@bberdogans
|
ALPARSLAN ATEŞ KASABALI Gün gelir de saçının bir teline bile zarar gelirse, varolduğum şehre savaş açacağım. Birkaç saat önce İbrahim Abi'nin Yeri... Ardı arkası kesilmeyen telefonun başıma dert açacağı her çalışından belliydi. Edremit Gökalp'in beni arka arkaya arıyor olmasının tek nedeni ona Umay'la ilgili haber uçmuş olmasıydı. Beni bu saatte aramaması gerektiğini biliyordu ki aramazdı da zaten, Umay'dan haberi vardı, belliydi. Bu saate kadar sessiz kalmış olmasına bile şaşırmak lazımdı. İhtiyarın her yerde gözü kulağı vardı ve Umay'ın kanatlanıp Türkiye'deki özel bir mülke ani iniş yapmış olması bile belli ki onun kulağına gitmişti. Masaya ve dönen muhabbete ortak olmak istercesine dikkatimi vermeye çalışsam da huzursuzdum. Bu huzursuzluk herhangi bir kişiden ya da olaydan sebep değildi. İçim sıkılıyordu ve ardı arkası kesilmeyen çağrılar bu huzursuzluğumu tetikler nitelikteydi. Telefonum bir kez daha çalarken masadaki telefonu alıp arayana baktım, Edremit Gökalp'ten başkası değildi. Meşgule attım, şu an Umay'la geçireceğim kısacık vaktin keyfini çıkarmalıydım. Ani gelişinin gidişi de ani olacaktı, bu tavırlarından belli oluyordu. Edremit Gökalp'e yakalanmamak istiyordu çünkü hazırlıksız gelmişti, Armina için hazırlıksız bir şekilde gelmiş, sonuçlarını düşünmemişti. Hayatı şu an tehlikedeydi ve o, buna rağmen yanımda keyifle oturuyor, sıradan muhabbetlere kadeh kaldırıyordu. Telefonum bir kez daha çaldığında öfke bedenimi hızlı bir şekilde istila etmeye başladı. Ben telefona cevap vermediğim sürece bu cevapsız çağrılar devam edecek, huzursuzluğum iki misline çıkacaktı. Sinirle soluğumu bırakırken, gergin bir ifadeyle masadakilerden müsaade isteyip yanlarından uzaklaştım. Sessiz ve ücra bir yere vardığımda telefonu açtım. "Alparslan Ateş neredesin?" diye iğneleyici tonda soru soran dedeme göz devirdim. "Hesap vereceğim yaşı geçtim dede. Nerede olduğum seni ilgilendirmez." Dedem sinirle nefesini bırakırken sivri tonlamalarla "İlgilendirir delikanlı." dedi. "Onun yanında mısın? Söyle bana Alparslan Ateş onunla mısın?" Biliyordum, geldiğini öğrenmişti. Etrafa bakış attım, buraya gelmesi ya da peşimize birini takması imkansızdı. O yüzden ağzımı aramak için telefon açıyordu. Bozuntuya vermedim, ses tonumu sabit tutup "Kimden bahsettiğin hakkında fikrim yok dede." dedim. Dedem bir süre sessizliğini koruyup sonrasında "O gelmiş." dedi. Adını söylemeyecek kadar nefret ediyordu. Ben Umay Çağın'ı ne kadar gözümden sakınıyorsam, o da torununu o kadar gözden çıkarmıştı. Hafif şaşırmış gibi "Umay Çağın mı?" diye sordum. Dedemden tiksinircesine bir ses çıktı. "Anma o uğursuzun adını!" dedi. Boşta kalan elim sinirle yumruk halini alırken onun uğursuz, benimse yıllardır uğurum saydığım kardeşime gözlerim ilişti. Umay Çağın'ı herkes yıllarca Uğursuz Tohum olarak bilmişti. Bense onu ölen kız kardeşim yerine koymuş, kendime uğur bellemiştim. Kan kokan bu taşlı yolda tek uğurum Umay Çağın'ın bir yerlerde hala nefes alıyor olmasıydı. Boynumu sinirle sağa esnetirken "Benim yanımda kimse yok." diye her kelimeye dişlerimi sıkarak vurgu yaptım. Dedem ikna olmuş olacak ki "Peki sen neredesin?" diye sordu. "Krallık yolundayım." diyerek yalan söyledim. "Ne için?" "Hesap mı vereceğim?" "Verme tabii." dedi alaya alır gibi. "Hesap vermek zorunda değilsin elbette ancak evlendikten sonra." diyerek duraksadı. "Hala bana bir adayla gelmedin, bana hesap vermek istemiyor ve Krallıkta sorgusuz sualsiz tam yetki istiyorsan benim karşıma evleneceğin kadını çıkarmak zorundasın Alparslan Ateş." "İstek ve şikâyet saatleri mi oluşturdun ihtiyar? Umay'ı söyledin, evlilik konusunu tekrar piyasaya sürdün ne kaldı geriye?" "Bu bir oyun değil Alparslan Ateş. Krallık veliaht istiyor." "Krallık benden çıkacak bir çocuğun istikbaline kaldıysa çökmeye mahkumdur Edremit Gökalp." Dedem sözlerimi umursamamayı tercih etti. "Veliaht verecek tek kan sensin Alparslan. Alptuğ bu işlerden o kadar uzak ki ve tabii bir de o var, Uğursuz Tohum..." deyip duraksadı. "Kendinden ne hayır gördü bu aile de piçinden hayır görsün. Ailemizi ilerletecek tek kan sensin, kanunlar devam etmeli, evlenmen şart." "Umay Çağın'a elin değmeyecek! Evleneceğimi de söyledim zaten düş yakamdan artık." Dedem sığ bir nefes koyuverdi. "Ama ne zaman çocuk? Zaman daralıyor." "Nikahıma alacağım kadını bulduğum zaman." O kadın ruhuma işlediği zaman... "İşimiz var o zaman." Alayla gülümsedim. "Benim acelem yok ihtiyar, toprak beni değil seni çağırıyor." "Kimin kimden önce öleceği belli olmaz Alparslan Ateş." diye mırıldanan dedemin sözleri aniden sırtımdan aşağı ürperti inmesine neden oldu. "Kapatıyorum şimdi torunum. En kısa zamanda çıkar gelinimi karşıma, yoksa ben senin karşına evleneceğin bir kadın çıkarmak zorunda kalacağım." deyip cevap beklemeden telefonu kapattı. Bu neydi şimdi? Önce Umay'la ilgili aldığı istihbaratı tescillendirmek istemiş, sonrasında evlilik öne sürmüş, daha sonrada açıkça tehditte bulunmuştu. Kimi tehdit ediyordu? Beni mi? Umay'ı mı? Sinirle elimdeki telefonu sıkıp, sıkıntıyla sakalımı sıvazladım. Edremit Gökalp bir telefonla birkaç konuyu ele alıp kafa karıştırmaya çalışıyorsa vardı bir planı. Bu sefer kimin başını yakacaktı? Huzursuzluğum şiddetlenirken bir kez olsun hislerime güvenip Murat'ı aradım. "Buyur abi." diyerek ikinci çalışta telefonu açtı. "Murat izindesin biliyorum ama bana lazımsın." "Emrin olur abi." diyen Murat'a, onun izni süresince olanlardan ve Umay Çağın'ın gelişinden bahsedip bütün günü bilmesi gerektiği kadarıyla anlattım. "Umay'ın korunması gerekiyor Murat ve bu konuda Krallıktan kimseye güvenemem. Adım geçmeden Umay'ın etrafına güvenlik çemberi oluşturulsun hemen." Murat sözlerimi dikkatle dinledi. Sonrasında "Hemen abi. Umay Hanım şimdi nerede? Güvenlik ağını kuralım." dedi. "Şimdi benim yanımda koçum ancak biliyorum ki ülkeden gitmeden önce kesinlikle yengeme uğrayacaktır. Edremit Gökalp çakalın teki, kalıbımı basarım Umay'a orada pusu kurar. Mezarlığı kuşatın. Umay'ın saçının teline zarar gelmeyecek anladın mı beni?" "Anladım abi." dedi Murat net bir şekilde. "Siz yarım saat kadar daha Umay Hanım'ı oyalayın. O yanınızdan ayrıldığında bana çağrı gönderin, gerisi benim kontrolüm altında." "Tamam koçum eyvallah." deyip telefonu kapatırken biraz olsun rahat nefes aldım. Edremit Gökalp leş yiyici bir çakal olabilirdi ama orman benimdi. Yaşlı çakalın bir kez daha salyasını akıtarak yaralı ceylanın peşinden koşmasına müsaade etmeyecektim. **** Umay'ın yanımızdan ayrılmasıyla birlikte herkes masadan teker teker kalktı. Dedemden gelen telefondan sonra huzursuzluğum etrafa da yayılmaya başlamıştı. Umay'ın beni yoklayan bakışlarını birkaç kere yakalamış olsam da cevapsız bırakmıştım. Ona son kez sarıldığımda burnumu sızlatan özlemi şimdiden tüm hücrelerimde hissediyordum. Her elvedanın sonu yeni başlangıçlara gebe kalırdı, ancak Umay Çağın'la arama giren elvedalar bize asla yeni başlangıçlar sunmadı. Bizim başlangıçlarımız olmazdı. Yaptığımız sadece kısır bir döngüden ibaretti. Kafese kapatılmış bir kuşun özgürlüğü kadardı başlangıç sanıp attığımız adımlar. Kısıtlı, yarım, eksik... Bugün karşımda gördüğüm genç kadın dünyayı kasıp kavuran teknolojilere kapı aralayan, attığı adımlarla olay yaratan muhteşem bir girişimci olabilirdi. Ancak dünyaya diz çöktüren o kadının, yıllar önce zorla diz çöktürüldüğünde dizlerinde oluşan morlukları hala daha sararmamıştı. Sarmaşık yeşili bakışlarının ardı hala sonbahardı. Nazenin yengenin adının geçtiği her cümlede gözlerine yağmur bulutları yüklenirken, o bulutlar bulunduğu yere arka arkaya şimşek düşürüyordu. Acısı hala dinmemişti aksine acısını kan bürümüştü. Tüm o yükselişin sebebi, ağlayarak sürgün yediği yere adından söz ettirerek dönmek istemesiydi. Fırtınaydı o, esmeden, yıkıp geçmeden durmayacaktı. Farkındaydı ya da değildi, gözünü intikam bürümüştü. Bu uğurda kimseye acımayacaktı. Peki ona acıyacaklar mıydı? Dost bildikleri bile onu vurmanın peşindeyken ne kadar ayakta kalabilirdi ki? Öyle ya da böyle aslında hepimiz bir şekilde namlunun önünde yürüyorduk. Kurşun yemek mühim değildi, ölüm ensemizde bir soluktu. Öyle ki yediğimiz kurşunun yarası iz bırakırdı elbet ama geçerdi bir gün sızısı... Ne izi ne sızısı geçmeyen ise kurşunun çıktığı silahı kimin tuttuğu idi. Umay Çağın'ı ve beni vurmak için eli silah tutanlar uzağımızda değil en yakınımızdaydı. Kanımızda, ruhumuzda en çokta yüreğimizin derinliklerinde. Havanın soğuğuna aldırmadan evin terasında oturup puslu gökyüzüne bakarken bugün öğrendiğim ve gördüklerimi düşünmeye başladım. Umay Çağın ve Armina boylarına bakmadan büyük bir işe girişmişlerdi, öyle ki bu