi açıp etten duvarı aşmaya çalıştım ama ellerimin titremesine engel olamıyordum. “Çekilin.” dediğimde kargaşadan kimse sesimi duymuyordu. Yüksek seste bağırmaya çalıştım. “Açın yolu!” Bana doğru dönen koruma kolunu çeyrek kaldırıp beni kıskaçtan çıkardı. Hala daha kolumu tutanın Tan olduğunu gördüğümde rahatlamam Alparslan'ın sesini duymamla telaşa döndü. Hiddetle “Armina nerede!” diye bağırdığında cılız bir şekilde “Buradayım.” dedim. Merdivenlerin ortasında hızla etrafına bakınıp, öfkesini üzerindeki gömleğin yakasından ve eteklerinden çıkaran adam sesimin ona ulaştığı yere baktı. Gözlerindeki öfke ve korku yerini rahatlamaya bırakırken yeni yürümeye başlayan bebekler gibi sendeleyerek ona ilerledim. Bu ilerlemem onu da harekete geçirmiş olacak ki beni görünce hızla merdivenleri çıkmaya başladı. Ortada buluştuğumuzda kollarımı onun bedenine dolayıp, hızla çarpan kalbine kulak vermek o an için yapmam gereken tek şeymiş gibi geldi. İlk adım atan o oldu. Enseme yerleştirdiği eliyle beni kendine çekip göğsünde sakladı. Ona sımsıkı sarılırken, kollarıyla beni kendine hapsetti. Alparslan'a sarılıp sertçe aldığı nefesini ve göğüs kafesine çarpan kalbinin sesini fark etmek anlık olaydı belki ama güvende hissetmiştim. Bedenini sımsıkı sardığımda onunla soluklanırken ve Alparslan'ın eli sırtıma kayıp, şefkatle dokunarak tenini tenime mühürlerken, başımın üzerindeki dudakları hafifçe kımıldadı. Sert bir nefes koyuverip “İyi misin?” diye fısıldadı. Telaşlı sesi vücudumu titretirken kelimeler uçup gitti. Titrediğimi hissetmiş olacak ki daha yüksek sesle “Kahretsin Armina, bir şey söyle!” diyerek daha ayrılmaya hazır olmadığım bedeninden beni ayırıp baştan sona inceledi. “Bir şey söyle.” “Yaşıyorum...” deyip yutkunmaya çalıştım. Sözüme karşılık yorgun ve rahatlamış bir halde omuzları çöktü, hafifçe gülümseyip gözlerini bir anlığına açıp kapattı. “Daha ölmedim.” dediğimdeyse bir anda gerilen bedeniyle hızla gözlerini açtı. Gözlerimin derinliklerine bakıp kelimelerinin her birini vurguladı. “Bir ihtimal daha varsa ölmek için bil ki artık yok.” dedi ve tekrar sıkıca sarılırken duymayacağımı düşündüğü ses tonuyla fısıldadı. Fısıldayarak söyledikleri sözden çok kendine ettiği yemin gibiydi. “Ben nefes aldığım sürece sana ölmek yok.”
|
0% |