@bberdogans
|
‘Sen kanadından öptüğün kuşu, öptüğün yerden vuransın. Yolun bana, yolum sana çıkmasın!’ Deniz Köksoy… Bulaşık makinesinin kapağını kapatıp ellerimi havluyla kuruladıktan sonra merdivenlerin yukarısından gelen sese kulak kabarttım. Hala uyumamıştı ve üstelik iki kez uyarmıştım. Mutfaktan çıkıp merdivenlerin aşağısından yukarıya doğru sert anne tonuyla bağırdım. “Aslan hadi artık!” Bu üçüncü seslenişimdi. Hoşgörünün dibini sıyıran bir metre otuz dört santimlik sarışın, saat gece yarısına yaklaşmasına rağmen hala daha saçma bir bilgisayar oyunun başındaydı. “Az kaldı anne.” diye bana üçüncü kez aynı cevabı verdiğinde sert bir nefes alıp bir avazda yukarıya tırmandım. Kapısı açık odasına girdiğimde, kapının yanındaki fişi söktüğüm an bilgisayarın ekranı karardı. Aslan asabiyetle bilgisayar masasından “Şunu yapma işte.” diyerek kulağındaki kulaklıkları çıkarıp döndüğünde hüzünle kavislenen sarı kaşlarıyla ve kahve gözleriyle baktı. “Sen de sınırları aşma o zaman oğlum.” Fişi yere bırakıp içeriye adımladım. Hüzünle bana bakmaya devam ederken yaptığımın doğru olmadığını biliyordum ve esneklik göstermeye karar verdim. “Anneciğim saat geç oldu artık uyumalısın, yarın futbol antrenmanında uyuyarak koşacaksın.” Aslan gözlerini ovalarken “Haklısın abarttım ama.” dese de sona eklediği amaya bahaneler yerleştirdi. “Anne zaten az bir zaman kaldı okulların açılmasına.” diyerek sitemkâr bir şekilde konuştuğunda, gülümseyerek yanına yaklaşıp önünde diz çöktüm. Burnunun ucuna işaret parmağımla fiske vurup alaylı bir havaya büründüm. “Evet bak anlamaya başlıyorsun. O zaman neymiş üç ay tatili bitiyormuş ve rutin zamana dönüyormuşuz.” Aslan nefesiyle yanaklarını şişirdiğinde, parmağımla yanağına dokununca puf yapıp nefesini verdi. “Büyük anneannem gitti mi?” “Yaklaşık iki saat önce.” Esneyerek “Formamı yıkadın mı anne?” diye sordu. Başımı onaylarcasına sallayıp “Hadi bebeğim artık uyuyalım, gözlerin kıpkırmızı oldu.” derken kollarımı kocaman açtım. Aslan yorgun tavrıyla kucağıma sığındığında çöktüğüm yerden kalktım, yönüm yatağı iken tek elimle nevresimini açıp onu yatağa bıraktım. “Yanına yatmamı ister misin?” diye fısıltıyla sorduğumda başını hayır anlamında salladı. Keşke hep küçücük kalsaydı ve koynumda uyutsaydım. O günleri deli gibi özlüyordum. Saçlarının önünü okşayıp şakağına öpücük kondurdum. “İyi geceler küçük aslan.” “İyi geceler.” diye mırıldanıp yan dönerek gözlerini kapattığında nevresimi beline kadar örtüp gece lambasının ışığını kıstım. Bugün de burada bitmişti. Odadan çıkarken Aslan'ın telefonunun ışığı yanıp söndü. Gözüm ona takılırken telefonunu kavrayıp gelen bildirime baktım. Antrenmandaki arkadaşı mesaj atmıştı. “Doğum günün kutlu olsun.” diye başlayan mesajlaşmanın devamına baktım. Arkadaşı içtenlikle mesaj atarken Aslan iyi dilekte bulunan ve dileklerinin gerçekleşmesini temenni eden arkadaşına “Dileklerim babamın hayatımda olması. On yaşımda kabul olur mu ki?” diyerek mesajı cevaplamıştı. Telefonu yerine bırakırken yorgun bir nefes koyuverip odasından çıktım. On yaşında küçük bir ergene sahiptim. Her gün bitmek tükenmek bilmeyen, uçsuz bucaksız sorularıyla beyin devrelerimi yakabilen... Neşesiyle kalbimi huzura kavuşturan, sessiz olduğu zaman beni ürkütebilen, kalbindeki ebeveyn olgusunu dolduramadığım tek varlıktı oğlum. Anneliğin ateşten bir gömlek olduğunu söylerdi anneannem, ateşten gömleği on sene önce tek başıma giymiştim. Aslan ile büyümüş, onunla olgunlaşmıştım. Hayatıma dahil olduğunda, onun benim için geleceğe dair umudum olacağını biliyordum, her güne şükür sebebimdi. Fakat ona bir aile borçlu olduğumu da çok iyi biliyordum. Merdivenlerden inip giriş kapısına yöneldiğimde arka taraftaki bahçeye geçtim. Yuvarlak masanın çevresinde yerini alan arkadaşlarımla hafta sonu olması sebebiyle benim evimde buluşmuştuk. İskele hafta sonu olduğu zaman adım atamayacak kadar kalabalık olurdu, bilhassa aylardan Ağustos ve sezon ortası ise. Geldiğimi gören Alihan avucundan çekirdek tanesi alıp çitleyerek çöpünü masanın üzerine bıraktı. “Uyudu mu?” “Nihayet…” diye yorgunlukla kendimi plastik sandalyeye atarken, Derya boşalmış çay bardağımı semaverdeki çaydanlığa uzanıp doldurmaya başladı. “Bu aralar çok dengesiz tavırları var. Bir anda bana parlıyor, bir anda yumuşuyor. Geçişleri çoğalmaya başladıkça nasıl başa çıkmam gerektiğini bana sürekli sorgulatıyor ve işin içinden çıkamıyorum.” derken saçımdaki fuları çıkarıp kahverengi kâküllerimi sol elimin parmaklarıyla düzelttim. “Çok normal kuzum.” Maviş gözlerindeki şefkatli parıltılarla bana bakan Defne abla “Büyüyor ve sen kendini yetersiz görmekte haklısın.” derken sağ elinde tuttuğu bebek arabasını ufak ufak sallıyordu. “Diyar büyürken ben de senin gibiydim. Sürekli değişiyordu ve ben kendimi yetersiz görüyordum. Bu haliyle benim psikolojimi çok etkiledi ama Ozan bu konuda bana yardımcı oluyordu. Senin tek eksiğin bekar bir anne olup, tek başına her şeyin üstesinden gelmek zorunda kalman.” Net bir tavırla “Bekar olabilir ama bunu eksik olarak görmemek gerek, zorunluluk.” diyen Alihan'a dönen Mahinur “İstese buna son verebilir.” diyerek tek kaşını kaldırıp baktı. “Kusura bakma tatlım ama ondan olsa olsa…” Elindeki çay bardağını vurarak önüme koyan Derya “Şu an sırası mı?” diye kısık gözlerini Alihan ve Mahinur arasında gezdirdi. “Buraya Aslan'ın doğum günü için toplandık ve siz aynı konuları temcit pilavı gibi pişirip pişirip önümüze koyuyorsunuz.” “Hay ağzına sağlık.” diyerek Derya'ya bakıp göz kırptım. Şu anda bekar anneliğimi konuşma taraftarı değildim, Aslan'ın duygusunu öğrendiğim mesajdan sonra hiç değildim! Derya’ya yarım ağız gülümsediğimde “Ee ne yapıyoruz?” diye sordu. “Anneannem ve dedem hastane işleri için Altınoluk’a geri döndüler. Yarın gelebilirler ama geç olur büyük ihtimal, sabah otele gelemeyebilirim.” “Önemli değil ben hallederim.” diyen Alihan çekirdeğini yemeğe devam ederken “Sezon bitmek üzere zaten şurada üç, dört haftamız kaldı sonrasında başlarız yine sinek avlamaya.” diyerek aklımı zaten meşgul eden durumların üzerine yenisini eklemeye devam ediyordu. Aslan'ın kalan pastasından bir çatal alıp çayımı yudumladım. “Yeni otel bizi çok zorluyor. Belki de bizde butik olmaktan çıkmalıyız. Yoksa Otel Faralya diye bir şey kalmayacak, annem ve babamdan kalan son hatırayı da kaybedeceğim.” Otel Faralya'nın kapısına zincir vurma düşüncesi kalbimi sıkıştırıyordu. “İstersen sana yardımcı olabiliriz.” diyen Defne ablaya “Sen bunu söylemedin, ben de duymadım.” diye hafif kızgınlıkla