Yeni Üyelik
10.
Bölüm

Dokuzuncu Bölüm

@begumozturuk

 

Bölüm Şarkısı: Duman - Her Şeyi Yak

Savaş Bilgin

 

18 Eylül 2023 (İki yıl önce)

Oradaydı, birkaç adım uzağımda. Bar taburesinde oturuyor, elindeki küçük şat bardağını sallıyordu. Saçlarını yine toplamış, uçlarını bukle yapmıştı. Askısı sürekli omuzundan düşen siyah bir elbise giyiyordu. Boynunda inci kolyesi, ayaklarında ise kırmızı tabanlı ince topuklu ayakkabıları vardı.

Ona doğru ilerlemeden önce uzun uzun seyretmiştim onu, son kez görüyormuşum gibi her zerresini zihnime kazımıştım.

Onu görmediğim iki yıl boyunca sağlıksız bir şekilde zayıflamıştı. Bilekleri o kadar incelmişti ki ayak bileğine üç kat doladığı bandananın uçları neredeyse ayakkabısının ucuna değiyordu.

Bakışlarım bandana da oyalandı. Yere değmek üzere olan ucundaki beyaz ip işlemesini hayal meyal görüyordum.

Hala ona verdiğim bandanayı kullanıyor olabilir miydi?

Dudaklarımda oluşan gülümseme ona yaklaştıkça soldu, yakından sırtındaki izler net bir şekilde belli oluyordu. Elimi izlerin üzerinde gezindirme istediğimi bastırdım, yanındaki sandalyeyi çekip oturdum.

“Bir tekila şat.” Bakışlarımı Aden’e çevirmedim, lakin onun bana döndüğünü anlamıştım. Küçük kıkırtısı kulaklarımı doldurmuştu, onun gülüşlerini çok özlemiştim.

Barmen şatımı getirmeden Aden kendininkini de önüme doğru ittirdi. “Bu sefer geciktin. Kör kütük olmamı bekledin.”

Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. Bu sefer geciktin demişti, fakat bu benim ona ilk gelişimdi. Şatı kafama dikip limonu emdiğim sırada taburemi Aden’e doğru çevirdim. Aden beni bekliyormuş gibi gülümsedi. Geleceğimden emindi.

“Geleceğimden nasıl bu kadar emindin?” Aden’in sorumla beraber gülümsemesi de büyüdü. Dengesini koruyabilmek için bir elini bara, diğer elimi de bacağıma koydu ve yakınlaştı.

Bakışlarım bacağıma koyduğu eline kaydı. Yakınlığı tehlikeyeydi, hele ki onu bu kadar özlemişken. “Hep gelirsin, Savaş.”

Ne demek istediğini anlamıyordum. İki yıldır onu arıyordum. Sırra kadem basmıştı, izini kaybettirmişti ve davasına baktığım danışanım için bu otele şans eseri gelmeseydim de onu bulamayacaktım.

Aden’in bakışları üzerimde gezindi. Dudaklarına haylaz bir gülümseme kondurdu, “Çok ciddi görünüyorsun. İş adamı gibi.”

Üzerimdekilere baktım, takım elbiselerimle duruyordum. İş için geldiğim otelin barında sabahlayacağımı düşünememiştim. Ceketimi çıkartmak için yeltendiğim sırada Aden’in elleri göğsüme yerleşti. “Hayır, yakışmış. Çıkartma.”

Kahve gözleri sürekli renk değiştiren ışık altında parlarken hipnotize olmuş bir şekilde gözlerine bakıyordum. Tehlikeli bir şekilde yakınımdaydı, kontrolümü korumak her geçen saniye zorlaşıyordu. “Bu sefer ki mesleğin ne?”

Afalladım. “Ne?”

Aden kıkırdadı. “Bana kendinden bahset.” Alkollüyken başkalarını ben mi zannediyordu? Şu anki yakınlığını başka adamlara da yapıyor muydu?

“Neden bu sefer kaşlarını çatıyorsun?” Parmakları nazikçe kaşlarıma dokundu. “Zaten çoğunlukla susarsın değil mi?” parmakları kaşlarımdan burnuma, burnumdan dudaklarıma kaydı.

“Bence bu sefer kötü adam çetelerini çökeltmeye çalışan bir savcısın.” Yaklaşmıştı, gülümsedim. Aden’in tabiriyle kötü adam çetelerini çökeltmeye çalışıyordum ama savcı değildim, avukattım.

Parmağı dudağımın kıvrılan tarafına doğru kaydığında “Bende her baktığın davaya ortakçı çıkmaya çalışan, kendine müvekkil toplayan dik başlı bir avukatım.” Diye mırıldandı.

Bizim için bir hikâye yazıyordu. “Peki nasıl tanışıyoruz?” diye sordum, kendimi tutamayarak. Eli yüzümden kravatıma doğru süzülürken nefesimi tuttum. Dengesini koruyabilmek için yapmıştı, biliyordum ama her an beni kendisine çekebilecek güce de sahipti.

