@begonvil26
|
1.Bölüm.
"Saklayabildiğin Kadar Varsın."
İfade edilmemiş duygular asla ölmez. Canlı canlı gömülür ve sonradan daha çirkin şekillerde ortaya çıkarlar.
Sigmund Freud.
_______________
Kabristan 9 gün önce uğradığımda nasılsa şimdi de öyleydi. Buz gibi ve sessiz. İçimin titremesine sebep olan bu şey Kasım ayının getirdiği çarpıcı soğuk mu yoksa toprağın altında yatan hiç tanımadığım annemi yeniden ziyaret edecek olmam mıydı bilemiyordum. İçimde yıllar önce, henüz ben çok küçükken açılmış olan koca boşluk ölüler mezarlığına her adım attığımda sanki daha da büyüyordu. Tuhaf, tarif edilemez duygu karmaşası her zaman olduğu gibi ruhumu pervasızca ele geçirirken servi ağaçlarının arasında küçük adımlarla ilerliyordum.
Bakışlarımı her ne kadar önümde tutmaya çalışsam da toprağın üzerine sarılmış sessiz sessiz ağlayan o kadından gözlerimi alamadım. Bulunduğu durum, fütursuzca akan göz yaşları, üzerine yapışan toprak parçaları umrunda değildi. Bir insana sarılır gibi sarılıyordu toprağa. Bıraksa elinden kayıp gideceğinden korkar gibi. Farkında olmadan eliyle toprağı okşuyor diğer yandan ise bir şeyler mırıldanıyordu. Elleri cebinde ayakta dikilen adam ise puslu gözlerle kadına bakıyordu. Başındaki siyah şapkasından ötürü yüzünün sadece yarısı görünüyordu.
Elimde tuttuğum poşeti daha sıkı kavrarken bakışlarımı önüme çevirdim. Sol kısıma doğru yöneldiğimde birkaç eskimiş mezarın yanından geçtim ve asıl ulaşmaya çalıştığım yere nihayetinde vardım. Dizlerimin üzerine umursamaz bir tavırla eğildim ve elimi mezar taşının üzerine koydum. Gözlerim taşın üzerindeki Süreyya Lâyezâl yazısında gezinirken bir yandan da kirlenmiş olan kısımlarını parmağımla beceriksizce temizliyordum. “Merhaba anne.” dedim ifadesiz bir ses tonuyla. Hiç tanışmamış olduğum kadına merhaba. Mezar taşındaki en belirgin olan pislikleri temizledikten sonra nemli toprağın üzerine baktım.
Daha 9 gün önce temizlemiş olduğum fakat yine çıkmaya yüz tutmuş otları yavaşça koparmaya başlarken “Geçen sefer çiçek getiremedim.” dedim. Başımı yana doğru yatırırken derin bir nefes aldım. “Bak ama, bu sefer beyaz sardunyalardan aldım sana.” Küçük bir kız çocuğuyken annem hakkında babamla ilk konuşmaya başladığımız zamanlarda sevdiği çiçeği öğrenmiştim. Baba annemin en sevdiği çiçek neydi, diye sormuştum. Hüzne bürünmüş gözlerini bana dikerek beyaz sardunyaları severdi o, demişti.
O gün aklımdan hiç silinmesini istemediğim minik bilgiyi büyük bir memnuniyetle zihnimin bir köşesine not etmiştim. Her hafta sonu beyaz sardunyalar alıp babamdan beni annemin mezarlığına götürmesini istemiştim. Babamla ben annem hakkında konuştukça beyaz sardunyaların yanına bir başka şeyler de ekleniyordu. Mesela annemin elma şekerini çok sevdiğini söylediğinde sardunyalarla birlikte elma şekeride bırakıyordum toprağının üzerine. Babam tarafından öğrendiğim her bir bilgi benim için çok kıymetliydi çünkü annemi mutlu edebilmek o zaman nihai sebeplerimden biriydi.
Sevdiği şeyleri toprağının üzerine bırakıp bir sonraki ziyaretimde onları orada görememek beni mutlu ediyordu. Çünkü biliyordum. Annem onları oradan alıyordu. Büyük bir hevesle bu durum bir süre daha böyle devam etti. Ta ki ben yetişkin olup toprağın üzerine bıraktığım elma şekerini, rüzgar gülünü, kağıda çizilmiş aile resmini annemin değilde babamın beni mutlu edebilmek adına oradan aldığını öğrenene kadar.
O günden sonra mezara sadece beyaz sardunyalar ile geldim. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Toprağın üzerine çiçeği ekebileceğim kadar bir boşluk açtıktan sonra saksının içindeki sardunyaları aldım. Açtığım alana sardunyanın kökünü yerleştirirken diğer elimle toprağa baskı yaptım. Yaklaşık bir dakikanın sonunda ekme işini tamamlamıştım. Elim toprağın üzerinde gezinmeye devam ederken uzaktan duyduğum erkek sesiyle bakışlarım o yöne kaydı. Kabristana girerken gördüğüm ikili çıkışa doğru ilerliyordu fakat aralarında hararetli bir konuşma geçtiği belliydi.