konuştum. “Sen hissedar olmayacaksan, hiçbir şekilde havadan para istemiyorum.” Defne abla konuşacağı sırada arabada ağlayan Deren'in ilk defa ağlamasına sevinmiştim. Defne abla ince örtüyü kaldırıp küçük hanımı kucağına aldı. “İçeride emzireyim.” diyerek ayağa kalktığında konunun kapanmasından memnun olmuştum. Deren ile birlikte girişe giderken duraksadı. Bahçe girişinden tanımadığım bir ses geldi. “Merhaba, Feride Teyze evde mi?” Kaşlarım çatılırken “Yok Altınoluk’a gitti de siz kimsiniz?” diye soran konuşmayı çok seven Defne ablaya yabancı ses “Yeni komşu.” diye cevap verdi. Sanki çok uzaktaymışız gibi bize dönüp bağırdı. “Çocuklar misafiri karşılayın.” deyip içeriye girdiğinde ayağa kalktım. Merdivenlerin diğer girişine yönelip taze nanelerin arasından bahçe kapısına vardığımda, elinde tabakla ince, uzun boylu hemen hemen benim yaşlarımda bir adam gördüm. “Merhaba.” derken parmak arası terliklerimin çıkardığı absürt sesle ona yaklaştım. “Merhaba.” Hafif kalın ses tonuyla şu iyi aile çocuğu denilen kalıptaki insanlardan farkı yoktu. 1920'lerden kalma gibi gözüken ince bıyığı, geriye doğru taranmış kumral saçları ve ela gözleriyle Pera Palas'tan fırlamış Halit gibiydi. Derya ve film, dizi aşkları tartışılmaz bir konuyken, uzun süre göz göze bakışmamızı gecenin bir yarısı dere kenarından cıyaklayan çoklu kurbağa sürüsü kesmişti. “Kurbağa?” “Evet dere çok yakın buraya ve gecenin bir yarısı konser vermeyi seven sevimli kurbağalarımız var.” Hafif gülümseyen yabancı elindeki tabağı işaret etti. “Feride Teyze'ye getirmiştim, tabak sizin.” Uzattığı tabağı aldım. Anneannem ne işler karıştırmıştı iki günlük yokluğumda? “Anneannem.” diyerek ona baktım. “Tanışmışsınız siz sanırım ama ben.” dediğimde yeni komşu elini öne doğru uzattı. “Aziz ben, Aziz Vefa. Buraya üç gün önce taşındım.” “Taşınır taşınmaz anneannemin radarına mı takıldın?” “Öyle denmez aslında.” derken alt dudağını yalayıp “Bir salçalı ekmek mevzusu diyebiliriz.” diyerek tebessümünü bozmadı. Salça mı? Eyvahlar olsun! “Ee sen İskele’deki hayatına bir, sıfır yenik başlamışsın.” Sözlerimle beraber kaşları hafifçe çatıldı. “Yok yok sen direkt gayya kuyusuna düşmüşsün.” Uzattığı elini indirip “Anlayamadım.” derken yüzü ifadesizleşti. Üç gün önce anneannem mahalledeki kadınlarla toplanıp kış hazırlığı yapmışlardı lakin bu sadece bir işçilik değildi. Salça ve tarhanaların her bir zerresinde emindim ki gıybetin en alası vardı. Açıklama yapacağım anda “Deniz…” diye arkadan Alihan’ın sesi duyuldu. Arkama doğru döndüğümde Alihan nane tarhının oradan bize bakıyordu. “Misafirimiz kim?” “Aziz Vefa, yeni komşumuz.” dediğimde Alihan tebessüm ederek “Gel birader çayımız var.” dedi. Yeni komşu Aziz “Geç oldu, rahatsız etmeyeyim.” Dese de Alihan yanımıza gelip elimdeki tabağa baktı. “Ankaralı mısın?” Aziz “Evet.” dediğinde Alihan elimdeki tabaktan kurabiye aldı. Kurabiyeden büyük lokma ısırıp hızlıca öğüttükten sonra “Uzun zamandır Beypazarı kurusu yememiştim.” deyip Aziz'in omzuna elini koydu. “Hadi gel, çayla Beypazarı'nı kardeş yapalım.” diyerek omzuna koyduğu eliyle adamı bahçeye ittirdi. Elimde tabakla arkalarında kaldığımda onlarla beraber masaya geçtim. Yeni komşu çekimser bir şekilde sandalyede otururken, Derya içeriden getirdiği bardakla çayları yenileme işini üstlendi. Alihan yeni komşuya doğru sandalyesini döndürüp “Ee hangi rüzgâr attı seni buraya?” diye sordu. Adam uzun parmaklarıyla gözünün kenarını ovalayıp kısaca “MEB.” dedi. “Atamayla geldim buraya, Türkçe öğretmeniyim.” Derya “Kutsal meslek.” diyerek ona bardağını uzattı. Masanın kenarındaki boş tabağa doğum günü kutlamasından kalan yiyeceklerden koyarken “Hoş geldin o zaman hocam.” deyip tabağı önüne bıraktım. Bana dönüp “Hoş bulduk.” diyerek gözlerimin içine baktı. Gözlerinin elasındaki derinlik bana yabancı gelmemişti. “Ben Deniz.” derken elimle tek tek diğerlerini gösterdim. “Mahinur, arkadaşım. Alihan ve Derya üniversiteden hem arkadaşım hem de meslektaşım. İçeriye çocukla geçen ise Defne abla, Derya'nın ablası bizim de ablamız.” diyerek isimle tanışma faslını geçtim. “Ben de Aziz, hepinizle tanıştığıma memnun oldum.” deyip çayını yudumladığında “Sizin meslek ne?” diye sordu. “Ören'deki Otel Faralya'nın sahibiyim. Derya ve Alihan benim şeflerim.” diye cevap verdiğimde “Ondan bir bakışta Beypazarı'nı tanıdın?” diyerek Alihan'a döndü. “Mesleki deformasyon birader.” diyen Alihan “Ankara'dan buraya atanmak değişik gelmiştir.” diye muhabbet açmaya başladı. Komşu Aziz “Aslında Ankara'dan buraya gelmedim. Iğdır'dan atandım.” dediğinde “Oo haritayı ikiye katla üst üste gelsin. Ankara yine hadi neyse de Iğdır'dan, Balıkesir insana jetlag yapar be.” diye Derya konuya dahil oldu. Yudumladığı çay bardağının arkasından gülümsedi. “Öyle denilebilir ama olsun, annem her zaman vatanın her yeri bizim evimiz der.” “Annen askeriye ile bağlantılı sanırım.” diye bu kez konuya bende dahil oldum. “Evet babamla evliliği onu askeriye ile bağlantılı yapıyor. Babam emekli albay, senelerce Türkiye'deki neredeyse tüm şehirlerde görev yapınca annemde kendisini bu şekilde avuttu. Annem, benim evim Sadri Bey'dir, Sadri Bey neredeyse benim yuvam orasıdır der. Senelerce bu şekilde birbirlerini idare ettiler.” Beğeniyle dudaklarımı büzdüğümde “Vay be.” diyerek Mahinur konuştu. “Böyle aşklar kaldı mı?” Alihan “Kızım bizde bıçağımızı namus bildik ama formamızın rengini beğenmediler.” diye omzunu silkip ona baktı. Mahinur kibirle ona karşılık verdiğinde bu bakışı hiç sevmiyordum. Onda da sürekli olarak gördüğümde ve bu bakış ortaya çıktığında ardından gelen yaralayıcı sözleri çok iyi hatırlıyordum. ‘Abartıyorsun Deniz, sen kafanda kurmuşsun!’ ‘Ben buyum değişmem, işine gelirse.’ ‘Beni bu hale sen getirdin!’ Saniyelik gözlerimi kapatıp açtığımda Aziz dikkatle bana bakıyordu. Dikkatli bakışı gözlerimde oyalanırken, elaları gözüme koyu bir çukur gibi gözüktü. O sırada evden çıkan Defne abla kucağındaki küçük hanımın karnını doyurmuştu ve Deren etrafa gülücükler saçıyordu. “Oy benim tetem…” diyerek Derya ayağa kalkıp yeğenini kucakladı. “Tüm konuşmaları duydum, o yüzden alt yazıya gerek yok. Hoş geldin Aziz.” derken Deren'i kız kardeşine verip Aziz'e elini uzattı. “Hoş bulduk abla.” deyip efendi bir tavırla ayağa kalkarak Defne abla ile tokalaştığında “Çok tatlı maşallah.” diyerek Deren'e baktı. Ona doğru yaklaşırken parmağını uzattığında dokuz aylık küçük hanım gülücüklerle yeni komşuya bakıp kollarını havaya kaldırdı. Kucağına gitmek istiyordu. Aziz, Defne ablanın gözlerine bakarak müsaade istediğinde, aldığı onayla Derya'nın kucağından ona gitmek isteyen küçük hanımı aldı. Bilir bir edayla ilk önce kol altından tutup göğsüne yasladı ve belini kavradı. Sol eliyle sağ elinin parmaklarını tutup kokladı. “Merhaba küçük hanım.” Gülümsedim, genellikle Deren'e küçük hanım diye ben seslenirdim. Deren, gülücüklerini yeni komşuya sunarken “Seni sevdi.” dedi Defne abla. “Benim de bir yeğenim var beş yaşında, Gönül'ün küçüklüğü gibi tonton bir hanım.” deyip yanağından makas aldı. Bahçenin dışından lastik sesinin çakıl taşlarından çıkardığı ses duyulduğunda “Ozan geldi.” diyerek Defne abla masanın üzerindeki bebek eşyalarını toplamaya başladı. Aziz hala daha parlak ela gözleriyle beraber parmaklarının tersiyle Deren'i mutlu ediyordu. Alihan ellerini bacaklarına vurup ayağa kalkarken “Hadi bırakayım garaja.” diye Mahinur'a baktığında o da onaylayıp eşyalarını topladı. Ozan abi kızı Diyar'la birlikte bahçeye girerken Aziz, küçük hanımı annesine teslim etti. “Selamünaleyküm gençler.” diyerek kızını kolunun altına aldığında gözleri ortamda ilk defa gördüğü yabancıya takıldı. Aziz baş selamı verip “Yeni taşındım.” diyerek baş parmağıyla solda kalan evi gösterdi. “Hoş geldiniz.” diye tebessüm ettiğinde “Ben Ozan, ortamın en kıdemli evlisi.” dedi. Derya “Kıdemlisi ama geriden geleni.” diyerek göz devirdi. “Hala daha mı baldız?” diye sorarken konu yine geçmişe dönüyordu ki Aziz kendisini tanıtarak bu konuya son verdi. Erkeksi tokalaşmaları son bulduğunda “Annemleri bıraktınız mı?” diye sordu Defne abla. Ozan abi başıyla onayladı. “Hadi gidelim mi? Diyar'ın yarın antrenmanı var.” dediğinde toplaşıp bahçenin kapısında kendimizi bulmamız bir oldu. Herkes evlerine dağılırken “Ben de gideyim.” diyen Aziz elini ensesine atıp ovaladı. “Kahve içer misin?” Neye dayanarak söylediğimi bilmiyordum ama Aslan’ın duyguları aklımı bulandırırken yalnız kalıp keskin kararlar almak istemiyordum. “İçeceksen sana eşlik ederim.” Sözleri karşısında bir adım geriye giderek elimle bahçeyi gösterdim. Aziz içeriye girerken “Sen geç ben kahveleri yapıp geliyorum.” diye seslendim. Çelik kapının bulunduğu dört basamağa ilerleyip içeriye girdim. İlk önce merdivenleri tırmanıp Aslan'a baktığımda, üzerinden sıyrılan nevresimi düzeltip, kapıyı da hafif örterek aşağıya indim ve mutfağa yöneldim. Elimde tepsi dışarıya çıktığımda Aziz telefonuyla ilgileniyordu. Geldiğimi duyumsayınca telefonu ters bir şekilde masaya kapatıp ayağa kalktı. Elimdeki tepsiyi alıp masaya koyarken beyaz ışığa artık katlanamayan gözlerimle “Işığı kapatsam sorun olur mu?” diye sordum. Aziz başını salladığında duvara uzanıp tepedeki ışığı kapattım. Güneş enerjisi ile çalışan ışıldaklar devreye girip sarı ışığı yansıtırken, bahçe şimdi daha mistik ve daha huzur doluydu. “Kusura bakma biz biraz kalabalığız, zaman zaman gürültü olabiliyor. Küçükleri idare etmek kolay ama büyükler için durum biraz daha sıkıntılı.” derken sandalyeye geçip oturdum. Aziz tepsiden kupaların birini alıp ellerini birleştirdi. “Deniz.” diye adımı ilk kez söylediğinde gözlerimi kırpıştırıp ona baktım. “İnan hiç mühim değil, sessiz hayatıma neşe katacak.” Gülümsedim. “O zaman Alihan masaya okey attığında çıkacak olan gürültü için özür dilemeyeceğim.” Gülümseyerek başını salladığında ela gözleri kısıldı. “Bahçe çok güzel.” diyerek az önceki kalabalıkta fark etmediği ortama göz attı. “Benim fazla vaktim yok, Feride Hanım'ın marifetleri.” Sırtını sandalyeye yaslayıp dirseklerini plastik kollara dayadı. “Otel işi zor olmalı.” “Evet, yani ister istemez sezonda zorlaşıyor ama güzel ve zevkli iş.” Başını ağır ağır salladı. “Peki ya sen, öğretmenlik daha zor. Aslan'ın öğretmenlerine okul döneminde çokça sabırlar dilediğim zamanlar oluyor.” Saniyelik gözü kupadaki elime kaydı. “Aslan’la tanışmamız sizden erken oldu. İnsan canlısı ve heyecanlı bir delikanlı, anladığım kadarıyla futbolla fazla ilgili.” Gülümseyerek “Çocukluktan bu yana dedemin ona aşıladığı Galatasaray aşkının meyveleri bunlar.” diyerek masada yarısı kalmış taraftar pastayı işaret ettim. “Aslan sizin oğlunuz mu?” diye bir anda sordu. “Evet benim oğlum.” diyerek kuru bir sesle cevap verdiğimde “Ya babası diye?” çekinerek yeni bir soru sordu fakat “Özelse cevaplamak zorunda değilsiniz.” diye fazladan eklediği mesafe ekiyle sınırını çizdi. Benim için anlatmak sorun değildi, yine de bu gece bu konuda konuşmak ilk tercihim olmayacaktı. Kısa kesip konuyu kapatmaya karar verdim. Kahvemden büyük bir yudum alırken “Bekar bir anneyim, Aslan'ın babası rahmetli oldu.” diye mırıldandım. “Başınız sağ olsun.” derken hüzünle kaşlarını çattı. Bu hüznü yabancı da olsa hak etmeyen kişiye içimden tonlarca küfür saydım. “Buralar çok güzel.” diye konuyu dağıtmaya çabaladığında ise hiç tanımadığım birinden hissettiğim acıma hissiyle yüreğim burkuldu. “Daha yeni gelmişsin ama burasının havasına bir kere alıştığın zaman gitmesi zor olur…” İç çekercesine söylediklerimden sonra Aziz başını ağır ağır salladı. Parmaklarım kupanın üzerinde sıralı oynarken aklım hala daha Aslan’ın mesajlarında takılı kalmıştı. “Alışmak ayrı, halinden memnun olmak ayrı derler. Alışkanlığın da çeşitleri vardır Deniz.” diyerek masanın ortasındaki fesleğen saksısının üzerine elini gezdirip, parmak uçlarıyla dallarını havalandırdı. Havaya dağılan hoş kokusunu ciğerlerine çekerken kısa bir süre gözlerini kapattı. “Buradaki alışkanlığın halinden memnun olmakla ilgisi olduğunu düşünüyorum.” “Tabii sen de haklısın.” diyerek konuyu başka bir yöne çevirdim. “Salçalı ekmek mevzuları falan…” Bardağımdaki kahveyi yudumlayıp gülümsedim. “Yalnız baştan söyleyeyim anneannem kadar misafirperver olamıyorum. Marifetlerim yalnızca otelle sınırlı.” “Salçalı ekmeğin tadı uzun süre damağımdan silinmeyecek sanırım ama yine de.” diyerek elindeki kahve kupasını havaya kaldırıp mahcup ifadeyle gülümsedi. “Bu kupanın da kırk yıl hatırı var, bana bu kadarı kâfi.” “Kırk yıl hatır konusunda bayağı bir iyiyim sanırım, çünkü yaklaşık on beş senedir başımdaki çeteden bir fincan kahve yüzünden kurtulamıyorum.” diyerek muzip bir tavra büründüm. “Yalnız olmaktan iyidir, şanslısınız.” derken ela gözlerini kısa bir an yüzümde tuttu. “Herkese nasip olmayan şeyler bunlar.” diyerek bakışlarını kaçırdı. Haklıydı. Dostlarım benim ve oğlumun hayatı için büyük şanstı. Kimsenin kanadının altında sığınacak dermanım yokken onların kanadı bana yuva olup güç vermişti. Aslan çoğu zaman Alihan’ı olmayan abisi yerine koyardı, Derya'yı da ablası. Hatta Defne ablayı teyze bilirdi fakat bir eksik vardı ve