Yeni Üyelik
7.
Bölüm

BÖLÜM 7 "İHTİLAF"

@bberdogans

ALPARSLAN ATEŞ KASABALI

“İhanet göğüs kafesini delip geçen paslı bir hançer gibidir.”

Göğsümün tam ortasına saplanmış olan acı, karşımdaki kadından duyduğum sözlerin sadece küçük bir yansıması. Anlaşma, imza, koltuk, evlilik...

Evlilik!

“O düzen uğruna öyle şeyler yaparım ki tahmin bile edemezsin Alparslan. Öyle ki seninle bile evlenebilirim.”

“O zaman sen evlen benimle Alparslan Ateş Kasabalı.”

Önümdeki kadehe dalıp giderken aklımda sadece Armina'nın sözleri ve gözleri vardı. Krallık ve çıkarları uğruna benimle bile evlenebileceğini söyleyen kadın, sözleriyle beni darmaduman ederken, ağzından çıkan kelimelerin onu nasıl bir ateşe atacağından bihaberdi. Belki de o ateşin ta kendisiydi, bense onun ateşinde yanmak üzere seçtiği kurbandan başka bir şey değildim. Ne büyük aptallık!

Başka bir evrende bana o sözlerle gelmiş olsa belki de elini tutar, soluğu nikah dairesinde alabilirdim ya da sözlerini dalgaya vurarak alaya alır, kahkahalar atarak yanından keyifle ayrılabilirdim ancak hiçbiri olmadı. Olmazdı. Olmazdık.

Omzuma dokunan elle birlikte daldığım derin düşüncelerden sıyrıldım. Darmadağınık düşüncelerimi bir yana savurarak başımı çevirdim.

“Evlat bu ne hal böyle? Geldiğinden beri kaç saat geçti ne önündeki yemeklere dokundun ne de bir yudum bir şey içtin. Ne oldu sana böyle?”

Krallıktan çıktığımda soluğu herkesten kaçıp zihnimi toplayabileceğim yerde almıştım. İbrahim abinin yerine gelirken aklımdaki tek düşünce Armina'dan olabildiğince uzaklaşmaktı.

“Yok bir şey abi, kafam dağınık biraz toplamaya geldim.”

İbrahim abi dikkatle beni süzdükten sonra başını hafifçe sallayıp soğuk büfenin arkasından elemanına bakış attı. Genç adam başını anladığını belirtir şekilde sallayıp içeri girdi. İbrahim abi sonrasında bana bakıp başıyla karşımdaki sandalyeyi işaret etti.

“Destur var mı delikanlı?”

İbrahim abi herkesin masasında oturup sohbet etmek isteyen yavşak mekân sahiplerinden değildi. Konuşmak istiyorsa vardı bir bildiği... duruşumu dikleştirip elimle sandalyeyi işaret ettim.

“Destur ne kelime abi, mekân senin buyur.” dediğimde İbrahim abi gülümseyerek sandalyeyi çekip oturdu. “Mekân benim, masa senin evlat.”

Masa benim...

Dudağımın kenarı hafif alayla yukarı kıvrıldı. Masa artık benim değildi, masama ortak olmak isteyen asi biri vardı öyle ki o asi masa uğruna benimle evlenecekti.

Az önce içeri giren eleman elinde bir kadeh ve bir yetmişlikle masaya yaklaştı. Elindekileri masaya bırakıp uzaklaşırken, İbrahim abi şişeyi alıp açarak bardağına dökmeye başladı. Buzunu da attıktan sonra bana doğru bakış attı.

“Dökül Alparslan.”

“Abi ne kadar gözü kara birisin?” diye ortadan girdiğimde karşımdaki adam bilmiş bir şekilde gülümsedi.

“Ben dedenin sağ koluydum Alparslan.” dediğinde ellerini birbirine kenetledi. “Krallıkta işler mi karıştı?”

“Hiçbir zaman işimiz düz gitmedi ki abi.” Derin bir of çektim. “Bu akşamki toplantı... büyük bir karmaşanın habercisi ve ben ilk defa ne yapacağımı bilmiyorum.”

“Güldürme beni evlat. Senin her zaman bir planın vardır. Anlat bana neler oluyor?”

Kadehimden bir yudum alıp bardağı yerine bıraktım. “Bu sefer plan falan yok abi, ne yapsam duvara toslayacak gibiyim.” dediğimde İbrahim abi konunun ciddiyetini fark ederek, sakince beni dinlemeye başladı.

“Armina Pinhan.” deyip duraksadım. “Bu zamana kadar tıkırında giden düzene çomak sokmak istiyor. Yıllar sonra koltuktaki yarı hakkına sahip çıkmaya karar verdi ve bunu Krallık toplantısına baskın vererek duyurdu.” Dilden dökülmesi ne kadar da kolaydı, oysa onunla Krallıktaki tartışmayı yaşarken her şey yokuş aşağı vurmuştu. İbrahim abinin şaşkın bakışları tabağından bana döndü.

“Armina, Krallıkta yer almak mı istiyor?”

Ağır ağır başımı salladım. “Aynen abi. Davetlerde bile görmediğim, Krallığın her türlü işinden uzak kalmak için yıllarca elinden geleni yapan kadın şimdi koltuktaki hakkını istiyor.”

“Neden? Bunca yıl tüm bu düzenden uzak duran kadın şimdi neden birdenbire masadaki hakkına sahip çıkmak istesin ki?” İbrahim abi bu işin kurdu diyebileceğimiz gözü açık insanlardan biriydi. Yıllarca dedemin sağ kolu olması onun Edremit Gökalp dahil herkes hakkında bilgi sahibi olmasına neden olmuştu. Armina'nın attığı büyük adımı sorgulamasının nedeni konunun özünü kavramak istemesinden kaynaklanıyordu. Bu konuda bana yardım edebilecek tek insan oydu. “Ben de ona anlam veremiyorum ya zaten. Bana son davette birkaç şey söylemişti. Eğer sebep buysa çok yanlış yollarda dolanıyor.” Onunla ettiğim dansın hatıraları zihnime süzülürken elim sigara paketine gitti.

“Eril düzen! Senin değiştirmediğin tek olgu, karnından çıktığın kadının ya da evleneceğin kadınında kaderi olacak. Belki de kızının! Bizleri vitrin gibi gördükleri ve gördüğünüz sürece size ve sizin gibilere her zaman benim alerjim olacak, özellikle de sana Alparslan. Çünkü sen onların başısın ve sen de herkes gibi aynı pencereden bakıyorsun.”

“Kurduğum, kurmaya çalıştığım düzenin farkında değil, değişim istiyor ve değişimin masada başladığını zannediyor.” deyip paketten çıkardığım sigarayı ateşledim.

“Değişim nerede başlar Alparslan?” diye soran İbrahim abiye “Bende başlar abi.” diyerek cevap verdim. “Masa benim hükmümü bilir onu uygular, benim istemediğim hiçbir şeye adım atamazlar. Öyle ki Armina Pinhan'ın vereceği hükümlere de uymayı reddedeceklerdir. Bunu bu akşam gördüm.” Aklıma gelen Mirza itiyle sinirle çenemi sıktım.

“Peki sen ne istiyorsun?”

Sırtımı sandalyeye yaslanıp kolumu yanımdaki boş sandalyeye uzattım. “Krallığın K'si umurumda değil abi, hepsi onun olsun. Ancak şimdi değil, işler karmakarışıkken ve ölüm o siktiri boktan Krallık koltuğunu dart tahtası haline getirmişken değil.” Sigaradan bir nefes alıp gri dumanı havaya savurdum.

“Krallık hiçbir zaman benim olmadı.” Ellerimi iki yana açıp kendimi gösterdim. “Bu takımın içindeki Alparslan'dan başka hiçbir şey bana ait değil. Her şey Umay Çağın'ın. Benim görevim; onun dizleri üzerinde sürüklenerek sürgün edildiği bu düzene topuklu ayakkabılarıyla dimdik geri dönmesini sağlamak.” Bir nefes daha aldım. “Umay Çağın, Ertuğrul Efendi’nin kanunlarının devam ettiği bir düzene geri dönmez. Ben düzeni değiştiren ve değiştirmeye devam edecek olanım. Armina Pinhan ile bunu yapamam.”

İbrahim abi iç çekti. “Düşününce koltuk onun da hakkı Alparslan. Bu zaten senin kurmak istediğin düzene denk bir adım. Umay'ı getirecek ve her şeyden elini çekeceksin. Bu konuda Armina'nın sana yardımı dokunabileceğini düşünmüyor musun? Armina'nın istediği de bu olamaz mı?”

Sakalımı sıvazladım. “Armina Pinhan'ın edebileceği tek yardım beni ölüme göndermek olur abi.” Sigaradan son bir nefes alıp küllüğe bastım. “O beni diğerleri gibi zannediyor. Bana karşı özel bir kini, nefreti var ve nefretin olduğu yerde hiçbir şey olmaz. Acımasız Kral Ertuğrul Gökalp'in her yeri ateşiyle yakıp küle çeviren, gaddar yeğeni Alparslan Ateş'ten başka bir şey değilim onun gözünde.”