girişim ikisinin de canını tehlikeye sokuyordu. Benim kralı olduğum ormandaki tek çakal Edremit Gökalp değildi. Ay Gözü dedikleri tasarımın duyulmaya başlanmasıyla beraber inlerinde saklanan ne kadar leş yiyici varsa hepsi onların peşine doluşacaktı. Umay Çağın burada değildi, bu tasarımın arka planında anonim halde kalmaya, sadece yatırımcı olarak kendini göstermeye devam edebilirdi. Armina ne yapacaktı? Arık Böke onu pekâlâ koruyabilirdi. Sonuçta onun adı Zifir'di. Başımı olumsuzca salladım. Zifir onu her şekilde korurdu ancak bu Arık Böke'nin ifşası anlamına gelirdi. Zifir'in ifşa olması, Ateş'in idam sandalyesine tekme atardı. Armina'yı ise gizli kalarak koruyamazdı. Ellerimi saçlarımdan geçirerek puslu gökyüzüne bakmaya devam ettim. Gecede benim kadar gri, benim kadar kararsızdı. Armina'nın zekasına yön veren Umay'dı ve beni çıkmaza sokan da aslında buydu. Umay Çağın ile Armina'nın ortaklığı bütün yollarıma ket vuruyordu. Armina eğer Umay olmasa bu boyutta bir adım atamazdı. Onda o yürek yoktu, Umay onun kanına girmiş olmalıydı. Arık Böke ile konuşmalı ve bu konu hakkında rota çizmeliydim. Krallık benimdi. Çakal sürüsünün önündeki kurt bendim. Armina Pinhan'ı benden başka kimse koruyamazdı. İçimde kopan fırtınaya dur dediğim anda karşıma tek bir seçenek çıkıyordu, Armina bu işe Umay Çağın yüzünden girmişti ve bu sebepten Armina'yı korumak bana haktı. Minik minik damlalar gökyüzünden inmeye başladığında puslu hava kararını yağmurdan yana kullanırken benim için düşünceler hala griydi. Arık Böke'yle konuşuncaya kadar da gri kalmaya devam edecekti. Yanı başımdaki sehpadaki telefon titremeye başlayınca Arık Böke'nin zamanlamasına alkış tuttum. Adının geçtiği yerde olmasa bile varlığını hissettiriyordu. Uzanıp telefonu elime aldığımda arayanın Murat olduğunu görünce yerimde doğrulup, hemen çağrısına cevap verdim. "Söyle Murat." Murat nefes nefese bir sesle "Abi haklıymışsın." dedi. Biliyordum! İhtiyar durmayacaktı, ona ihtar çekmişti. Bedenimden ürperti gelip geçerken sertçe yutkundum. Yüreğimin el vermediği sözler dilimden lav olup aktı. "Umay vuruldu mu?" "Edremit Bey mezarlıkta pusu kurmuş Umay Hanım'a abi. Ancak biz Edremit Bey'in pusu çemberinden önce konumlandığımız için tehlikeyi önlemiş olduk." diyerek açıklama yapan Murat'ın ne dediğini umursamıyordum. Bana tek bir sorunun cevabı lazımdı. "Umay Çağın vuruldu mu Murat?!" Murat boğazını temizledi. "Abi Nazenin Hanım'ın mezarında birkaç damla kan izi bulduk." diye fısıldadı. Hızla ayağa kalktım. Bulmuştu. Edremit Gökalp'in köpekleri Umay'ın kanını dökmüştü. "Kim vurdu onu?" diyerek soludum. Üzerime ölüm sakinliği çökmüştü. "Umay'a değen kurşun hangi itin silahından çıktı?" "Ağır yaralı abi. Bizim çocuklar indirmişler aşağıya, şimdi Krallık Hastanesi'nde, yoğun bakımda." Sertçe nefes bıraktım. "Ölmeyecek Murat. O it ölmeyecek. Azrail'den önce beni görecek, ölmek için medet dilenecek ama beni görmeden ölmeyecek! Ben gelene kadar kimseyi yaklaşmayacak o köpeğin yanına, anlaşıldı mı?" "Anlaşıldı abi ben hastanedeyim zaten kapıda bekliyorum. Kimseyi sokmam buraya gözün arkada kalmasın." "Arayacağım seni yine Murat, saat başı haber ver bana." dedim. "Tamamdır abi. Başka bir emrin var mı?" diye soran Murat'a "Şimdilik yok." diye cevap verip telefonu kapattım. Onun şimdilik yapacağı bir şey yoktu ama benim vardı. İçeri girip şifonyerden hızla ceketimi alıp evden çıktım. Aynı hızla arabaya binip yolcu koltuğu altındaki bölmeden emaneti çıkararak koltuğun üzerine atarken, gecenin sessizliğini dağıtan tek şey arabamın çiftliğe giden yolun virajını dönerken çıkardığı intikam çığlığıydı. Arabayı çamurlu yola sokup motoru kapattıktan sonra, karşımda tüm heybetiyle duran çiftliğe baktım. Gecenin karanlığında ay gibi parlıyordu. Kanlı ay gibiydi. Başka biri bu çiftliğin güzelliği hakkında sayfalarca methiye düzebilirdi, bu lanet yuvası başka birinin gözlerini güzelliğiyle boyayabilirdi, ancak benimkini değil. Bu evin pencerelerinden kan damlıyordu. Evi var eden her bir duvarda, tahtada ah vardı. Umay Çağın'ın gözyaşları, benim hayal kırıklıklarım vardı. Saçlarından sürüklenerek kapının önüne atıldığı zaman gözümün önünden gitmiyordu. "Uğursuz Tohum!" "Oğlumun katili!" "Aileye ihanet ettin!" O günden sonra bir daha bu lanet yuvasına adım atmayacağıma dair yemin etmiştim. Buradayken kursağımdan geçen son yemek Umay'ın buradan sürüldüğü akşama aitti. Onun gidişi benim ayağımı kesmişti. Bu gece buraya tekrar aynı sebeplerden gelmiş olmam kaderin bana attığı çelmelerden biriydi. Ancak bu seferki çelme beni düşüremezdi. Artık Edremit Gökalp'in karşısında sessizce olanları izleyen Alparslan yoktu. Karşısında Alparslan Ateş Kasabalı vardı. Yanımdaki koltuktan emaneti alıp arabadan inerek silahı belime yerleştirdiğimde gökyüzünde bir şimşek çaktı. Yağmurun ıslatmasına aldırış etmeden hızla ahşap eve doğru ilerledim. Verandaya çıkıp elimin tersiyle kapıyı yumrukladım. Saatin kaç olduğu, Edremit Bey'in uyuyup uyumadığı umurumda değildi. Bu gece hesaplaşma vaktiydi, dedem üzerinde robdöşambr ile kapıyı açtığında bir şimşek daha düştü. "Hayırdır torunum? Bu saatte, burada, yıllar sonra..." diye şaşkınca mırıldandı. Şaşırmıştı, her halinden belliydi. Buraya bir daha ayak çevirmeyeceğine yemin eden torunu hiç olmadığı kadar öfkeli bir şekilde ona bakıyordu. Sözlerini umursamadan "Sen ne yaptın Edremit Bey?" diye sordum. "Demek haberi geldi. Geç içeri konuşalım." diyerek kapıyı ardına kadar açıp beni içeri buyur etti. Önce ona sonra içeriye baktım, içeri doğru attığım adım sonun başlangıcıydı. Ağır adımlarla salona ilerlediğimde her şeyin aynı olduğunu fark ettim. Vazodaki çiçekler bile aynıydı, hiçbir şey değişmemişti. Dışarıda hayat akmaya devam etse de evin içinde zaman durmuş gibiydi. "Seni yıllar sonra tekrar burada görmek... evine hoş geldin evlat." diyen dedeme dönüp baktım. Puslanmış bakışlarla beni inceliyordu. "Her ne kadar güzel bir sebep için gelmeni dilemiş olsam da yine de seni burada görmek güzel." diye fısıldadı. "Onun buraya geldiğini biliyordun." deyip bakışlarımı onun yapmacık ifadeli yüzüne sabitledim. Dudağının bir kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. "Elbette biliyordum. Nasıl cesaret edebildi hala şaşırıyorum. Benim mekanıma hakkı olmadığı halde destur almadan girmiş olması..." dediğinde sözünü kestim. "Benim! Benim mekanıma girdi, hakkı olan yere, destur almasına gerek olmayan yere istediği gibi girdi." Sertçe nefes bıraktım. "Hala anlayamadın değil mi? Onun kanadını kırmaya çalıştıkça benim kanımı akıttığını hala anlamadın." "O benim oğlumun canına kıydı. Onunda kanı dökülmeli." Sinirle bağırdım. "Senin oğlunun canı cehenneme! Başımıza gelen tüm bu siktiri boktan şeyler oğlum diye yere göğe koyamadığın adam yüzünden oldu. Gelininin kanı var oğlum dediğin adamda, torununun gözyaşları ıslatıyor mezarının toprağını." Pişkin bir şekilde "Kader." dedi. Karşımdaki içini katran bürümüş adamla kan bağımın olması küfür gibiydi. Alayla sözlerini tekrarlayıp belimdeki silahı çıkararak aramızda kalan masanın üzerine bıraktım. Dedemin gözleri önce silaha sonra bana döndü. "Bu silahın içinde tek bir kurşun var. Ya senin canını alır ya da benim. Ben ölürsem kaza dersin, kapatırsın yine konuyu. Konu kapatmalarda yoktur senin üstüne. Peki sen ölürsen ne olur dede? Kader mi deriz, intihar mı?" "Silah şakaya gelmez Alparslan." Alayla kahkaha attım. "Öyle mi? Bu gece Umay'a pusu kurdururken de aynı şeyi düşündün mü Edremit Gökalp?!" Başıyla silahı işaret etti. "Kaldır şunu yerine, dede- torun konuşalım." "Biz o sınırı geçeli çok oldu. Seninle aramdaki tek bağ Krallık, ki bu geceden sonra artık o da yok." Dedem sözlerim karşısında afallarken ifadesini sabit tutmaya çalışarak "O ne demek?" diye sordu. Masanın dibindeki sandalyeyi çekerek oturdum ve bacak bacak üstüne attım. "Şu demek; Gökalp Krallığının lideri olarak sen Edremit Gökalp'i, kendi çıkarları uğruna kendi soyunun kanını dökmek ve kurallara itaatsizlikten Krallık üzerindeki yetkilerinden azlediyorum. Bundan sonra hiçbir Krallık toplantısında yer almayacaksın. Kahraman Soyludere gibi sende davetten davete piyasaya çıkacaksın." Dedem sinirle soluk alırken "Bunu yapamazsın, ben kurucuyum. Yasalar benim elimde." dedi. "Yürütme ve yargı da bende!" Burnumdan sert bir soluk aldım. Umay Çağın'a sıktırdığın kurşunun sana isabet edeceğini hesaba katmadın değil mi? İntikam ve hırs nasılda gözünü kör etmiş, olasılıkları görmez olmuşsun." "Masaya sunacağın delilin yok. Kimse ben varken senin sözüne itaat etmez!" Başımı hafifçe salladım. "Hemen annemin eteklerine saklanıp ağlayayım o zaman, ne dersin?" deyip cebimden telefonu