“Bir davada.” Düşünüyormuş gibi yaptı. “Bir cinayet davasında.”

Aden eğleniyormuşçasına kahkaha atarken farkında olmadan kravatımı çekmiş, yüzlerimizi birbirine yaklaştırmıştı. “Ama ben avukat değil de senin sorguladığın bir müvekkilim. Gözünde suçluyum.” Bakışları dudaklarıma kayınca duraksadı.

Ne istediğini anlayabiliyordum. Bakışlarım kırmızı ruj sürdüğü dudaklarında oyalandı. Bende istiyordum. Onu öpmeyi, rujunun tadını öğrenmeyi, onu hissetmeyi bende istiyordum. Gözlerimi kaçırdım. Fakat yapamazdım. Kör kütük sarhoşken onu öpemezdim.

Boğazımı temizleyerek bakışlarımı tekrar gözlerine taşıdım. Bizim için yazdığı hikâyeye uyum sağlayarak “Peki bileğindeki siyah bandananın hikayesi ne?” diye sordum. “Onu hala neden takmaya devam ediyorsun?”

Aden gülümseyerek gözlerini devirdi. “Bunu sana her seferinde açıklayacak mıyım ben?” dudaklarını büzdü, omuzlarını öne çıkardı.

“Artık fiziksel acı vermese bile yaşadığımız acılarının izlerini vücudumuzda taşımaya devam ediyoruz işte, Savaş.” Omuzlarını silkti. “Belki yaş alarak büyüyoruz ama içimizdeki o küçük korkak çocuğu büyütemiyoruz. İzler bana değil, ona ait ve o iyileşene kadar ben onları taşıyacağım.”

Dişlerimi sıktım. Ona o bandanayı bileğindeki zincir izlerini görünmesinden utandığı için vermiştim. Belki izleri bile kalmamıştı, lakin alışkanlıkları değişmemişti.

Barmenin getirdiği bardağı da şatlarken Aden biraz daha üzerime doğru eğildi.

“Bu sefer biraz farklısın. Sanki… Gerçek gibisin.” Dudaklarıma doğru fısıldarken dudağını dişlemişti. Lanet olsun, siktiğimin sınırlarını koruyabilme konusunda çok zayıf hissediyordum. Ona öyle hasretim ki ikimizi de yakacak ateşi alevlendirmeme çok az kalmıştı.

Aden diğer elini bacağıma dayayarak oturduğu taburede havalandı ve bana doğru daha da yaklaştı. Baş etmemem gereken tek şey artık yakınlı değildi, aynı zamanda dokunuşlarıydı da. Aden baş parmağımı bacağımın içe bastırırken dudaklarıma sürtünen dudaklarından ikimizi de yakabilecek o cümle çıktı.

“Bunu anlamamın tek bir yolu var.”

Dudaklarımın üzerinde aralanan dudaklarından kaçtım. Taburenin üzerinde geri kayıp kafamı kaldırdım. Bunu yapmasına izin veremezdim, bu haldeyken olmazdı.

Aden şaşkınla bana baktı. Hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Dudakları aralanmış, gözleri büyümüştü. “B202” dedi, titreyen bir sesle barmene doğru.

Gidiyor muydu? Beni öpmesine izin vermediğim için gidiyor muydu?

Aden bar masasından destek alıp ayaklanmaya çalıştığında “Gelmiyor musun?” diyerek sordu. Onunla gelmemi mi istiyordu? İtiraz etmeden ayağı kalktım. Cehennemin dibine gelmemi istese gelirdim.

Koluma tutunup savruk adımlarıyla ilerlemeye başladı. İki eliyle kavradığı kolumu asansöre gelene kadar bırakmadı. Benden güç alıyordu.

Asansörün tuşuna bastı. Kolumu bıraktı ve ağırlığını duvara verdi. Kırgın bakışları gözlerimi esir aldığında afalladım. Bardaki cesaretinden eser kalmamıştı. Sanki hayallerindeki Savaş olmadığımla yüzleşmiş… Bir saniye… Gerçekten anlamış olabilir miydi?

“Neden geldin?” yanaklarına süzülen yaşları elinin tersiyle sildi. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Yüzleşmeye hazır değildim. Onu burada bulmam tamamen tesadüftü.

Asansör geldiğinde Aden benden bir cevap beklemeden içeri girdi, peşinden bende girmiştim. Önce zemini daha sonra da beşinci katı tuşladı. “Buradan defolup gideceksin!”

Gözünden akan her yaş kalbime değen asitmiş gibi canımı yakıyordu. Çaresizce benden en uzak köşede durmaya çalışan Aden’e adım attım. “Aden…”

Aden durmam için elini kaldırdı. “Buradan defolup gideceksin! Daha önce de yaptığın gibi.”

Olumsuz anlamda kafamı salladım. Onu bırakmayacaktım. “Gitmeyeceğim!”