“Seni herkes öyle biliyor evlat.” dediğinde derinlerde bir yerde ince bir sızı hissettim. Herkes için her şey olabilirdim. Acımasız, gaddar, yakıp yıkan bir canavar. Beni herkes istediği gibi tasvir edebilir, korkulu rüyası haline getirebilirdi ama o... Armina'nın gözünde böyle bir yere sahip olmak, onun beni bir cani olarak düşünmesi... beni nedensizce boğuyordu. Bilmediği, tanımadığı bir adamı tanıdığını zannedip yargılamanın insafsızca boynuma geçirilmiş yağlı bir urgandan farkı yoktu. Boynumdaki kravatı söküp yanımdaki sandalyeye attım.

Kederle “Onu kimse öyle bilmesin abi.” dedim ve dediğim anda sözlerimi geri almak istedim. İbrahim abinin tek kaşı imayla havaya kalkarken kalbimi es geçip aklımdan geçenleri söyledim. Ciddiyetle “O koltuğun başına geçmek ne oyun ne de tiyatro gösterisi.” deyip duraksadım. “Ensemde Azrail'le geziyorum ben abi, ölüme kaç kere meydan okudum hatırlamam, elimde, üstümde kimlerin ahı var bilmem. Armina bu iş için çok temiz, kar tanesi gibi. O kadar temiz ki masanın kiri boğar onu. Armina Pinhan masada yer alır belki ama o koltukta olamaz.”

İbrahim abi tabağındaki peynirden bir parça alıp ağzına atmadan önce bir şeyler mırıldansa da duymadım. Birkaç dakika sonra “Masada yer alması içinde kanunlar var biliyorsun.” dedi. Tekrar başımı salladım. “Biliyorum abi. O da biliyor hatta kanunları o kadar iyi biliyor ki...” Sinirle soludum. “O kadar iyi biliyor ki evlilik teklifleri havalarda uçuşuyor.”

İbrahim abi kaşlarını çattı. “Anlamadım, nasıl yani?”

Aklıma geldikçe bedenim sinirden geriliyordu, boynumu sağa doğru esnettim ve bardağımı tek seferde bitirdim. “Boş ver abi, karışık işler.”

İbrahim abi uzun bir süre duraksayıp bana düşünmem için alan tanıdıktan sonra aniden “Bu karışık işlerden Arık Böke'nin haberi var mı?” diye sordu. Konunun hiç istemediğim yerlere evrildiğini hissetmeye başladım.

“Yok.” diyerek kestirip attım. Neye yok dediğimden bile emin değildim, ayrıca onunla ne konuşabilirdim ki? Çiçeğimi hazırla, kardeşin benimle evlenmek istiyor mu diyecektim? Üstelik Arık Böke burada bile değildi. Kaliforniya'dayken kardeşinin Krallıkta yediği haltları öğrense ne tepki verirdi acaba? İbrahim abi cevabıma karşılık uzun süre beni inceleyip bilmiş bir edayla ağırca başını salladı.

“Bana söylemediklerin, içine dert ettiklerin var evlat görüyorum. Gördüklerimi sana anlatmam ne kadar hoşuna gider, en azından şu an için emin değilim. Ancak Arık Böke ile konuşman gerektiğini düşünüyorum. Armina, Arık Böke'nin kardeşi ve Arık Böke senin en yakın dostun Alparslan.”

“Biliyorum abi o yüzden adımlarım hep yarım ya zaten.” diyerek büyük camdan dışarı baktım. “Bu akşam mekânda Armina Pinhan yerine başka biri o şekilde davranmış olsaydı şu an yaşamıyordu, ancak Armina şimdi kim bilir nerede aldığı nefesin kıymetini bilmeden hareket ediyor. Krallıkta bu davranışın geri dönüşü çok gürültülü olacak, herkesin başı ağrıyacak hatta belki de bedenlerinde ağrıyan bir başları bile olmayacak.” Derin bir of çektim. “Bir kadın masanın hükmünü bozmak istiyor. Benim kanunlarımı yıkıp geçerek kendi hükümdarlığını ilan etmek istiyor. İşin içinde kardeşim dediğim insan var.” Bir dal daha sigara çekip ateşleyerek, kendi düşüncelerimde boğulmaya başladım.

Ortalık sessizliğini korurken, İbrahim abi kısa zaman sonrasında buğulu bir sesle “Tut ki Ali'den sana miras kaldı Zülfikar. Sende Ali'nin yüreği yoksa Zülfikar neye yarar?” diye sorarak beni daldığım yerden çekip çıkardı.

Kaşlarımı çatıp “Anlamadım abi?” dediğimde İbrahim abi yavaşça ayağa kalkıp sandalyeyi yerine çekerek, ellerini sandalyenin sırtına yerleştirdi. “Mevlâna’nın dizelerinden biri... Elinde Zülfikar tutuyorsun evlat, kanunların kılıçtan keskin... Peki kanunları uygulayacak yüreğin var mı?” deyip ellerini sandalyeden çekerek önce kafasını işaret etti. “Burasının verdiği hükme...” kalbini işaret ederek devam etti. “Burası ne cevap verecek dersin?”

Aklım ve kalbim arasındaki muhakemede mahsur kalırken ilk defa kendimi çaresiz hissettim. Halimi anlayan İbrahim abi babacan bir tavırla gülümsedi. “İşin zor evlat. Seninle sabaha kadar oturup konuşsak da benimki sözden, seninki beni dinlemekten öteye gitmeyecek. Hüküm senin, ferman senin, yürek senin.” Derin nefes alarak bir süre sessiz kaldı. Aklımda Armina'nın sözleri, Arık Böke'nin kardeşi hakkında söyledikleri ve benim gördüğüm, tanıdığım kadının silik anıları dolaşıyordu.

Cevapsız kaldım, her şeye bir cevabı olan adam ilk defa suskunluğu kuşandı. “Ben de öyle düşündüm.” dedi İbrahim abi. Yaşanmışlıkların ağırlığıyla yavaşça başını salladı. “Bu gece de elbet sabaha kavuşur delikanlı.” diyerek devam etti, başını zifiri gecenin karanlığına çevirerek. “Gece senin, mekân senin. Dediğimi bir düşün ve adımını ona göre at. Bu gece hesaplar benden... Hadi bana eyvallah.” Elini başına getirip selam çakarak, ağır adımlarla yanımdan ayrılıp beni masada tek başıma bıraktı.

İbrahim abi yanımdan ayrıldıktan sonra mekandaki diğer insanlarda yavaş yavaş ayrılmaya başladı. Mutfak dahil tüm ışıklar teker teker kapatılırken buradan ayrılmam gerektiğini biliyordum ancak hiçbir yere sığamıyordum. Oturdukça oturdum, düşündükçe daha çok düşünmeye başladım. Yanıma birkaç kere garsonlar uğrayıp, istediğim bir şey olup olmadığını sorsalar da hiçbir şey istemedim. Sigara üstüne sigara yaktım, yine de bir çıkar yol bulamadım. Garsonlardan biri gramofon masasının tekerleklerini sürttürerek yanıma geldiğinde elimdeki bilmem kaçıncı sigaranın izmaritini küllüğe basıyordum.

“Saat kaç?”

“Gecenin üçü Alparslan abi.” diyerek cevap verdi. “Benden istediğin bir şey var mı abi?”

“Yok.”

Garson cebinden dükkânın anahtarını çıkarıp bana uzattı. “Bunu sana İbrahim amca vermemi istedi. Sen nedenini biliyormuşsun abi. Plaklar çekmecede, eğer benden istediğin bir şey yoksa ben çıkıyorum artık.”

Önce anahtara sonra garsona baktım. “Madem anahtar sendeydi neden bu saate kadar beni bekledin?”

“İbrahim amca öyle istedi abi.”

Kırık bir şekilde tebessüm ettim. “Benim geceyi devireceğimi biliyordu.”

Delikanlı “Vardır bir bildiği abi.” deyip başını eğdi.

“Vardır bir bildiği.” diyerek tekrar ettim. “Sen çık artık koçum dükkânı ben kapatır, anahtarı her zamanki yerine koyarım.”

“Tamam abi, hayırlı geceler.” diyen delikanlıya hafifçe başımı eğdim. Delikanlı yanımdan ayrıldıktan sonra mekânda benden başka kimse kalmamıştı. Yanımdaki gramofon masasına bakarak çekmecedeki plaklardan birini çıkardım. Loş ışıkta kimin plağı olduğuna bakmadan yuvaya yerleştirip iğneyi plağın üzerine çektim. Cızırtılı ses mekânın içerisini hafifçe doldururken, ben de kendi bardağımı doldurdum.

Müzeyyen Senar, Bir İhtimal Daha Var derken kendi ihtimallerimi düşünmeye başladım. Ölmek, istemesem de her zaman ihtimallerim içerisindeydi. Krallığa, Umay Çağın için adım attığım andan beri yaşayacaklarımı biliyordum. Hiçbirinden pişman değildim. Bu yaşıma kadar aldığım hiçbir karardan pişman olmamıştım. Az çok Ertuğrul Gökalp'ten görmüş, başıma geleceklerden haberdar olmuştum. Bu zamana kadar gözümü korkutan hiçbir şeyle karşı karşıya kalmamıştım. Peki bu akşam Krallıkta yaşadığım neydi?