çıkardım ve çiftliğe girmeden önce gelen, Murat'ın attığı ses kaydını dinlettim. Hafif yaralanan itlerden birini konuşturmuş ve kayda almıştı. Ses kaydını dinlettikten sonra telefonu elimde salladım. "Görsel şovda ister misin? Senin kargalar bülbül olmuş şakıyorlar belki görmek istersin." Dedem sırtını pervaza yasladı, omuzları çökmüştü. "Benden ne istiyorsun?" Ayağa kalkıp masadaki silaha uzanarak şarjördeki tek kurşunu çıkardım. Silahı tekrar belime yerleştirdim ve dedeme doğru ilerledim. Tam karşısında durup mermiyi ona yaklaştırarak üzerindeki kıyafete sürtmeye başladım. Odada ölüm sessizliği hakimdi. "Senden Umay Çağın'dan uzak durmanı, elini üzerinden çekmeni söyledim. Dinlemedin. Onun kanadı kırılırsa benim kanım dökülür dedim. Anlamadın. Her hükmümün üzerine sünger çekip kendi bildiğini eyledin, intikam aldığını sandın." derken hala kurşunu onun üzerine sürtmeye devam ediyordum. Parmak izim kalmayıncaya kadar devam ettim ve son kelimelerimi eğilerek kulağına fısıldadım. "Kendi kanını döktüğü için kanından olan torununu ülkesinden sürdün ancak şimdi sen kendi kanını dökmeye kalkıştın. İntikam sevmem ama ödeşmek haktır Edremit Gökalp! Bir daha Krallıkta ve toplantılarda seni görmeyeceğim." diye fısıldayıp uzaklaştım ve kurşunu avcunu açarak içine bıraktım. "Şimdi iyi uykular dedeciğim, sabahı görebileceğin uykular dilerim." diyerek evi tekrar terk ettim ve Umay'ı bulmanın bir yolunu aramaya başladım. Vurulmuştu ve nerede olduğunu bile bilmiyordum. Ah Umay, neredesin? **** Alamatra ne kadar inkar etmek istesem de Alptuğ sayesinde ayakta duruyordu ve öyle ki bu benim gurur sebebimdi. Babamdan bana kalan ve benden ona devir olacak olan şirkete bu kadar sıkı tutunması, azimle çalışması onun başarısı iken benim gururumdu. Alamatra bir gün tamamen onun olacaktı. Bu yüzden şimdiden adımlarını temkinli ve kararlı bir şekilde atmayı öğrenmesi gerekiyordu. Onun sınavını belirlemiştim, Valeri Almeda konusu onun için Alamatra'nın anahtarı olacaktı. Eğer doğru anahtarı, doğru kilide takabilirse kapı ona sonsuza kadar açılacak ve Alamatra onun olacaktı. "Ne düşünüyorsun, Valeri Şirketler Topluluğu hakkında bir karara varabildin mi?" diye soran Alptuğ'a baktığımda ciddiyetle beni dinliyordu. Benden çıkacak kararı onaylatmaya ve sistemi yürürlüğe sokmaya hazırdı. "Sen bir karara varabildin mi?" diye sordum. "Anlamadım?" Elimdeki kalemi bırakıp sırtımı sandalyeye yasladım. "Valeri Almeda hakkında araştırmalar yapan sensin, bu konuda son sözü sana bırakmaya karar verdim. Sen onay verirsen Valeri Almeda ile senin de dediğin gibi ortaklık kuracağım ve Sürmene'deki tersaneye onu yatırımcı yapacağım. Sen onay vermezsen, anlaşma iptal." Karşımdaki genç adam şaşkın bir ifadeyle yüzüme bakarken ciddi olup olmadığımı çözmeye çalışıyordu. "Sen... Abi sen ciddi misin?" "Neden olmasın?" Şaşkınca bakmaya devam ediyordu. "Bu milyon dolarlık bir iş sen bunun farkında mısın, yazı tura atar gibi konuşuyorsun. Benim kararıma mı bağlı yani bir ortalık ve milyon dolarlık anlaşma?" "Benim kaybedecek bir şeyim yok." Alptuğ sertçe yutkundu. "Benim üzerimden kumar oynuyormuşsun gibi hissediyorum. Ya verdiğim onay Alamatra'yı zarara sürüklerse?" Tek kaşım imayla havalandı. "Böyle bir ihtimal mi var?" dediğimde Alptuğ hemen gardını aldı. "Hayır yok. Yani araştırmalarımın sonucu kadın temiz, anonim takılıyor ama bu zamana kadar ortaklık kurduğu hiçbir firmaya zararı dokunmamış aksine bünyesine kattığı tüm şirketleri güçlendirmiş." "O zaman kararın olumlu?" diye sordum. "Olumlu düşünüyorum ancak kadının kimliğinin belirsizliği seni rahatsız ederken bu ortaklık ne kadar verimli olacak?" diye sorduğunda yüzümden keyifli bir tebessüm geçti. Artık Valeri Almeda'nın kimliği belirsiz değildi. "İş anlaşması yapacağız Alptuğ, aileme katmayacağım. Eğer onay veriyorsan yeni ortağına tebrik kartı ve aranjman düzenlet lütfen." Alptuğ birkaç dakika düşündü ve sonrasında telefonu eline alarak Valeri Almeda'nın yardımcısını aradı. Yarım saat kadar konuştuktan sonra telefonu kapattı ve yüzüme baktı. "Artık hayırlı olsun diyebiliriz." deyip gülümsediğinde "Hayırlı olsun yeni CFO Alptuğ Kasabalı." diyerek gururla gülümsemesine karşılık verdim. Alptuğ'un gülümsemesi şaşkınlığa dönerken "Bu da neyin nesi?" diye sordu. "Seni finans bölümüne üst düzey yönetici olarak atıyorum. Babam kurdu, ben yön verdim, sen kalkındıracaksın Alptuğ. Bundan sonra bu gemide önlü arkalı değil yan yanayız aslanım." "Terfiim bu ortaklığa mı bağlıydı yani?" diye sordu. Sesinde sevinç tınıları dolaşırken hala şaşkınlığını koruyordu. "Hayır, terfiin attığın adımlara ve azmine bağlıydı. Milyon dolarlık ortaklık umurumda değil, az öncede söyledim kaybedecek hiçbir şeyim yok. Ancak bu konuda döktüğün ter ve çabaların... işte bunlar yok sayılamayacak kadar önemli değerler kardeşim." deyip kalbinin olduğu yeri parmağımla işaret ettim. "Eğer orada yanan azmi..." diyerek gözlerini gösterdim. "Burada görürken görmezden gelseydim, işte o zaman en değerli şeyi, seni kaybederdim. Valeri Almeda ile çok iyi işler başaracağınıza eminim. Şimdiden tebrik ederim aslanım." dedim. Alptuğ ne diyeceğini bilemez bir şekilde afallayıp birkaç saniye içinde yanıma gelerek elini uzattı. Ona elimi uzatıp kendime çekerek sıkıca sarıldım. Valeri Almeda tamamen kendini işine adamış tertemiz bir girişimciydi, Alptuğ tertemiz, gözü kara, azimli bir iş insanıydı. Birlikte çok sağlam adımlar atabilirlerdi. Umay, Alptuğ'un geleceğini garanti altına alacaktı. Bana ise yalnızca Krallığın kan dökülen masasında onları korumak kalacaktı. Alptuğ'un gidişinin ardından vermiş olduğum karardan emin ve memnun olarak çalışmaya ve günlük raporları okumaya devam ettim. Aklımın bir köşesi hala Umay'da iken çalışmak zordu. Nerede olduğu hakkında en ufak fikrim yoktu. Sanki buhar olup gitmişti. Kaybolmak istediğinde ortaya çıkmak istemediği sürece onu bulamıyordum ve bu durum canımı çok sıkıyordu. Derin nefes alıp işime odaklanmaya çalıştım. Önümüzdeki ay üç farklı ülke için sevkiyat vardı ve bu birkaç gün kendime izin verip sonrasında topladığım enerjiyle harıl harıl çalışmam gerektiği anlamına geliyordu. Birde tabii Sürmene'deki inşaatı devam eden tersane durumu vardı en kısa zamanda günübirlik bile olsa Sürmene'ye gitmeli ve oradaki işleri yerinde kontrol etmeliydim. Bu sıralar işlerim hiç olmadığı kadar yoğundu. İstemsizce geriliyordum, sebebi Alamatra'daki işler gibi gözükse de bu ay içerisinde yapılması planlanan Krallık sevkiyatı beni daha fazla düşündürüyordu. Yeni katılan üyelerin aktif bir şekilde rol alıp kendi rüştlerini ispatlayacakları önemli bir sevkiyat olacaktı. Silah kaçakçılığı Krallık içerisinde haz etmesem de birkaç ayda bir yapılması gereken anlaşmalardan biriydi. Bu işi kökten çözebilmek için plana ihtiyacım vardı ancak bunu sonrası için düşünecektim. Şimdi önemli olan bu ay yapılacak olan sevkiyattı. Bu sevkiyat her ne kadar ultra güvenlikli -ki güvenlik kısmından artık Pinhanlar sorumluydu- olsada bir şekilde patlamalıydı ve işin içine polis karışmalıydı. İşte asıl sorun buydu. Sevkiyat olmayacak ve polis baskın verecekti ancak güvenlikte Armina varken bu nasıl olacaktı? Ona asıl beni ve yaptığım işleri anlatmak boynuma yağlı urgan geçirmekten farksızdı. Bana duyduğu nefreti hangi boyuttaydı, bilmiyordum. Benden ve Krallıktan nefret eden biri için bu sır altın değerindeydi. Beni de tehdit etmeye çalışarak işlerinde maşa yapabilir ya da dedesine gidip beni Krallığı sabote etmekle suçlayıp ifşalayabilirdi. Hala onun hangi tarafta olduğunu kestiremiyordum. O gece Umay Çağın'ı dedesinden çaldığı dosyayla tehdit ederken ne yapmaya çalışmıştı? Onları o şekilde görmek tüm algılarımı yıkmış ve geriye sıfırdan başlamam gereken bir dünya angarya bırakmıştı. İbrahim abinin yerinde kısacık sürede Umay Çağın ve Armina'yı konuşurlarken görmüştüm. Armina elindeki siyah dosyayı sallarken hiddetli sayılabilecek bir şekilde Umay'a hesap soruyordu. Konuşmalarını duymak için onlardan oldukça uzaktaydım. Eğer Armina bağırmasaydı o cümleleri duymazdım bile ancak duymuştum. "Seni düzenbaz! Daha ne numaraların çıkacak ortaya!?" Umay'ın babasını öldürdüğüyle ilgili detayların yer aldığı dosyayı dedesinden almış ve hiç çekinmeden, ortağım diye gözüme soktuğu dostunun yüzüne vurmuştu. Armina, Umay için potansiyel tehlikeydi. Krallıkta ne yapmak istiyorsa yapabilirdi, zaten yapacakları sınırlıydı ancak o sınırlı hareketinden biri elinde tuttuğu dosyayı masaya atmak olursa işte o zaman her şeyin sonu olurdu. Krallık dağılabilirdi sikimde bile değildi fakat o hamle beni dağıtırsa, o zaman beni bir daha hiç kimse toplayamazdı. Masadaki telefonun çalmasıyla Alamatra'da