ben o eksikliği yerine kim gelirse gelsin asla kapatamayacaktım. Evet nasip olmayan şeyler de vardı ama yine de şanslıydık. Hafifçe tebessüm ettim. On senenin hayaleti üzerime gölge gibi çökerken düşünmemeye çalıştım. Yeni komşu Aziz kaçırdığı bakışlarını bana geri döndürürken, sessiz kalışımda ve yüzümdeki gergin tebessümde takılı kaldı. İçten dudağımı ısırırken aramızda paylaştığımız sessiz bakış sona erdi. İç çekerek “Şanslıyım.” diye mırıldandım. “Aslan’la birlikte yalnızlığımızı paylaşabileceğimiz çok fazla dostumuz var.” Aziz’in yüzüne küçük bir bakış attım. “Yine de gün sona erdiğinde saksıdaki fesleğenim, kahve kupam ve ben baş başa kalıyoruz.” diyerek ince bir sitem savurdum. Bazı geceler bu kadar yalnız kalmak boğuyordu. Böyle gecelerde ne fesleğen kokusu ne de kahve kokusu alıp götürüyordu yüreğimin içindeki kasveti ve de tek başına kalmışlığı… “Çünkü yalnızlık paylaşılmaz Deniz. Paylaşılsaydı eğer adı yalnızlık olmazdı. Günün sonunda yine yalnız kalıyorsan bu yalnızlığı paylaştığını göstermez, yalnız kalma zamanını ötelediğini gösterir.” dedikten sonra hafifçe boğazını temizledi, kahvesinin son yudumunu alıp kupayı masaya bıraktı. “İyice geç oldu, daha fazla rahatsızlık vermeyeyim.” Başıyla kahveyi işaret etti. “Hatır için teşekkür ederim. Tanıştığımıza memnun oldum Komşu Deniz.” derken elini uzattı. İlk geldiğinde uzattığı eli havada kalmıştı lakin bu kez “Geceler benim.” dediğimde bakışlarımla az önceki yalnızlığıma ortak olan arkadaşlarımı gösterdim ve ayağa kalkıp elini tuttum. “Bir dahakine kahve sende, hatır bende kalır. Tanıştığımıza memnun oldum Komşu Aziz.” **** Gözüm bahçe kapısındaki yediverenlere dalmışken, az önce sabah ezanı okunmuştu ve hava aydınlanmaya başlıyordu. Gökyüzü açık maviye kucağını açıp, kavurucu güneşe hazırlık yaparken sabah serinliğiyle kollarımdaki şala daha sıkı sarındım. Uyuyamamıştım! Aslan'ın mesajını gördüğüm anda aklıma takılacağını çok iyi biliyordum. Oğlum artık babasını istiyordu. On bir yaz… Tam on bir sene önce tek başıma karnımda çocuğumla adım attığım eşikten dede evine dönmüştüm, tam on bir sene olmuştu. Pişman mıydım? Asla değildim ama kalbime yerleşen yanlış kalbin hezimetini hala daha atlatamamıştım. Hayatımdaki tek erkek oğlumdu, kalbimdeki sancıları bir sarılışıyla durdurabilen… Gülüşüyle, çeyreğine geldiğim hayatımın üzerine yeni seneler ekleyebilen ve beni daha güçlü bir kadın yapan oğlum. Onda babasını eksik bıraktığım oğlum… Günlerdir babasını iyice diline dolayan Aslan'ı artık avutmak hiçte kolay değildi. Yanlışa, yanlış mı ekliyorum diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Otuz dört yaşındaydım artık, yirmi dört yaşımdan çok uzakta ve daha omurgalı bir kadındım. Olmam gerekenin bu olduğunu bilirken onun boyunduruğunun altında oğlumu büyütecek cesaret bende yoktu. Fakat kendim anne ve babasızlığın nasıl ızdırap verdiğini bilirken Aslan’ı babası varken mahrum bırakmak… işte beni kurcalayan tek etmen buydu. Bir insan aynı yerden kaç defa sınanabilirdi ki? Anne ve babamı beş yaşında, merkezden şu anki yaşadığım evimize gelirken ki yolda kaybetmiştim… Hatırlamakta artık zorlandığım anılarım vardı fakat dedem Nazım Köksoy kızından kalan hatırayı kanatlarının altına almıştı. Anneannemin anlattıklarına göre kazadan annemi suçlu tutan baba tarafım beni istememişti. Kazada şoför koltuğunda annemin oturması onlar için babamın ölümüne sebep olanı annem olarak yargılayıp, benim de infazımı vermişlerdi. Neyin kini bunu hiç bilmesem de dedem bu olayların üzerine beni kendi nüfusuna geçirip soyadımı Köksoy yaparak kimseye imtiyaz tanımamıştı. Şimdi aynısını oğluma ben yapmıştım. Aslan’a kendi soyadımı vererek babasının soyadını yok saymış, ondan bir hayat çalmıştım. Günahım büyüktü ama oğlumun gözünden Hancıoğlu ailesi yüzünden akacak bir damla yaşa asla tahammülüm olmazdı. Elimi yalayan Şampiyon’la yediverenden gözlerimi alırken burnumu çekip ona baktığımda, ruh halimi anlamış gibi burnunu çıplak bacaklarıma sürtmeye başladı. Boğazından gelen hüzünlü inlemeye karşılıksız kalamadım. Yarım tebessüm edip uzun tüylerini karıştırdım. “Aramızda kalsın.” diyerek göz kırptığımda gözümden ufak bir damla bacağıma düştü. Küçük bir havlama sessiz sabahı deldiğinde “Şşt…” deyip sağı solu kestim. “Optik Ayşen'e yakalanmak istemiyorum oğlum, hem artık bir komşumuz var sabahın köründe kimseyi uyandırmak istemeyiz.” Sözlerimle kuyruğunu hızla sallayıp acıktığını belli etti. Ayağa kalkıp evin girişindeki küçük verandaya ilerledim. Dolabı açıp Şampiyon'un mamasını alarak çelik kabını doldurdum. Kuyruğunu sallayarak hızla mama kabına koşan Şampiyon mamasını yerken üçlü çekyata oturup onu izlemeye başladım. Salyalarını akıta akıta mermere düşen birkaç tane mamayı hırlayarak yediğinde “Anne…” diye uyku mahmuru ses içeriden kulağıma çalındı. Kolumdaki deniz kabuklu saate baktığımda altıya gelmek üzereydi. Yerimden kalkıp içeriye geçtim. “Buradayım anneciğim.” diye fısıldadığımda gördüğüm manzara beni gülümsetmişti. Aslan elinde Galatasaraylı yastığı ve nevresimiyle, yarı açık gözüyle ve yüzündeki yastık izleriyle mahmur bir şekilde “Çok sıcak uyuyamıyorum.” diye mızıldandı. “Gel o zaman.” Merdivenleri çıkıp onu kucağıma aldığımda tekrar aşağıya inip az önce oturduğum çekyata geri geldim. En uca geçip Aslan'ı kucağımdan indirdiğimde başını bacağıma koyup nevresimi üzerine örttüm. Ufak ufak saçlarını okşarken yeni günü huzurla karşılıyordum. “Anne.” diye uyku mahmurluğuyla mırıldanan Aslan'a “Söyle annem.” diyerek gözlerimi kapattığımda elimi yumruk yapıp başımı yasladım. “Babam hediye gönderirken neden kendisi gelmiyor?” Gözlerimi sımsıkı yumdum. Bu soruların geleceğini biliyordum ve hazırlıklı değildim. Mahinur'un yaptığı dengesiz tavırların başıma iş açacağını biliyordum. Kızaran gözlerimi açtığımda Aslan'ın hala daha gözlerinin kapalı olması işime gelmişti. Saçlarının arasındaki elim ufak ufak kımıldamaya devam ederken “Baban ve ben seni heyecanla kucağımıza almayı bekliyorduk ama hayat istediğimiz gibi olmuyor.” dediğimde burnumu hafifçe çektim. “Ben ve baban arasındaki statü farkını bizler göremedik ama büyüklerimiz geleceğimizin daha karanlık olacağını ön gördükleri için…” Ne saçmalıyordum ben? Dudaklarımı yalayıp konuyu çevirmeye çalıştım. “Sana doğduğun günün ertesine bir hediye vermek istiyorum daha doğrusu bir anı.” Aslan gülümseyerek karşılık verdiğinde doğru yolda olduğumu fark edip devam ettim. Oğlumu hikayelerle kandırmak istemiyordum ama elimden gelen başka bir çare yoktu. “Küçük bir bebeğim olma düşüncesinden çok korkmuştum, çünkü benim de hala daha senin gibi küçük ellerim vardı. Kollarım bir bebeği kaldırmak için fazla cılızdı ama hissettim. İçimdeki ilk dalgalanmayı hissettiğimde sen artık benimdin ve senden asla vazgeçmeyecektim.” “Şu anda olduğu gibi.” diye küçük dudakları mırıldandığında dolan gözlerimle heyecanla başımı salladım. “Şu an olduğu gibi oğlum.” ‘Korkuyorum Cihangir. Ben küçük bir bebeğe anne olamam, ben annelik ne demek bilmiyorum.’ ‘Olursun Deniz, hele bir karnına düşsün sen çok güzel bir anne olursun.’ “Babam ne hissetti anne?” “Çok mutlu oldu. Ona sanki dünyaları vermiştim. Beni öyle bir kucaklayıp etrafında döndürdü ki, yere indiğimde bacaklarım titriyordu.” ‘Senin karnında bir çocuk olması Cihangir'in sadece elinin kiri olur Deniz. Biz ne idüğü belirsiz bir kızı ailemizin içine almayız! Ola ki bu nişan döneminde ki ona nişan bile denilemez, hamile kalırsın. Çocuğu alır soy ismimi veririm, o parmağındaki tel maşa yüzüğe güvenme.’ Elimin karnıma gittiği an gözümün önüne gelirken küle dönmüş bahçeme çiçek açmasına engel olmuşlardı. ‘Seni gelin diyerek masamda oturtup, önüne tabak vermem!’ ‘Git Deniz! Sen bize ihanet ettin! Ben yanımda sen ol istedim, sen tek seçeneğim sensin zannettin. Hayatta en büyük pişmanlığım, yanlış insana iyi davranmış olmam ve o insan sensin Deniz! Git tozun bile kalmasın İstanbul'da!’ “Babamı özlüyorum…” diye mırıldandığında gözümden bir damla yaş saçlarına aktı. Ben de babamı özlüyorum oğlum… “Biliyorum küçük aslan…” Hafif esinti rüzgâr çanlarını şıngırdatırken titrek bir nefes aldım. Şampiyon mamasını bitirip Aslan'ın ayak ucuna çıkıp, kıvrıldı. “Hadi uyu daha saat çok erken antrenmanda yorulacaksın.” “Anne önümüzdeki hafta sonu maçım var.” Sımsıkı gözümü tekrar yumdum. Aslan'a artık yetmediğimi biliyordum. Maç günleri benim stresimin, Aslan'ın ise özlemlerinin arttığı günlerdi ve ben nasıl başa çıkmam gerektiğini artık bilmiyordum. Sesimin titremesine engel olmaya çalıştım. “Harika. Saati bana bir gün önceden hatırlat bebeğim olur mu?” Başını sallayıp “Anne arkadaşımı çağırabilir miyim?” diye sorduğunda aklım karışmıştı. “İstediğin arkadaşını çağırabilirsin Aslan.” Tatlı tatlı gülümsediğinde yüzünü çekyatın sırtına döndü. Hafifçe başını kaldırıp yastığını oturduğum yere koydum. Aslan kalçasını biraz geri çekip elini iki defa vurduğunda Şampiyon biraz daha yaklaştı ve ikisi de gözlerini kapattı. Geri geri gidip kalçamı mermere dayayarak ellerimin ayasıyla gözlerimi sildim. Yorgun bir nefes alıp gözlerimi açtığımda arka bahçenin duvarına dayanmış kollarını birbirine dolayan kişiyle göz göze geldim. “Zor olacağını söylemiştim, belki o zamanlar değil ama şu anda bunu görebiliyorsun.” Aslan ve Şampiyon’a bakıp üstlerini örttüğümde, koltuğun kenarından mevsimlik hırkamı alıp üzerime geçirirken merdivenlerden indim. “Sabah sabah rüyanda beni mi gördün?” diyerek arka bahçenin kapısını açtığımda “Ertesi günleri hep daha zor olur.” diye mırıldanıp bahçe duvarına oturdu. Yanına çöktüğüm anda hiç beklemeden kolunu sırtıma sardı. “Artık birçok şeyi anlıyor. Ona doğrusunu anlatmak zorundasın.” “Anlatamam Alihan. Ona şu anda gerçek hayatı gösteremem.” “Yalanlarla da avutamazsın ki, olmuyor zaten. Dinledim sizi Deniz, Aslan kanadı kırık bir çocuk.” “Biliyorum, ben o eksikliği tamamlamak için ne kadar uğraşırsam uğraşayım olmayacak.” Alihan derin bir nefes alıp cebinden sigarasını çıkardı. Bir dal bana uzattığında arkama dönüp Aslan'a saniyelik göz attım ve aldım. “Aslan bir aile istiyor Deniz.” derken sigarasını yaktı ve ateşi bana uzattı. “Aslan'ın bir babası var zaten.” diye asabiyetle sigaranın ucunu ateşledim. “Babasının ondan haberi bile yok!” Kaşlarımı çatarak “Sessiz ol!” diye fısıldadım. “Ne yapsaydım? Çocuğumu dokuz ay karnımda taşıyıp onların kucaklarına mı bıraksaydım?” Sinirle öne doğru eğilip dirseklerimi dizlerime dayadım. Elimde emanet gibi duran sigaradan kesik bir nefes aldım. “Ben öyle mi dedim?” “Alihan yeter bak bunalıyorum. Aslan bir yandan, otel bir yandan yeter.” dediğimde Alihan benimle aynı pozisyonu aldı. “Bak Deniz, Cihangir'i hayatında istemiyorsun ama bu çocuğa aile vermek zorundasın. Çocuk dedesini senelerce babası zannetti, yetmedi beni anasınıfı arkadaşlarına babası olarak tanıştırdı. Bu çocuk aslında ne istiyor biliyor musun? Baba değil, aile sıcaklığı istiyor.” Sigarayı yere atıp ayağımla ateşini söndürdüm. Başımı çevirip Alihan'a döndüğümde şefkatle bana bakan kahve göz bebekleri titriyordu. “Farkındayım…” diye küçük bir iç çekip sırtımı tele dayadım. “Aslan babasıyla ilgili daha çok soru soruyor, arkadaşlarının aile hayatını daha çok anlatıyor. Anneanneme ikide bir babasının fotoğrafını soruyor ve onlar da beni sıkıştırıyor ama olmaz. Cihangir, Aslan'ı öğrendiği anda elimden alırlar.” Düşüncesi bile canıma iğneler batırırken, gerçek olması beni bitirirdi. “Ben bu hayatta Aslan için ayakta kalabiliyorum. Tüm dengem anneliğim üzerine kurulu ve Aslan, babasının ondan haberi olmadığını ve de benim senelerdir onu oyaladığımı bilirse kaybederim.” Alihan sigarasını fırlatıp bana döndü. “Ah Deniz… Biz ne yapacağız? O çocuktan önce seni iyileştirmemiz gerekiyor ama sana dokundukça sen oluk oluk kanıyorsun be kızım.” Hüzünle dudaklarımı büzdüğümde geceden bu yana durmayan gözyaşlarım burnumu sızlattı. Ellerimi iki yana açtığımda dudaklarım titriyordu. “Gitmem gereken insanda çok geç kaldım. Bu da benim hatam.” “O insan hiçbir zaman senin olmamıştı zaten Deniz, çünkü o soyadının eteğine sığınan bir adamdı.” “Veda etmekte çok geç kaldım.” dediğimde arkamı dönüp Aslan'a baktım. “Ama iyi ki de geç kalmışım… fakat Aslan için bile Cihangir'e asla dönmem ben Alihan.” derken dostuma döndüm. “On sene önce ben onu hiçe saydım, tıpkı onun bana yaptığı gibi. Onun bir nefeste söyledikleri beni kaç gece mahvetti? Haberi var mı, yok! O yüzden inancım da bitti, umudum da…” **** Sabahki yoğun duygular Aslan'ın uyanmasıyla son bulduğunda anne, oğul güzel bir günü kahkahalarla karşılarken, dedemler Altınoluk’tan gelmişti. Sonrasında Aslan futbola, dedem bahçe işlerine, anneannem ise Optik Ayşen'e gittiğinde kendimi otele atmıştım. Masadaki kağıtları karıştırırken vakit akşamüstü olmuştu. Son grafiklere bakarken gözle görülen düşüş canımı sıkıyordu. Faralya, çevresine dikilen, göğe ulaşan oteller yüzünden büyük bir düşüş yaşıyordu. Zamanında altın çağını yaşayan Otel Faralya'nın köklerine sahip çıkamıyordum artık. İki sene öncesine kadar aylar öncesinden hatta sezon öncesinden rezervasyon alan butik otel, artık