Aden hıçkırıkları arasında güldü. “Ayıkken karşıma çıkmaya cesaretin yok, değil mi?” Omuzlarını dikleştirip nefretle gözlerime baktı. “Olmasın! Şayet seni ayaklarımın yere sabit bastığı bir anımda görürsem beş para etmez kalbini söküp alırım.”

Asansör beşinci katta durdu. Aden kabine tutarak kendini dışarı attığında peşinden ilerledim. Sıkıca duvara tutunmaya çalışıp yere kaymadan saniyeler önce onu yakaladım, kucağıma aldım.

Gözlerini sıkıca yummuş, ıslanmış yanaklarına rağmen keyifle kıkırdamıştı. “Dünyam dönüyor.” Ruh halinden ki değişikliğin sebebi alkoldü. Aynı kollarımda olduğunu bile bile sakince duruyor olmasının sebebinin de alkol olduğu gibi.

Aden kolunu omzuma sararak kendini havalandırdığında dudaklarını çeneme sürttü. Kafamı çevirip sakin adımlarla oda numarasına doğru ilerledim.

Alkollüyken ona dokunmazdım. Yakınlaşmasına izin vermezdim. Sınırları ikimiz adına da korumak zorundaydım.

Lanet olsun ki korumak zorundaydım!

Kalbim normalin dışında atmaya başlamışken onu öpmemek, ona dokunmamak için resmen direniyordum. “Savaş…” Adımı onun sesinden duymayalı o kadar çok zaman olmuştu ki…

Dişlerimi sıktım. Ona dönersem kontrolü ona bırakırmışım gibi hissediyordum. Aden’in zarif parmakları çenemi kavrandı. Odasının önüne geldiğimizde durdum, çenemi tutup kendisine çevirmesine izin verdim.

Yakınımdaydı. Çok yakınımdaydı. Nefesi yanağımı yakıp geçiyordu. Bakışları dudaklarımda geziniyor, kolu gitmemi istemiyormuşçasına omuzlarımı sarıyordu. “Senden nefret ediyorum. Biliyorsun, değil mi?” Bakışlarını gözlerime taşıdı. Kahve harelerindeki ateşin tenine yansıdığını hissedebiliyordum. Söylediklerinin aksine öyle bir bakıyordu ki ona inanmıyordum.

“Seni asla…” Gözleri tekrar dudaklarıma kaydığında yutkundum. Konuşmanın gidişatı tehlikeliydi. “Affetmeyeceğim” Aden dudaklarını dudaklarıma sürttüğünde nefesim kesildi.

Vücudum ona karşılık vermem için yanarken gözlerimi yumdum. Ona karşılık veremezdim. Bunu ona yapamazdım. Bunu bize yapamazdım. Yarın zihninde bu anları iğrenerek hatırlayacaktı. Benden nefret ettiğini söylüyordu, kalbinde hala bir yerim olsa da sözleri bunu yok saymak istiyordu.

Aden’in dudakları dudaklarıma kapandığında kafamı geriye yatırıp çevirdim. Dudaklarının izi dudaklarımdaydı. Kalbim göğüs kafesimi delip geçiyordu, vücudum alev alev yanıyordu. Lakin ona bakmıyordum bile.

Kapıya sabitlediğim bakışlarımı ona çevirmeden “Anahtarın nerede?” diye sordum. Aden cevap vermedi. Bakışlarını üzerimde hissediyordum.

“Bırak beni…” durgun sesi kulaklarıma ulaştığında itiraz etmeden onu yere indirdim. Elleri dengesini korumak için sıkı sıkı ceketimi tutuyordu. Bırakmamı söylese de beni bırakmıyordu, gitmeme izin vermiyordu.

“Neden?” Yumduğu gözleriyle kafasını kapıya doğru yatırdığında dayanamadım. Küçücük kalmış bedenini kollarımın arasına aldım. Portakal çiçeği kokulu parfümü tenindeki sıcak vanilya kokusuyla burnuma dolarken elim saçlarına gitti.

“Neden geri geldin, Savaş?” Yaşları ıslattığı gömleğimden göğsüme değiyordu. Dudaklarımı saçlarına dayadım, derin bir nefes çekip saçlarından öptüm. “Çünkü sensiz yapamıyorum.”

Göğsümdeki izi sızladı. O kollarımda ağlıyorken kendimi çok güçsüz hissediyordum. “Yalancı...” Yumruk yaptığı elini bel boşluğuma vurdu. “Yalancı!”

Onu kendime daha sıkı bastırdım. Gitmek için çabalamıyordu ama bıraksam gidecekmiş gibi hissediyordum.

“Özür dilerim…” Bensiz geçirmeye zorladığım onca yılın karşılığı sade bir özür olamazdı. Lakin şu an ona söyleyebileceğim tek şey buydu. Ona neden gittiğimi söyleyemezdim.

Dudaklarımın gezindiği her saç telini öptüm.