başlayıp Armina'da biten düşüncelerime ara verdim. Ne zaman düşüncelere dalsam sonu Armina'da bitiyordu ki bu hiç iyi değildi. Düşüncelerime oynuyor, ruhuma işliyordu. Çok tehlikeliydi. Telefona uzanıp ses verdim, sesimi duymasıyla annemin sesi kulaklarımda yankılandı. Normalde de heyecanlı bir kadındı ancak bugün sesi daha farklı bir duyguyla yankılanıyordu. "Oğlum." dedi anlayamadığım bir duygu tonlamasıyla. "Anne nasılsın?" "İyiyim oğlum." deyip birkaç saniye duraksadı. Derin nefes alarak "Çiftliğe gitmişsin." dedi. Burnumun kemerini sıkıp sığ bir nefes verdim. Elbette Edremit Bey durmayacak gidip anneme beni yetiştirecekti. Kaç yaşındaydı bu adam, on altı mı? "Evet anne gittim, sebebini de söyledi mi sana sevgili babacığın?" "Hayır sadece ona uğradığını söyledi, başka bir şeyden bahsetmedi." Götü yememiştir diye içimden geçirsem de anneme bir şey söylemedim. Umay'ın gelip gittiğini üstelik gitmeden önce dedesi tarafından vurulduğunu söylesem kalbine inerdi. Yalan söyledim. "Evet anne öyle bir uğradım." "Ah yoksa?" Annemin hevesini kursağında bırakırcasına hemen reddettim. "Asla anne, Edremit Gökalp ve ben bir daha aynı masada yer almayacağız. Senin evinde olan bir seferlikti bitti. O gece bana evlilik dayatması yapacağını bilseydim o günde gelmezdim." "Anlıyorum oğlum." diyen annem sıkıntılı bir şekilde iç çekti. "Sende bir şeyler var Efraz Hanım anlatacak mısın?" diye sordum. "Baban gibisin Alparslan." Masadaki kalemi elime alıp yarı keyifle çevirmeye başladım. "Kasabalı erkekleri sevdikleri kadının sesini tanır Efraz Hanım. Üzüntülü halini de bilirim, keyifli halini de ve şimdiki halini de şimdi söyle bana yine ne dedi Edremit Bey?" Annem duraksasa da her ne oluyorsa bilmem gerektiği düşünmüş olacak ki anlatmaya başladı. "Bugün çiftlikteydim oğlum. Sabah gittim, deden biraz rahatsız olduğu haberini gönderince merak ettim." Ah ne sahtekâr adamdı! "Birkaç saat kaldım, ben çiftlikteyken Kahraman Bey geldi." Ve kalemi çeviren elim durdu. "Neden gelmiş?" Bana Armina'yı söylediği gibi aynı şeyleri dedeme de söylemiş olabilir miydi? Dedem onun bir hain olduğunu öğrenirse vereceği hüküm Krallığın masasında yer almasa bile kesindi. Bana kuralları hatırlatacaktı. Krallık içinde ihanet affedilmezdi! Edremit Bey herkese ihanet eder ama ihaneti affetmezdi. Bu karar Armina'yı ölüme bile götürürdü, yüreğimin sıkıştığını hissettim. "Armina Pinhan ile ilgili konuştular." Nefesimi tuttum nabzım yükselmiş, sırtım dikleşmişti. Anneme umursamıyormuş gibi sordum. "Bunda benim öğrenmem gereken şey ne anne? Hainlik mi yapmış, yoksa Krallığa ihanet mi etmiş?" "Ne!?" diye hızla soludu annem. "Böyle bir şeyin ihtimali dahi söz konusu olamaz. Krallığın bu konuda giyotin kararları var. Konu seni de ilgilendiriyor çünkü deden ve Kahraman Bey, Armina ile seni evlendirmek istiyor." dedi. Zaman durdu. Nabzım durdu. Kulağımda sadece annemin sözleri yankılanıyordu. Doğru duymuş olamazdım. Annemin "Alparslan, orada mısın oğlum?" demesiyle silkindim. "Buradayım anne de bu nereden çıktı böyle?" diye dizginlemeye çalıştığım sinirle sordum. "Size evleneceğim kişiye karışmamanız gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum." "Biliyorum oğlum ancak deden bu şekilde çok daha güçlü olacağımızı ve Krallıktaki hakların, koltuğun bölünmeyeceğini düşünüyor. Çok fazla duyamadım ama sanırım her iki tarafta bu konuda olumlu. Sana telefon açtım çünkü birkaç gün sonra bir aile yemeği tertip etmeyi düşünüyorlar, önceden haberin olması gerektiğini düşündüm." deyip iç çekti. "Sen benim ilk oğlum ve ilk mürüvvetimsin. Sevmediğin, aşık olmadığın biriyle evlenmeni istemiyorum oğlum. Armina her ne kadar ben ve baban için mükemmel bir gelin adayı olsada, yüreğinin yanmadığı biriyle ömrünü tamamlayacak olmanın düşüncesi yaralar beni. Ölüm hak, ahiret baki olduğunda ben bunun hesabını babana veremem oğlum." Annemin sözleri yutkunmamı zorlaştırırken, masadaki elim yumruk halini aldı. Annemin ve babamın mükemmel gelin adayı bir haindi ve bir diğer hain olan yüreğim o kadın uğruna çoktan cayır cayır yanmaya başlamıştı. İçli bir nefes alıp sertçe yutkundum. "Tamam anne, bana bunları söylediğin iyi oldu. Ancak şimdi bir toplantım var kapatmam gerekiyor." Annem telaşla "Alparslan oğlum, ne yapacaksın? Senin bu sessiz sedasız kabullenişin beni korkutuyor." dedi. "Korkmanı gerektiren hiçbir şey yok anne. Sen benimle konuşmadın, bana az önce konuştuklarımızı anlatmadın. Yalnız senden istediğim bir şey var, eğer dedem bir yemek tertip ederse bu konuyu gündeme getirmesini sağla lütfen ve gerisine karışma. Tek isteğim ben ne yaparsam yapayım önümde değil, arkamda olman." "Sen nasıl istersen öyle olsun oğlum. Canını yakma yeter." diyen annemin görmediğini bildiğimden yüzümden acı bir tebessüm geçti. Canım uzun zamandır hiç olmadığı kadar çok yanıyordu, artık can yakacağım zamana geçecektim. Öyle ki bu durum Edremit Gökalp için hiç mi hiç hayırlı olmayacaktı. **** Haftanın ortasında şirkette yapmam gereken tonlarca iş varken ben kolumdaki spor çantasını arabanın bagajına atmak ve üzerimdeki stresi boşaltabilmek için salona gitmek üzereydim. Geçtiğimiz son birkaç günün hatta birkaç ayın üzerime yıktığı enerjiyi bir şekilde dağıtma ihtiyacı hissediyordum ve bunun en iyi yolu Kartal'ın kıçını tekmelemekten geçiyordu. Kartal benden iki, üç yaş kadar büyük spor antrenörüydü. Her zaman olmasa bile ara sıra yanına uğrayıp birkaç saat çalışarak ter atıyordum. Bu beni zinde tutarken aynı zamanda düşünmemi de kolaylaştırıyordu. Bunun yanı sıra bilek gücümü sağlam tutmak için kendime bakmam gerekiyordu. Belindekine değil, elindekine güvenenlerdendim. Belimde taşıdığım silah gövde gösterisinden başka bir şey değildi. O metal parçası olmadan bir boka yaramayan, erkekliğini ve cesaretini birkaç milimlik mermide toplayan elemandan adam olmazdı. Adamlık efendilikten geçerdi ve bunun için önce yürek sonra bilek gerekliydi. Yürek mangal gibiydi de bileği kuvvetlendirmek için en iyi yol yine Kartal'ın kıçını tekmelemekten geçiyordu. Salondan içeriye girdiğimde kısa süre içerisinde ısınma hareketleriyle kanımı hızlandırıp, vücudumu esnetmeye başladım. Neredeyse iki aya yakın süredir buraya gelmemiştim ve vücudumun hamladığını hissediyordum. Sevkiyat öncesinde sakatlık çıkarmanın lüzumu yoktu. O yüzden kendime ısınmak için normalinden daha çok zaman ayırdım. Kaslarımın esnediğini hissetmeye başladığım anda salonun girişinde görünen Kartal ağır adımlarla yanıma geldi. Genetik sebeplerden şakakları hafiften beyazlamaya başlamış, benimle hemen hemen aynı boyda, iri yapılı, esmer tenli bir adamdı. Onunla antrenmanlarda karşı karşıya gelmek her zaman eğlenceliydi, çünkü kimin kimi devireceği çoğu zaman muammaydı. "Oo." dedi ellerini birbirine vurarak "Aslan nihayet ininden çıkmış, nerelerdesin sen kaç aydır CEO çocuk?" diye sordu. Alptuğ'un kafasını kırmalıydım onu bir kere buraya getirmiştim ve o gün şansıma Kartal'la tanışmıştı. Laf arasında bana çoğu zaman söylediği CEO çocuk lakabını Kartal'a söylemişti, o günden beri Kartal bana bu şekilde sesleniyordu. Gözlerimi devirdim. "Ben yokken seni kaşıyan olmamış belli ki Kartal? Yoksa benimle eğlenmen için başka sebep göremiyorum." Kartal'ın yüzünden eğlendiğini belli eden gülüş geçti. "Özledim seni dostum kimse senin yerini tutmuyor ne yazık ki, dişime göresini bulmak zor buralarda." dedi. Aynı gülüş şimdi benimde dudaklarıma yerleşmişti. "Özleneni bekletmemek lazım o zaman." diyerek boynumu sağa sola esnettim. "Yeterince ısındım, hadi başlayalım!" İki buçuk saat kadar ringde birbirimize dalaşmış, kan ter içerisinde kalmıştık. Üç kere sırtını yere değdirmek hamladığımı düşününce iyi skordu. Tabii benimde iki kere yerle buluştuğumu saymazsak. Son kez onu yere serdiğimde "Aslan, Kartal'ı yedi." deyip, sol omzuna yumruk atarak gülümseyip, ayağa kalktım. Yerde birkaç saniye duraksayıp ayağa kalkan Kartal elindeki boks eldivenlerini çıkarıp kolunun altına sıkıştırarak, centilmen bir şekilde elini uzattı. Nefes nefese kalmış bir halde "Sağlam antrenman oldu tebrikler." dedi. Başımı sallayıp elini sıkarken sert bir soluk bıraktım. Normalde herkesin tokalaşmasına karşılık veren biri değildim. Ancak Kartal da herkes değildi. O beni herkes gibi biri olarak bilen yakınlarımdan biriydi. Yalnızca Alamatra'da CEO olduğumu biliyordu. Bazen Krallık hakkında kulaktan kulağa gezen bilgilerle öğrendiği o adamın ben olduğumu bilse nasıl tepki verir diye düşünmeden edemiyordum. Yine beni mata sermeyi mi denerdi, yoksa diğerleri gibi el pençe mi durmaya başlardı? El pençe durmasındansa yere sermesini tercih ederdim, hiç olmazsa bu diğerinden daha cesurca ve samimiydi. "Benden