Gözü kara bir kadın görmüştüm. Etkilenmiştim… hem de fazlasıyla etkilenmiştim. Armina Pinhan kendine fazlasıyla yeten bir kadındı. Silahların gölgesine bile korkusuzca girmiş, tek bir hareketle o ince boynunu kırabilecek kapasitedeki insanlara küçük kalkık burnuyla gözdağı vermişti. O zaman ben neden bu kadar tereddütlüydüm? Neden ne olursa olsun diyemiyordum, neden ne hali varsa görsün deyip kendi yoluma bakmıyordum, neden onun gözü kara teklifine cevap verememiş ve oradan uzaklaşmak istemiştim? Sinirle yüzümü sıvazladım. Arık Böke haklıydı, Armina Pinhan benim sonum olacaktı.

Arık Böke... O benim can dostumdu, sırtımı gözüm kapalı yaslayabileceğim tek insandı. Bu dünyada kimseye güvenmediğim kadar çok ona güveniyordum. Onun da bana aynı şekilde güvendiğini biliyordum. O kardeşinin bu pervasız davranışına ne diyecekti? Bu zamana kadar küçük bir asiden başka bir sınıflandırmaya sokmadığım kardeşinin bana evlilik teklifi ettiğini öğrendiğinde ne olacaktı? Armina'nın öz olmasa bile abisiydi. Arık Böke, Kaliforniya'dan geldiğinde karşıma geçip, haklı olarak işin aslını öğrenmek isteyecekti. Ben ne diyecektim? Küçük asi tek bir teklifiyle sadece beni değil kardeşini de darmaduman etmişti. Onun gözü karalığı Arık Böke ile arama girer miydi? Bunun olmasına izin vermezdim. Arık Böke ile çocukluk yıllarına dayanan dostluğum vardı, bunu yok sayamazdım. Armina Pinhan planlarını devreye sokmak için başka seçenekler aramalıydı. Benim dahil olmadığım seçenekler. Herkes için en hayırlısı buydu.

Teklifini reddedecektim.

Krallıktan ve masadan Armina Pinhan adını men edecektim.

Müzeyyen Senar'ın büyülü sesi son bulup plağın cızırtılı sesi duyulmaya başlandığı sırada kapının üstündeki küçük çanın sesini işittim. Kolumdaki saate baktığımda dörde yaklaştığını fark ettim. Bu saatte buraya eceline susayandan başka kimse gelmezdi. Elim belime doğru giderken, büyük adımlarla gelenin kim olduğuna baktım. Gördüğüm yüzle şaşırırken elimi belimden çektim. Gelen Arık Böke idi.

“Senin ne işin var burada?” diye şaşkınca sorduğumda Arık Böke yanıma gelip elini uzattı, saçı başı dağılmış haldeydi. Gözleri hafiften kızarıktı. Elini sıkıp tokalaştıktan sonra birkaç saat önce İbrahim abinin oturduğu yere oturdu.

“Hoş buldum kardeşim, ben de seni gördüğüme çok sevindim.” dedi.

“Falan filan faslını geçelim. Senin ne işin var burada, sen Kaliforniya'da değil miydin?” deyip kaşlarımı çattım. Burada ne iş dönüyordu?

“Yeni geldim. Seni aradım ama ulaşamadım, ben de burada olduğunun haberini aldım ve geldim. Gideyim mi?” dediğinde başıyla kapıyı işaret etti.

“Gelmişsin o kadar gitme de bu saatte neden buradasın anlamadım?” diye tereddütle sordum.

“Sen neden buradasın?”

“Kafam dağınık.”

“Benim de kafam dağınık.” dedi sözlerimi tekrarlayıp bana bakarak, dikkatle beni inceliyordu.

“Umay Çağın'dan haber var mı?” deyip konuyu aklımdaki konudan uzaklaştırdım. “Kaliforniya'da değil.” dedi. “Eve de çevreye de baktım. Aylar önce uğramış gibi evin içi, örümcek ağı kaplamış her yeri, etrafta bir parmak toz vardı. Belli ki uzun zamandan beri uğramamış eve.”

“Anladım.” dedim. Tahminim artık netti. Valeri Almeda, Umay Çağın'ın ta kendisiydi. Valeri'nin olayı belliydi de Umay Çağın ne istiyordu, bilmiyordum. Yakın zamanda onu hangi cehenneme girdiyse bulmalı ve bu konuda sorguya çekmeliydim. Belirsizliklerden hoşlanmazdım buna rağmen bu aralar etrafımdaki tüm kadınlar beni kara deliğe çekiyor gibiydi.

“Anladın... Bu mu yani Kaliforniya'ya bu yüzden mi gittim ben? Ne oluyor Alparslan, konu Umay ve sen kızmadın bile?” diye sordu.

Kadehimden son bir yudum alıp bardağı yerine bıraktım. “Biliyordum orada bulamayacağını. Yine de bir ihtimal dedim ama Umay Çağın beni yine şaşırtmadı.”

“Ne olduğunu anlatacak mısın?” Arık Böke'ye baktım. Gizleyemediği bir merak vardı, bariz bir ilgi. Umay'a karşı mıydı, yoksa benim bulanıklığımı çözmek için yardım mı etmek istiyordu, anlamıyordum. Sorgulamak üzereyken çalan telefonun sesiyle sessizlik dağıldı. Gecenin dördünde arayan hayırlı aramazdı ki ekrana bakınca tüm hayırlı haberler siyah poşete girdi. Arayan Edremit Gökalp'ti. Arık Böke'ye el işareti yapıp telefonu açtım.

“Gecenin bu saatinde hayırdır dede, beni rüyanda mı gördün?” Arık Böke dedemin aradığını öğrenince yüzündeki nefret ifadesini saklayamadı.

“Gecenin hayrı mı kalmış Alparslan Ateş!” diye kükreyen ses sinirlerimin hızla gerilmesine neden oldu.

“Yavaş... Ne oldu ne bu tantana?”

“Telefon geldi az önce Krallıkla ilgili. Benim senden öğrenmem gerekenleri neden başkasından öğreniyorum Alparslan Ateş? Sen Krallıktaki soytarı mısın, yoksa hâkim mi? Ne diye işlerin başına geçtin?!” diye söylenmeye başladığında sinirle elimi masaya vurdum.

“Ne dediğini kulağın duysun ihtiyar! Sana olan birkaç gramlık saygımı kendini bilmez kelimelerinle yok etme. Ne gelmiş kulağına? Benden habersiz hangi kuş kanat açmış?”

“Senin bile haberin olmayan hükümler geliyor kulağıma çocuk. Armina Pinhan ve Fırat Mirza için evlilik hükmü verilmiş. Krallığın yarı sahibi ve sıradan bir üye evliliği... Haberin var mı?” Kaşlarımı çatarken bakışlarım Arık Böke'ye kaydı. Bu konu daha bu akşam sadece Armina ile aramızda geçen öylesine bir şeydi. Aslı yoktu, onayı yoktu. Ne sikim işler dönüyordu böyle? Kim ne ara uçurup sağda solda dedikodu haline getirmeye başlamıştı?

“Öyle bir şey yok!” dedim.

“Öyle mi? Ne hikmetse Krallıktaki üyeler bu konuda kulaktan kulağa oynamaya başlamış.” deyip sinirle soludu. “Evlilik kararları çıkarılıyor ama senin haberin yok. Üyeler kendi başına, boyunu aşan işlere kalkışmaya başlamış ama beyimiz kim bilir nerede? Fırat Mirza...” dediğinde sertçe dedemin sözünü kestim. Gün içinde yeterince bu adamın adını duymuş, yeterince sinir kotamı doldurmuştum.

“Fırat Mirza'nın yolunu da sikerim! Bahtını da sikerim!” diyerek bağırdım. Sesim boş mekânda dalga dalga yankılandı. “Ben kimseye evlilik onayı vermedim. Hangi çakal bunu ortaya attı bilmiyorum, bulduğum anda adını tarihten sileceğim bu da ant olsun!” deyip sertçe nefes vererek sinirle parmağımdaki Mührü Süleyman'da baş parmağımı gezdirmeye başladım. “Bu konuda ağzını açanın hayatını kaydırırım. Bekar bir genç kadının adının olmadık şeylerle milletin ağzına sakız edilmesine ne müsaadem ne tahammülüm yoktur. Şimdi kapat telefonu, kimden ne duyduysan bu haberi ona uçur. Kimse benim irademle oynamaya kalkmasın!” Telefonu ondan önce kapatarak sertçe masanın üzerine attım.

Aniden “Kardeşin ne yapmaya çalışıyor Arık Böke?!” diye sorup sertçe bakışlarımı karşımda ne olup bittiğini anlamaya çalışan adama çevirdim.

Arık Böke sakinlikle “Sorun ne?” diye sordu.

“Armina ile Fırat Mirza'nın evlilik haberi Krallıkta yayılmaya başlamış. Ulan daha bu akşam konuşuldu bu konu. Bunu duyan, bilen Armina ve benden başka kimse yoktu.”