Şu an ne o bunu duymaya hazırdı ne de ben anlatmaya.

Öpüşümle sakinleşen nefes alışverişlerini hissettim. Hala birbirimizin kollarında durulabiliyorduk, her şeye rağmen hiçbir şey büyüsünü kaybetmemişti.

Parmaklarım tokasının üzerinde dolaştı. Sabah uyandığında beni hayal olarak hatırlamasını istemiyordum. Gerçekten geldiğimi, onu artık bırakmayacağımı bilmeliydi.

Ben onu bulmuştum.

Tokasını çıkartıp bileğime taktım. Tepki vermedi, gömleğimi tutan elleri gevşedi. Uyumuş muydu? Aramıza biraz mesafe koydum, o kımıldamadı. Kafasını göğsüme dayamış, gözlerini yummuştu.

Omuzlarından tutup biraz geri çekildiğimde bacaklarını kavrayıp onu kucağıma aldım. Kolları boynumu sarmış, kafası omuz çukuruma düşmüştü.

Bakışlarım üzerinde dolaştı. Baş parmağına geçirdiği oda kartını niyahetinnde buldum. Kartı oturup odasını açtım.

Onu yatığana yatırırken usulca mırıldandım. “Tekrar kavuşacağız, sevgilim.”

 

8 Ocak

 

Savaş Bilgin

 

'Tülin ve Ata Davası'

Yirmi yedi yaşındaydım, oyun oynama yaşımı çoktan geçmiştim. Sevdiğim kadını kıskandırmak için koluma başka bir kadını takıp sevgiliymişim gibi davranamazdım.

Yani en azından o geceye kadar davranmamam gerektiğini düşünüyordum…

Bakışlarım oluşturduğum küçük tabloda dolaşırken elim bilinçsizce dudaklarıma değdi. Lakin onu bana bu oyun getirmişti. Aden’in bana bahşettiği bu öpücüğün sebebi kıskançlıktı.

Kıskandığında ne öfkesinin ne de hayatındaki insanın önemi kalmamıştı. Sorgu tahtasına yer alan fotoğrafına bakarken gülümsedim.

Onu geri istiyordum.

Ve eğer onu geri kazanmamın tek yolu bu ise sonuna kadar gidecektim.

Bahar arkadaşımdı, Barış ona gidip bir geceliğine sevgiliymiş gibi davranmamız gerektiğini söylediğinde beni kırmamış yardımcı olmayı kabul etmişti. Hatta bu oyunu eğlenceli bile bulmuştu.

Lakin bundan sonrası için hiç konuşmamıştık. Önümüzdeki hafta sonu İren’in düzenlediği etkinliği de benimle gelmesi gerekiyordu.

Telefonumu elime aldım. Saat dörde geliyordu, neredeyse akşam olmuştu. Hızlıca mesajlarımdan, Bahar’ın metnine tıkladım.

‘7’de, Alsancak?’

Alsancak’ta meşhur bir makarnacımız vardı. Bu ikimizde reddedemeyeceği bir teklifti. Bu yüzden cevap vermesini beklemeden telefonumun ekranını kapattım.

Onunla savcılığımın ilk aylarında tanışmıştık, kayıp anneannesi baktığım ilk davaydı. Dava süreci boyunca adliyeye o kadar çok gelmiş, süreci o kadar çok yakından takip etmişti ki bir yerden sonra nasıl olduğunu anlamadan kahve eşliğinde sohbet eden iki insana dönüşmüştük.

Garipti. Kısa bir süredir hayatımdaydı belki ama… sanki onu yıllardır tanıyormuşum gibiydi.

Her neyse…

Ağırlığımı sandalyenin sırtına verirdim, bakışlarım tasarladığım tabloda oyalandı. Tülin ve Ata’nın davası için şüphelilerden oluşan bir mantar pano oluşturmuştum.

Şüphelileri de Efe’nin ifadesinden yola çıkarak oluşturmuş, Tülin ve Ata’nın yakın çevresindeki tüm kadınları bir araya toplamıştım.

Tabloda annesini kaybettikten sonra yanında yaşamaya başladığı teyzesinden, Ata’nın sınıf öğretmenine kadar neredeyse tüm kadınlar yer alıyordu. Lakin eksiklikler vardı.

Boş bir yapışkanlı kâğıda üvey kuzen yazdım.

Bugün Tülin’in abisin ve eşinin sorgularına girmiştim. Teyzesinin bahsetmediği çocuğunu onlardan öğrenmiştim. Hatta sadece o kadını değil, abisi ve eşinin tanışma yemeklerinde o kadın ve Tülin arasında dönen şiddetli kavgayı da öğrenmiştim.

Çalan kapıyla birlikte doğruldum, gelen kişiye doğru döndüm. “Savcım, müsait misin?”

“Gel!”

“Tülin’in abisi ve yengesinin ifadelerini getirmiştim de Savcım.”