bugünlük bu kadar dostum." dedi kolumu sıvazlayarak. "Çok fazla arayı açma." "Denerim." diyerek başımı salladım. "Seni görmek iyi geldi." "Bana da dostum, bir ara buluşup parlatalım ha?" deyip göz kırptı. "Olur. Bir akşam ayarlarız." dediğimde ring alanının kapısında tanıdık bir yüz fark etmemle bakışlarım oraya döndü. Kartal'ın az önceki hareketini tekrarlayıp kolunu sıvazladım. "Sonra haberleşiriz." diyerek onu ringde bırakıp salonun kapısına doğru ilerledim. Arık Böke ona yaklaştığımda elini uzattı. Tokalaştım. "Sen hayırdır buralarda?" diye sordum. Omuz silkti. "Burada olduğunu söylediler. İşim yoktu uğradım kardeşim." Üzerime göz gezdirip tekrar yüzüme baktı. "Ancak görüyorum ki geç kalmışım." dedi. "Sabah geldim. İşe gitmeden bir anda fikir değiştirdim. Alamatra yerine rotayı buraya kırdım, enerji atmam gerekiyordu." dedim. Dudağının kenarı kıvrılır gibi oldu. "Enerjini atabildin mi bari?" Alayla gülümseyip kollarımı yana açtım. "Atmışım gibi duruyor mu?" "Kartal sana merhamet etmiş gibi duruyor daha çok." deyip gözlerini alıcı gözüyle bakar gibi üzerimde gezdirdi. Omzunu hafifçe dürttüm. "Daha merhametsiz antrenörlere ihtiyacım olduğu fikrine kapılmalı mıyım?" "Daha Zifir antrenörler de olabilir tabii." dediğinde yüzünde şeytani bir gülümseme geçti. "Kardeşimi yumruklamaktan keyif almıyorum tabii ama fırsatta ele bir kere geçiyor sonuçta." Kahkaha attım. Arık Böke ile antrenmanlarımız çoğunlukla Krallık hastanesinde biterdi. İkimizde kardeşliği, dostluğu bir yere bırakır, ringe öyle girerdik. Üstelik bu her zaman yaptığımız bir şey değildi. Eğer ikimizde aynı anda ringe girmeyi planlamışsak sebeplerimiz olmalıydı. Benimkiler belliydi de onunki neydi? Elimde tuttuğum eldivenleri ona doğru attım. "O zaman gösteri başlasın kardeşim." O giyinme odasına giderek üzerini değiştirip geldiğinde ben önümdeki kum torbasını yumruklamayı yeni bitirmiştim. Yanıma gelip omuz atarak ilerlemeye devam etti. "Hadi başlayalım." İkimizde ringe girdiğimizde ilk hamleyi birbirimizden bekledik. Ben onun hamlesini beklerken, o da benim hamlemi bekliyordu. Bir süre birbirimizin hareketlerini inceleyerek ring etrafında dönmeye başladık. "Misafir sensin kardeşim, hamle senindir." diye seslendim. Arık Böke başını sallayıp ilk yumruğunu savurdu. "Armina'ya neden şahsi anlaşma imzalattın?" İşte bu beklemediğim yerden gelmişti. Yumruğu havada kalırken bedenimi geriye çektim. Sorduğu soruya bakılırsa bu sadece bir antrenman değil aynı zamanda kız kardeşini korumak isteyen bir abinin hesaplaşması olacaktı. Vardım! "Krallık uğruna şirketini heba etmek istemediğini söyledi. Ben seçenekleri olan bir adamım ona seçeneklerle geldim ve o diğer seçeneği kabul etti." deyip baldırına tekme savurdum. Arık Böke tekmeyi savuştururken "Krallık içinde o kadar bilişim ve güvenlik şirketi varken neden Pinhanlar, Alparslan?" diye sordu. Bir yumruk daha savurduğunda ellerimle yüzümü korudum. "Sektörün en iyisi o, başkasına güvenemezdim!" Dile getirdiğim bu cümle beynimde şimşek gibi çaktı. Ona güvenmiştim, şimdi hain diye düşündüğüm o kadına güvenerek Krallığın hazinesini ve güvenliğini emanet etmiştim. Şimdi ise hain olduğunu öğrenmiştim. Peki, anlaşmayı neden feshetmiyordum? Elmacık kemiğimde patlayan yumrukla düşüncemden sıyrıldım. Şimdi sıra bendeydi. "Umay Çağın'ın dosyası hakkında ne biliyorsun?" deyip gardımı aldım. Arık Böke, Umay'ın adını duyunca afalladı ve az önce bana attığına benzer bir yumruğun tadına baktı. Sersemlemiş halini toparlamak için kafasını sağa sola salladı. "Gizli ve kapatılmış bir dosya olduğunu biliyorum ancak sebepleri hakkında bilgim yok." dedi. Birkaç saniye duraksayıp gözlerine baktım, direkt gözlerimin içine bakarak söylemişti. Yalan söylemiyordu, Arık Böke bana yalan söylemezdi. "Kardeşim ve kuzenin hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu. Salladığı yumruk bilinçli bir şekilde havada kaldı. "Tehlikeli bir oyuna girmişler ve hiç memnun değilim ama takdir ediyorum." dedim. Sol yumruğumu boşa salladım. "Korunmaları gerekiyor." dedi. "Koruyacağım." dedim. Bir yandan yumruklarımızı amaçsızca sallamaya devam ediyorduk. "Umay Çağın senin kuzenin elbette koruyacaksın." dediğinde hiç düşünmeden "Armina'yı da koruyacağım." diyerek cevap verdim. Arık Böke söylediklerime şaşırsa bile belli etmiyordu. Mimiklerini kontrol etmeyi iyi biliyordu. Sözlerime devam ettim. "Kardeşine en büyük zarar Krallık sürüsünden gelecek ve sürünün başında ben varım. Armina'yı onlardan koruyacak tek güç benim." "Neden?" diye sorup sol yumruğunu savurdu. Yumruğu yüzümü sıyırıp geçerken başımı geriye doğru savurdum. "Çünkü senin kardeşin." dediğimde bir tane daha yumruk savurdu. "Neden?" diye tekrar sordu. "Sana söyledim." deyip kaburgasına doğru yumruk attım. "Senin kardeşin. Kardeşini korumak amacıyla Zifir'i ortaya çıkarmanı ve ifşalanmanı istemiyorum." "Küçük mazeretleri kendine ne zamandan beri zırh yapmaya başladın Alparslan Ateş?" diyerek karnıma dizini geçirdi. O ise hiçbir şey olmamış gibi davranarak tekrar "Neden?" diye sordu. "İnsanlar dizili inci bir tesbihte... İnci ne kadar değerli, iplik o kadar ince..." Umay'ın sözleri zihnimde yankılanırken gerçek gün yüzüne çıkmaya başladı. Armina benim en değerli incimdi. O zarar görmemeliydi. İncime kirli ellerin gölgesi düşmemeli, lekelenmemeliydi. İpse o kadar inceydi ki ya şimdi kopacaktı ya da incinin hatırına sessiz kalmayı tercih edecekti. Duraksayarak dişimle elimdeki eldivenin cırt cırtını çekiştirip çıkardım sonra öteki eldiveni çıkarıp ikisini de Arık Böke'nin önüne attım. "Çünkü bu dünyada kız kardeşini korumayı istediğim kadar hiçbir şeyi istemedim. Ne zaman oldu ne ara oldu fikrim yok." diyerek parmaklarımı ter damlayan saçlarımın arasından geçirdim. "Sikeyim. Bu o kadar aykırı, o kadar yanlış ki en yakın dostumun, kardeşimin kız kardeşi. Her şeyin, hepsinin farkındayım ama utanmıyorum." Kararlı bakışlarımı Arık Böke'ye sabitledim. "Onun o Ay Gözü denilen projede başarılı olmasını, kendi ayakları üzerinde durduğunu görmek istiyorum ama kendini, canını bir proje uğruna tehlikeye atmasını istemiyorum. Onun Krallık koltuğuna oturmasını ve bir kadının asaletini, gücünü göstermesini istiyorum ama kan damlayan o masada oturup masumiyetini yitirsin istemiyorum. Onun evlenip mutlu olmasını, çocuklarıyla, kocasıyla..." derken dişlerimi sıktım. "...mutlu bir hayat sürmesini istiyorum ama o Fırat Mirza denilen pezevenkle ya da başka biriyle evlenmesini istemiyorum." dedim ve soluklandım. Ya şimdi söyleyecektim ya da bir daha asla ağzımı açmayacaktım. Yüreğimi dinlemeye karar verdim, tek bir kişinin adını söylüyordu. "Ben kardeşine aşık oldum Arık Böke." Arık Böke önce duraksadı, sonra yutkundu daha sonrasındaysa gözlerini kısarken bakışları önüne attığım eldivenler ve benim aramda gidip geldi. Ona söz hakkı vermeden konuşmaya devam ettim. "Bana istediğini söyleyebilirsin, istediğin gibi yumruklayabilirsin hakkındır. Ancak şunu bil ki bunu sadece bu alan içerisinde yapmana izin veririm. Buradan siktir olup gittiğim an ne sana bu sebepten bir daha bana yumruk atma hakkı tanırım, ne de Armina'ya gidip hesap sorma hakkı tanırım. Karşılık vermeyeceğim. Armina senin kardeşindir, gıkım çıkmaz. Ancak bana sessiz kalıp bileti ona kesmeye kalkarsan karşında yalnızca Ateş görürsün." Arık Böke sözlerimi düşünürken "Ne zamandan beri?" diye sordu. "Ne bileyim amına koyayım. Aşık olayım diye peşinde koşmadım." Gözlerinde hafif bir parıltı geçer gibi oldu. "O biliyor mu?" "Bilmiyor, bilse de bizden olmaz." Arık Böke rahat bir tavırla "Neden?" diye sordu. Bu adamın rahatlığı da beni yiyip bitiriyordu. Kardeşine aşık olduğumu söylemiştim ama o sakince soru sormaya devam ediyordu. Biri Umay'a aşık olduğunu gelip söylese harım Sürmene'yi küle çevirirdi. Yine de Arık Böke'nin sorusu beni düşünmeye itti. Neden olmazdı? Dedem evlenmemi istiyordu. Armina masada yer almak için evlenmek istiyordu. Armina'nın Umay'la ilgili ihanet derecesinde planları vardı. Umay'ı ondan korumam gerekiyordu. Veliaht için evlenmeli, Umay'ı birde bu işe sürüklemelerine izin vermemeliydim. Umay'ı dedemden korumam gerekiyordu. Kahraman Soyludere ve Edremit Gökalp'in evlendirme ittifakı canımı sıkmıştı. Kahraman Bey'in bana geldikten sonra dedeme gitmesi hiç mantıklı gelmiyordu. Armina'ya aşıktım. Ruhuma işliyordu. "Ama ne zaman çocuk? Zaman daralıyor." "Nikahıma alacağım kadını bulduğum zaman." O kadın ruhuma işlediği zaman... Kafamdaki düşünceleri bir bir sıralayınca aklımdaki neden olmaz sorusu neden olmasına dönmeye başlamıştı. Sadece birkaç sorunun cevabına ihtiyacım vardı ve bunları Armina'dan başka hiç kimse bana veremezdi. Arık Böke'ye