Başımı öne çevirirken ayağa kalktım. Beni doğururken hayata gözlerini yuman annemle vedalaştıktan sonra kendimi yeniden servi ağaçlarının arasına attım. Küçükken mezara geldiğimde anneme karşı içimde sıcak hisler uyanırdı, anlatacak çok şeyim olurdu fakat şimdi öyle değildi. Büyüdükçe anneme yabancılaşmış hissettiğim iyi duygularsa birer birer kaybolmuştu. Zaten anlatacak pek bir şeyimde yoktu.
Sadece mutlu olacağını düşündüğüm şeyleri yapmaya çalışıyordum. Buraya geldiğimi, beyaz sardunyalar ektiğimi görüp sevinç duyuyor olmalıydı. Bu yüzden tüm bunları yapmayı ona borç görüyordum. Tuttuğum poşeti çöp kovasına attıktan sonra ellerimi kahverengi deri ceketimin cebine soktum. Ağaçların arasından sıyrılıp kabristandan çıktığımda Demir’in arabanın kaputuna yaslanmış sigara içiyor olduğunu gördüm.
Üzerinde siyah bir kazak ve yine siyah bir pantolon vardı. Kazağının üzerine ise siyah bir deri ceket giymişti. Siyah dalgalı saçlarının birkaç tutamı şakaklarına düşmüş her ne kadar bakışlarını kapatıyor olsada simsiyah gözlerinin doğrudan yere baktığını anlayabiliyordum. Yanına yaklaştığımda başını kaldırıp bana baktı. Elinde tuttuğu sigaraya uzandığımda hiçbir tepki vermeden parmaklarımın arasına bıraktı. Alıp içime bir fırt çekerken bakışlarımı hızlıca etrafta gezindirdim.
Pek kalabalık değildi. Tek tük insan vardı. Ağzımın içindeki dumanı başımı hafif yana çevirerek üflerken “Baban seni teknede bekliyor.” dedi. Elimdeki sigarayı alıp dumanını bu sefer o içine çekerken ellerimi yeniden cebime soktum. “Tekne mi?” diye sordum kaşlarım çatılırken. “Hayra alamet değil.”derken dudaklarımı memnuniyetsiz bir tavırla büzmüştüm. “Sesi ciddiydi. Bir şeye kızmış olması muhtemel.” Sigarayı aldım ve içime çektim. O sırada kaputun önünden dolaşmış ön koltuğa oturmuştum. Demir’de saniyeler sonra yanımdaki yerini aldı ve aracı sürmeye başladı. “Halbuki bu aralar kendi hâlimde takılıyorum. Merak ettim bak şimdi Avukat.” Demir babamın bir nevi oğlu sayılırdı. Babamın anlattığına göre kendisi ile Demir’in babası Mustafa Atay çok yakın arkadaşmış ve biz henüz çok küçükken Demir’in babası vefat etmiş.
Nedenini babama sorduğumda söylememişti. Demir’in bilip bilmediği konusunda ise emin değildim. Bu konu hakkında Demir ile sadece bir kez konuşmuştuk. O konuşma da ilk ve son olmuştu zaten. Mustafa Atay ise ölmeden önce Demir’i babama emanet etmiş, ona sahip çıkmasını istemiş. Babam ise o günden sonra Demir’i ailemize sokmuş, ona babalık yapmaktan hiç çekinmemişti. Ben ise belirli bir yaşa kadar Demir ile öz kardeş olduğumu düşünmüştüm. Gerçeği aslında çok sonra öğrenmiş ve fazlasıyla şaşırmıştım. Şimdilerde ise 27 yaşında devletin ve aynı zamanda babamın son derece başarılı avukatıydı.
“Seninle ilgili olmayabilir. Başka bir şey var gibi.” dediğinde ağzımdaki dumanı dışarıya üfledim ve sigarayı ona uzattım. Sol eliyle sigarayı alırken sağ eliyle direksiyon hakimiyetini sağlamıştı. İçine bir fırt çekerken “Zaten son zamanlarda ortalık fazla durgundu. Altından bir şey çıkacağı belliydi.” dedim.
Demir’in telefonu çalmaya başladığında bakışlarım kısa bir anlığına o yöne kaydı. Dumanı dışarıya üflerken sigarayı tuttuğu eliyle ceketinin cebinden telefonu çıkarıp aramayı cevapladı. “Ne oldu Tufan?” dediğinde gözlerim hafifçe kısıldı. Meraklı gözlerle Demir’e bakmaya devam ederken “Tamam fabrikaya götürün.” dedi. Tufan’ı dinlerken sigarasının dumanını içine çekti. “Doktor var zaten orada.” diye hızlıca konuşurken ağzına hapsettiği dumanlar fütursuzca etrafa yayılmaya başlamıştı. Biten sigarasını araladığı camdan aşağıya attı ve “Lan yenisini getirdik ya!” diye yükseldi. “Evet. Tamam kapat.” Telefonu cebine atarken sinirlendiğini belirtircesine başını hafifçe yana doğru yatırdı.