Onaylarcasına gözlerimi yumup açtım. “Masaya bırak.”

“Bir de istediğiniz gibi teyzesinin üvey kızını da bulduk. Şükran Kara. Denizli de eşi Hamza Kara ile birlikte yaşıyor, biri beş diğeri on üç yaşında iki kızları var. Adresi burada, ne zaman isterseniz gidip alabiliriz.”

Elimdeki kâğıdı buruştururken Şükran’ın dosyasını elime aldım.

Doğma büyüme Denizlili olan birisini, İzmir de işlenen bir cinayet için geldiği ifadede neden saklamıştı ki? Annesi Hatice Tunç, Şükran’a neden ulaşmamızı istememişti ki?

Küt kesim kızıl saçlı kadının resmine bakarken “Peki ya Tülin’in kazağı?” diye sordum, memura. Kazak iki gündür laboratuvardaydı. Üzerinden çıkacak herhangi bir DNA örneği bizi direkt katile götürebilirdi. “Hala haber çıkmadı mı?”

Memur olumsuz anlamda kafasını salladı. “Hayır, savcım. Hala bir haber yok.”

“Olsun o zaman. Git ve işleri hızlandır.”

Memur kapıyı ardından kapatıp dışarıya çıktığında fotoğrafı alıp onun için bıraktığım boşluğa yerleştirdim. İçimden bir ses çok az kaldığını söylüyordu. Hissediyordum, şüpheli bu tabloda yer alıyordu.

Ardı ardına titreyen telefonum ile bakışlarım masaya döndü, telefonumu masadan aldım.

 

Bahar: Oluur.

İren Angı kişisi tarafından Yvm grubuna eklendiniz.

 

Yvm…

Yalancılar ve Mumları…

Bunu neden yapmıştı? Kaşlarım kuşkuyla çatılırken linke tıkladım. Çocukken birbirimizin sırlarını öğrenmeye çalıştığımız o oyunun adını neden grup adı yapardı ki bir insan.

Grup katılımcılarına tıkladım. Beşimizdik. Aden’in dışında hepsinin profili vardı. Aden’in numarasına tıkladım, onu ne diye kaydedecektim?

Eskisi gibi mi?

Rehberime girdim. Artık kullanmadığı numarasını sildim ve yeni numarasını çocukken kaydettiğim gibi kaydettim. ‘Küçük kız.’

Yüzümde geniş bir gülümseme oluştu. Onu böyle kaydettiğim için biz zamanlar canıma okumuştu.

Bakışlarım kısa bir anlığına tekrar dosyalara döndüğünde boğazımı temizledim, odağımı kaybetmiştim.

Odaklanmalıydım.

Adli tıp raporlarını açtım. Raporlara göre Tülin, başına aldığı küt cisim darbesiyle kan kaybından hayatını kaybederken Ata, aldığı darbe sonucu sadece baygınlık geçirmişti.

Vuruş hızları farklıydı. Katil ya Ata’ya kıyamamıştı -ki hiç zannetmiyorum.- ya da varlığından bile bir haber olduğu çocuğu karşısında görünce afallamış kontrolsüz bir vuruş yapmıştı.

Bu daha ihtimaldi. Elimizdeki katil Müge’nin sandığı gibi soğukkanlı bir seri katil olamazdı, o tecrübesizdi. Belki bir intikam hırsı, belki de etkisinde olduğu bir madde onu öldürmeye itmişti.

Cinayet planlı olmayacak kadar kusurluydu.

Efe’nin, bahsettiği arbededen sonra seslerin dışarıdan duyulmasını engellemek için telaşla kapatılan cam ise katilin daha önce evi gözlemlemediğini, anlık bir arzuyla eve girdiğini açıkça gösteriyordu.

Fakat işin ilginç tarafı ne apartman kapısında ne de dairenin kapısında herhangi bir zorlanma izine rastlamamış olmamızdı.

Bu da demek oluyordu ki Tülin, katiline oğlunun uyuduğu eve girmesine izin verecek kadar güveniyordu.

Kollarımı göğsümde birleştirip umutsuzca tablodaki kadınların resimlerine baktım. Bu tabloda yer alan her isim onun güvenini kazanmış olabilirdi. Bu şekilde bir çıkış yolu bulamazdım.

“Arkadaşım kayıp! Savaş ile görüşeceğim.”

Kapının ardındaki ince çocuk sesiyle kaşlarımı çattım, bakışlarım saniyeler sonra aralanan kapıya kaydı.

“Savcım…” dedi, memur mahcupça. Memur devam edemeden içeriye daldı küçük kız. “Aden söyledi. Arkadaşımın yerini biliyormuşsun.”

Aden mi?

Kuşkuyla küçük kızı inceledim. İki topuz yapılmış altın sarısı saçlarına, kırmızı kiraz desenli montuna, beyaz çorabının üzerine giydiği kırmızı kadife eteğine ve sarı yağmur botlarına baktım.