“Armina, Fırat Mirza ile evlenmeyecek.” dedi net bir tonlamayla.

“Elbette evlenmeyecek!” deyip duraksadım. “Daha bu akşam bana evlenme teklifi etti senin kardeşin, Fırat Mirza'ya anlaşma götürmekten söz ettikten beş dakika sonra.” diyerek alayla gülümsedim. “Anlaşma Arık Böke. Kardeşin evliliğe anlaşma gözüyle bakıyor, masada yer almaya karar vermiş, sırf o koltuğa oturabilmek için önce o ite teklif götüreceğinden bahsetti. Olmazından bahsettim. Sonrasında ise...”

“Sana evlenme teklif etti.” deyip sözümü kesti. “Biliyorum. Hepsinden gelirken haberim oldu.” Onun sözlerine karşılık kısa süre duraksadım. Duraksamamı fırsat bilen Arık Böke konuşmaya başladı.

“Armina'nın masada yer almak istemesi onayladığım bir durum mu emin değilim ancak bu uğurda sana teklif göndermesi kabul edilir değil.”

Neden?

Diğer seçeneği düşünmek istemediğimden “Armina masada yer alamaz.” dedim sessizce, “En azından evlenmeden yer alamaz ki evlense bile kocasının kararına bağlı olarak masada varlığını sürdürebilir. Mirza gözü yüksekte piçin teki, onunla evlense bile o it kıza söz hakkı tanımaz. Armina onun için sadece piyango bileti olur.”

“Peki sen onun için ne olursun?” dediğinde birkaç dakika Arık Böke'nin yüzüne bakakaldım. Ciddi miydi, yoksa beni ölçüp sadakatimi mi test etmeye çalışıyordu?

“Sen ne dediğini bilmiyorsun.” diyerek umursamaz bir şekilde başımı cama doğru çevirdim.

“Ben ne dediğimi gayet iyi biliyorum Alparslan.” deyip derin bir nefes aldı. Onun için kardeşinin ve can dostunun adını aynı cümle içerisinde anmak zor gelmiş olmalıydı. Ben onun yerinde olsaydım ne yapardım?

“Armina paldır küldür kararlar alan ama aldığı kararların bilincinde olan ve kararlarının arkasında duran bir kadın Alparslan. Sana bu teklifle geldiyse bir sebebi olmalı.”

Dudaklarımdan kederli bir gülüş döküldü. “İlk dans.” dedim.

“Nasıl?”

“İlk dans... Ona bu zamana kadar elini bile tutmadığı hatta sırf bu sebeple dans etmek bile istemediği bir adamla evlenecek kadar gözü kara olup olmadığını sordum. Planları doğrultusunda yapmayacağı şeyin olmadığı öyle ki benimle bile evlenebileceğini söyledi. Sonrasını zaten biliyorsundur.” diyerek paketimde kalan son sigarayı yakıp nefes verdim. “Benimle bile... Bile bile, benim gibi bir adamla bile evlenmeye razı senin kardeşin. Planları uğruna, canı pahasına hayatını kaydırmaya yeminli.”

“Kendine haksızlık ediyorsun Alparslan. Bunu Armina yüzünden söylemiyorum. O benim kardeşim belki evet ama sen de kardeşimsin hatta daha bile ötesin. Sana şu an Armina Pinhan'ın abisi olarak değil, dostun olarak geldim. Onun abisi olarak bu masada böyle konularda konuşmak ne kadar doğru emin değilim.” deyip yorgun bir şekilde nefeslendi. “Eğer teklif senden gelmiş olsaydı ya da Krallıkta sözün geçsin diye Armina'ya bu şekilde yaklaşmış olsaydın, seninle farklı şekillerde konuşurduk. İçimizden birinin kanı belki de diğerinin eline bulaşırdı ancak bunu yapan benim kardeşim ve ben senin karşında bu konuda sözlerine de hükmüne de boynumu eğerim.” diyerek bakışlarını hafifçe yere eğdi.

Ayağına masanın altından tekme attım. “Kaldır başını dostum, senin başını eğdirecek hüküm yok bende. Kardeşin sonunu, sonucunu düşünmediği bir hamle yaptı. Cahil de kendini bilmez de o beni ilgilendirmez. Bunu başkası yapmış olsaydı alacağı cevap çok daha sert olurdu. Onu diğer Krallık kadınları gibi görüp sert bir şekilde ikazımı yapardım ancak o diğer Krallık kadınlarından biri değil, senin kardeşin o yüzden bu akşam yaşananları olmamış sayacağım. Armina Pinhan bu akşam toplantıya geldi ve gitti.” diyerek sigaradan bir nefes aldım.

“Peki dostum.” dedi omuzlarındaki gerginlik azalırken “Fırat...” dediğinde sözünü kestim.

“O it ile kardeşinin adı aynı cümle içerisinde bir daha geçmeyecek!”

****

Arık Böke'nin yanından ayrılıp şirkete geldiğimde saat öğlene gelmek üzereydi. Çalışanların çoğu öğle yemeğine çıkmışlardı. O yüzden ofis sessizdi, arayıp da bulamadığım huzurun hala babamın kolları arasında olduğunu fark etmek yüzümü güldürdü. Özdemir Reis'in kendi olmasa bile ruhu, emeği bu şirkette dolanıyordu ki bu da benim bir nebze olsun huzur bulmama neden oluyordu. Asistanın yerinde olmadığını düşünerek kahvemi alıp, odama ilerlediğimde tahminimin doğru olduğunu gördüm. O da öğle yemeğine çıkmış olmalıydı. Odaya girip kapıyı kapatarak kendimi koltuğa bıraktım. Dün gecenin kalıntıları üzerimde dolaşıyordu. Hem zihnen hem de bedenen kendimi yorgun hissediyordum. Beş dakika için bile olsa gözlerimi kapatıp uyumamıştım. Bal rengi gözler sürekli zihnimi meşgul ediyordu.

Bir de tabii ki Umay Çağın vardı. Onunla ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Armina ile ortak olması yeterince can sıkıcı iken, şimdi nerede olduğunu bile bilmiyor olmak iyice bunaltmaya başlamıştı. Bazen onu sadece tanıdığımı zannettiğimi düşünüyordum. Oysa onu en iyi ben bilirim sanıyordum, belki de sürgün edilmesi ona iflah olmaz bir kin ve nefret aşılamıştı. Telefon görüşmelerimizde her zaman cıvıl cıvıldı. O zaman bu yaptıklarının amacı neydi? Krallığı bitirmek istiyorsa ben zaten içten içe tüm sistemi çökertiyordum, birkaç ay sonra Krallık adında hiçbir şey kalmayacaktı. Hazinede biriken tüm varlığı ise fon haline getirip Umay'a devredecektim. Sonrasında belki Sürmene'ye gidip babamın Alamatra’sında küçük bir iş kurar ve kendi yoluma bakardım.

Elimle yüzümü sıvazladım. Hepsi hayalde güzeldi, çünkü aslında hiçbiri gerçek olmayacaktı. İçten içe bunu biliyordum. Her şey, herkes için yolunda gitse bile benim için buradan gitmek mümkün olmayacaktı. Hissediyordum. Ben bağlanırsam İstanbul'dan kopamazdım, o benden geçse de ben İstanbul'dan geçmezdim. Kanıma karıştığı andan sonra ne yaparsam yapayım ne zihnimden ne de kalbimden silip atamazdım İstanbul'u. Farkındaydım. Her şeyiyle zihnime kazınmıştı. O sorun değildi de eğer kalbime kazanırsa o zaman beni hiç kimse İstanbul'dan koparamazdı.

Kapı hafifçe çalınıp açıldığında düşüncelerimden uzaklaşıp ana odaklanmaya karar verdim. Düşünmeye devam ettikçe tehlikeli sularda yüzmeye başladığımı hissediyordum. Başımı kapıya doğru çevirdiğimde kapıda Kahraman Soyludere'yi görmek şaşırttı. Bu adamın gündüz vakti burada ne işi vardı?

Şaşkınlığıma rağmen bozuntuya vermedim. Hemen ifademi toplayarak “Kahraman Soyludere.” deyip ayağa kalktım. “Sizi burada görmek ne hoş.”

Yaşına tezat dik duruşuyla temkinli adımlar atarak içeri girdi. “Umarım gününe engel olmuyorumdur, geçerken uğramak ve seni görmek istedim.” dedi.

“Size ayırabileceğim birkaç dakikam olduğuna eminim Kahraman Bey, buyurun lütfen.” Karşımdaki deri koltuğu işaret edip o koltuğa ilerlerken tekrar yerime yerleştim. “Size ne ikram edebilirim?”

“Ah hiçbir şey evlat, dediğim gibi seni görmek istedim.” deyip kederle bakışlarını büyük cam vitrine doğru çevirdi. Kahraman Soyludere kendinden emin, bakışıyla, duruşuyla net bir adamdı. Onu en son bir önceki davette görmüştüm. Son davete sağlık problemleri yüzünden gelememişti, diğer üyelere bu durum iş seyahati olarak yansıtılmıştı.