baktığımda bana bakmaya devam ediyordu. Herhangi bir hamlede bulunmamıştı. Hala neden sorusunun cevabını bekliyordu. "Sen ne olsun istiyorsun amına koyayım?" diye karşılık verdim. Arık Böke'nin tepkileri alışılmadıktı. O da benim yaptığım gibi eldivenleri elinden çıkardı ve benim önüme attı. "Ben yalnızca kardeşimin mutluluğunu istiyorum." deyip soluklandı. "Seni burada kan revan içinde bırakabilirim yapmadığım şey değil ancak neye yarayacak? Unutturacak mı sana Armina'yı? Senin Umay Çağın'ı nasıl koruduğunu en iyi ben bilirim. Karını namus bilip gölgeni üzerinden eksik etmeyeceğinden Zifir olduğum kadar eminim." dedi. Karım mı? "Sen?" dedim. Sorumu tamamlamasam da anlamıştı. "Teklif Armina'dan geldi Alparslan. Ben sana o gün gelip durumu anlattığımda sözüne de hükmüne de boyun eğerim dedim." "Bana bu kadar çok mu güveniyorsun?" diye sordum. Şaşırmıştım. "Kız kardeşinin Alparslan Ateş'in karısı olmasını isteyecek kadar." Boynunu hafif sağa yatırdı. Bakışları sertleşmişti. "Kız kardeşimi dünya üzerinde Alparslan Ateş'ten başkasına emanet edemem." "Erdem Bey?" "Babam, Armina ile ilgili tüm kararları önce ona sonra bana bıraktı." Tüm bu konuşmalar hem bir rüya hem de kâbus gibiydi. Uyanmak istemeyeceğim bir kâbus... Bir adım öne çıktım. "Arık Böke bilmem gerekiyor. Armina..." "Armina bu zamana kadar kimseye kalbinin kapısını açmadı. Kapı birkaç ay öncesine kadar kilit üstüne kilit vurulu bir halde dururken artık aralık ve oradan içeri girmek senin elinde." deyip elini omzuma koydu. "Armina uğruna yapmayacağım şey yok Alparslan. O sevsin ya da sevmesin ben baktığımı değil gördüğümü bilirim ve onun için ne gerekiyorsa onu yaparım. Gördüğüm bir ateş var ve ben o ateşin üzerine buz atmam kardeşim." Elini çekip gülümsedi. "Kafanda kurduklarını gözlerinde görebiliyorum ve kardeşim gözyaşı dökmediği sürece arkandayım. Armina'yı yola getiren sen, seni çileden çıkaracak olan o olacak. Şimdiden Allah sabır versin kardeşim." deyip birkaç adım ilerledi. Sonrasında duraksayıp bedenini bana doğru çevirdi. "Antrenman rövanşa kaldı. Umarım benim kazanacağım bir rövanş olmaz. Eğer ben kazanırsam bil ki Armina üzülmüş ve ben seni tarihten silmişimdir. Yarın lansmanda görüşürüz." dedi. "Ben gelmiyorum, lansmana davetiyem yok." Arık Böke'nin tebessümü gözlerine ulaştı. "Artık var." **** Aynanın karşısında gördüğüm adam çok tanıdık ve bir o kadar yabancıydı. Kol düğmelerini takıp aykırı ceketimi üzerime giydiğimde benim için her şey istediğim gibiydi. Peki, Armina Pinhan içinde öyle olacak mıydı? Etajerin üzerindeki Arık Böke'nin dün akşam gönderdiği davetiyeye gözüm takıldı. Şık bir davetiyeydi Armina kadar asil ve narin duruyordu. Krallık davetiyelerinin tam tersiydi, ancak Armina'nın davetiyesindeki otorite, benim davetlerimde kullandığım otoriteyle bire bir aynıydı. Bu da romantik hayallere dalacak olursam Armina'nın kesinlikle benim dengim olduğu anlamına gelirdi. Onunla birlikte el ele verirsek ne Krallıkta ne de iş ortamında önümüzde kimse duramazdı. Kendi saltanatımızı kurarken kan kokan, içi geçmiş Gökalp düzenini yerle bir edebilirdik. Aynadaki adam bu düşünceyle kaşlarını çattı. Kasadan çıkardığım kutudan Mührü Süleyman'ı alıp parmağıma geçirdim. Mührü Süleyman'ı sadece Krallıkta ve ona ait olan davetlerde kullanırdım ancak bu gece takma ihtiyacı hissediyordum. Lansmana Alparslan Kasabalı olarak değil Alparslan Ateş Kasabalı olarak gidecektim. Bu durum kimlerde ne şekilde yankı bulacaktı görmek istiyordum. Benim orada lider olarak bulunmam bazı itlerin kuyruğuna basmama neden olacaktı, biliyordum. Tüm gece onların peşinde olacaktım. Hayalet gibi dolaşacak ve potansiyel olarak eceline susayan kim varsa hepsinin tek tek peşine düşmeye başlayacaktım. Bu gece bir avcıydım, kapanlarımı kuracak ve avım olacak olanları tespit edecektim. Tabii tüm bunları yaparken eğlenceme de bakacaktım. Davetlerde ev sahipliği yapmak her zaman nizamlı ve mesafe isteyen bir durumdu. Bu gece böyle bir zorunluluğum yoktu. Eğlencemin ilk adımı üzerime geçirdiğim aykırı ceketten geçiyordu. Bakışlarım tekrar davetiye döndü. Uzanıp elime aldığımda belki de onuncu kez okudum. "Dress Code: Hanımlar Siyah Abiye & Beyler Siyah Takım Elbise" Armina Pinhan nasıl bir davet organize etmişti bilmiyordum ancak davetlilerden isteği belliydi. Herkesin simsiyah olmasını istiyordu, belki de görsel şov istiyordu, ondan beklenilen bir davranış olurdu. Ancak ben herkes değildim. İtalyan stil kruvaze beyaz ceket ve cebine taktığım siyah saten mendil ile kesinlikle dress code'a aykırıydım, kendime bile aykırıydım. Ben asla beyaz ceket giymezdim. Benim takımlarım hep lacivert ve siyah ağırlıklı olurdu. En açık renk takımım bile gri renkti. Aynadaki adam bu yüzden yabancıydı ve bir o kadar tanıdıktı çünkü parmağında taşıdığı Mührü Süleyman ve yeleğinden sarkıttığı babasından kalma cep saatinde kendinden parçalar buluyordu. Davetiyeyi ceketimin iç cebine koyup, bozulmadığı halde saçlarımın önünü elimle düzelttim. Ellerim alışkanlıkla yüzümde gezinirken elimin değdiği yumuşak doku fazla yabancı geldi. En son ne zaman sakal tıraşı olduğumu anımsamıyordum bile ama şimdi sinek kaydı tıraş olmuş, beyaz ceketimi üzerine geçirmiş bir halde evden çıkıyordum. Kendi duvarlarımı yıktığımı hissediyordum ve bunun sonucu bana neye patlayacaktı hiçbir fikrim yoktu. Uzun zamandan beri ilk defa heyecanlandığımı fark ettim. Adrenalin damarlarımda ağır ağır dolaşmaya başlıyordu. Arabayı valeye bırakıp davet binasına şöyle bir göz gezdirdim. Tarihi bir mekandı. Armina'nın böyle bir yerde davet organize etmesi şaşırtıcıydı, belki de yeni jenerasyonu eski ile harmanlayıp prototipi daha cazip hale getirmek istiyordu. Tahmin edilebilirdi hatta tebrik edilesi bir düşünceydi, takdir etmiştim. Merdivenleri tırmanıp girişe gelerek paltomu vestiyere bıraktım ve güvenliğin olduğu alana doğru ilerledim. İki güvenlik görevlisi kulaklarındaki kulaklıklarla irtibat kuruyorlardı ve belleri de şişkindi, boş değillerdi. İşte buna daha çok şaşırmıştım, silahların gölgesinde bir lansman olacaktı. Arık Böke'nin parmağı olduğundan şüpheleniyordum, yoksa Armina'nın bu konudaki fikri her zaman belliydi. Silahlardan hoşlanmıyordu. Kapıdaki güvenlik önce bana sonra listeye baktı ve durdurdu. "Giremezsiniz." Tek kaşım havaya kalktı. "Anlamadım." "Beyefendi giremezsiniz. Davette siyah zorunluluğu var, sizi içeri alamam." Elim dudağıma doğru giderken hafifçe gülümsedim. "Kulaklıklarınızın sonundaki yetkiliye Alparslan Ateş Kasabalı olduğumu iletir misiniz lütfen?" O kadar sakin ve efendi davranıyordum ki kendime bile şaşırmıştım. Adam kulaklığa bir şeyler fısıldayıp tekrar bana baktı ve "Tabii efendim." dedi. Konuşması bitip bana döndüğünde "Hoş geldiniz Alparslan Ateş Bey, Arık Böke Bey sizi bekliyor efendim. Az önceki kabalığımız için özür diliyoruz." dedi. Kolunu hafifçe pat patladım. "İşinizi yapıyorsunuz, sorun değil." deyip son kez koluna vurarak içeriye girdim. Salon alabildiğinde insandı. Çok kalabalıktı. Herkes simsiyahtı. Benden başka aykırı yoktu. Askeri personeller, emniyetten tanıdığım birkaç kişi, Krallıkta ayakçı olup burada efendi takılan birkaç soytarı ve iş insanları... Çoğu eşiyle birlikte gelmiş olsada azınlık tek kişiden ibaretti. Sahnenin ortası dev siyah saten perdeyle kapatılmıştı. Ay Gözü orada olmalıydı, etrafında dizili güvenlik güçlerinden belli oluyordu. Umay'la en son konuştuğumuzda sade halini göstereceklerini söylemişti. Bizim gördüğümüz asıl olandı ama Umay ve Armina, Türkiye'nin henüz böyle bir teknolojiye hazır olmadıklarını düşündükleri için daha sade bir varyasyonunu piyasaya süreceklerdi. Çok mantıklıydı, bu sade teknoloji için insanlıktan çıkanlar asıl prototip için köpek olurdu. Arık Böke üzerine çektiği siyah takım elbise ile kesinlikle tam bir ev sahibiydi. Zifir'in vücut bulmuş haliydi. Beni görünce gülümsemesi genişledi. "Senin kural tanımaz hallerin..." dediğinde "ve kurallar diye diretmelerim." deyip gülümseyerek tokalaştım. Kahkaha attığında baştan aşağı beni süzdü. "Beyaz ha? Bu çok eğlenceli olacak." dedi. Gözlerimi kısıp dikkatle ona baktım. "Kime göre?" "Ben eğleneceğim o kesin de sizi bilemem." dediğinde rahat bir tavırla omuz silkti. Omuz atmakla yetinip sözlerini umursamadım. Onun yerine mekandan dem vurdum. "Güvenlik sıkı. Yalnız..." içeriye bakış attım. "Krallıktan birkaç kişiyi gördüm, hoşlanmadım." dedim. "Fark ettim. Bende memnun değilim, nereden, nasıl bilgi aldılar bilmiyorum. Senin burada olmandan hoşlanmayacaklar." Dudağımın kenarı şeytani bir gülüşle kıvrıldı. "Gurur duydum." "Bu gece Armina için önemli Alparslan." dedi ikaz barındıran bir sesle. "Biliyorum bu gece bir şey