gündelik ya da haftalık iş yapıyordu. Çalışanları azalmış, artık altın çağını yaşayamayan oteli eski zamanlarına geri döndürme çabasındaydım. “Deniz Hanım bu proje hem otel hem de kasabamız için büyük bir adım olacak fakat bunun için ödeneğe ihtiyacımız var. İki haftaya kadar fuara yetiştirirsek eğer gerçekten Faralya önümüzdeki sezona kadar rahat edecek.” Krem şifon, yakasız gömleğimi boynumdan esnettim. Karşımda bana bakan Genel Müdür Eren Bey elindeki raporları masaya serdi. “Toplamda ne kadar ödeneğe ihtiyacımız var?” diye sorduğumda “Dört milyon civarı.” diyerek yutkundu. “Sezon sonu maliyeyi öne alırsak eğer bir milyona daha ihtiyacımız var.” Beş milyon! Elim yüzümden geçerken düşünmeye çalıştım. Bana yardım etmekten kaçınmayan arkadaşlarım vardı ama herkesin kendi ailesi ve belirli miktarda gelecek yatırımı vardı. Kimseden bunu isteyemezdim. “Peki, bu proje bizi önümüzdeki sezona kadar rahatlatacak mı?” “Deniz Hanım eğer ki fuara yetiştirebilirsek kesinlikle yeni sezona kadar oldukça rahat edeceğiz, üstüne üstelik elemana bile ihtiyacımız olacak. Ben belediye izinlerini hallederim fakat dediğim gibi ödeneğe ihtiyacımız var.” “Tamam Eren Bey ben halledeceğim, size yarına kadar ödenek konusunda dönüş yapacağım.” Eren kağıtlarını toparlayıp odadan çıktığında sırtımı koltuğa yaslayıp deniz manzarasına döndüm. Otel Faralya… Annem ve babamdan kalan, hatırlayabildiğim anılarımın yaşadığı betonarme yapıyı ayakta tutma çabam gün geçtikçe zorlaşıyordu. İskele ve Ören'de sezonun son bulması, yazın çalıştığını kışın yemek demekti. Şimdiyse ağustos ayının ilk haftasındaydık ve kalmıştı üç hafta. Çevreme dikilen franchise oteller yerel halkın gücünü zorluyordu. Bir çıkış yolu bulmam gerekliydi ve bu da fuarı en üst düzeyde geçirmem demekti. Aslan'a, annem ve babamdan kalan bu oteli bırakmak istiyordum. Onun hayatına maddi açıdan rahatlık sağlayabilecek bir temel olmasını istiyordum. Fakat isteklerim, ihtiyaçlarımı karşılayamaz hale gelmişti. “Ne kadara ihtiyacın var?” Koltuğumla beraber dönüp kapının yanında bekleyen arkadaşıma baktım. Üzerindeki şef ceketinin kollarını sıyırmış ellerini cebine koymuştu. Kısa siyah saçlarını ensesinde lastikle toplarken masaya doğru yürümeye başladı. “Bakma öyle alık alık, Panik Atak Eren çıktı odadan ben gelirken.” “Beş milyona ihtiyacım var Derya.” dediğimde saatimi kontrol ettim. Bankaya yetişmeliydim! Ayağa kalkıp eşyalarımı toplarken “Nereye?” diye sordu. “Bankaya gidip hesaplarımı kontrol edeceğim, kredi ne kadar çıkıyor ona bakacağım.” “Evi ipotek etmen gerekecek biliyorsun.” “Ya evden ya da otelden vazgeçeceğim fakat şimdilik arabadan vazgeçiyorum.” Çantamın fermuarını çekip koluma taktım. Derya'ya başımı kaldırıp baktığımda kararan ifadesiyle “Akşama sana geleceğim.” dedi. “Haberleşiriz.” diyerek otelden dışarıya çıktım. **** Bankada bir buçuk milyon… Araba ise altı yüz bin… Harika! Bu kadar meblağla anca fuar için yer kiralayabilirdim. Evin iki sokak aşağısındaki denizin kenarına kendimi attığımda düşünmekten beynim çıkacaktı. Çantanın askısını sıkı sıkıya tuttuğumda aklımı boşaltmam gerektiğini biliyordum. Akşam olmak üzereydi ve işletmeci kimliğinden sıyrılıp anneliğimi kucaklamam gerekiyordu. Oteli ayakta tutmak ve Aslan'a iyi bir gelecek bırakmak isterken şartlar beni hiç olmadığı kadar zorluyordu. Haftalar öncesinden üzerime yüklenen Aslan'ın doğum günü stresi ve sonrasında olanlar beni çıkmaza sürüklüyordu. Çantamdan telefonumu çıkardığımda haftada iki kere yaptığım ve kendime çok kızdığım o eylemi yaptım. Sosyal medya uygulamasına tıklayıp Cihangir'in profiline baktım. Yine başka bir sarışınla attığı fotoğrafı gördüğümde yumruğumu sıktım. Bu kendime, ondan adam olmaz deme şeklimdi. İlk aşkı, ilk öptüğü gibi birçok ilki bendim ama önemli olanın ilk olmadığını görmüştüm. Önemli olan son kalıp ebedi olmaktı. Ve biz bunu başaramamıştık. “Merhaba Deniz.” Hızla telefonun ekranını kapatıp dünden bu yana artık ismini ve sesini tanıdığım adama döndüm. “Merhaba Aziz, nasılsın?” Oturduğum setin diğer tarafına oturup ellerini betona ters şekilde yasladı. “Teşekkür ederim, iyiyim. Seni görünce selam vermek istedim.” “İyi yapmışsın, ben de…” dediğimde duraksadım. Bu hep oluyordu, kahretsin ki asla yalan söyleyemezdim. Az önce telefondan yaptığım bana göre illegal işi söyleyecekken duraksamam yalanıma kılıf bulamamaktan kaynaklıydı. “Yorgunluk atıyorum.” Gözlerimi üzerinde dolaştırdım. Islanmış tişörtünü kaşlarımla gösterip “İstersen terini soğutma.” diyerek geçiştirdim. Aziz üzerine bakıp mahcup bir ifadeyle “Haklısın, koşmaya devam etsem iyi olacak. Daha sonra görüşürüz.” dedi. Ayağa kalkıp bir cevap beklemeden topuklarının üzerinde geri dönüp tempolu bir şekilde koşmaya devam etti. Arkasından bakakaldığımda sinirle gözlerimi yumdum. Hırsla ayaklarımı yere vururken yaptığım patavatsızlığa canım sıkılmıştı. Halt yedin Deniz! İnsanları yanından kaçırmak için elinden ne geliyorsa yapıyorsun, sana ne adamın terinden! **** “Deniz neyin var torunum?” Domates fidelerinden gözlerimi alıp dalgınlıkla karşımda oturan dedeme baktım. Hızla ayaklarımı toplarken “Rahat ol.” diye bana söylese de plastik sandalyede uzattığım ayaklarımı yere indirip doğruldum. “Efendim dede.” Dedem kahve gözlerini yüzümde gezdirdiğinde kır kaşlarını çattı. “Neyin var Deniz? On dakikadır burada oturuyorum ama beni fark etmedin bile.” Ben kendi içimdeki derdi bulamazken ne söyleyecektim? Ensemi ovalayıp “Sıcaklar yoruyor dede esinti iyi geldi, dalmışım öyle.” diye geveledim. Dikte bir tonda “Yemekte yemedin, Aslan'ın birkaç sorusunu duymadın, Ayşen Teyzen geldi ona bile tepki vermedin. Neyin var kızım?” dediğinde gülümsemeye çabaladım. “Merak etme koca çınar iyiyim ben, dediğim gibi sadece yoruldum.” Ellerini göbeğinin üzerinde sabitleyip derin bir nefes aldı. “Demet'in ketumluğu sana geçti sanırım.” Annemi her anışında gözlerinin kahvesine yerleşen özlem parıltılarıyla bana baktı. “Gerçi neyi geçmedi ki?” diye mırıldandığında gözleri az önce baktığım domates fidelerine ilişti. “Dede?” diye soru sorarcasına ona baktığımda dalgınlıkla bana dönüp baktı. “Söyle torunum.” Parmaklarımı fesleğenlere daldırıp onların burnuma gelen kokusuna odaklandım. “Annem ve babamın mutlu bir evliliği var mıydı?” Dedem bıyık altı hafif gülümsediğinde çattığı kaşları düzeldi. “Vardı ya.” dediğinde bileğindeki tesbihini parmaklarının arasına aldı. Mavi renk tesbihin taşlarına bakarken “Her gece senin kahkahaların bu mahalleyi inletirdi. Aralarındaki sadakat ve bağlılık onları öte dünyada