Uzun süren bir sessizlik oluştu, kendi düşüncelerinde kaybolmuş gibiydi. Yorgun görünüyordu, belki de sağlığı ona sorun yaratmaya başlamıştı. En kısa zamanda Erdem Bey'den bu konuda bilgi almayı aklımın bir köşesine not ettim. Sessizlik katlanılmaz hale gelene kadar bekledikten sonra hafifçe boğazımı temizledim.

“Beni görmek istediğinizi söylediniz, bir sorun mu var? Sizi yorgun ve biraz bitkin gördüm. İyi misiniz?”

Daldığı yerden çıkarken boş gözlerle etrafına bakınıp bakışlarını bende sabitledi. “Nereden başlayacağımı bilemiyorum Alparslan.” Buz gibi olduğumu hissettim. Torunu hakkında konuşmak mı isteyecekti, Armina'nın yaptığı teklif hakkında bir şeyler duymuş olabilir miydi? Ellerimi profesyonel bir ifade takınarak birbirine kenetledim. Şimdi hem CEO hem de yer altının hükümdarı olma vaktiydi.

“İstediğiniz yerden başlayabilirsiniz Kahraman Bey, sizi dinliyorum.”

“Alparslan seni severim bilirsin.” Bilirdim. Koltuğa geçtiğim zaman yüzünden akan samimiyetsiz gülüş ve sahte tebrik beni ne kadar çok sevdiğinin ispatı gibiydi.

“Bilmez miyim?” diye buz gibi tonlamayla konuştum.

Boğazını temizlemek zorunda kaldı. “Ailenin ne demek olduğunu iyi bilen birisin Alparslan. Rahmetli baban Özdemir Bey sana ailenin önemini çok iyi öğretmiş, gurur duymamak elde değil.” Başımı sallayarak devam etmesini istedim. “Aile benim için de önemli ve kutsaldır. Aile içerisindeki her bir bireyi korur ve kollarım. Ancak bir konu var ki bu hem senin aileni hem de benim ailemi derinden etkileyebilir.” Sırtımı dikleştirip bakışlarımı karşımdaki adama sabitledim. Konunun nereye varacağı hakkında bilgim yoktu ama bir bokluk çıkacağı belliydi.

“Kahraman Bey ailenin ne demek olduğunu iyi bilirim. Yine bildiğiniz üzere ailemi korumak adına bu cihanda yapmayacağım, bedelini ödetmeyeceğim hiçbir şey yok. Söz konusu ailem olduğunda taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadığımı söylememe gerek yok.” dediğimde Kahraman Bey “Biliyorum ve beni de açıkçası korkutan bu.” dedi.

“Kahraman Bey neyden çekiniyor ve söylemek istemiyorsunuz bilmiyorum ama buraya gelip karşıma geçtiğinize göre bu beni ve ailemi ilgilendiren bir durum. Açıkça söylemem gerekirse ben sabırsız bir adamım, lafı dolandırmadan konuya gelirsek memnun olacağım. Konu tam olarak nedir?”

“Konu torunum Armina.” dedi. İçim alev alev olurken dışım buz kütlesi halini aldı. Kahraman Bey'in buraya torunu için geldiğine inanmak güçtü. Benimle evlenmek istemesi benden çok onu yaralardı. Armina evlilik teklifi dışında benim aileme zarar vermek isteyecek ne yapmış olabilirdi ki?

“Armina Pinhan. Krallıkla ilgili bir konudan mı bahsediyoruz?” diyerek ağzını aramaya çalıştım.

“Dün gece toplantıya dahil olmak istediğini biliyorum. Bu konu üyeler arasında gürültü çıkaracak gibi duruyor ama bahsettiğim bu değil.” dediğinde evlilik teklifiyle ilgili bir şey bilmediğini anladım.

“Masanın sesi kısılır Kahraman Bey, halledilemeyecek işler değil.” deyip duraksadım. “Sizin bahsettiğiniz toplantıda olanlar değilse ne?”

Kahraman Bey derin bir nefes aldı. “Armina geçen gün bana geldi. Konuşmak istediğini söyledi, her zaman yanıma gelip halimi hatırımı sormaz. Mühim bir şey olduğunu düşündüm ve mekanıma çağırdım. Onunla konuşurken küçük bir iş için asistanım çağırdı. Kısa bir an için onu odada yalnız bıraktım. Sadece kısa bir andı, bunu yapabileceğini tahmin etmezdim. Utanıyorum.” deyip eliyle gömleğinin yakasını genişletti.

“Armina ne yaptı Kahraman Bey?” diye sabırsızca sordum.

“Dosyaları almış.” dedi.

Sırtımdan aşağı soğuk bir ürperti indi. “Hangi dosyalar?”

“Krallık bilgilerinin olduğu dosyalar ve siyah mühürlü dosya.” dediği an zeminin ayağımın altından kaydığını hissettim. Yapmış olamazdı, bu kadar değildi. Planları olabilirdi hatta çıkarları bile olabilirdi, kimin yoktu ki? Ancak ihanet...

Sertçe yutkundum. “Emin misiniz? O dosyayı aldığına dair kanıtınız var mı?” Görmeden, emin olmadan kimseye yargı veremezdim. Delil lazımdı, Kahraman Bey’e inanmam için ispat gerekliydi.

Kahraman Bey bilmiş bir şekilde gülümsedi. “Edremit'in torunu olduğun nasıl da belli.” dedi, o an her şeyden nefret ettim. Cep telefonunu çıkarıp ekranı tuşlamaya başladı ve sonrasında bana uzattı. “İşte ispat evlat. Görmediğim, bilmediğim bir konuyla torunumu okkanın altına atıp, insafına bırakacak değilim Alparslan.”

Ekranda oynayan videoyu izlemeye başladım. Güvenlik kamerasından bir açıydı, Armina bilgisayar başında parmağından çıkardığı yüzükle veri aktarımı yapıyordu. Yüzüğün içerisinde çip olmalıydı, onun için basit olaydı. Birkaç dakika süren işlem sonunda hiçbir şey olmamış gibi yerine geçti ve kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye başladı. Telefonu masanın üzerine bıraktım, bu kadarı bana yetmişti.

“Umay Çağın'ın dosyası kapandı Alparslan ama kapatmak hiç kolay olmadı. Babasının kanını döktüğünü Krallıktan kimse bilmiyor. Hepsi onların suikasta kurban gittiklerini bilirken, aslında babasını kendi kanından olan kızının öldürdüğünü öğrenmeleri Krallıktaki tüm temelleri sarsar. Armina ne yapmak istiyor inan bilmiyorum ama bildiğim tek bir şey var ki o gözü kara bir kadın. Amaçları uğruna atmayacağı adım yok.” deyip kederle başını eğdi. “Armina, Umay Çağın Gökalp dosyasını tekrar açmak istiyor Alparslan. Umay'ın üzerinden seni, aileni ve Krallıktaki düzenini sarsmak altüst etmek istiyor.” diyerek bakışlarını bana sabitledi.

Sinirle gerilen bedenimle kaskatı bir halde otururken “Krallığın hangi dosyaları kayıp?” diye sordum.

“As ve diğer üyelerin tüm bilgilerinin yer aldığı veri listesi.” diye mırıldandı. “Alparslan çok üzgünüm, engel olmak için elimden geleni yapacağım tabii ki ama görüyorsun ki artık yaşlandım. Bedenimin parçalanmış bir kum torbasından farkı yokken ne hüküm verebilirim ne de torunuma dur diyebilirim. Onu durdur Alparslan. Armina'yı durdurabilecek tek güç sensin. Planlarını devreye sokmak için önünde duran tek engel sensin, seni Umay Çağın ile bitirmek istiyor.”

Sinirle ellerim yumruk halini aldı. Kahraman Bey önce yumruk halini alan elime sonra tekrar bana bakarak yavaşça ayağa kalktı. “Sana söylemek zorundaydım evlat. Durdur onu, Armina senin, sizin sonunuz olacak.” diyerek sırtını dikleştirdi. “Şimdilik gidiyorum evlat, görevim buraya kadardı. Bu ihtiyarın bedeni daha fazla ihanet kaldıramayacak kadar yaşlandı.” deyip kapıya doğru ilerledi, arkasına kısa bir bakış atarak ağır adımlarla dışarı çıkıp, kapıyı kapattı. Olduğum yerde kaç dakika geçti bilmiyorum. Ne duyduklarım ne de gördüklerim anlamlı gelmiyordu. Zihnim tüm yaşanmışlıkları süzgeçten geçirirken gözlerimi kapatıp düşünmeye başladım.

“Bizleri vitrin gibi gördükleri ve gördüğünüz sürece size ve sizin gibilere her zaman benim alerjim olacak, özellikle de sana Alparslan. Çünkü sen onların başısın ve sen de herkes gibi aynı pencereden bakıyorsun.”

“Beni istemek büyük sorumluluk gerektirir. Başına bela almaya hazır mısın?”

“Bu zamana kadar işlerden elimi çektim çünkü hedeflerimi, çizgilerimi belirlemem gerektiğini düşündüm. Ancak düşündüğüm kâfi. Yolum belli, hedeflerim belli.”