Bu o muydu?

Selin…

Küçük kız saç rengi olarak Müge’yi andırsa da giyim tarzı olarak İren’i, bilmiş tavırlarıyla ise Aden’i anımsatıyordu.

Masanın etrafından dolanıp boyuna yetişebilmek için dizlerimin üzerine eğildim. Çatık kaşlarına rağmen sevimli duran suratı beni Aden’in çocukluğuna götürse de gülümsememek için direndim.

“Selindi değil mi?” Küçük kız onaylarcasına kafasını salladı. “Evet ama buraya tanışmak için gelmedim.” Bilmiş bir eda ile koltuğa yerleşirken memura kapıyı kapatabileceğini işaret ettim.

“Arkadaşım kayboldu. Onu iki gündür görmüyorum, onu nerede tutuyorsun?”

Koltuğuma oturmak yerine karşısındaki koltuğa oturdum. “Onu bir yerde tutuğumu da nereden çıkarttın?”

“Çünkü o saklanmak zorunda.” Ses tonunu düşürüp korkuyla fısıldadı. “Yoksa onu bulur.”

Merakla kaşlarımı havalandırdım. “Onu kim bulur?”

“Bu sır, sana söyleyemem.” Selin, Tülin’in saklandığı insanları biliyor muydu? Aradığım cevaplar onda mıydı?

Selin’in ne bildiğini merak etsem de yanında çocuk psikoloğu olmadan onu sorgulayamazdım.

“Peki. Bu ikinizin küçük sırrıysa bunu sana sormayacağım. Sadece merak ediyorum. Bu sırrı ebeveynlerine yani Aden ya da Efeyle paylaştın mı?”

“Hayır, diyorum ya bu bir sır. Sadece iki kişi bilebilir.” Onaylarcasına kafamı salladım. Tülin’in kaçtığı kişiyi Selin’i sıkıştırmadan öğrenmeliydim

Göz ucuyla Şükran’ın resmine baktım. “O tabloda yer alan kadınları tanıyor musun?”

Selin’in ürkekçe sandalyenin kenarlarına tutunup kafasını salladı. “Aden, öğretmenim ve…”

Ve… O değil mi?

Kaçtıkları insan, Tülin’in katili… O

Pekâlâ onu korkutmamalıydım. Tabloya sabitlediği bakışları tekrardan üzerime alabilmek için “Aden mi? Ona neden anne demiyorsun?” diye sordum.

Selin dikkatini bana verdi, sandalyeyi tutan ellerini diz kapaklarına indirmişti. “O benim annem değil çünkü. Benim annem, melek oldu.”

“Ama Efe’ye baba diyorsun, onlar birlikte değil mi?”

Selin sıkılmışçasına nefesini verdi. “Konumuz Aden değil, Savaş. Arkadaşım! Ata nerede?” Şaşkınlıkla gülümsedim. Sanki karşımda Aden’in küçüklüğü vardı.

“Pekâlâ, sen kazandın. Seni kandırmayı başaramadım, bu yüzden doğruyu söyleyeceğim. Evet, arkadaşının yerini biliyorum.” Selin heyecanla sandalyeden kalktı. “Gerçekten mi?”

“Lakin bunu sana söylemem” Hayal kırıklığıyla dudaklarını büzdü. “Bu da polis abilerin ve benim aramda bir sır çünkü.” Selin kollarını göğsünde birleştirip bana sırtını döndü. Daha doğrusu küstü…

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ama…” dedim, ilgisini tekrardan kazanmaya çalışarak. “Sen bana bir sır verirsen, bende sana bir sır verebilirim. Tabi bir şartla…”

Selin heyecanla bana döndü. “Neymiş o şart?”

“Şimdi Aden’i arayacağız. Aden buraya gelecek, seni alacak ve siz Ata’nın yanına beraber gideceksiniz.” Selin kısa bir süre düşündükten sonra omuzlarını silkti. “Tamam.”

Telefonuma uzandım. Selin sessizce beklerken Aden’in numarasını tuşladım.

“Efendim…” Aden’in bir yabancıyla konuşurmuşçasına mesafeli gelen sesi yüzümdeki gülümsemeyi sildi. Numaramı hala kaydetmemişti.

“Aden…” Cevap vermedi, sesimi tanımadı. “Savaş ben.”

Aden ürkek bir nefes verdi. “Bak… O konu hakkında…” Dudaklarıma geniş bir tebessüm yayılırken ensemi ovuşturdum. Hayır, güzelim. Şimdi değil, onu sen buraya gelince konuşacağız.

Daha fazla devam etmesine izin vermeyerek “Selin burada…” dedim.

“Ne?” Telefonun ahizesi kısa bir anlığına uzaklaştı, sesi uzaktan duyuldu. “Ah, Selin! Nerede? Neredesiniz? Karakolda mısınız?”