“Ne oldu?” diye sorduğumda bakışlarını önündeki yoldan ayırmadı. “Sefa vurulmuş fabrikada doktor yok nereye götüreyim diyor.” Ayarladığımız doktor bir pusu sonucu ölmüştü ve en son onun yerine bir başka doktor bulmakla Demir ilgilenecekti. Tufan’da benim gibi Demir’in doktoru çoktan ayarlamış olduğunu şimdi öğreniyor olmalıydı. “Durumu nasılmış?” diye sorduğumda hemen cevapladı. “Bacağından vurulmuş ama iyiymiş.” Arkama yaslanırken bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim. Bebek’e ulaşana kadar çoğunlukla sessiz kalmıştık. Ya da kalmak zorunda kalmıştık çünkü her zamanki gibi Demir’in telefon trafiği kendisini göstermişti. Yol kenarında boğaza yakın bir yerde durup arabadan indiğimizde bakışlarım doğrudan teknenin içerisinde telefonla konuşmakta olan babamı buldu. Arkası dönük olduğundan dolayı bizi görmemişti.
Teknenin yanına ulaştığımızda Demir elimden tutarak binmemde yardımcı oldu. O sırada babam bana doğru dönmüştü. Beni gördüğünde aramayı sonlandırdı ve birkaç büyük adımda gelip sıkıca sarıldı. “Buralardan ayrılma.” dedi omzumun üzerinden Demir’e doğru. Demir bir şey söylememişti. Yüzünü göremiyordum lakin büyük ihtimalle başını sallamıştı.
Kaptan tekneyi karadan uzaklaştırmaya başlarken hava soğuk olduğundan dolayı içeriye geçmiştik. Deri koltuğun üzerine oturup bacak bacak üstüne atarken bakışlarımı babama çevirdim. Üzerinde açık mavi uzun kollu bir gömlek altında ise siyah kumaş bir pantolon vardı. Üzerindeki kabanı çıkarıp koltuğun üzerine bıraktı ve bar masasına ilerledi. Mini buzdolabından şarap çıkartıp yavaş bir edayla kadehe doldurmaya başladı. “Direkt konuya mı girsen baba? Gergin geçeceğini düşündüğün konuşmanın yumuşayabilmesi için bu kadar çabalamaya gerek yok.”
Dudaklarından anlamsız sessiz bir gülüş dökülürken “Beni bu kadar iyi tanıyor olmana bayılıyorum.” dedi. “Her hareketimin altında yatan alt sebebi nasıl oluyorda bu kadar iyi bilebiliyorsun?” Kadehi bana doğru uzattı. Kaşlarım havaya doğru kalkarken kadehi aldım. Karşımdaki koltuğa oturup bir ayağını diğer bacağının dizine attı ve sol kolunu geriye doğru yasladı. “Biraz gözlem yeterli oluyor.” Şaraptan bir yudum aldım. Benim gibi o da bir yudum aldı ve “Annenin mezarına mı gittin?” dedi. Başımı sola çevirip boğaza doğru bir bakış atarak “Bildiğin şeyleri neden soruyorsun?” dedim.
Teessüf eder gibi bir ses çıkardı. “Kızımla sohbet etmeye çalışıyorum? Ama her zaman olduğu gibi hevesimi kursağımda bırakıyor. Her neyse, konuya giriyorum o hâlde?” Bakışlarımı ona çevirdiğimde yüzünün ciddileşmiş olduğunu gördüm. Dikkatli bir şekilde bana bakıyordu. Tabii, dercesine bir mimik yaptığımda dudakları aralandı.
“Yurt dışına gitmen gerekiyor.” dedi birdenbire. Kadehi tuttuğum elim havada asılı kalırken kaşlarım hafifçe çatıldı. Doğru duyup duymadığım konusunda tereddüt yaşarken babam konuşmaya devam etti. “Bu senin güvenliğin için Vera. İstemeyeceğini, karşı çıkacağını biliyorum. Burayı bırakıp orada yeni bir hayat kurmak sana zor gelecek ama alışacaksın kızım. Hem Demir’de seninle gelecek.” Dudaklarım şaşkınlıktan mı öfkeden mi olduğunu anlayamadığım bir şekilde aralanırken istemsizce elimde tuttuğum kadehi sıktım. “Şunu doğru dürüst anlat baba. Güvenliğim için derken neyi kast ediyorsun?” Dudaklarını amansız bir tavırla dişledi ve elinde tuttuğu kadehi orta sehpaya bıraktı.
“Tehdit altındasın. Hayatınla tehdit ediliyorum.” Başımı geriye doğru atarken alay edercesine güldüm.
“Bizim hayatımız bu. Sürekli bir tehdit altında yaşamıyor muyuz zaten baba? Bundan birkaç saat sonra ölmeyeceğinin ne garantisi var?” Bakışlarımı yeniden gözlerinde sabitledim. “Unut bunu baba. Sen her şeyi düşünmüşsün belli. Demir’in adına karar bile vermişsin ama böyle bir şey olmayacak.”