“Kafama ne koyduysam bu zamana kadar onu yaptım Alparslan. Eğer saçma sapan bir imza yolumdaki taşı kaldırmama neden olacaksa atarım, biter.”

“O düzen uğruna öyle şeyler yaparım ki tahmin bile edemezsin Alparslan. Öyle ki seninle bile evlenebilirim.”

Gözlerimi hızla açtım, nasılda kör olmuştum? Her bir cümlesi aslında planlarına karşılık birer ipucu niteliğindeydi. Düşününce şimdi taşlar yerine oturmuştu. Valeri Şirketler Topluluğu ile anlaşma yapması, Umay Çağın'la ortak olması hepsinin sebebi buydu. Umay değil Armina ortaklık istemişti. Umay'ı yakından tanıyıp onu fethederek kaleyi içten yok edecekti. Benim Umay zaafımı o da biliyordu. Krallıkta ettiğimiz tartışma bizim için son değil başlangıçtı. Kalbimin ortasına ateş düştü. Armina benden, Umay'dan, Krallıktan bize dair her şeyden nefret ediyordu. Arık Böke'nin sözleri zihnime üşüştü.

“Armina bu düzenin içinde doğmuş biri olsa da tamamen sisteme karşı. Düzenin içinden geçmek için elinden geleni ardına koymadan yapabilecek bir kadın. Şükür edelim ki bu konularda umursamamayı, uzak durmayı tercih ediyor.”

Siktir kere siktir! Sinirle ellerimi saçlarımdan geçirdim. Bu kadarı çok fazlaydı. Benimle uğraşmak isteyebilir hatta canımı yakmaya çalışabilirdi, umurumda bile olmazdı ama ailemle ve özellikle Umay'la uğraşmaya karar verdiyse karşısında beni bulacak demekti. Bu saatten sonra attığı her adımda karşısında beni görecek, ateşimden payına düşen kıvılcımla cayır cayır yanacaktı.

Hışımla ayağa kalkıp ceketimi üzerime geçirdim. Nereye gideceğimi bilmiyordum, bildiğim bir şey varsa o da burada daha fazla duramayacak olduğumdu. Arık Böke'ye gitmeli ve tüm bu olanları ona anlatmalı, geri kalan ne varsa ona bırakmalıydım. Kararımı verip kendimi dışarı attım. Şirketten çıkmak üzereyken güvenliğin seslenmesiyle duraksadım.

“Alparslan Bey. Af edersiniz efendim, bu paket az önce size geldi, getiren kurye acil olduğunu söyleyip gitti.” diyerek elindeki kutuyu bana doğru uzattı. Kraft kâğıda sarılı kutuya karşıdan baktım.

“Kim göndermiş?”

“Adres ve isim yok efendim.”

Bir adım geri çıktım. “Güvenli mi?”

“Evet Alparslan Bey, tehlikeli bir durum söz konusu değil efendim.” deyip kutuyu uzattı. Başımı sallayıp, temkinli bir şekilde alarak güvenlik bankına ilerledim. Kutu hafifti, içinde evrak ya da onun gibi bir şey olduğunu düşünerek açtım. Kutunun içinden ters çevrilmiş bir fotoğraf ve siyah kâğıda kırmızı kalemle yazılmış bir not çıktı. Fotoğrafı alarak düz çevirip baktığımda, kutu elimden cam masanın üzerine düştü.

Fotoğrafta gizlice çekilmiş Armina ve Umay Çağın'ın bilmediğim bir yerde yan yana gülümserlerken ki halleri vardı. Umay'ın kuzguni siyah saçlarına Armina'nın turuncu kıvırcık tutamları dokunuyordu. Nefesimin kesildiğini hissettim. Aynı fotoğrafta Armina'nın yüzü kırmızı mürekkepli kalemle işaretlenmişti. Kırmızı mürekkep yüzünde kan lekesi gibi duruyordu. Hızla fotoğrafı kenara koyup, kutunun içindeki notu çıkararak okumaya başladım.

“Kan yasası bu; kanla yazılan kanla bozulacak. Nihayet tanışma vakti Kasabalı. Artık baş başa ve hiç olmadığımız kadar düşmanız.”

B.G.

Bu neydi şimdi, bu notta neyin nesiydi böyle? Önce nota sonra tekrar fotoğrafa baktım. İçime bir sıkıntı yerleşti. Armina'nın başında bir bela vardı ama o neredeydi? Evde, şirkette, abisinin yanında... Armina şimdi neredeydi? Notu ve fotoğrafı alıp ceketimin cebine yerleştirerek şirketten dışarı fırladım. Hızla arabaya gidip direksiyona geçerken, nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Marşa basıp gazı kökleyerek acı bir frenle anayola girdim. Evine gitmeliydim... Hayır evinde olamazdı. Onu biraz olsun tanıdıysam bu saatte hala şirkette olmalıydı. Direksiyonu Pinhan Bilişim'e çevirdim. Hız limitini aştığımın farkındaydım ama umurumda değildi. Notu gönderen her kimse Armina'yı hedef tahtası haline getirmişti ve onun başı beladaydı, önemli olan tek şey buydu. Trafik ışıkları kırmızıya döndüğünde arabalar dururken ben ardı arkasına küfürler savurmaya başladım. Bitmek bilmeyen altmış saniye ömrümden ömür götürüyor gibiydi. Yeşil ışık yandığı anda kornaya asılarak önüme geleni solladım. Yediğim küfrün haddi hesabı yoktu. Ona rağmen durmadım. Aklımda tek bir cümle dolanıyordu.

Ona bir şey olmasın.

Ona bir şey olmasın.

Ona bir şey olmasın.

Pinhan Bilişim'e yaklaştığım sırada telefonuma tanınmayan numaradan mesaj geldi. Hızla durup el frenini çekerek gelen bildirime baktım. Doğru tahmin etmiştim, mesaj ondandı. Okumaya başladım.

“Tanışmamızın şerefine bu seferlik eğlenceme ara veriyorum. Pinhan'ın arabası, kızın binmesine engel ol ki daha çok eğlenecek zamanımız olsun. Zaman demişken süre azalıyor Kasabalı. Tik tak, tik tak! Acele et Azrail ve Pinhan karşı karşıya.”

B.G.

“Kahretsin! Kahretsin!” diye bağırarak elimi arka arkaya sertçe direksiyona vurdum. Şerefsiz Armina'nın aracına bir şey yapmıştı. Armina o arabaya binmemeliydi. Aceleyle kontağı çalıştırıp tekrar gaza yüklendim. Pinhan Bilişim'in giriş alanına geldiğimde aklım beni terk etmiş gibiydi, sadece Armina'yı düşünüyordum, o arabaya binmemeliydi. Önüme çıkan hiçbir şeyi gözüm görmedi, buna güvenlik bariyeri de dahildi. Gaza yüklenip önümdeki giriş bariyerine sertçe çarptığımda plastik bariyer paramparça olurken, bir anda güvenlik sireni çalmaya ve güvenlik ekipleri arabaya doğru koşuşturmaya başladı. Umurumda değildi. Hızımı biraz düşürüp etrafı hızlıca tarayarak arabanın nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Ana giriş kapısına gözüm takıldığında zaman benim için durdu.

Armina, yanında bir adamla merdivenleri inmek üzereydi ve birkaç basamak ilerisinde onun için hazırlanmış araba bekliyordu. Araba... Kızın binmesine engel ol.

“O siktiğimin arabasına binmeyeceksin Armina!” diyerek direksiyonu Armina'nın arabasına çevirip gaza bastım. O esnadan sonra gördüğüm; Armina'nın arabasına arkadan çarpmam ve çarptığım freni boşalmış arabanın birkaç metre ileri gidip direğe çarparak havaya uçmasıydı.

Dışarısı bir anda savaş alanına dönerken, derin bir oh çekip başımı direksiyona yasladım. Ölebilirdi. Birkaç dakika geç gelmiş olsam şu an nefes almıyor olabilirdi. Rahatlamış bir şekilde derin nefes aldım. Şükürler olsun, yaşıyordu. Başımı direksiyondan kaldırdım, yaşıyordu ama ne haldeydi? El frenini çekip kendimi dışarı attım. Etrafta bir dünya güvenlik ordusu vardı. Bir taraftan alev alev yanan aracın yanına gidip söndürmeye çalışanlar, diğer taraftan ise etrafı ellerinde silahlarla güvenlik çemberi altına alanlar... Peki Armina neredeydi?

“Armina!” diye hiddetle bağırdım. Ses çıkmayınca daha yüksek sesle bağırdım. “Armina nerede?”

“Buradayım.” Sesi kalabalığın ve kargaşanın içinde cılız bir şekilde duyuldu. Dakikalardır ilk defa rahatladığımı hissettim. Korumaların arasından sıyrılıp beni gördüğünde, sendeleyerek bana doğru gelmeye çalıştı. Onu öyle görünce öne atılıp yanına koştum. Karşı karşıya geldiğimizde tüm korkum, endişem yerini sakinliğe bıraktı. Ne yaptığımı ne karşılık vereceğini umursamadan elimi boynuna getirip onu kendime çektim.