yapacak değilim ancak yarın için söz vermem." deyip göz kırptım. Ardından "Valeri hakkında kulağına gelen bir şeyler var mı?" diye sordum. "Kıskançlık seziyorum konuştuklarım kadarıyla. Valeri adını duymayan yok ve bu ortak prototip daha kendini belli etmeden etrafta yankı bulmaya başladı." diyerek sığ bir nefes bıraktı. "Gelmenden memnunum kardeşim." dedi, gözlerime dikkatle baktı. Bizim anlaşma şeklimiz buydu, bakar ve harekete geçerdik. "Bende memnun olacağım." dedim yüzüme poker ifadesini kondurdum. "Gece döndüğünde." Armina Pinhan hala ortalıkta görünmemişti. Erdem Bey ve Arık Böke onun adına etrafta dolanıyor ve biricik Pinhan kızının yalnız olmadığını dosta düşmana ilan ediyorlardı. Tam bir aile saadetiydi. Fakat Soyluderelerden kimseyi görmemiştim, sebebini merak ettim. Torunları büyük bir başarıya imza atarken neden kimse Pinhan Şirketi'nin başarısını takdir etmeye gelmemişti? Kahraman Soyludere hakkındaki soru işaretlerimde en az Armina için birikenler kadar çoktu. Eskiden olduğu gibi samimi gelmiyordu, bir şey vardı ama ne olduğunu kestiremiyordum. "Akif Bey bu prototip hakkında olabildiğince bilgi toplamamız için talimat verdi." Uğultu ve müziğe rağmen yan masadan kulağıma gelen sözler dikkatimi çekti. Bu ismi hatırlıyordum. Krallık davetinde beni cezaevine göndermek için salona paket paket uyuşturucu saklattırmıştı da kimdi bu Akif? Sırtım sesin geldiği tarafa dönüktü, bu yüzden kim olduklarını görmüyordum keza onlarda beni görmemişti. Dinlemeye devam ettim. "Bu prototiple ilgili her şeyi bilmeliyiz. Böylece bunu onlar için kullanabiliriz." Kim için? Rus aksanlı bir adam söze girdi. "Pinhanların, Krallık bağlantısı olduğunu söylüyorlar. Kendi silahlarıyla onları vuracağız. Dikkatli olmak şarttır. Gökalplerin lideri Mirza buralarda geziyormuş. Hatta bak şurada." dedi. Beni işaret ettiklerini düşünerek kendimi masaya doğru kapattım ve önümdeki viskiyi yudumlamaya başladım. O arada çaktırmadan adamın işaret yere baktım. Gördüğüm yerde Fırat Mirza vardı. Ne! Sikerler böyle işi! Bu adam neden sürekli karşıma çıkıyordu? Krallık lideri ve Mirza. Pinhan, Krallık ve Mirza. Boynumdaki damarların sinirle gerildiğini hissettim. Cebimden telefonu çıkarıp umursamazca ilgileniyormuş gibi davrandım, karşıdan böyle gözüküyordum. Aslında Murat'a mesaj atıyordum. "Bana Fırat Mirza hakkında her şeyi bul. Hemen. Bu gece." Mesajı attıktan sonra arkamdakileri belli etmeden incelemeye başladım. Krallıkla bir dertleri vardı ama daha başındaki adamı bile bilmiyorlardı. Bu benim için bir çeşit avantajdı elbet ama Fırat Mirza'nın Krallık lideri olduğunu nasıl düşünebilirlerdi? Bu adamlar onu nereden biliyorlardı? Bu geceki avımın adı Fırat Mirza idi. Krallıktan kimseye davetiye gitmemişken bu adam buradaydı. Armina'nın peşinde dolaşıyordu. Düşündükçe parçalar yerine oturdu. Armina'ya gösterilen özel ilgi, masada bana yapılan başkaldırı, Armina ile evleneceği dedikodusu ve şimdi burada davetsiz olduğu halde bulunması... üstelik arkamdaki adamlar onu Krallığın lideri zannediyordu. Fırat Mirza güç peşindeydi ve Armina ona evlilik anlaşması götürerek onun ekmeğine yağ sürecekti. Armina gücün ta kendisiydi. Krallık, Valeri ile ortaklık, Ay Gözü... Hepsi Armina'yı Türkiye'deki tek hakimiyet yapabilirdi. Mirza iti onun tüm ayrıcalıklarını elinde istiyordu. Krallık üzerinde söz hakkına sahip olabilirdi, Ay Gözünün dehasına sahip olacaktı, onu pis işlerine alet edebilirdi. Adını kullanıp Armina ve tüm bu düzen üzerinde üstünlük sağlayabilirdi. Eğer işin içinde ben yoksam; ancak ben vardım. Bakışlarım Fırat Mirza ile kesişti. Tedirgin bakışlarının arasında ağırca yutkundu ve ukala bir gülüş savurdu. Sert bakışlarımı ona göndererek ağır ağır başımı salladım. Bu gece uslu durmalıydım. Bu gece uslu durmalı ve geceyi mahvetmemeliydim. Bu gece uslu durup gün sabaha kavuştuğunda Mirza'nın gelmişini geçmişini ayağa kaldırmalıydım. Salondaki uğultu dinip müzik sesi kesilinceye kadar kafamda onlarca tilki dolaşmaya devam etti. Salonda sessizlik oluşunca silkinip kendime geldim. Işıklar kapanıp spot tek bir yerde toplanınca gelenin kim olduğunu gördüm. Gösteri onun için başlıyordu. Tahminim simsiyah bir kıyafet ve onu bir şekilde patlatacak bir aksesuardı, belki saç tokası, belki de boynuna taktığı şatafatlı bir gerdanlık Krallık kadınları öyle yapardı değil mi? Spot ışığının en parlak noktasına baktığımda önyargılarımın hepsinin teker teker yıkıldığını gördüm. Bembeyaz bir kuğu indi merdivenlerden ağır adımlarla. Asi. Kendi verdiği davette bile isyancıydı. Herkesin siyah giyinmesini isteyip karanlıkta beyaz abiyesi ile inci gibi parlamak istiyordu. Beyaz ve değerli bir inci tanesi... Salondakiler alkışlarla Armina'yı karşılarlarken o, etrafa hoş bakışlar atmaya başladı. Ta ki bakışları bir diğer isyancı olan bana takılana kadar. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. İyimser düşünürsem beni gördüğüne memnun olmuştu. En kötüsünü düşünürsek beni bir kaşık suda boğmak istiyor gibiydi. Komikti. Hafifçe başımı eğip tebessüm ettim. Karadeniz'in hırçın dalgalarına alışık olana bir kaşık su koymazdı bile. Armina kendinden emin bir şekilde kürsüye ilerleyip sırtını dikleştirdi ve misafirlerine karşılama konuşması yapmaya başladı. Ne söylediği umurumda değildi. Tavırları ise şu an için ilgimi çeken tek şeydi. Dikkatle incelemeye başladım. Bir omzu tamamen açık, uzun, asimetrik kesim bir abiye tercih etmişti. Bedenini tanıyor ve ona göre giyiniyordu. Asi saçları her zamanki hallerinin aksine düzenli ve nizamlı duruyordu. Çekiciydi ve o, çekici olduğunun farkında olan kadınlardandı. Tehlikeliydi, kendi güzelliğinin farkında olup bunu kullanan kadınlardan ardına bakmadan kaçmak lazımdı. Onlar zor kadınlardı. O zor bir kadındı ve ben zoru severdim. Her şey bir yana otoritesini kullanan ve hitap ettiği insanları hakimiyeti altına alan bir yanı da vardı ki bu Krallık için artı bir değerdi. Krallık koltuğu sözünü dinletmeyi başaran insanları severdi. İşi konusunda acımasızdı, bu konuşma metninin temelinden anlaşılıyordu. "Sizlere Ay Gözünü takdim etmekten büyük onur duyuyorum. Öncelikle askeri alanda kullanılacak olan bu projenin milletimiz ve geleceğimiz için şans ve kazanç getirmesini temenni ediyorum. Alkışlarınızla Ay Gözü." deyip yanındaki siyah ipi hafifçe çekiştirdi ve dev perde aşağı düştü. Ay Gözü tüm şaşkınlık nidaları eşliğinde görücüye çıkarken ikizim ve karşımdaki küçük asi adına büyük gurur duydum. İkizime en kısa zamanda tebrik hediyesi ayarlamalı ve göndermeliydim, vurulduğunu hala söylemediği için kızgındım ama bunun başarısını gölgelemesine izin veremezdim. Birkaç asistan Ay Gözünün küçük çaplı tanıtımını yapıp ilgilenenlerin dikkatini çekerken Armina gelen konuklara tek tek yaklaşarak hem tebrikleri kabul etmeye hem de tahminimce fikirlerini almaya başladı. Babasının ve abisinin gurur dolu bakışları arasında salonda süzülüyordu. "Vay vay vay. Kimleri görüyorum burada?" Omzuma dokunan elle ufaktan gerilsem de belli etmeyip bedenimi sesin geldiği yöne çevirdim. Kim olduğunu tanımadığım kızıl saçlı bir kadın yüzündeki bir ton makyajıyla ve botokslu yüzüyle becerebildiği kadar gülümseyip bana bakıyordu. "Tanıyamadım?" "Ah hiç sorun değil. Burada kimse kimseyi doğru düzgün tanımıyor zaten." Aksanlı konuşuyordu ancak nereli olduğunu anlayamamıştım. "Tanışıyor muyuz?" diyerek tek kaşımı havaya kaldırdım. "Annenin bir arkadaşıyım." dediğinde gözlerimi şüpheyle kıstım. Annemin böyle bir arkadaşı olduğunu anımsamıyordum. "Krallıktan değilim." deyip sözlerini destekledi. "Peki." dedim i harfini uzatarak. "Benden istediğiniz tam olarak nedir?" "Yalnızca tanışmak tatlım." dedi gülümsemeye çabalayarak. "Senin hakkında çok şey duydum delikanlı." diyerek sözlerine devam etti. "Hakkımda herkes her şeyi söyleyebilir. Siz iyi tarafımı görmek isterseniz iyi duyumlara, kötü tarafımla tanışmak isterseniz diğer duyumlara kulak asmalısınız." "Ne kadar iyi birisin ya da daha ne kadar kötü olabilirsin?" Muhabbetten sıkılmaya başlamıştım. "Bakın buraya yakın gördüğüm birinin başarısını takdir etmek için geldim. Akıl oyunlarıyla benim zihnimi bulandırmaya çalıştığınızın farkındayım. Ancak size şunu söylemeliyim ki aklımla oynamaya çalışanın aklını alırım. Şimdi ya derdinizi söyleyin ya da kibar bir hanımefendiye yakışır vaziyette, zarafetle yanımdan ayrılın." "Güzel uyarı. Tam bir beyefendiye yaraşır şekilde, takdir ettim." deyip gülümsedi. "O zaman bir uyarıda benden gelsin genç adam. Dikkatli ol. Önce kendini koru sonrasında onu." diyerek bakışlarını Armina'ya çevirdi. "Fırtına çok yakında ve taş üstünde taş bırakmayacak. Bir sonraki patlamada hanginizin canı yanar