“Vera.” derken sesi sert çıkmıştı. Sinirlenmeye başladığı her halinden belli oluyordu. “Bu diğerleri gibi değil. Doğrudan seninle tehdit ediliyorum. Yurt dışında seni bulması imkansız.” Elimde tuttuğum kadehi sertçe masaya bırakıp başımı kaldırdım. “Kim? Kim tehdit ediyor?” diye sorduğumda gözlerini devirdi. Cevabı duymak istediğimi belirtircesine inatla gözlerinin içine bakmaya devam ettiğimde, “Birlik üyelerinden bir adamın oğlu.” dedi. Tek kaşım havaya doğru kalkarken geriye doğru yaslandım. Neden? Bu sorumu anında havada kapmıştı.
“Seni koruyabilmek adına adamın sevkiyatını patlattım. Polisler suçüstü yakaladı ve 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.” Hırıltılı bir nefes aldı. “Şimdiyse oğlu babasının yapamadığını yapmak istiyor. Senin peşinde.” Babam beni koruyabilmek için adamı polise ihbar mı etmişti? Yani beni asıl hedef olarak gören kişi oğlu diye bahsettiği kişi değil, onun babasıydı. Peki o adam benden ne istiyordu?
“Tüm İstanbul peşime düşsün umrumda değil biliyor musun baba? Birilerinden korkarak ya da kaçarak yaşayacağımı düşünüyorsan beni hiç tanıyamamışsın demektir.” Soluklandım. “Beni koruyamayacağını mı düşünüyorsun? Korkma baba. Bütün sorumluluğu üstleniyorum. Başıma bir şey gelirse kimse seni suçlamaz, suçlayamaz korkma.” Oturduğu yerden bir hışımla kalktı. Başımı afallamışlık içerisinde hafifçe kaldırırken “Konu bu mu Vera?” diye sesini yükseltti.
“Sana bir şey olursa çevreden alacağım tepkiden korkuyor gibi mi görünüyorum? Sen benim kızımsın! Seni seviyorum ve önemsiyorum. Başına bir şey gelecek diye korkuyorum, anlıyor musun? Seni ben ya da korumalarım bir yere kadar koruyabiliriz! Benden hiçbir şey yapmadan öylece durup saldırıya uğramanı beklememi isteyemezsin.” dedi öfkeli bir tonla. Gözlerimi yavaşça kapayıp açtım. Ardından ayağa kalktım ve karşısında dikildim.
“Seni anlıyorum ama sen de beni anlamak zorundasın. Konuşma benim için bitmiştir.” Merdivenlere doğru yöneldim ve bağırdım. “Geri dönüyoruz kaptan!” Bedenimi yeniden babama doğru çevirdiğimde baş ve işaret parmağıyla alnını ovuşturuyor olduğunu gördüm. Sakinleşmeye çalıştığında böyle yapardı. Kaptan saniyeler sonra dümeni geldiğimiz yöne çevirirken yavaş adımlarla bar masasına ilerledim. Kalçamı ve ellerimi masaya yaslayıp bakışlarımı yere çevirdim.
Onu anlıyordum. Beni korumak istiyordu ve kendince alternatif yollar bulmaya çalışıyordu. Lakin şu anda teklif ettiği seçenek benlik değildi. Ben kimseden kaçmazdım. Fıtratıma aykırıydı. Babam bunu çok iyi bildiğinden dolayı lafa kabul etmeyeceğini biliyorum diyerek başlamıştı. Beni zor kullanarak yurt dışına çıkartacak bir adam değildi babam. Bu yüzden bir sonraki hamlesinin ne olacağını merak ediyordum. “Oğlunun fotoğrafı var mı? Hazırlıklı olmak icap eder.” Başını kaldırmadan gözlerini bana çevirdi. İfadesiz bakışları bir başkasını korkutabilirdi fakat benim için herhangi bir şeyi ifade etmiyordu.
“Oğlunu kimse tanımıyor. Ona dair ne bir bilgi ne de bir fotoğraf var. Bu yüzden daha çok endişeleniyorum. Düşmanımızı tanımıyoruz Vera.” Dudaklarımda alaycı bir ifade belirdi. “Tanışırız baba. Sen merak etme.” Keskin bakışları gözümü delip geçecek gibi görünüyordu. Birkaç adımda yanıma geldi ve kolumu tuttu. “Sakın.” diye konuştu. “Sakın kendini tehlikeye atacak bir şey yapayım deme.” Sıkıntılı bir nefes alırken başımı sağ tarafa çevirmiştim. O sırada babam kolumu bırakmış yeniden arkasını dönmüştü. “Söylediğimden böyle bir sonuç nasıl çıkardın?”
“Sen benim kızımsın Vera, hatırlatırım. Senin beni iyi tanıdığın kadar ben de seni iyi tanıyorum. Aklının nasıl çalıştığını, işleyişini, düşüncelerini hepsini biliyorum.” Yanılıyorsun baba. Senin tanıdığın başına buyruk, hesapsız kitapsız direkt tehlikenin içine atlayan bir kız. Öyle olmayacak. Bu sefer oyunu gayet aklı başında oynayacağım. Bir şey söylemeyip sessiz kalmayı tercih ettim. 20 dakikanın sonunda tekne yeniden karaya yanaştığında merdivenleri tırmanıp yukarıya çıktım. Aracın önünde dikilen Demir ile göz göze geldim.