Elim Armina'nın boynundaki yerini korurken onunda ellerini bedenime dolamasıyla anlık hareketimin onda bulan karşılığı şaşırmama neden oldu. Derin derin nefes alıp şaşkınlığımı üzerimde atmaya çalıştım. Aldığım her nefeste kokusu ciğerlerimi doldururken bir kez daha nefes aldığı için şükrettim. Bedeninin sıcaklığı bedenime yayılırken başını göğsümde sakladı. Titrediğini hissettim.

“İyi misin?”

Ses yoktu, hiçbir şey demeden sadece titredi. Şok geçiriyor olmalıydı, yaşadığı olay onun için ağırdı ama bir tepki göstermeliydi. Ağlamalı, bağırmalı hatta belki kahkaha atmalıydı ancak onun sesi çıkmıyordu. Bir problem vardı.

“Kahretsin Armina, bir şey söyle!” diye söylendim, hala sesi çıkmıyordu. İstemeye istemeye kendimi ondan uzaklaştırıp baştan ayağa onu süzerek bakışlarımı yüzüne sabitledim. “Bir şey söyle.”

Ağlamamak için büyük çaba sarf eden bal rengi gözler, gözlerime takılı kalırken kırık bir tebessümle “Yaşıyorum.” dedi.

Dudağım yukarı doğru kıvrıldı. Yaşıyordu. Tüm asiliği, inatçılığı ve kalkık küçük burnuyla hayattaydı, nefes alıyordu. Bir anlığına huzurla gözlerimi kapattım. “Daha ölmedim.” diye sözlerine devam ederken huzur yerine öfkeye bıraktı, hızla gözlerimi açtım. Bu ne saçma cümleydi böyle? Ölüm dalgaya vurulacak bir şey değildi. Anlık olaydı, üstelik daha birkaç dakika önce neredeyse ölüyordu. Bunu nasıl hafife alabiliyordu?

Öğrenecekti. Ölümün benim yanımda şakaya bile gelmeyeceğini öğrenecekti, bir daha bu korkuyu bana yaşatamayacağını öğrenmek zorundaydı.

Gözlerinin içine bakıp birkaç saniye harelerinde soluklandım. Enfesti. Saatlerce bakarak dalıp gideceğim uçsuz bucaksız iki manzaraydı. Bakışlarımı yüzünde gezdirip ağırca yutkundum ve kelimelerimin her birinin üzerine basa basa konuştum. “Bir ihtimal daha varsa ölmek için bil ki artık yok.”

Duyduklarının etkisiyle kısa sürede duraksayınca kendime engel olamayarak tekrar sarıldım. Ona sarılmak anlık olaydı belki ama huzur getirmişti, ilk dans gibiydi. Hatta çok daha fazlasıydı. Teninin sıcaklığını hissetmek bağımlılık yapabilirdi. Nabzının atışını duymak sürekli dinlemek isteyeceğim tek şarkı olabilirdi. Fısıldayarak “Ben nefes aldığım sürece sana ölmek yok.” diye mırıldandım.

Söylediklerim ve hissettiklerimin yoğunluğuyla sarsıldım. Gözlerimin önüne inen sis perdesinin adı neydi bilmiyordum ancak beni ele geçirmeye başladığı kesindi. Gözlerimi sımsıkı kapatıp kollarımda saklanan küçük kadının yaydığı huzurun tadını çıkardım. O an onu herkesten, her şeyden koruyabilir, dünyaya meydan okuyabilirdim.

“Armina!”

Duyduğum sesle kollarım arasındaki bedenin gerilmesi bir oldu ve hızla benden uzaklaştı. Olduğum yerde kalakalmıştım. Arık Böke bize doğru hızla gelirken bakışlarım Armina'ya kaydı hala ürkek ve tedirgin duruyordu. Krallıkta bana gözdağı vermeye kalkan o kadından eser yoktu, savunmasızdı, kırılgandı. Haindi, benden nefret ediyordu. Zihnime üşüşen kelimelerle bir adım geri çıktım. Birkaç saat önce öğrendiklerim yüzümde tokat misali patlarken, ifademi sabit tutup Armina ile arama buz kırıkları serpiştirdim.

Arık Böke yanımıza geldiğinde korkuyla kardeşini inceleyip sıkıca ona sarılarak kokusunu ciğerlerine doldurdu. Az önce ben de mi böyle yapmıştım, kendime inanamıyordum. Ondan hızlıca ayrılıp ellerini kardeşinin yüzünde birleştirdi.

“İyi misin? Bir şeyin var mı? Hastaneye gidelim.” diyerek sözlerini arka arkaya sıralarken, Armina ellerini abisinin elleri üzerine sabitledi.

“Sakin ol abiciğim, iyiyim. Hastaneye gitmeme gerek yok, yaralanmadım.”

Arık Böke yorgun bir nefes koydu. “Çok korktum Armina. Allah belamı versin ki çok korktum. Patlama sesini duyduğum an...” deyip sözlerini tamamlayamadan tekrar kardeşine sarıldı. Armina abisinin güvenli kolları arasında küçücük kalmıştı. Küçük bir kız çocuğu gibi duruyordu. Küçük, yaramaz bir kız çocuğu...

“İyiyim abiciğim gerçekten iyiyim. Alparslan olmasaydı daha kötü şeyler olabilirdi ama şu an iyiyim sadece biraz dinlenmek ve şok etkisini üzerimden atmak istiyorum.”

Arık Böke kardeşinden biraz uzaklaşsa da kolunu kardeşinin üzerinden çekmedi. Bana doğru döndüğünde baştan aşağı beni inceledi. “Dostum iyi misin?”

“Yaşıyorum.” dedim. Armina'nın dudaklarının hafifçe yukarı kıvrıldığını görür gibi olmuştum ya da bana öyle gelmişti bilmiyordum. Şu an ne hissettiğimden ne gördüğümden emin değildim. Kafam karmakarışıktı.

“Senin nasıl haberin oldu? Şirkette değil miydin sen?”

Armina'ya yandan bakış atıp “Geçerken uğradım.” diye geçiştirdim.

“Geçmişken Armina'nın da arabasına çarpayım mı dedin?” dediğinde imayla tek kaşı havaya kalktı.

“Evet öyle dedim. Doğaçlama seviyorum ben bilirsin.” deyip her ikisine de bakış attım. “Her şey yolunda olduğuna göre herkes yoluna. Geçmiş olsun hepinize.” diyerek Arık Böke'nin omzunu sıktım. Armina'ya bakmadan hafif baş selamı vererek yanlarından ayrılmak üzereydim ki Arık Böke kardeşinden ayrılarak yanıma geldi.

“Sen bir dursana.”

Başımı çevirip ona bakarak tek kaşımı havaya kaldırdım.

“Nasıl haberin oldu Alparslan, Krallıkla bir ilgisi mi var?”

“Bilmiyorum. Krallıkla ilgisi olduğunu sanmam kimsenin götü yemez böyle bir şeye. Ancak şüphelerim var, öğreneceğim ve öğrendiğimde ilk senin haberin olacak.” diyerek Arık Böke'nin arkasında kalan Armina'ya baktım. “Çok korkmuş, şimdi teorilerini bir kenara bırakıp kardeşinle ilgilen, bir şey çıkarsa ben sana haber veririm.”

“Abi ben gidiyorum.” diye bağıran Armina sözümü bitirirken abisine seslendi. Arık Böke arkasını dönüp “Sen hiçbir yere gitmiyorsun küçük hanım. Benimle birlikte geliyorsun.” diye karşılık verdi. Armina gözlerini devirirken az önceki korkmuş küçük kız çocuğunun yerini, sivri topuklu, sivri dilli asi almıştı. Bakışlarımı başka yöne çevirdim.

“Onu taş eve götüreceğim, işin aslını öğrenmek istiyorum. Bir süre benim yanımda kalacak.”

“İyi edersin.”

“Sen de geliyorsun.” dediğinde kaşlarımı çattım.

“Anlamadım?”

“Sen de geliyorsun dedim Alparslan, neyini anlamadın? Bu geçerken uğrayıp Armina'nın arabasına çarpayım olayını gel bir de bana anlat bakalım.” Gözlerimi devirdim.

“Çok büyütüyorsun Arık Böke. Oldu bitti.”

“Olanı gördüm dostum. Biteni konuşacağız biz.” deyip önce kardeşine sonra bana baktı. “İkiletme beni, sanki taş ev gelmediğin yer amına koyayım, zaten kanım deli akıyor bir de sen canımla oynama.”

“Tamam lan tamam. Ne konuştun anasını satayım, tamam geleceğim. Siz önden gidin ben şu kaportaya ayar çekip geleceğim. Oldu mu?”

“Oldu.” deyip hafifçe gülümsedi. Arkasını dönüp bir iki adım atmıştı ki başını geri çevirip bana baktı. Gözlerinde minnet vardı. “Alparslan!” diye seslendiğinde ne var dercesine göz kırptım.

“Eyvallah kardeşim.” dediğinde hafifçe tebessüm ettim.

“Eyvallah bizden olsun kardeşim.”