“Adliyedeyiz. Acele etmene gerek…” Yüzüme kapatılan telefonla gülümsemem büyüdü. Keşke bu sefer de konuşmamı dudaklarıyla engelleseydi, telefonla değil.

“Geliyor mu?” Onaylarcasına kafamı salladım.

“O gelene kadar ne içmek istersin?”

“Çilekli süt.”

Pekâlâ… Adliyede çilekli süt…

Kalemime seslendim. “Neslihan Hanım, çilekli süt ve sade Türk kahvesi getirebilir misiniz?” Neslihan Hanım afallayarak kafasını salladığında gülümseyerek omuzlarımı silktim. Bu küçük hanımın özel isteğiydi, onu kıramazdım.

Kapıyı tekrar kapatıp Selin’e döndüğümde Selin’in tablonun yanına gittiğini gördüm. “Bu o!” dedi, ben daha sormadan. Küçük parmağı Şükran’ı işaret ediyordu.

“Ata’nın babasının karısı. Ata ondan çok korkuyordu.” Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.

Ata’nın babasının karısı mı?

Bakışlarım Şükran’ın resminde oyalandı. Kafanızdaki soruların hepsi bir anda yanıt bulur ve derin bir sessizlik hissedersiniz ya aynı sessizliği hissediyordum.

Tülin’in teyzesinin neden ifadesinde üvey kızı Şükrandan bahsetmediğini, Tülin’in neden üvey kuzenine kapıyı açtığını, Şükran’ın neden Ata’yı görünce afalladığını şimdi o kadar iyi biliyordum ki.

“Ben sana sırrımı verdim. Aden gelince sende söyleyeceksin değil mi?” Selin’in güvenini kırmamak için ona serçe parmağımı uzattım. “Serçe parmağı sözü.” Selin serçe parmağını parmağımla birleştirip gülümsedi. “Aden sözü yani.”

Gülümseyerek kafamı salladım. Çocuk haklıydı, ikimizi de bu sözü Aden öğretmişken ismini değiştirmemize gerek yoktu. “Aden sözü…

Odanın kapısı apar topar açıldı. Panikleyerek Selin’i arkama aldım. “Selin…”

Aden çantasını koltuğa bırakırken Selin arkamdan çıktı, Aden’e doğru koştu. Üzerindeki lacivert kumaş pantolon ve ceketine baktım. Gözlerim üzerimdekilere kaydı, altımda aynı tonlarda bir kumaş pantolon, üzerimde ise lacivert bir polo yaka tişört vardı.

Gülmememi bastırdım. İstesek bu kadar aynı giyinemezdik.

Aden, Selin’i kucağına aldı. “Beni çok korkuttun.”

“Size söyledim. İki gündür Ata yok dedim, beni dinlemediniz.”

Aden bana baktı, gözleri üzerimdekilerde oyalandı ve kaşlarını çattı. “Ama bu bize haber vermeden buraya gelebileceğin anlamına gelmez, küçük hanım.”

Selin omuzlarını silkti. “Sizi duydum. Babama Savaş’ın, Ata’nın kaldığı yeri bildiğini söyledin.”

Aden Selin’i kucağından indirdi. Dizlerinin üzerine çöküp Selin’in boyuna eğildi, ellerini tuttu ve anlayışla okşadı. “Biliyorum, arkadaşını merak ediyorsun. Nerede olduğunu bilmek, onu görmek istiyorsun ama sana söylediğimiz gibi şu an Ata görebileceğimiz bir yerde değil. Sadece biraz beklememiz…”

“Hayır! Yalan söylüyorsun. Görebileceğimiz bir yerde. Savaş bana Aden sözü verdi, nerede olduğunu söyleyecek!” Aden dişlerini sıktı, öfkeli bakışları gözlerimle buluştu.

“O senin gibi yalancı değil.” Aden yüzünü buruştu, gözlerini yumdu.

“Selin…” Araya girmek istedim, lakin Aden izin vermedi. Anlayışla Selin’e gülümsedi. “O senden büyük, bu yüzden lütfen ona ismiyle hitap etme.”

Selin Aden’in ellerinden kurtuldu. “O zaman sende bana Ata’nın yerini bul.”

“Bebeğim…”

“Ben senin bebeğin değilim.” Selin’in öfkesi her geçen saniye katlanarak artsa da Aden sakinliğini koruyor, Selin’e anlayışla yaklaşıyordu. “Git buradan. İstemiyorum seni, babam gelsin.”

Selin, Aden’i sertçe omuzlarından ittirdi. Aden dengesini toparlamak için duvara tuttuğunda Selin çoktan koşarak dışarıya çıkmıştı.

Aden derin bir nefes alıp doğrulduğunda ona doğru bir adım attım. Aden çarparcasına kapıyı kapatıp öfkeyle bana döndü.

“Çocuğa tutamayacağın sözler veremezsin.” Bağırmıyordu, lakin sakinliğinin ardına bastırmaya çalıştığı öfkesi konuşurken titreyen ellerinden varlığını hissettiriyordu.