Elinde tuttuğu telefonun ekranını kapatıp cebine koyarken babamda o sırada yanımdaki yerini almıştı. Tekneden inmeye yeltendiğimde babam bileğimden tuttu. “Nereye gidiyorsun?” Omzumun üzerinden ona baktığımda göz göze geldik. “Göksel’in yanına. İznin var mı?” Bileğimi serbest bıraktı. “Demir bıraksın seni. Taksiyle gitme.” Ters bakışlarımı bir süre daha yüzünde tuttum. Tek bir kelime etmeyip Demir’in yardımıyla tekneden indim.
Araca doğru ilerlemeye başlarken babamın Demir’e bir şeyler söylediğini duydum fakat anlayamadım. Demir saniyeler sonra yanımdaki yerini aldığında “Konuşma hararetli geçmiş.” dedi. Tam karşıya odakladığım öfke dolu gözlerimi ona çevirip kısa bir bakış attım. “Bir adam beni öldürmekle tehdit etmiş babamı! Yurt dışına gitmemi istiyor Demir!” Yüzündeki şaşkınlığı anında okuyabilmiştim. Adımlarımı sürekli her ne kadar hızlandırsamda bana kolayca ayak uyduruyor tam yanımdaki yerini koruyordu.
“Ne? Kim? Baban böyle bir şeyi istediğine göre adam diğerleri gibi değil. Gerçekten tehlikeli.” Olduğum yerde durdum ve ona baktım. “Fark eder mi Demir? Ne olursa olsun hiçbir yere gitmeyeceğim.” Buradayım. Burada kalmaya da devam edeceğim. Arabanın kapısını açtım ve kendimi ön koltuğa bıraktım. Demir yanımdaki yerini aldı ve arabayı sürmeye başladı.
“Adamın kim olduğunu söyledi mi?”
“Birlik üyesinin oğluymuş fakat kim olduğunu kimse bilmiyormuş.” Durdum ve ona döndüm. “Babam bu konuyu nasıl oldu da önce seninle konuşmadı merak edilesi doğrusu? Ayrıntıları ondan öğrenirsin Demir. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Bu arada, Göksel’e gidiyoruz.” Başımı ve bedenimi sağ tarafa çevirdim. Ellerimi dizimin üzerinde birleştirirken sıkıntı dolu bir nefes verdim. Demir dediğimi yaptı ve o andan sonra bir daha konuşmadı. Yoğun İstanbul trafiğini atlatıp 40 dakikanın sonunda Beyoğlu’na vardığımızda Demir aracı caddenin kenarına çekti. İneceğim sırada hızlıca konuşarak beni durdurdu.
“Ne zaman almaya geleyim?” Elim kapının kulpunda asılı kaldı. Başımı ona çevirdim ve “Mesaj atarım.” dedim. Başını hafifçe onaylarcasına salladı. Arabadan aşağıya indim ve caddenin karşısına geçtim. Ara sokağa girip birkaç dakika yürüdükten sonra sol tarafta bulunan Göksel’in yaşadığı apartmana aralık bırakılan kapıdan girdim. Döner merdivenleri hızlı adımlarla çıktım. Üçüncü kata ulaştığımda zili çaldım ve beklemeye başladım. Saniyeler birbirini kovaladı lakin ne kapıyı birisi açtı ne de içeriden bir ses geldi.
Zile yeniden bastığımda bu sefer Göksel’in sesini duydum. “Patladın mı kardeşim? Geliyoruz işte.” Kapı beş saniyenin ardından açıldı. Göksel ile göz göze gelmek istedim fakat bakışlarım istemsizce çıplak vücuduna kaydı. Altında beline bağlamış olduğu beyaz bir havlu vardı. Üzeri ise tamamen çıplaktı. Duştan yeni çıktığını belli eden su damlacıkları birer birer kaslarının üzerinden aşağıya doğru süzülüyordu. Yoğun vanilya kokusu doğrudan içime işlerken Göksel’in elinde tuttuğu saç havlusunun havada asılı kaldığını gördüm.
“Ne oldu? Beklemiyor muydun?” Evin içine doğru adım attığımda yana doğru çekilip bana yer açtı. Salona doğru ilerlerken kapıyı kapattığını duydum. Bakışlarım köşe koltukta gezindi direkt. Koltuğun ucunda kalın bir battaniye ve yastık, orta sehpanın üzerinde ise iki tane kupa vardı. Birisi tamamen bitirilmişti. Diğeri ise yarımdı. Açık olan televizyona kısa bir bakış attım ardından arkamda duran Göksel’e döndüm.
“Selim gelmişti. Az önce gitti o da.” dedi hızlıca konuşarak. Sesinde bir telaş vardı ve bakışları da pek normal değildi. Gergin görünüyordu. Kendimi koltuğa attım ve bacaklarımı orta sehpaya uzattım. “Bana sert bir kahve yapar mısın?” Elindeki havluyu hafifçe sıktığını gördüm. “Önce giyinseydim aşkım?” dedi sorarcasına. Başımı yana doğru yatırırken “Hayır. Şimdi istiyorum.” dedim. Birkaç saniye öylece baktı fakat isteğime boyun eğip mutfağa geçti. Mutfak salon ile birleşik olduğundan dolayı Göksel’i izlemeyi sürdürebilmiştim. Arkasını döndü ve dolaptan bir kupa çıkardı. “Vazgeçtim. Bana içtiğinizden yap. Nescafe sanırım?” Omzunun üzerinden dönüp baktı. “Canım ondan çekti hayatım.” dedim yapmacık bir sesle. Önüne dönüp kahveyi yapmaya devam etti.