bilinmez." dedi. Sinirden gerilen bedenimle birlikte şakaklarımdaki damarlar atmaya başladı. Bu kadın patlamayı nereden bilebilirdi? Basın için bu konuda ambargo koyulmuştu, orada olanlar hariç kimse bilmiyordu. Hızla dirseğinden tutup kendime çektim. "Kimsin sen?" "Annenin en yakın arkadaşı demiştim." "Bana palavra sıkma. Her kimsen adını ve kim olduğunu söylemek, alacağın bir iki nefes için umut olur." diye dişlerimi sıkarak konuştum. Kadın önce dirseğini elimden kurtardı sonraysa geniş bir gülümseme sundu. "Sakin ol delikanlı. Ben düşmanlarının arasındaki en merhametli düşmanım. Sen beni öyle bil ve uyarımı dikkate al yoksa üçünüzden biri zarar görecek." Duraksadım. Armina bir, ben iki... Peki, üçüncü kimdi? "Üçüncü kim?" "Onun izi kayıp Ateş. Onu bulduğu takdirde acımayacak, her yerde onu arıyor." Boynumu sağa sola esnettim. Ellerim yumruk halini alırken tekrar "Kim?" diye sordum. "Umay Çağın..." deyip duraksadı ve üzerine basa basa "Gökalp." diye devam etti. Kolumu sıvazlayıp "Onları koru Alparslan Ateş. Burnuma kan kokusu geliyor." dedi ve birkaç saniye gözlerime bakıp yanımdan uzaklaştı. Ellerim hala yumruk halinde kadının arkasından bakakalmıştım. Birkaç saniye içinde kendime gelip kadını takip etmeye başladım. Diğer davetlilerin arasında yaşına oranla tezat bir hızla misafirlerin arasında kaybolmaya çalışıyordu. Tam ona ulaştım dediğim anda duyduğum sesle bilinçsiz bir şekilde durdum. "Alparslan Ateş Kasabalı." Duraksamamla arkamdan gelen sesin sahibi önüme geçti. "Ne zamandan beri asi olan tarafta yer almayı seçtin?" Bakışlarım anlık Armina'nın yüzüne kaydı. "Sen davetlerimi protesto etmeye başladığından beri." "Ben kurallarını hiçbir zaman hiçe saymadım!" Sözleri sert olsada çevrenin kalabalık olmasından dolayı daha naif tavırlar sergiliyordu. "Krallık toplantısına baskınlar yapmak adetin yani. İyiymiş her gün yeni bir bilgi demişler." diyerek bakışlarımı kızıl saçlı kadını aramak için arkasına doğru çevirdim. "Bugün beni sinirlendiremeyeceksin Alparslan." "Öyle bir niyetim yok." "Neden geldin o zaman? Sana davetiye gönderdiğimi hatırlamıyorum." Omuz silktim. Gözlerim hala kadını arıyordu. "Davetsiz yere gelmek yalnızca sana has bir durum muydu? Eğer öyle ise üzgünüm diyemeyeceğim." Alelacele cevaplarım canını sıkmış olacak ki elini kaldırıp işaret ve orta parmağını birleştirerek yanağıma getirip, başımı çevirerek ona bakmamı sağladı. "Benimle konuşuyorsan yalnızca bana bakacaksın Alparslan Ateş." Bakışlarım onun bakışlarıyla kesişti. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. Hoşuma gitti. İleri gitsem ne olurdu? Çaktırmadan arkasına baktım kadın ortalıktan kaybolmuştu. Onunla yarın ilgilenecektim, şimdi ise... Bir adım Armina'ya yaklaşarak bakışlarımla onu kendime hapsettim. Ayağındaki topuklular ile dudakları çeneme yaklaşmıştı. Dudakları dudağıma hiç olmadığı kadar yakındı. Önce onlara sonra gözlerine baktım. "Böyle iyi mi Armina Hanım?" diye sordum. Sırtını dikleştirdi ve boynunu yukarı doğru kaldırdı. Tehlikeli sularda yüzüyordu. Benimle oynuyordu. "Daha iyi Alparslan Bey. Şimdi neden geldiğini söyle." diyerek dudaklarını hafifçe ıslattı. Gözlerime kırmızı bir sis perdesi iniyordu ve bu ilk defa sinirden değildi. Keyif alıyordum, onun bana diklenmesi nedensizce haz vermişti. "Bu projedeki diğer ortağının vekaletiyle buraya geldim. Umarım beni kovmak gibi bir nezaketsizlik yapmazsın. Zira kendi davetlerimde size gösterdiğim müsamahaları yüzünüze vurmak gibi kabalıklarım ortaya çıkabilir." dediğimde şuh bir kahkaha attı. Kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Kahrolası hain! Bakışları baştan sona üzerimde gezindi. Aynı şekilde birkaç davetlinin de bizi izlediğini fark etmiştim. "Tam bir İstanbul Beyefendisi ha? İstanbul kabadayısından, beyefendiliğine terfiin çok hızlı oldu." dedi. "Yerine göre beyefendi." deyip en çapkın gülüşümü sundum ve ceketimin düğmelerini açtım. Nefesinin teklediğini fark ettim. Güzel... "Yerine göre..." diyerek ellerimi pantolonumun ceplerine soktum. Yeleğim, cep saatimin zinciri ortaya çıkmıştı. "...tam bir İstanbul kabadayısı." dedim. Ondan karşılık gelmeyince konuşmaya devam ettim. "Tarihi bina ile yeni teknoloji bir projeyi harmanlamak... Güzel ve etki bırakan bir kombinasyon takdire şayan." "Ah ne entelektüel gözlem. Ağzın iyi laf yapıyormuş şaşırdım doğrusu." derken onun planının da bu olduğu ve tespitimin doğruluğunu gözlerinden okuyordum. Dilimin ucuna gelenleri söylememek için dilimi ısırdım. Onun yerine "Var küçük çaplı marifetlerimiz tabii." dedim. Küçük çaplı sinirle "İnanılmazsın." diye fısıldasa da duymuştum. "Dayanılmazsın." diye içimden geçeni fısıldasam da eminim ki duymuştu. O bundan ne anlam çıkarmıştı bilmiyordum. Bakışları gözlerimle buluştuğunda gözbebekleri büyüdü. Hızla kendini toparlayarak "Benim hakiki davetlilerle ilgilenmem gerekiyor." dedi ve bakışlarını yere indirdi. "Davet ettiğim davetlilerle." deyip posta koydu ve uzaklaştı. Dudaklarımda bıraktığı hafif tebessümle ardında kalırken bir sonraki viski bardağımı onun, Umay'ın ve başarılarının şerefine kaldırdım. Onlar bilmese bile... **** Dün gece gördüğüm kabuslar yüzünden uyuyamamış, geceyi sabaha devirmiştim. Rüyalara, kabuslara inanmazdım. Hepsi yalan dolan gelirdi ancak her rüyada ve her kabusta bal gözlü kadını görmek artık göz ardı edebileceğim vaziyetten çıkmış durumdaydı. Aşk meşk konularından oldum olası uzak durmuştum ve şimdi Allah hiç olmadık yerden belamı vermişti. O benim sınavımdı, artık adım gibi emindim. Bu yüzden uykusuz kaldığım bütün bir gece boyunca her yönüyle ve tüm çıkmazlarıyla birlikte onu düşünmüştüm. Tehditler, patlamalar, teklifler, anlaşmalar ve o! Çıkan sonuç; Armina'yı korumam gerekiyordu. Herkesten, her şeyden. Peki, onu benden kim koruyacaktı? Umay'a ihanet ettiğini bildiğim halde onu benden kim, nasıl koruyacaktı? Benim aşkım onu benden korumaya yeter miydi? Allah kahretsin ki bilmiyordum. Ancak bildiğim bir şey vardı ki kararım artık belliydi. Zihnim geçen günlerden bu yana daha berraktı. Benimle o masaya oturmak zorunda kalacaktı. Önce nikah sonra ise Krallık masasında yer alacaktı. Ben onun solunda yer alana kadar o bilmeyecek olsada sürekli benim solumda olacaktı. Krallıktan, soyadımdan ne istiyorsa vermeye karar vermiştim. Bu onun hainliğine ve ikiyüzlülüğüne ödülüm olacaktı. Güç, isim, Krallık kararlarında söz sahibi olmak, her şey onun olacaktı. Onun istediği buydu ve verecektim. Benim isteğim ise yalnızca onu korumak olacaktı. Bu arada dedemin evlilik baskısından ve Kahraman Bey'le kurduğu evlilik ittifakından kurtulacaktım. Onlar istediği için Armina ile evlenmeyecektim. Ben istediğim için evlenecektim ve onlar hükmüme boyun eğmek zorunda kalacaklardı. Çıkarlar konuşacaksa eğer benimde bazı yaptırımlarım olacaktı. Armina hem Krallıkta yer alacak hem de benim Gökalp Krallığında hüküm sürmeme yardım etmiş olacaktı. Evlenerek Edremit Gökalp'i, Krallıktan ekarte edecektim. Onun kanlı ellerinin Umay'a tekrar değmesini önlemiş olacaktım. Armina ve planlarını yakından takip edebilecektim. Krallıkta onu kocası olarak çok daha rahat bir şekilde koruyabilecektim ki buna Mirza iti de dahildi. Arık Böke zaten fikrini belirtmişti, geriye bir tek Armina kalıyordu, öyle ki teklif ondan geldiğine göre bu da çok zor olmasa gerekti. Sadece küçük birkaç adım gerekliydi. Lansmandaki heyecanı ve nefesinin kesilişi gözümün önüne gelince hafifçe gülümsedim. Armina'ya bana dair istediği ne varsa hepsini verecektim. Bir şey hariç. Kış güneşi yavaş yavaş puslu gökyüzünün arasında kendine yer bulmaya çalışırken, uzun zamandan sonra ilk defa rahat bir nefes aldım. Kafamda her şey netti. Aklımdaki karmaşaya yüreğimin sesini yoldaş ederek son verdim. Saate baktığımda çoktan yediye geldiğini fark ettim. Önce güzel bir kahvaltı yapıp sonrasında geçen geceki beyaz ceket kabusunu silmek istercesine siyah takımlarımı üzerime çekerek kol düğmelerimi gömleğimin kollarına iliştirdim. Kahvemi yudumlarken evden çıkmadan önce telefonu alıp İstanbul'un en gözde ve lüks çiçekçisine telefon açtım. "...İsteklerinizi tek tek kaydettim Alparslan Bey. Yalnız emin olmak için tekrar sormak istiyorum 888 adet kırmızı gül ve ortasına bir adet beyaz kasımpatı değil mi?" "Evet Emel Hanım, siparişim bu şekilde olacak." dediğimde kahvemden son bir yudum aldım. "Peki siparişinize not eklemek ister misiniz?" diye sorduğunda duraksadım ve düşünmeye başladım. "İstiyorum." Sığ bir nefes bıraktım. "Şu şekilde yazılsın not alın lütfen." Ahizeden kulağıma kalem hışırtısı gelirken aklıma gelen sözleri sıralamaya başladım. Gül kadar narin, kasımpatı kadar kırılgan ama inadına güçlü olan sana... |
0% |