da ayırmadı, nur içinde yatsınlar.” derken tesbihin taşlarını çektiğinde “Âmin.” diyerek fesleğen saksısından çektiğim elimi burnuma götürüp kokladım. Annem kokuyordu. Tek hatırladığım buydu, annem fesleğenleri çok severdi. “Deniz hadi anlat kızım, içini kemiren her neyse söylemeden bir çıkış yolu bulamazsın. Söyle kızım, söyle de derdine derman olayım.” Alttan bir bakış attığımda sırtımı sandalyeye yaslayıp gözlerine baktım. “Bir şey olduğu yok dede, öyle genel geçer şeyler.” “O yüzden mi bugün bankaya kredi için başvurdun?” Gözlerine bakakaldığımda “Bakma öyle, sen daha Nazım Köksoy'u tanımadın mı?” diye kendisinden bahsederken böbürlenerek konuştu. “Otel işi iyi gitmiyor değil mi?” Başımı olumsuz bir şekilde salladım. “Toparlayacağım.” Ağır ağır başını sallarken tesbih taneleri başa sardı ve bileğine geri taktı. “Yaparsın biliyorum, bu yüzden sana gözüm kapalı Faralya'nın bayrağını teslim ettim ama eğer ki sen bu konuda sıkıntıya gireceksen…” Hızla sözünü kestim. “Hayır dede, toparlayacağım.” “Deniz!” diye keskin bir ses tonuyla konuştu. “Aslan var, Aslan'ın en başta sana ihtiyacı var ama sen Aslan'ın hayatını düşünüp bazı şeyleri erteliyorsan yapma kızım.” Nereden, nereye geldik yine? “Daha çok gençsin ve önünde baharlar var. Otel işiymiş, bilmem neymiş bunlar lafügüzaf. Yaşa hayatını Deniz. Aslan'ın da içinde olduğu bir hayatı düşün ve planla.” “Ne kaynatıyorsunuz bakalım?” Anneannem elinde üç bardaklı çay tepsisiyle bahçeye çıktığında “Hele gel hatun dilimiz damağımız kurudu.” diyerek dedem kendisini toparladı. Az önce ince ince üç konuda da bana ayar vermemiş gibi anneanneme aşk dolu gözlerle bakarken saniyelik bana dönüp göz kırptı. “Nerede benim aslan torunum?” Anneannem tepsiyi masaya koyup çayları dağıttığında “Kitap okurken koltukta uyuyakalmış, bende ellemedim. Üzerini örtüp çıktım.” diye konuştu. “Antrenmanda yorulmuştur.” dediğimde anneannem keten kimononun eteklerini tutup kollarını bedenine dolayarak sandalyeye oturduğunda “Deniz, Aslan bugün yine bana babasını sordu.” diye söyleyip gözlerime baktı. Kâseden aldığım iki küp şeker elimde kalırken kendimi çabuk toparladım. “Babasının fotoğrafını istiyor.” “Aynaya baksın zaten babasının kopyası.” diye dedem aksi gözlerle anneanneme baktı. “Olur mu öyle Nazım Bey? Çocuğun hakkı bu, sen de Deniz'i Cihangir hakkında doldurup fitilleyecek yer arıyorsun.” Dedem kaşlarını çatarak “Anma şu deyyusun adını!” diye sinirle söylese de anneannem açılan konunun kapanmaması için bana döndü. “Bak Deniz, Mahinur nasıl olsa buraya gelip gidiyor. Söylesin abisine, en azından hafta sonları gelip şu sabinin babası olsun.” diye şefkatli ve de dikkatli bir tonda konuştu. Benim bu konudaki fikrimi bilmelerine rağmen üstelemeye devam ediyordu. Dedem yeni hayat kur diyorken, anneannem Cihangir konusunda biraz ısrarcıydı. Senelerdir süregelen mevzu Aslan'ın, baba ataklarıyla aramızda gündem olmaya devam ediyordu. Peki ben ne istiyordum? Masanın üzerinde çalan telefonun kimseyi kırmadan beni bu durumun içinden çıkarmasına sevindim. “Derya arıyor…” diye telefonu hızla kavrayıp açtım. “Naber ikiz?” dediğinde gülümsedim. Derya ile ismimin eş anlamlı olması onun bana böyle seslenmesine sebep olmuştu. Derya, Deniz diye birçok şekilde dalga geçtikleri zaman, sonunda ikiziz diyerek aramızdaki dostluğu netleştirmiştik. “İyidir, dedemlerle oturuyoruz.” “Tamam şimdi eneğini nenene teslim edip sahile gel, seni bekliyoruz.” Sol kolumu kaldırıp saate baktım. “Hayırdır?” “Gel sen, gel.” diyerek telefonu yüzüme kapattı. Telefon elimde kalırken “Ben çıksam size ayıp olur mu?” diye çekinerek sordum. “Çık kızım Aslan bize emanet.” diyen anneannemden sonra dedeme baktım. Gözlerini açıp kapattı. “Hah bu arada Deniz laf lafı açtı nereye geldik. Ankara’da bir dostum var, bize bir işi düşmüş yarın otele uğrayayım da konuşalım.” Dedemin sözlerini onayladığımda “Tamam.” deyip ayağa kalktım. Çayımı bitirip ikisinden birer öpücük çaldığımda bir elimde telefon, bir elimde anahtar, şıpıdık terliklerimle sahile indim. İki sokak aşağıdaki sahile indiğimde bizimkiler her zamanki masada yerini almıştı. Yanlarına gidip merhabalaştığımda ise Derya masanın üzerine kahverengi bir çanta bıraktı. Sol kaşım havaya kalktığında “Ne bu?” diye sordum. “Derdinin dermanı.” diye soluduğu sigara dumanını havaya üfleyerek konuşan Alihan ve Derya arasında gözlerim gitti geldi. En son Derya'da kaldığında “Beş milyon.” dedi. “Fuar için ihtiyacın olan para.” “İstemiyorum.” diye rattan sandalyenin kollarından tutup kalkındım. Alihan sigarasını söndürüp bileğimi yakaladı. “Otur şuraya vallahi bak alacağım ayağımın altına artık.” “Geçen gece Defne ablaya da söyledim, istemiyorum. Havadan gelecek bir yardım istemiyorum.” “Deniz neden böyle yapıyorsun?” diye Derya bana baktığında “Otur, otur da konuşalım.” dedi. Alihan'dan bileğimi sıyırıp kalktığım sandalyeye geri oturdum. “Biz senelerdir, Faralya için çalışmıyor muyuz?” Sorduğu soruya başımla olumlu yanıt verdim. “O zaman neden bizi saf dışı bırakıyorsun kardeşim?” “Bırakmıyorum Derya, hepinizin durumunu biliyorum. Bilirken sizden böyle bir şeyi neden talep edeyim? Defne ablanın iki çocuğu var ve onlara gelecek hazırlamaya çalışıyorlar, Defne ablaya söyle istemiyorum.” Alihan “Defne abla vermedi.” dediğinde bakışlarım ona döndü. “Ödeneği belediyeden aldık, fuar için yatırım ve sponsorluk yapan iş insanları var. Bugün senin odana bunu konuşmak için geldim ama çıkmıştın. Ben de senin yerine işlemleri hallettim.” Dudaklarıma sevinçli bir gülümseme yayılırken “Gerçekten mi?” diye sordum. Alihan elini omzuma atıp sıvazladı. “Gerçekten Deniz sana neden yalan söyleyeyim, kağıtları sana atarım sen de incelersin.” dediğinde başımı gökyüzüne kaldırıp derin bir iç çektim. “Çaresizliğimin çığlığına kulak verdin… Dermanını ruhuma üfledin. Çok şükür Allah'ım, binlerce kez şükür.” **** “Şimdi bu plana göre otele on kişilik bir ekip alacağız. Kat, restoran bölümleri ayrı olarak ve ayrıca fuar yeri için de dönüşümlü dört çalışan gerekli.” Sabah ofiste toplandığımızda ilk iş dün sponsordan alınan ödeneğin planını çıkarmaktı. Derya ve Eren bu işe bakarken, Alihan'la beraber iş planını yapıyorduk. Masada açık olan tablete dokunup “Bak buraya bir barista gerekli…” diyen Alihan iyice masaya doğru eğildi. “Şu bizim çocuğu bir arayalım mı?” “Aykut mu?” Alihan başını salladı. “Ödenek var. Zaten Aykut buradan okulu için gitmişti. Bence seve seve gelir.” “Alihan çocuk buraya okulunda harçlık olması için, ailesine katkıda bulunmak için çalışıyor. Eğer