“Bugün dışarıda buluşacağınızı zannediyordum?”
“Hava birden bozunca vazgeçtik aşkım. Evde PES attık.” Dudaklarımda alaycı bir gülümseme belirdi fakat o bunu görmedi. Yanımda duran yastığın etiketiyle oynamaya başlarken “Öyle mi?” diye mırıldandım. Elinde kupa bardağıyla yanıma geldi ve bana uzattı. Bardağı alıp bir yudum aldım ve hafifçe tebessüm ettim. “Giyinip geliyorum.” Başımı sallamakla yetindim. Odadan çıktığında yüzümdeki sahte tebessüm anında kayboldu. Elimdeki kupayı masanın üzerine bırakıp ayağa kalktım. Mutfağa ilerledim ve lavabonun içine baktım.
İki tane kirli tabak vardı. Bakışlarım tezgahın üzerinde gezindi. Gördüğüm reçel kavanozu duraksamama neden oldu. Selim ne zamandan beri reçel seviyordu? Yaklaşık bir yıldır Selim’i tanıyordum ve reçel sevmediğini de gayet iyi biliyordum. Göksel’in de sevdiği söylenemezdi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Mutfaktan çıkıp salona geçeceğim sırada dikkatimi bu sefer başka bir şey çekti.
Tek kaşım havalanırken eğildim ve koltuğun altındaki kırmızı dantelli külodu aldım. Başımı kaldırdım ve derin bir nefes aldım. Birkaç saniye bekledikten sonra yeniden elimdeki küloda baktım. Dudaklarımda alay ve sinirle karışık bir gülümseme belirdi. İçeriden sesler duyduğumda hızlıca kendimi koltuğa attım ve külodu arkama sakladım. Göksel üzerinde siyah bir tişört ve yine siyah bir eşofmanla içeriye girdiğinde bakışlarımı yeşil renkli gözlerine çevirdim.
Hızlı adımlarla yanıma geldi ve koltuğa oturdu. Bedenini bana doğru yaklaştırırken sağ elini yanağıma koydu ve yüzüme eğildi. Başımı sola doğru çevirdiğimde dudaklarıma yol alan dudakları sadece yanağıma bir öpücük bırakmakla yetinmişti. “İyi misin bebeğim?” derken yüzü yüzüme hâlâ son derece yakındı. Kendimi tekrar geriye çektiğimi gördüğünde yanağımı bıraktı ve hafifçe uzaklaştı.
“Demek Selim’le PES attınız?” diye mırıldandım. Oturduğum yerden hızla ayağa kalkarken arkamda sakladığım külodu orada tutmaya devam ettim. Kaşları hafifçe çatılırken arkasına yaslandı ve arsızca beni süzdü. Yeniden gözlerime bakarak “Evet. Selim’i mi kıskanıyorsun yoksa?” dedi, ardından güldü. Arkamda, elimde tuttuğum külodu havaya doğru kaldırarak ona doğru tuttum. Gülümsemesi yüzünde soldu. Şok içerisinde yaslandığı yerden doğrulurken “Selin dantelli külodunu sen de unutmuş hayatım.” dedim. “Ay pardon dilim sürçtü. Selim diyecektim.” Elimdeki külodu sertçe yüzüne doğru fırlattım. Külot koltuğun üzerine düştüğünde Göksel birkaç saniye ona daha sonra bana baktı. Oturduğu yerden ayaklandığında bir adım geriye attım. “Tek kelime etme tamam mı? Rezil açıklamalarını duymak bile istemiyorum. İğrenç bir herifsin.” Arkamı dönüp kapıya ilerleyeceğim sırada birkaç büyük adımda yanıma ulaştı ve kolumu tuttu.
“Aşkım Selim’in kız arkadaşı da geldi sonrasında. Benim işim çıktığından dolayı birkaç saatliğine dükkana gitmem gerekti. Ne yapmışlarsa yapmışlar, bizene milletin özel hayatından?” Şaşırmış gibi yaptı. “Sen… Sen beni mi suçluyorsun? Beni neyle suçladığının farkında mısın Vera?” Artık elimde değildi. Kendimi tutamamış bir kahkaha patlatmıştım.
“Sen harika bir yalancısın! Sen gerçekten harika bir yalancısın fakat ben aptal değilim Göksel.” diye alayla konuştum. “Şimdi kolumu bırak, daha fazla kendini küçültme. Yaptıysan bir şey arkasında durmayı öğren!” Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım fakat bırakmadı. Beni kendisine doğru çekti. Bedenim bedenine çarptığında yüzümü buruşturdum. “Yapmadığım bir şey için nasıl suçlayabilirsin beni Vera? Seni aldatabileceğimi nasıl düşünürsün? Ben öyle bir adam mıyım?”