****

Pinhan Bilişim'den ayrılıp Krallığa gittiğimde gün yavaş yavaş inmeye başlamıştı. Önce garaja inerek haşatı çıkmış arabayı bırakıp sonra odama doğru çıktım. Odaya girip kapıyı arkasından kilitledim. As üyelerden birkaçı odalarındaydı ve benim şu an onlarla uğraşacak halim yoktu. Önce bir duş alıp üzerimdeki gerginliği atmalı sonra da Arık Böke'ye gitmeli ve saldırıyı yapanlar hakkında bilgi toplamaya başlamalıydım.

Üzerimdekileri çıkarıp soğuk suyun altına girdiğimde, iri su damlaları tenimden akıp giderken gözlerimi kapattım. Dün ve bugün bitmek bilmeyen bir kâbusun sürekli tekrarını yaşıyor gibiydim. Düşüncelerim, duygularım hız trenine binmiş oradan oraya savruluyordu. Armina son iki gündür hayatımın her alanına bomba gibi düşmüştü.

Krallıkta toplantı salonuna girdiği andan itibaren sinir katsayımı yükseltirken, yaptığı teklifle şaşırıp kalmama neden olmuştu. Arık Böke'nin kardeşi olması her şeyi yokuşa süren etmenlerden yalnızca biriydi. Bir de Kahraman Soyludere meselesi vardı ki düşündükçe şakaklarımdan ağrı vuruyordu. Armina hain olabilir miydi?

Gördüğüm ve tanıdığım kadın başka, duyduğum ve öğrendiğim kadın bambaşkaydı. Bir intikam uğruna hayatını kaydırabilecek gözü karalığa sahip olan, öyle ki bu uğurda ihanete bile başvuran kadınla, kokusu zihnime mıh gibi kazınmış, bal gözlü kadın aynı kişiler miydi?

Elimi sertçe banyonun fayanslarına vurdum. Aklım almıyor, kalbim tüm bu gerçekliği reddediyordu. O hain olamazdı. Armina bana kini olsa bile bunun için başka birinin hayatını ortaya serecek kadar alçak biri değildi. O zaman siyah mühürlü dosyayı neden almış ve neden Umay'la ortak olmaya karar vermişti? Videoda izlediğim görüntülerin amacı neydi?

Gerçekler gün gibi ortadayken bir yanım bu insafsız yaftaları ona yakıştıramıyordu. Kahretsin bana ne oluyordu? Ben düşünceleri sabit, net bir adamken nasıl gri bir adam haline gelmiştim? Aklım ve tecrübem Armina'ya başka gözle bakarken, derinlerde bir yerde kalbim ve hislerim bambaşka bir Armina görüyordu. İki gün boyunca bana yaşattığı duygu karmaşasını çözmeye ve sonuca ulaşmaya çalıştım.

Sinirlenmiştim...

Şaşırmıştım...

Reddetmiştim...

Nefret etmiştim...

Korkmuştum...

Korkmuştum. Gelen paket ve patlayan araçta onun olduğu düşüncesi ölümüne korkutmuştu beni. Ben hiçbir şeyden korkmazdım. İstanbul'a hükmeden adamın korkusu olmazdı. Bal rengi gözlerinde korkuyu gördüğümde, dünyayı ateşe vermek gelmişti içimden. Armina'nın gözünde o korkuyu görmektense tüm dünya Ateş'imden nasibini almalı, cayır cayır yanmalıydı. Soğuk su tenimden akarken bir şimşek çaktı beynimde.

“Allah kahretsin!” diye söylenip başımı buz gibi fayansa dayadım. Tüm bunların tek bir açıklaması vardı. Fırat denilen o iti, Armina'dan uzak tutmak istememin de onu Krallığa sokmak istemeyip zarar görmesinden endişe etmemin de Arık Böke'ye kardeşine gücü yetmediği her anda duyduğum öfkenin de araba patlarken yaşadığım korkunun da hepsinin sebebi vardı.

Koskoca İstanbul'a hükmeden adam bir çift göze esir düşmüştü. Bir hainin küçücük yüreğine, bal rengi gözlerine tutulmuştu buzla kaplı yüreğim.

Kafamı art arda banyonun fayansına vururken her şeyden nefret ettim.

Onun asiliğinden, benim inadımdan...

Onun vicdansızlığından, benim kalpsizliğimden...

Onun sözlerinden, benim hislerimden...

Armina Pinhan kendi çıkarları uğruna herkesi gözünü bile kırpmadan harcayabilecek çıkarcının tekiydi. Onunla olmazdı, olmazdık. Aramızda uçurumlar vardı. Kan kokusu vardı, ölüm vardı, ihanet vardı. Elim sol yanıma giderken tüm düşüncelerimi zihnimden attım. Tüm hislerimi buz gibi kalbime gömüp kalpsizliği zırh ettim kendime. Armina Pinhan bu saatten sonra göğsüme saplanmış paslı bir hançerdi.

Krallıktan aldığım yeni araba Arık Böke'nin taş evinin çakıllı yoluna girerken, birkaç gündür yaşadığım karmaşanın nihayet durulduğunu hissettim. His yoksa karmaşada yoktu. Nihayetinde nefretin olduğu yerde hiçbir şey olmazdı. Zülfikar elimde, Ali'nin yüreği derinimde saklıydı. Başımı sağa sola sallayıp kafamı toparlayarak aracı taş evin otoparkına park ettim.

Taş eve ne zaman gelsem şaşırıyordum. Arık Böke gibi kapalı kutu bir adamın her yeri camla kaplı evi nasıl olurdu, bir türlü aklım almıyordu. Karakteri kat kat olan adamın resmen camdan şatosu vardı. Ev sıfır mahremiyet barındırıyordu.

Mahremiyetsiz piç!

Arabadan indiğimde saçlarım deli bir rüzgarla uçuşurken, gömleğimin yakaları dalgalanmaya başladı. Arabada fark etmemiştim ama dışarıda inanılmaz bir gürültü ve rüzgâr vardı. Sanki Arık Böke bahçesine jet indirmiş gibiydi. Aklıma gelen düşünceyle tebessüm ettim. Arık Böke'nin jeti yoktu, olsa da evinin bahçesine indirecek kadar gösteriş budalası değildi. Yani olmasa iyi ederdi.

Taşlı yolda ilerlemeye başladığımda pervane sesini andıran gürültü sona ererken rüzgârın şiddeti dindi ve hava normal halini almaya başladı. Nedensizce meraklandım. İçeride bir şey olmalıydı, aniden ortaya çıkan rüzgârın da bir anda ortaya çıkan gürültünün de başka açıklaması olamazdı. Adımlarımı hızlandırıp girişe doğru ilerlemeye başladım. Kapıyı çalmak üzereyken güvenlik kodunun açık olduğunu fark edip çalmadan içeri girdim. Geleceğimi bildiği için güvenliği kısa süreliğine askıya almış olmalıydı, belki de kardeşinin bugün yaşadığı olay yüzünden aklı karışmış ve kapının kodunu tekrar etkinleştirmeyi unutmuştu. İçeriye adım attığımda etrafta sessizlik hakimdi. Herkes neredeydi?

“Arık Böke?” diye seslensem de cevap alamadım. Biraz daha ilerleyip koridordan salona doğru adımlamaya başladım. Bir yandan da söyleniyordum. Hem evine çağırıyordu hem de evine gelenden gidenden haberi yoktu. Ellerimi cebime sokup bahçe kapısına yol aldım. Salonda olmadığına göre büyük ihtimal bahçedeydi, yine begonvillerini sularken hayallere dalmış olmalıydı. Bahçe kapısına yaklaştığımda dışarıdan mırıltılar gelmeye başladı. Doğru tahmin etmiştim, bahçede oturuyorlardı. Yanlarına gitmek üzereyken büyük cam pencerelerden dışarısına baktım.

“Yok amına koyayım!” diye dudaklarımdan şaşkınlık nidası döküldü. Az önce kendimce dalga geçerken şimdi gerçekten de bahçede siyah bir jet görüyordum. Kaşlarım havaya kalkarken birkaç adım daha attım ve gördüklerimle donup kaldım. Dışarıda Valeri Almeda imzası taşıyan siyah bir jet, açık kapısından çıkan birkaç adam ve onların peşinden inen siyah kuzguni saçlı bir kadın vardı.

Ağır ağır yutkunurken gördüklerime inanamayarak bahçe kapısına gidip pervazına tutundum. Gerçek olamazdı, o kadar yıldan sonra sürgün edildiği yere sessiz sakin gelmiş olamazdı. Armina'nın yanında gördüğüm kadının sunduğu görsel B.G. denilen şerefsizin gönderdiği fotoğrafa eşdeğer nitelikteydi. Gözlerimi birkaç kere kırpıştırdım o gelmişti. Nihayet yuvasına dönmüştü. Arık Böke'nin elindeki bardak yere düşüp paramparça olurken, içimden bir şeyler koptu. Silkinerek kendime gelip yıllar sonra ilk kez, canlı kanlı bir şekilde gördüğüm, özlemden ciğerimin solduğu ikizimin adını haykırdım.

“Umay Çağın!”

Loading...
0%