“Saçma sapan şeyler söyleyip onu umutlandıramazsın.”

Onu umutlandırmamıştım, Ata’nın kaldığı hastaneyi zaten söyleyecektim. Aden konuşmama müsaade etmeden çantasını aldı. “Anla artık! Sen arkanı dönüp gideceksin ama çocuk verdiğin sözü unutmayacak, tutmanı bekleyecek.” Konu sadece Selin’e verdiğim söz değildi, değil mi?

Kapı kulpuna uzandı, aramızdaki mesafeyi kapatıp kolumu kapıya dayadım. Gitmesine izin vermedim. “Söyleyeceklerini söyleyip öylece gidemezsin.”

Aden’in sıcak vanilyayı andıran kokusu burnuma doldu, bugün parfümünü sıkmamıştı.

Aden pes edercesine bana dönüp ağırlığını kapıya verdiğinde “Bir de Aden sözü vermişsin ya…” dedi, hayal kırıklığıyla. “Ben daha ne kadar senin yakıp yıktıklarını toparlamak zorunda kalacağım?”

Kelimeler boğazıma dizildi. Yakıp yıktığım her şeyi toparlayacaktım. Ona yine aynı şeyleri yaşatmayacaktım. Bir daha arkamı dönüp gitmeyecektim.

Dudaklarımı araladım, söylesem bana inanır mıydı ki?

“Bornova şehir hastanesi…” dedim, sadece. Bazı şeyler söylenilmez, yalnızca hissettirilirdi. “Beyin ve sinir hastalıkları polikliniğinde yatıyor. Siz oraya vardığınızda memurlarla görüşeceğim, içeri girmenizi sağlayacağım.”

Aden gözlerini kaçırıp sadece kafasını salladı. “Şimdi sıra sende.” Ne demek istediğimi anlamayarak bakışlarını gözlerime taşıdığında yakınlığımızı fark etti, gidebilecek yeri varmış gibi birkaç adım geriye attı. Kapıdan elimi çekip aramıza biraz mesafe koydum. “Bana bir açıklama borçlusun.”

Tepkisizçe bakmayı sürdürdü. “Sana hiçbir şey borçlu değilim.”

“Beni öptün.”

Kollarını göğsünde birleştirip umursamazca omuzlarını silkti. “Sarhoştum, bilinçsizce yaptım.”

Onun taklit ettim. “Hayır, değildin. Sarhoş olsaydın sana karşılık vermezdim. Bunu daha önce de yaptım.” Aden’in gözleri büyüdü. “Ne?” dudakları şaşkınlıkla aralandı. “Nasıl yani? Ne demek bunu daha önce de yaptım?”

Keyifle gülümsedim. Merak etme sırası ondaydı. “Boş ver bir önemi yok.”

Aden kaşlarını çattı, hatırlamaya çalışıyordu ama muhtemelen hatırlayamıyordu. “Bu…” Yaslandığı kapı aralanıp ağırlığıyla geri kapandı. “Ne zaman oldu?” Aden kapıdan çekildi, Bahar neşeli gülümsemesiyle içeriye girdi.

Lanet olsun!

“Şey ben…” Bahar, Aden’i fark edince duraksadı. Aden, gözlerini kırpıştırıp bakışlarını kaçırdı. Bahar öyle bir anda gelmişti ki ne diyeceğimi bilemeyerek Aden’e baktım.

O ise bana bakmıyordu bile. Gözlerini yere kitlemiş, burukça gülümsüyordu.

“Yemeğe beraber geçelim istemiştim ama müsait değilsen, dışarıda da…” Aden kapıyı açıp hiçbir şey söylemeden dışarı çıktığında arkasından öylece bakakaldım.

Ne dur, diyebildim.

Ne de durdurabildim.

 

 

 

 

🕯️

 

 

 

 

Ahhh ahhhh bir mayın tarlasında bir adam seven kızların hazin sonları işte…

 

 

 

Neyse cmdmckdmcksmxk söylememe gerek yok siz zaten biliyorsunuz ama

 

 

 

Eğer Aden gerçekten mayın tarlasında sevseydi Savaş’ı, Savaş o mayınların anasnı *sansür* ağlatırdı.

 

 

 

Ayyy bölüm hakkında ne düşünüyorsunuuuz? Çok merak ediyorummm💕

 

 

 

Daha cinayetin işleneceği eve geçmeden önce araya birkaç bölüm sıkıştırırmışım gibi geliyor ama merak ediyorum, bu durum sizi sıkıyor mu yoksa onların dünyasına çekilmekten keyif mi alıyorsunuz?

 

 

 

Yorumlarda benimle buluşun, ballarım. Önerilerinize açığım😙🩷

 

 

 

Bölüm hoşunuza gittiyse yıldızı parlatmayı unutmayın ve önümüzdeki pazartesiye kadar kendinize cici bakın <3333333

Loading...
0%