“Evet!” diye bağırdım. “Ben senin yanındayken bile başka kızlara arzularcasına bakan bir herifsin sen! Öyle bir orospu çocuğusun! Ama bitti Göksel. Bana senden ayrılabilmem için mükemmel bir sebep verdin, teşekkürler. Şimdi, siktir git yoluna!” Kolumu fevri bir hareketle ondan kurtardım ve dış kapıya doğru yürümeye başladım. Kapıyı açıp merdivenlerden inmeye başladığımda arkamdan geldiğini adım seslerinden duydum.
“Bekle Vera! Böyle bitiremezsin! Hiçbir suçum olmadığını sen de biliyorsun! İstiyorsan Selim’i arayalım? Kız arkadaşına soralım olmaz mı?” Apartmandan çıktığımda hızlıca yanıma geldi ve önümde dikildi. “Lan utanmadan nasıl konuşuyorsun sen hâlâ? O arkadaşlarınında senden bir farkı yok ki zaten? Kime neyi soracağım? Çıldırtma beni, çık önümden!” Yürümeye başladım fakat yeniden önüme dikildi.
Daha fazla dayanamayıp şiddetli bir tokat attığımda yüzü yana savruldu. Anında dudağının kenarından akmaya başlayan kanı eliyle silmeye yeltenirken sokağın sonuna doğru ilerlemeye devam ettim. “Pişman olacaksın Vera! Bana haksızlık ettiğini anladığında köpek gibi yalvaracaksın!” Ona doğru dönmeden ilerlemeye devam ederek öfkeyle orta parmağımı kaldırdım. Sokağın sonuna vardığımda bir taksi çevirdim ve kendimi içeriye attım. Üzerimden büyük bir yükün kalktığını iliklerime kadar hissederken o it heriften neden daha önce ayrılmadığımı sorgulamaya başladım.
•••
Aynadaki yansımama baktığımda dudaklarımda memnuniyet dolu hafif bir tebessüm belirdi. Üzerimdeki straplez, düşük kol, derin yırtmaca sahip saten koyu yeşil elbiseye baktım. Sonrasında yüzüme tırmandı bakışlarım. Kumral, göğsümün hemen altında biten dalgalı saçlarım son derece parlak ve bakımlı görünüyordu. Saçlarımın bir ton daha açığı olan kaşlarım ve beyaz tenim elbisenin rengiyle güzel bir bütünlük sağlıyordu. Elim ile saçlarımın önünü düzelttim ve aynanın karşısından ayrılıp pencereye doğru ilerledim.
Şoförler araçları hazırlıyordu. Masanın üzerindeki ojelerimle uyumlu olan bordo ruju alıp dudağıma hızlı fakat dikkatli bir şekilde sürdüm. Çantamı aldıktan sonra sivri topuklularımın üzerinde yürümeye başladım. Odadan çıktığımda geniş ve oldukça büyük olan döner merdiveni inmeye başladım. Son basamaklara yaklaştığımda tam karşıda dikilen Demir ve Tufan’ı gördüm. İkisininde üzerinde siyah bir takım vardı. Demir’in aksine Tufan’ın boynunda kravatı vardı. Demir ise gömleğinin üstten birkaç düğmesini açmış daha serbest bir görüntü yaratmıştı.
Demir aslında bakışlarını mutfağa doğru çevirmişti fakat göz ucuyla beni görmüş, bu sefer tamamen bedenini ve odağını bana çevirmişti. Dudakları hafifçe aralanırken kaşları da havaya kalkmıştı. Son basamağıda indiğimde yavaş adımlarla yanlarına ilerledim. Kısaca baştan aşağıya üzerimi süzdü ve “Harika görünüyorsun.” dedi. Hafif bir tebessümle iltifatını kabul ederken Tufan’ın da bakışları Demir kadar uzun olmasada kısa bir şekilde üzerimde gezinmiş en son gözlerimi bulmuştu. “Aynen. Aynısından.” diye ağzının içinde kelimeleri geveledi ve mutfaktan çıkmakta olan babama döndü.
Babam her zamanki gibi siyah bir takımın içerisindeydi. Kravatını beceriksizce kendisinin bağlamaya çalıştığı fazla belli oluyordu. Başımı yana doğru yatırırken ona doğru ilerledim ve kravatını düzeltmeye koyuldum. “İnanılmaz güzelsin.” derken alnıma minik bir öpücük bırakmıştı.
“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım sadece. Kravatını düzgünce bağladığımda “Çıkalım o hâlde?” dedi babam. Bahçeye çıktığımızda Tufan’ın şoförlüğünde babam siyah Mercedes’e, ben ise Demir’in şoförlüğünde siyah Audi’ye binmiştim. Araçlar ilerlemeye başladığında en önde sadece korumaların bulunduğu araç, ardında biz, bizim hemen arkamızda babamın bulunduğu araç, onların arkasında ise yine bize eskortluk eden bir başka araç bulunuyordu.