Aykut gelecekse lütfen bu ayrıntıyı unutma.” “Sıkıntı değil, istediği zaman izinde sorun olmaz.” Ellerimi birbirine çarpıp “Peki o zaman çalışan olayları sende, mutfak Derya'da.” dediğimde iki gündür yüzümden gitmeyen gülümsemeyle ona baktım. Elini yasladığı masadan doğrulup “Deniz sen hep gül.” diye iç çekti. “Otel benim için önemli Alihan biliyorsun.” dediğimde başını salladı. “Anneliğimle bağlantı kurmak istemiyorum ama ister istemez etkiliyor.” “Sen içini ferah tut kardeşim her şey yoluna girecek.” Umutla ona baktım. “Biliyorum iyi ki varsınız.” dediğimde duygusal bağlantıya girmeden “Ee gitmiyor muyuz?” diye sordu. Saati kontrol edip “Daha vakit var, dedem gelsin gideriz.” dediğimde koltuğa kendisini bıraktı. “O iş ne ya?” Dudaklarımı büküp koltuğa oturdum. “Bilmiyorum, dedemin bir arkadaşının işi varmış.” Kapı çalındığında Eren açık kapıdan başını içeriye soktu. “Deniz Hanım, Nazım Bey geldi.” Toparlanıp “Tabii.” dediğimde kapıyı açtı ve dedem içeriye girdi. “Selamünaleyküm.” diyerek adım attığında Alihan'da ayağa kalkıp dedemin elini öptü. Yerlerimize geçip selam sabah ve kahveyle geçirdiğimiz yirmi dakikanın sonunda dedem kahvesinden son yudumunu alıp ikimize bir baktı. “Çocuklar Ankara’da yakın bir dostum var, gençlik zamanlarından tanıdığım. Aslında kendisini pek hazzetmem ama torunu için yapamayacağım şey yok. Bu işi de onun ricası üzerine kabul ettim.” Alihan öne doğru gelerek ellerini birleştirdi. “İş ne Nazım amca?” “Ankara’da ulaşım işiyle ünlenmiş bir holdingle ortak iş yapacağız. Oğuz bana İstanbul'daki bir şirketle sorun yaşadıklarını ve işlerin sekteye uğradığı gibi detaylı konulardan bahsetti. Bunun üzerine de aldıkları işi İstanbul'daki şirket yerine bize paslıyorlar.” “Acente tarzı mı?” diye sorduğumda dedem başını salladı. “Aynen kızım, seksen kişilik bir kafileyi otelde ağırlayacağız. Bunun içinde eğer kabul ederseniz durumun aciliyetinden dolayı Oğuz ön ödeme yapacak.” Sol kaşımı tırnaklayıp “Şimdi ben anlamadım.” dediğimde toparlandım. “Ulaşım ile acente ne iş?” “Oğuz, Ankara'da ulaşım şirketinin CEO yardımcısı. Ankara'daki şirketleri adına yeni bir iş kolu oluşturmak için İstanbullu bir firma ile anlaşmış. Firma kafile hazırlayıp Oğuz’un firmasıyla ulaşımı sağlayacakmış ancak son anda acente ile otel arasında anlaşmazlık oluşmuş, İstanbullu firma Oğuz’dan bu konuda yardım istemiş, sanırım aralarında aile dostluğu gibi bir durum var, benim anladığım bu en azından. Neyse haliyle bizim çocuk da kıramamış. Kısaca kafile hazır ancak konaklayacakları otel konusunda problem çıkmış. Oğuz’un da aklına ben gelince otelin hala daha bende olduğunu zannedip telefon açtı. Arada kaldım amca yardım et diye. Bende sana devrettiğimi ve seninle konuşmam gerektiğini söyledim.” dediğinde gömleğinin cebinden dikdörtgen bir kâğıt çıkarıp masaya koydu. “Bu da kabul ederseniz, harcama ve maliyetler için ilk ödenek.” Alihan kâğıda uzanıp eline aldığında küçük badem gözlerini sonuna kadar açtı. “Bu ödenek oteli satın alır amca.” diye şaşkınlıkla söylediğinde orta ve işaret parmağı arasına sıkıştırdığı kâğıdı bana uzattı. Kâğıdı elime alıp baktığımda neredeyse küçük dilimi yutacaktım. “On bir milyon mu?” Alihan dedeme dönüp “Bu değirmenin musluğunu açan şirket kim?” diye sordu. “Vefa Holding. Vefa ulaşım ve güvenlik şirketi.” Vefa? Aklımdaki yeni bilgiyle sol kaşım havalandı. “Sermet Vefa mı?” diye sordu Alihan. Dedem başını sallayıp “Sermet bu aralar emeklilik derdinde aslında ama küçük torununa sahip çıkabilmek için çabalıyor. Büyük torunu Oğuz, eşi ile beraber şirketin başında ama küçük torun…” diyerek gözlerini kıstı. “Neydi o çocuğun adı?” diye kendi kendisine mırıldandığında benim aklımda yankılanan isim fısıltıyla dudaklarımda kımıldadı. “Aziz Vefa.” Dedem yeni komşunun ismini söyleyen Alihan’ı başıyla onayladı. “Evet Aziz de… sen tanıyor musun?” diye sordu. Alihan başını ağır ağır sallarken duygusuz gözlerini bana çevirdi. “Aziz, Deniz'in yeni komşusu.” Yeni komşu! Aziz Vefa! Vefa Holding! ‘Ankaralıyız biz.’ Masanın kenarındaki çantamı kavradığımda arkamdan seslenenleri duymadan otelden çıktım. Arabaya binip on dakika içinde evde olmam gerekirken üzerimdeki sinirle süre beş dakikaya indi. Şirketmiş! On bir milyonmuş! Adam yememiş içmemiş, iki gündür yan taraftan benim evimi dinlemiş! Arabanın kapağını sertçe kapatırken hırsla yan bahçeye girdim. Mahalledeki kimseyi gözüm görmeden art arda yumruklarımı evin kapısına geçirdim. İçeriden paldır küldür sesler gelirken kapı açıldı ve elim havada yumruk şeklinde kaldı. Aziz çıplak göğsünden akan damlacıklarla, kapıda korku dolu gözlerle bana bakarken elim yavaşça yere indi. O damla nereye gidiyor? Takip etme Deniz! Neden geldim ben buraya? Bu nasıl öğretmen, kaç baklava var orada? Siktir! Küfür yok Deniz! Annesin sen kendine gel! Gözlerimi gözlerine ulaştırdığımda neden geldiğimi toparlayabildim, elimi kaldırıp işaret parmağımı ona diktiğimde “Deniz, kız senin bizim oğlanın evinde ne işin var?” diye duyduğum Optik Ayşen'in sesiyle başını dışarıya çıkaracak olan Aziz'in göğsünden tutup içeriye ittim, kendimi de onunla bir içeriye attım. Anın şokuyla eli belimde kalan Aziz ne olduğunu anlamaya çalışıyorken duştan çıkmış soğuk ve ıslak bedeni, bedenime yaslandı. “Deniz ne oluyor?” dediğinde soluğu saçlarımın arasına karıştı. “Bir şeyler oluyor…” diye mırıldandığımda kısa bir iç çektim. Vücudundan yayılan taze koku damağımda hoş bir tat bırakırken gözlerimi kapattım. Biz hala neden bu pozisyondaydık? Bir anda ondan ayrılıp iki adım geri çıktım. Elinde kalan tişörtü hızla üzerine geçirdiğinde gerilen vücut hatlarına gözlerimi asla değdirmedim. Ellerini beline koyup burada ne işim olduğunu sorgulayan endişeli gözlerle bana bakmaya devam etti. “Aslan’a mı bir şey oldu?” Aklımı toparlamaya çalıştım. Sol işaret parmağımı yüzüne doğrultup “Sen entrika dolu, düzenbaz ve beni dilenci zanneden bir adamsın!” dediğimde sözlerimle bir kaşları çatıldı. “Ne diyorsun sen Deniz!?” diye öfkeyle karışık hayal kırıklığı sezdiğim ses tonuyla bir adım atıp bana yaklaştı. “Duyduklarınla eğlendin mi, yoksa halime mi acıdın? Bana bak, benim senin acıma duyguna da on bir milyonluk gökten inme parana da ihtiyacım yok. Sakın bir daha benim bahçemin hududuna girme, kulağını da çek. Bu sana ilk ve son ihtarım!” deyip hiçbir şey söylemesine izin vermeden kapıdan çıktığımda, içime daha önce hissettiğim ama tadı başka olan bir ağırlık çöktü. İşte benim hiçbir zaman yabancı bir düşmanım olmamıştı. Hepsiyle illaki bir kahve içmişliğim vardı! |
0% |