Demir kendi tarafındaki camı araladığında sigara içeceğini anladım ve ben de kendi camımı araladım. Cebinden paketi çıkardı ve açıp bana uzattı. İçinden bir dal alıp dudaklarıma yerleştirdim. Çakmağı yakıp bana doğru uzattığında başımı eğdim ve ucunun ateşlenmesini sağladım. İçime bir fırt çekerken Demir’in de çoktan sigarasını yakmış olduğunu gördüm. Sigaranın tadını alınca rahatlamışçasına ağzımdaki dumanı yavaşça dışarıya üfledim.
“Şunu içiyorum ya, ne bir stres kalıyor ne başka bir şey.” Kuruyan dudaklarımı ıslattım ve bir fırt daha çektim. “Baban seni sigarayla beslediğimi öğrenirse ikimizde de yeni, güzel bir stres yaratabilir.” Hafifçe gülümserken dumanı üfledim. “Biliyor zaten. Leş gibi sigara kokuyorum.” Bana yandan kısa bir bakış attı. “Bizim içtiklerimizden üzerine sindiğini düşünüyor.” Başımı iki yana salladım. “İki şeyi birbirinden ayırt edemeyecek bir adam değil. Gayet bilincinde fakat bilmemezlikten geliyor çünkü benimle tartışmak istemiyor.” Biriken sigara külünü camdan aşağıya attırdı. “Seninle baş edemiyor.” Ona baktığımda dudaklarının kıvrılmış olduğunu gördüm. Ağzımdaki dumanı üfledim. “Hoşuna gitti bakıyorum?”
“Arada Birkan Lâyezâl’i dize getiren birini görmek hoşuma gitmiyor değil.” Gülerek dudağımı ısırdım. Bakışlarım gecenin karanlığına çevrilirken sigara dumanını içime çektim. Öyleydi. Birkan Lâyezâl; Birlik üyelerinin bile korktuğu adam. Gözü döndüğünde değil, sadece normal dururken bile korkutucu düzeyde bir adamdı fakat bana karşı değil. Bana karşı son derece anlayışlı, daha nazik ve bazı şeyleri tolere edebilen bir adamdı. Ağzıma hapsettiğim dumanı üflerken sigara külünü camdan aşağıya attırdım. Aralık camdan içeriye sızan soğuk tatlı tatlı üşümeme sebep olsada şu anlık pek rahatsız edici değildi.
Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından davetin olduğu binaya ulaştık. Demir ile araçtan indiğimizde vale hızlıca yanımıza geldi ve aracın anahtarını Demir’den aldı. Babam ve Tufan’da arabadan indiğinde anında bir kargaşa oluştu. Magazin muhabirleri etrafımızı kelimenin tam anlamıyla sararken hızlıca sorularını sormaya başladılar.
“Efendim, İş adamı Dmitriy Romanov’un hapse girmesinin nedeni siz olarak gösteriliyorsunuz bu konu hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?”
“İş hayatınızda yeni bir sayfa açtığınızı ve yeni ortaklar edindiğiniz bilgisini aldık efendim. İş insanlarının size karşı olan güveninin sarsılmasını beklerken tam tersi olduğunu görüyoruz. Bu konu hakkında konuşmak ister misiniz?”
Demir ve Tufan binadan içeriye girene dek muhabirleri babam ile benden uzak tutmaya çalışmışlardı. Bakışlarım üst düzey gösterişli ve ihtişamla taçlandırılmış olan salonun içerisinde gezindi. Sayısız kokteyl masaları, şık giyinimli kadın ve erkekler, koşuşturmakta olan garsonlar vardı. Büyük avizenin hemen altındaki sembollerle süslenmiş olan alan, yani pist ise boştu.
Neredeyse herkes kokteyl masasının başında dikilmiş sohbet ediyor ve içkisini yudumluyordu. Sağ ve sol olmak üzere iki tarafa ayrılan merdivene baktığımda üzerinde kırmızı halı bulunduğunu gördüm. İçeriye girişimizle birkaç gözün üzerimize çevrildiğini net bir şekilde görebilmiştim. Bizim için ayırtılmış olan kokteyl masasına geçtiğimizde babam karşımdaki Demir ise yanımdaki yerini almıştı. Tufan masanın üzerindeki atıştırmalıklardan bir tanesini alıp umursamazca ağzına atarken garson elinde tepsi ile yanımıza gelmişti.
Babam bu anı zor bekliyormuş gibi memnuniyetle kadehi eline alırken Tufan istemediğini belirtti. Demir ile ben kendimize birer kadeh almış masaya bırakmıştık. Doğrusu Demir bir yudum içtikten sonra bırakmıştı. Bakışlarım tekrar etrafta gezindiğinde üzerimize dönen bakışların kaybolmuş olduğunu gördüm. Şimdilik, herkes kendi halindeydi. Sahnede hareketlilik oluştuğunda ben de dahil birçok kişinin bakışı o yöne kaydı. Siyah bir takımın içerisinde son derece şık görünen bir adam kürsünün önüne geçti ve başını hafifçe mikrofona eğdi. “Değerli konuklar, Hanımefendiler ve Beyefendiler, 2024-2025 İş Dünyası Topluluğu açılış törenine hepiniz hoş geldiniz.”
_______________
Bölüm Sonu.
|
0% |